14 Haziran 2007 Perşembe

Kader Anları

“Kader anı” dediğimiz bazı kritik olayların hem şahsi hayatımızda ve hem de milli tarihimizde yaşandığı durumları hatırlayınız.


Bu kader anları bazen şahsi tercihlerle, bazen de irademiz dışında tecelli ederler. Osmanlı Devleti olarak 1. Dünya savaşına dâhil olmamızı sağlayan İttihat Terakki önderlerinin (Enver, Cemal ve Talat Paşaların) kararı; Mustafa Kemal Paşa’nın “Kuvayı Milliye” Hareketini başlatma kararı ile Türkiye Cumhuriyeti’nin 2. Dünya Savaşına girmemesini temin eden İsmet İnönü hükümetinin politikası çok önemli sonuçlara sebep oldu.


Bırakın savaşları, 1950–1960 Demokrat Parti (Menderes) Hükümetlerinin demokrasi ve kalkınma anlayışına getirdiği yenilik, Adalet Partisi (Demirel) Hükümetlerinin “İthal İkamesine” dayalı sanayileşme politikaları ve Turgut Özal’ın getirdiği iç ve dış rekabete açık ekonomi modeli tercihlerinin Türkiye’nin sosyal, ekonomik ve siyasi gelişmelerini nasıl değiştirdiğini düşününüz.


Çanakkale’de küçük rütbeli bir subay (yarbay) olan Mustafa Kemal’in göğsünün üstündeki saate çarpan şarapnel parçası bir santim yana isabet etseydi, O’ da şehitler kervanına dâhil olan isimsiz kahramanlardan biri olarak kalacaktı. Öyle olsaydı, Türkiye düşman istilasından kurtulabilir ve Türkiye Cumhuriyeti kurulabilir miydi? Bilinmez.


Seçimlerden sonra Türkiye’yi bekleyen üç ana konuda yapılması gereken tercihler de, önümüzdeki on yıllarda izleyeceğimiz rotayı çizen kader anları olacak gibi görünüyor:




  1. Ekonomide, petrol fiyatlarının yüksekliği nedeniyle bazı ülkelerde oluşan sermaye fazlası gelişmekte olan ülkelere kayarken, Türkiye’ de bundan yararlandı. Ancak bu sermayeyi çekerken, bize benzeyen diğer ülkelerden farklı olarak iki dramatik tercih yaptık: Birincisi dünyanın en yüksek reel faizini vererek bu sermayeyi çektik. İkincisi bütün kritik işletmelerimizin yabancı kontrolüne girmesini sağlayan “babalar gibi satış” yöntemini uyguladık.



    Mevcut AKP hükümetinin tercihleri sonucu haberleşme, ulaştırma, bankacılık sektörleri dâhil olmak üzere bütün temel ve kritik sektörlerde yabancı sermayenin payı milli ekonomi kavramını yok eden bir oranda yükseldi. Bazı sektörlerde (haberleşme gibi) yerli sermaye payı hiç kalmadı.



    Diğer gelişmekte olan ülkeler mevcut borçlarını azaltırken, biz borcumuzu daha büyük borç alarak sürdürmeye devam ettik ve tarihimizin en büyük cari açığına ulaştık.



    Bu durum sür dü rü le mez. Yeni hükümetin alacağı, yeni ekonomik kararlar bir kader anı olacak gibi görünmekte.



  2. Terörün bu günkü aldığı boyut, eriştiği siyasi destek ve yarattığı psikolojik ortam da mevcut haliyle sorunun sürdürülemez olduğunu göstermektedir. Türkiye’nin Kuzey Irak’a girerek terörü kaynağından kurutmaya çalışmasının bir bedeli vardır. Kuzey Irak’a girmeyip günlük şehit cenazesi sayısının her gün daha da artması, buna karşılık terör örgütü uzantılarının meclise girmesinin getireceği psikolojik gerginliğin de bir bedeli olacaktır.



    Bu konuda alınacak karar ve uygulanacak politikalar da bir kader anı oluşturacaktır.




  3. Zaten ufukta net bir görüntü alamadığımız AB konusu, Fransa’da Sarkozy’nin ve Almanya’da Merkel’in gelmesiyle hepten çıkmaza girmiştir. Bu gelişmeler, AB üyeliği hayaliyle milli haysiyetimizi rencide eden dış müdahalelere son vermek ve “Gümrük Birliği” dâhil verilen tavizleri gözden geçirmek için bir fırsat olarak değerlendirilebilir.



    Gelecek hükümet bu konuda da “vaziyeti idare etmek” yerine milli menfaatlerimize uygun bir AB politikası icra etmeyi tercih ederse, bu karar da bir kader anı teşkil edecektir.




Ege Cansen’in ekonomimizin durumu için anlattığı fıkrayı hatırlatmak isterim: Ağzına kadar dolu bir lağım çukurunda bulunan insanlar, alt dudaklarına kadar gelmiş pisliğin ağızlarına kaçmaması için hareketsiz beklemektedir. Havuza girerek kendilerini bu pis ortamdan kurtarmak için havuza girmeye hazırlanan hayırsever adama karşı hep beraber seslenirler: “Sakın dalgalandırma!”


Sadece ekonomimizde değil, diğer temel konularda da artık dalgalandırmadan “vaziyeti idare etmek” mümkün değildir. Ya bacaklarımızdaki takat bitecek ve pisliğe gömüleceğiz. Ya da dalgalanmayı ve bir miktar daha zorluğa katlanmayı göze alarak bu çukurdan çıkacağız.


Unutmayınız seçmen olarak bizim tercihimiz de gerçek bir kader anı oluşturacaktır.




11.06.2007

Devamını Oku...

Yabancı İlgisi

Sevgili okuyucular, yazılarımda her zaman bahsettiğim gibi içinde bulunduğumuz dönemde yaşananlar Osmanlı’nın son döneminde yaşanan olaylarla paralellik göstermektedir. O dönemi incelediğimizde görülecektir ki Osmanlı tarihi boyunca yabancıların en fazla ilgisinin ve dolayısıyla faaliyetlerinin yoğun olduğu dönem Osmanlı tarihinin son dönemlerine tekabül etmektedir.




Nitekim o dönemde kurulan yabancı finans kaynaklı okullar ve cemiyetler ülkenin içinde bulunduğu zorlu ekonomik ve siyasal şartlar içerisinde etkin rol oynadıkları için daha sonra kurulacak olan Cumhuriyet’te Atatürk ilk olarak yabancı okulları ve dernekleri kapatmıştır. Yani denilebilir ki ülke içerisinde temizlik hareketine girişmiştir.



Kanaatimce son derece yerinde olan bu temizlik harekatının en can alıcı noktası “İstiklal Mahkemeleri”dir. İstiklal mahkemeleri demokratik tavır olarak birçok kişinin eleştirilerine maruz kalsa da bence o dönemin şartlarına göre yapılması gereken bir uygulamadır. Fakat amacına tam manasıyla ulaşamadan son verilmiştir. Çünkü bu mahkemelerde ilk önce yönetime alternatif olabilecek şahıslar yargılanmıştır. Ancak esas misyonunun İstiklal Savaşı sırasında yabancılarla el ele vererek ülke içerisinde hainlik yapan kesimi temizlemek olduğunu düşünmekteyim.



Günümüze bakıldığında ise ülkemize olan yabancı ilgisinin en yoğun olduğu dönemi yaşamakta olduğumuz hepimiz tarafından aşikardır.



Borsanın bile %73’nün yabancı sermaye olduğu bu dönemde ülkemiz adeta yabancı sermaye ve yabancı sermaye kaynaklı sivil toplum örgütlerinin konuklandığı ülke haline gelmiştir.



Değerli okuyucular bu son derece ciddi bir durumdur. Ülkeler tarihi açısından son derece kısa bir dönem olan yaklaşık yüz yıl önce aynı durumla karşı karşıya kalan ülkemiz en sonunda var olma mücadelesi vermiştir



Dünya siyasetini kuran oyun kurucularının uyguladığı sistem her zaman aynıdır. Önce ülkeler içerisinde yabancı sermaye kaynaklı sivil toplum örgütleri ve okullar kurmak, dolayısıyla kendilerine göre adam yetiştirip o ülkenin milli reflekslerini kırmak, daha sonra ise bölge için nasıl bir siyaset belirlenmişse onu uygulamak.




Buna binaen geçtiğimiz günlerde Rusya devlet başkanı Putin ülkesinde yabancı sermaye kaynaklı sivil toplum örgütlerinde toplam 700.000 kişi olduğunu bunlarında ülke genelinde casusluk vazifesi gördüğünü beyan etmiş, akabinde Rusya Parlamentosunda yabancı sermaye kaynaklı kuruluşlara sınırlandırılma getirilmesini oylamaya sunmuş ve büyük çoğunluğun kabul oyuyla sınırlandırılma yasallaşmıştır.




Bu durumda yabancı sermaye ile kurulan vakıf ve dernek cenneti ülkemizin ne büyük bir tehlike içerisinde olduğu daha da iyi anlaşılmaktadır.



Yukarıda izah ettiğim gibi dünya siyaset kurucularının yöntemlerinin aynı olması ve bizim millet olarak bu yöntemlerin acı tecrübesini yeni yaşamış olmamıza rağmen hala aynı konularda sıkıntıya düşmemiz insanı daha da üzmektedir.



Anlaşılmaktadır ki bizim milletimizin tarihi hafızası yok denecek kadar azdır. Dolayısıyla gençlerimizi tarihi kimlikle yetiştirmek biz ebeveynlerin en büyük görevi olmalıdır. Ancak bu şuurda yetişen bir nesil ülke geleceği açısından “yabancı ilgi”sine dur diyebilir.


Saygılarımla.



11.06.2007

Devamını Oku...

Batı Trakya Meselemiz

650 Yıl boyunca Osmanlı Devleti idaresinde Rumlarla birlikte mutlu, müreffeh bir şekilde yaşayan Batı Trakya Türklüğü, Yunan idaresine geçtiği günden itibaren bir çok sorunla karşı karşıya kalmıştır.


Atalarımın Lozan mübadelesiyle göç ettirilmiş olması ve eşimin akrabalarının hala İskeçe ve Gümülcine'de zor şartlar altında yaşamlarını sürdürüyor bulunması bu milli davayı benim açımdan da çok önemli bir hale getirmektedir.


Bugün Kocaeli'nde bir çok Batı Trakya göçmeni bulunmakta Yeniköy, Akmeşe,
Kızderbent beldeleriyle, Gündoğdu, Hacı Hızır, Topçular mahallelerinde yaşamlarını sürdürmektedir. Birçokların da akrabaları hala Batı Trakya'da yaşamaktadır.



Yunanlılar Batı Trakya Türklerini hep "Ankara'nın Truva Atı " olarak algılamış
Türkiye'nin Batı Trakya Türklerini kullandığına inanılmıştır. Diğer taraftan Türkiye kamuoyu Türk azınlığın ne tür sıkıntılarla karşılaştığını günümüzde olduğu gibi hiçbir zaman yeterince öğrenememiştir.



Günümüzde Batı Trakya'daki temel sorunlar: "Türk" adının kullanılması, Müftülük seçimi, Eğitim ve öğretim, siyasal haklar, yurttaşlık ve dürüst yargılanma hakkına ilişkin sorunlar ve ekonomik alandaki sorunlar şeklinde sıralanabilir.



Yunanistan; Türklerin dini kimliklerini güya tanıyor, ancak etnik kimliklerini "Türk azınlığı yoktur, Müslüman Yunanlılar vardır" söylemiyle reddediyor. Bu yüzden Türk ve Türkçe terimlerin kullanılmasında ciddi kısıtlamalar getiriyor.



Yunanistan bir din devletidir. Din eğitimi ilkokulun ilk sınıfından başlıyor. Kilise bilgileri tarihi şekillendiriyor. Rum çocukları eski Bizans'ı, Konstantinapol dedikleri İstanbul'u Bizans'ın başkenti olarak öğreniyor.



Osmanlı'nın ibadethane olarak kullandığı Selanik’teki Yeni Camiii, bugün Yunan Devleti Pontus soykırım müzesine dönüştürmüştür. Bu bile Yunan Megola İde ası'nın, nefretinin beyinlerden silinmediğini gösteren en büyük örnektir.


Yunan hükümeti Türklerin seçtiği Müftüyü tanımıyor, yerine Hıristiyan dinine mensup bir komisyon tarafından, işbirlikçi müftüler seçilip tayin ediliyor. Bu amaçla Müslümanları kontrol altında tutmayı hedefliyor.


24 Temmuz 1924 tarihli Lozan Antlaşmasına göre Türk azınlığın eğitiminin özerk statüde yapılması gerekirken, Yunan makamları uygulamada Türk öğrencileri gerçek manada eğitimden mahrum bırakıyor. Tarih dersi Rumca, Fen dersleri Türkçe olarak okutuluyor.


Yunan politikaları doğrultusunda yetiştirilen Selanik Pedagoji Akademisi mezunu öğretmenler tayin edilirken, Türk azınlığa mensup formasyonlu öğretmenlere ise görev verilmiyor.


Türklerin siyasal örgütlenme hakkı da değişik ihlallere uğramış, Türk olduğunu açıklayanlar hapsedilerek malları ellerinden alınmış ve çeşitli bahanelerle 2500 Türk vatandaşlıktan çıkartılmıştır.


Türk azınlığın ellerinde ki topraklara çeşitli bahanelerle el konulmuştur. Lozan Antlaşması imzalandığında Batı Trakya toprakları'nın % 84'ü Türklere aitken, bugün bu oran % 25'e kadar düşmüştür.


Batı Trakya Türklerinin yaklaşık % 80'i kırsal kesimlerde yaşıyor, dolayısıyla
tarım ile geçiniyor. Tütüncülük yaklaşık 13 bin Türk ailesinin gelir kaynağı. (Batı Trakya Türklerinin % 50'si ) Rum tüccarların düşük fiyatlarla tütün almaya çalışması ve 2005 yılında AB'nin tütüne verdiği sübvansiyonları azaltmaya başlaması, tütüncülükle uğraşıp başka geçim kaynağı olmayan Türk çiftçisine ciddi sıkıntılar yaşatıyor.



Bu bir bakıma "Batı Trakya Türklüğünün ölüm fermanıdır." Bununla Türklerin işsizlik ve sefalete sürükleneceği ardından da iş arayışı peşinde bölgeyi terk etmek zorunda kalacağı belirtiliyor.


Ne AB normları, ne Uluslararası antlaşmalar, ne de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Batı Trakya Türklerinin sorunlarını çare olamıyor. Hatta bihaber görünüyor. Türk azınlık her geçen gün içinden çıkılmaz problemlerle baş başa kalırken, Türkiye'nin üzerine düşen görevleri acilen yerine getirmesini bekliyor.


Batı Trakya Milli Davamızda bugüne kadar mücadele etmiş Lozan Antlaşması'nın
yıl dönümü olan 24 Temmuz 1995 tarihinde şüpheli bir trafik kazasında hayatını kaybeden Dr. Sadık Ahmet'e, hayatını Batı Trakya Türklüğüne adamış Mehmet Emin Aga'ya Yüce Allah'tan rahmet diliyorum. Aynı yolda davayı sahiplenen İbrahim Şerif Hoca'ya da Allah'tan uzun ve hayırlı ömür diliyorum…






11.06.2007

Devamını Oku...

Değişen Eksen ve Hümanizm

Seçim yaklaşıp listeler açıklandıkça klasik sağ-sol ayırımının nasıl değiştiği de ortaya çıkıyor. Siyasetin ekseni daha çok milli-gayri milli çizgisine oturduğu için, bazılarına sürpriz de gelse taşlar yerini buluyor. Devamlı söylediğimiz gibi sağın milliyetsiz kesimi ile solun milliyetsiz kesimi küresel rüzgarların etkisiyle birleşebiliyor. Onun için bazı listelerde yer alan ve sürpriz kabul edilen isimler aslında sürpriz değil. Her bir milli meselede bakış ve davranış farkları artık bu yeni yerleşmeye göre şekilleniyor. Bundan dolayı bir cemaat gazetesinde solun makbul isimleri olarak Baskın Oran, Ufuk Uras ve benzerleri öne çıkarılıyor. Aşırı sol militan faaliyetlerde bulunan Bülent Tanör’ün demokrat kimliğinden bahsediliyor. Washington Türkiye Araştırmaları Enstitüsü Müdürü bir ABD’li Prof’un “Türkiye’nin hızını ulusalcılar kesiyor” şikayetine yer veriliyor. TCK’nın 301. Maddesinden şikâyetçi olan yabancıların tekrar sesi duyuluyor.




Kimisi 27 Mayıs 1960 darbesiyle bugünkü gelişmeleri aynı kefeye koyuyor; Ordu ve Devlet düşmanlığını körüklüyor; demokratikleşme adı altında Türkiye’nin federalleşmesini savunuyor; Türklüğü reddediyor; Türkiye’yi Türkiye yapan değerlerden yana olmayı statükoculuk diye ilân ediyor. Ekonomik değer ve kaynaklarımızın özelleştirme adı altında yabancılara peşkeş çekilmesini küreselleşmenin kaçınılmaz kanunu olarak kabul ediyor.




Bunlara göre, Türkiye’nin içine kapanmaması için siyasi ve ekonomik açıdan yağmalanması gerekiyor. Bir tarafta T.C’nin tasfiyesini savunanlar, diğer tarafta ona sahip çıkanlar ve yasalar içinde vatandaşlık haklarını kullananlar… İstismar edilip kullanılmasına rağmen, bazıları bu Cumhuriyet mitinglerinden fazla rahatsız oldular. Bizde bu mitinglerde laik-antilaik maçının körüklenmesinden rahatsız olduk. Aslında bu gündemi değiştirtmekti.



Geçen hafta ölümünün 25. yılında Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş’ı İ.Ü Edebiyat Fakültesi’nde düzenlenen iki oturumlu bir toplantıyla saygı ve rahmetle andık. Allah’ın rahmetine kavuşan bu asil ve efendi ilim adamının cemiyetçiliği ve ses bayrağımız olan Türkçemize yaptığı hizmetler unutulamaz. Vefalı ve kadirşinas meslektaşlarımız Prof. Dr. Mustafa Özkan ve Prof. Dr. Osman Sertkaya gerekeni yaptılar.




Elimde rahmetli Timurtaş için Prof. Dr. Özkan tarafından hazırlanmış bir kitap var. Bu eserde kendisinin hayatı ve eserleri ele alınıyor. Kitabı karıştırırken bir başlık dikkatimi çekti: “Milliyetçilik ve Hümanizm”



Bilindiği gibi, 2007 yılı UNESCO tarafından Mevlâna Yılı olarak kabul edildi. Bu vesileyle Mevlâna ile hümanizm arasında ilişki kurularak Mevlâna’yı sözde tanıtıcı faaliyetler yapılmaktadır. Bir yabancının Mevlâna’da hümanizmi araması yadırganacak bir şey değildir; ama Müslüman bir Türk aydınının Mevlâna’da hümanizm araması önemli bir çelişkidir. Rahmetli Ahmet Kabaklı’nın da dediği gibi, Mevlâna’nın hümanizme ihtiyacı yoktur. (Tercüman, 31 Aralık 1982) Böyle bir yaklaşım Mevlâna’ya dindışılık yükler ki; bu da İslâm’la ters düşer. Çünkü; Batıdaki hümanizm Ortaçağ karanlığına ve kiliseye karşı insan aklını, insanı ve dindışılığı öne çıkaran bir akımdır. Mevlâna’nın da nasiplendiği İslâm ise, insan sevgisine dayanır, bütün müminleri kardeş sayar, İslâm dininden olmayanlara da iyi muamele edilmesini ister. Doğuştan elde edilen statüyü değil; takvayı esas alır.




Günümüzde milliyetçiliğe rakip olarak hümanizmi ortaya koyanlar, milliyetçiliğin ırkçılığa varan Batılı tanımlarına ve uygulamalarına dayanmaktadırlar. Milliyetçiliğe yer ve değer vermeyen bir insaniyetçilik ve insan sevgisi çok soyut kalır. Önce kendi milletinden olanları düşünmek, daha sonra insanlığı göz önüne almak uygun olabilir.





08.06.2007

Devamını Oku...

Bir Fetih Yazısı

Dünya tarihinin akışını değiştirmiş, yeni bir medeniyetin oluşumunu sağlamış olan İstanbul'un Fethi'nin 554. yıl dönümünü büyük bir coşkuyla kutluyoruz.


Tarihte, güçlü devletler kurmuş, büyük zaferler kazanmış, değerli devlet ve ilim adamları yetiştirmiş bir millet oluşumuzun hatırlanması; geleceğe doğru emin adımlar atmamız için, ilham ve güven kaynağı olacaktır.



Bu yüzden Fethi ve Fatih'i çok iyi anlamamız gerekmektedir.


Fatih Sultan Mehmet, daha çocuk yaşta devrinin en önemli alimleri olan Akşemsettin, Molla Gürani gibi hocaların elinde yetişmişti. Gönlüne "İstanbul Sevdası" daha küçük yaşta düşmüştü.


Biliyordu ki ; İstanbul daha önce 22 defa kuşatılmış, ama başarı bir türlü gelmemişti.


1451 yılında babası 2. Murat'ın vefatı üzerine padişah oluyor, ilk iş olarak İstanbul'un Fethini programına alıyordu. Çünkü baştan beri "Fetih ruhu ve Kızıl Elma" ülküsüyle yoğrulmuştu.


Bu anlayışla devrinin teknolojisinden faydalanıyor, askerini bu disiplinde eğitiyordu.


İstanbul'u fethetmekte kararlı olan Fatih "Şahi" adlı tarihin ilk havan topunu döktürdü. "Ya ben İstanbul'u alırım ya da İstanbul beni" diyordu. Ölümü göze alacak kararlılıkta olan bir insanın elinden hiç bir şey kurtulamazdı. Öyle de oldu.


Fatih Allah Rasülü'nün müjdesine mazhar olmak ve bazılarının hayallerine bile getiremediği fethi gerçekleştirmek için, donanmayı bir gecede Dolmabahçe'den Haliç'e indirmeyi başardı. Gemileri karadan yürüttü.


53 gün durmadan yıkılmaz denilen Bizans surlarını dövdü. Geçit vermez surlar delik deşik oluyordu. Nihayet fetih gerçekleşmiş oldu.


Fatih önde hocası Akşemsettin olduğu halde İstanbul'a girdi. Bizans halkı onları selamlıyordu. Zulmetten kurtuluşlarını kutluyorlardı."İstanbul'da Latin serpuşunu göreceğimize Osmanlı sarığını görmeye razıyız."diyorlardı. Yüzyıllardır süren adaletsizliğe, haksızlığa karşı baş kaldırıydı bu …


Fetih bir işgal, yağma olayı değildir. Tüm insanlığa hoşgörü ve sevgi ülkesine taşıma isteğidir. Mutluluğa kanat açmaktır. Kilitli gönüllerin açılması fetih ile gerçekleşir.


Fetih askeri başarı olmaktan ziyade güvenlik, adalet ve hoşgörüyle birlikte ortaya çıkan sağlam bir adalet düzeninin eseridir.


Fetih bir medeniyet inşasıdır. Osmanlı Devleti fethe müteakip İstanbul'un her noktasına mimari eserler kazandırmıştır.


Düzensizliğin, huzursuzluğun ve maddi saltanatın hüküm sürdüğü bir dünyada fetih ruhuna o kadar muhtacız ki …


Millet olarak genç nesillere zafer ve başarılarımızı, yeteri kadar anlatamıyoruz. İstanbul'un fethi, Çanakkale Savaşları, Preveze Deniz zaferi gibi büyük başarılar bir Avrupa ülkesi tarafından gerçekleşseydi, sırf bundan dolayı filmler, belgeseller yaparlardı. Bu başarışlarını cihana mal ederlerdi.


Biz ise, donuk ve sevimsiz bir kronolojik tarih anlayışımız olduğundan dolayı gençliğimize fetih aşkını bir türlü aşılayamıyoruz.


Bir kısım zevat, 554 yıl önce olmuş bu fethi küçümsüyor, bazıları ise fetih kutlamalarının batılıları rahatsız ettiğini, kutlamanın gereksizliğini belirtiyor.



Bu kompleksli ruh halinden kurtulup bir an önce özümüze dönmek durumundayız.


Unutmamalıyız ki; "Muhtaç olduğumuz kudret damarlarımızda ki asil kanda mevcuttur."


05.06.2007

Devamını Oku...

İki Kutuplu Türkiye

Her millet tarihi geçmişinde yaşadığı olaylara binaen oluşturduğu eğilimler sonucunda kendi bünyesinde çeşitli siyasi düşünceler barındırır. Bu siyasi düşünceler temelde o milleti geleceğe güvenle taşıma, ülkeyi daha iyi seviyeye getirme amacı güden stratejiler barındırmaktadır.




Milletlerin demokratik sistemle yönetilmeye başlanmasından itibaren bu siyasi eğilimler parti haline gelerek kendilerini seçimlerle ülke yönetimine taşıma imkanı bulmuşlardır.




Kendi geçmişimize baktığımızda özellikle 19.yy’ın ikinci yarısından sonra ülke içerisinde yaşanan savaşlar ve bunun akabinde gelen toprak kayıplarınn, milletimiz içerisinde “bu ülke nasıl kurtulur?” sorusunu doğurduğunu ve temelde dört ana siyasi fikir oluşturduğunu görmekteyiz.




Bugün dahi bu dört ana siyasi fikrin temellerini içeren siyasi partiler mevcuttur. “Nedir bu siyasi fikirler?” diye sorulursa, bunların Batıcılık, Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük olduğunu söylemek mümkündür.



Milletimizin geçmişte yaşadığı tecrübeler sonucunda oluşan yukarıdaki siyasi fikirleri kısaca açıklamak gerekirse:



Batıcılık: Ülkenin kurtuluşunun ancak Batıya entegre olmakla hallolabileceğini ifade eden bu fikrin kendi içerisinde; Batının sadece ilim ve fennin alınması gerektiği ve Batının topyekun herşeyinin alınması gerektiği (mutlak batıcı diye tabir edilen) düşüncelerini savunan iki gruba ayrıldığı görülmektedir.


Osmanlıcılık: Siyasi olarak daha liberal fikirler içeren, ülkenin çok uluslu milletleri barındırması sebebiyle herkesin kendini ifade ettiği konfederasyon yönetim şeklini benimseyen bir siyasi fikirdir.



İslamcılık: Ülkenin kurtuluşunu kendi geçmişinde varolan İslami yönetim gücünü harekete geçirerek İslam coğrafyasıyla bütünleşip güçlenmekte gören fikir şeklinde formulize edebiliriz.



Türkçülük: Siyasi düşünce olarak diğerlerine göre en yeni oluşmuş fikir hareketidir. 20.yy başında ortaya çıkan fikir akımı, ülkenin ancak kendi özüne yani Türk kültürüne dönerek ilerleyebileceğini, diğer coğrafyalarda yaşayan Türk kökenli milletlerle birleşerek universal güç kazanılacağı ve tek kurtuluşun bu olduğu şeklinde formulize edilebilir.



Milletimizin geçmişinde yaşadığı olaylar sonucunda ortaya çıkan bu dört ana siyasi fikir günümüzde varolan bir çok siyasi partinin temellerini oluşturur. Değişen dünya koşulları bu fikirleri çeşitli şekilde revize etsede ana temeller hala mevcuttur.



Ne var ki kendi tecrübelerimiz doğrultusunda varettiğimiz bu siyasi fikir çeşitliliği günümüzde iki kutuplu eğilime dönüştürülmek istenmektedir. 2003 seçimlerinin sonuçları bu durumun en iyi örneğini teşkil eder.


Esas itibariyle Avrupa ve Amerika’da varolan bu iki kutuplu sistemin bizlere uygulatılmaya çalışılmasının ise ileride toplumsal bir çok sıkıntıya yol açacağı görülmektedir.



Çünkü ülkemize çizilen iki kutuplu siyasi eğilim laik – anti laik şeklinde oluşturulmaya çalışılmaktadır. Buna göre birinin ülkenin değerlerini yıkmak diğerinin ise ülkenin bütünlüğünü korumak olduğu vurgulanan bu iki kutuplu anlayışın iki zıt eğilim olarak milletimize empoze edilmesinin, gelecekte toplumu iç savaşa kadar götürebilecek gerginliği bünyesinde taşıdığı kanaatindeyim.




Bundan otuz yıl önce ülkemizde varolan iki kutupluluk yani sağ ve sol ayrımı o dönemin gençliğinin heba olmasına sebep olmuştur. Böyle bir acı tecrübeye sahip olan ülkenin iki kutuba bölünmesinin tekrarlanması durumu, bu sefer beraberinde ülkenin coğrafi olarak bölünmesini de getirebileceğinden, bu seçimlerde bize çizilen kılıfı giymek yerine içimizde varolan zenginliği ortaya çıkarmak sanırım en doğrusu olacaktır...



26.05.2007

Devamını Oku...

Merhum Hayrettin Bey’in Ardından


İnsanlar ölmek için doğar, ölüme hazırlanmak için yaşarlar. Aslında insan için dünyaya gözlerini açtığı andan itibaren geri sayım başlamıştır.


İnsanoğlu dünyaya gelmeden önce bulunduğu yerden memnun olup oradan hiç ayrılmak istemiyordu. İradesi dışında mekan değişikliği olunca baktı ki dünya varmış, hayat varmış geldiği hayat önceki hayata göre çok daha güzel ve yaşamaya değermiş. Bu hayata gelmek için öteki hayata veda etmek gerekiyormuş. Bir yerden ayrılmadan diğer yerde var olunmuyormuş.


Ölüm en hakiki gerçek, geleceği kesin fakat nerede, ne zaman, nasıl geleceği bilinmeyen bir gerçek. Burada akıllı insana düşen ölüme her zaman hazırlıklı olmaktır. Onun için özel bir hazırlık zamanı yoktur. ÖSS-OKS yada yazılı sınavları gibi belirli bir zamanı olmayınca hayatın bütününü her an ölüm gelecekmiş gibi ölüme hazır hale getirmek gerekir.


Dünyada yaptığımız hataların telafisi mümkündür. Ticarette zarar ettiyseniz sebeplerini araştırır önleminizi alırsınız. Sağlığınıza dikkat etmeyip hastalandıysanız tedbirinizi alırsınız. Hatanızı telafi edersiniz. Fakat öldükten sonra eyvah, keşke şunları yapsaydım veya yapmasaydım serzenişleri fayda etmez.


Hz. Ali (r.a) bir sözünde: “İnsanlar gaflet uykusundadır. Ölünce uyanırlar fakat iş işten geçmiş olur.” Önemli olan ölmeden önce uyanık olmaktır. Her gün her hafta
tanıdıklarımızdan, aile efradımızdan, sevdiklerimizden, bir yada bir kaçı aramızdan ayrılıyor? biz ölümün hep başkaları için olduğunu zannediyor ve hiç ibret almıyoruz. Cenaze defnedilip Kuran okunurken bile saygı gösterip Kuranı dinlemiyoruz.



Toplum olarak ölüme karşı çok duyarsız hale geldik. Yaz gelince kışa, kış gelince yaza hazırlık yaparız ama ölüme hazırlık yapmak aklımıza pek gelmez.


Ölüme hazırlık nasıl olur derseniz? Allah’a olan borçlarınızı ödüyor musunuz? Helale, harama, sevaba, günaha ne kadar dikkat ediyorsunuz? Daha önemlisi insanlara olan borçlarınızı zamanı gelince ödüyor musunuz? Yoksa bir hafta on günlüğüne aldığınız parayı aylarca hatta yıllarca bekletiyor muyuz?


İnsanlara verdiğimiz sözleri tutuyor muyuz? Ya da aldatmayı kandırmayı seviyor muyuz? Evinizde ve işyerinizde dürüst ve güvenilir bir insan mısınız? İnsanlar size ne kadar güveniyorlar? Siz onlara ne kadar güveniyorsunuz?


Tanıdığınız insanlardan yüzde kaçı size gönül huzuru ile borç para verir, ya da siz kaç kişiye borç para verirsiniz? Borç isteyene paranız olmadığı için mi yok dersiniz, zamanında alamayacağınız için mi?


Kul hakkı Allah’ın affetmediği büyük günahlardandır. Kaçımızın üzerinde kul hakkı yoktur.? Evet, her an ölüme hazırlıklı olmak lazım.


Önemli bir makam ve de mevkide olursanız cenazeniz ve taziyeniz çok kalabalık olur. Onlar kısa zaman sonra dağılır giderler. Siz amelinizle (sevap ve günahınızla) baş başa kalırsınız. O an eyvah dememek çok önemlidir.


Merhum İl Milli Eğitim Müdürümüz Hayrettin Gürsoy Bey bildiğimiz ve tanıdığımız kadarıyla iyi, dürüst ve inançlı bir insandı. Göreve geldiğinde Kocaeli de eğitim dibe vurmuştu. Göreve geldikten sonra eğitimde çıtayı bir hayli yukarılara çekti. Ayrıca ilimizde çok sayıda modern okul yapılmasında büyük katkısı oldu.


Eğitim camiası olarak Onun vefatından çok müteessir olduk. Camiamız için büyük bir kayıp oldu. Ona ve Onunla beraber hakka yürüyenlere Allah’tan rahmet sevenlerine ve eğitim camiamıza baş sağlığı diliyorum.


Ruhu şad, makamı cennet olsun.



04.06.2007

Devamını Oku...

Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı

“Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı” kitabını yedi sene kadar önce okudum. Hayatım boyunca okuduğum kitaplar arasında belki de beni en çok etkileyen ve iz bırakan kitap oldu. “Kişisel, mesleki ve ailevi sorunların çözümünde ilke merkezli bir yaklaşım benimseyen” Stephen R. Covey’in yazdığı bu kitap, dünyada 15 milyondan fazla satan tam bir başvuru kaynağıdır.


Bu yedi yıl boyunca kitapta anlatılan çok şeyi belki uygulamadım (misyon bildirimi yazmak, yazılı haftalık planlar yapmak gibi). Ama gerek iş hayatımda ve gerekse özel yaşantımda ilişkilerimi ve işlerimi yönetmemde zihnimin arka planına yerleşmiş “7 Alışkanlık” kavramlarının sihirli tesirini yaşadım. Bu kavramlar, tıpkı bilgisayarımdaki Windows işletim sistemi gibi, görünürde kendisini fark ettirmeden bütün davranışlarımı yöneten bir işleve sahip oldular.


Kitapta anlatılan çeşitli kavramları ve verilen örnekleri çok sayıda arkadaş, dost ve akrabamla paylaştım. İlişkilerde yaşanan sıkıntıları kavramak ve çözüm üretmek konusunda, kitabın kazandırdığı beceriler sayesinde, hem kendi ilişkilerime ve hem de yakınlarımın ilişkilerine güzellikler katabilmenin huzur ve mutluluğunu yaşadım.


Covey, konuları sade, kolay anlaşılabilir kavram, şekil ve örneklerle anlatıyor. Mesela “2. Kare Alışkanlığı” kavramını öğrendiğimiz zaman günlük yaşantımızda önemsiz işlere ayırdığımız zamanın azaltılması ihtiyacını hissediyorsunuz. Acil ve önemli işlere ayırdığımız zamanın çokluğunun, bizim etkili insan olmamızı sağlayan, acil olmayan ancak önemli işleri yapmamıza mani olduğunu fark ediyorsunuz. Böylece ilişkilerimizi iyileştirmek ve kendimizi geliştirmek için ayırmamız gereken zamanı planlamamız kolaylaşıyor. Bu kavramları sembolleştirdiği “büyük taşlar” filmini, kitap ekinde verilen CD’de izleyince, artık bu kavramı unutmanız mümkün olmuyor.


“Önce anlamaya çalış, sonra anlaşılmaya” diye özetlediği alışkanlığı edinebilmeniz için, “duygusal banka hesabı” kavramını kullanıyor. Bu kavram ilişkilerinizin gerçekten daha çok anlam kazanması ve derinleşmesi yönünde edinmeye başladığınız alışkanlığın, sizde yerleşmesine ve karakterinizin bir parçası haline gelmesine yardımcı oluyor.


İsterseniz kaderin bir cilvesi deyin, bu kitabı okuduktan 7 yıl sonra, çalışmakta olduğum şirketim, yönetim kademelerindeki personeline “Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı” konulu 3 günlük eğitim organize etti. Ben de bu heyecan verici programa katıldıktan sonra, duygularımı paylaşmak için bu satırları yazmaya karar verdim.


İnsanların iş hayatını ayrı, özel hayatını ayrı değerlendirmek pek mümkün olmasa gerek. Çünkü insan bir bütündür ve hayatta oynadığı rollere göre (ebeveyn, yönetici, taraftar, sosyal organizasyon üyeliği vb) farklı karakterler yansıtmaya çalışsa bile bu çabanın başarılı olması pek mümkün değildir.


Kitapta Covey’in anlattıklarından özet olarak benim anladığım, “etkili olmak” için eskilerin tabiriyle “insan-ı kâmil olmak” yeni ifadesiyle “olgun insan olmak” gerekli. Covey, diğer birçok yazarın yaptığı gibi geçici başarılar için taktik vermiyor. Kalıcı bir etkililik için, saygı duyulan bir insan karakteri inşa etmemizin yollarını, bir model bütünlüğü içinde anlatıyor.


Anlatılanlar, kapitalist dünyanın didişmesi içinde, daha fazla pay kapma ihtirasını körükleyen şarlatanca tavsiyeler verenlere hiç benzemiyor. Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli, Şeyh Edebali gibi büyük Türk ve İslam düşünürlerinin tavsiyeleri ile Covey’in anlattıkları bire bir örtüşüyor. Çünkü hepsi de iyi, güzel, doğru gibi evrensel ve değişmez ilkeleri esas alıyor.


Çocukları ile iletişim problemi yaşayan anne babalara, iş yerimde daha huzurlu ve verimli bir ortam istiyorum diyen tüm çalışanlara, eşimle yaşadığım sıkıntılara çare arıyorum diyenlere, kısacası hayatımda daha çok huzur, daha çok mutluluk ve daha çok kişisel başarı istiyorum diyen herkese tavsiye ediyorum. Lütfen kendinize zaman ayırın, kişisel gelişiminize yatırım yapın. Çünkü “elde ettiğiniz sonuçlar, sizin seçimlerinizin eseridir.”




03.06.2007

Devamını Oku...

Terör ve İstikrar

AKP iktidarının başarısızlıklarının başında, terörle mücadele gelmektedir. AKP, Cumhurbaşkanlığı seçiminde toplumu germiş; konuyu sanki parti içi bir mesele gibi düşünmüş; fırsat çıkmışken bir makamı daha ele geçirme kurnazlığını göstermiş ve uzlaşmamıştır. Sadece belirli isimlerde ısrar etmiştir. Bazı beyanlarına rağmen; Türkiye’yi Türkiye yapan temel değerlerde samimi değildir. Liyakati ve ihtisasa saygıyı esas almadan topluma kapalı bir kadrolaşma izlemiştir. Zihinleri bulanık olduğundan milli kimliği içine sindirememiş; Türklüğü basit bir etnik grup gibi görerek etnik ayrımcılığı ve düşmanlığı körüklemiş; insanları birbirine ötekileştirmiştir. Hayali bir AB üyeliği yolunda milli dava ve menfaat tanımamış; her türlü tavize açık olmuştur.


Terör konusunda 4,5 senedir gelinen nokta, üzüntü vericidir. Terörle Mücadele Kanunu’nun içi boşaltılmış; güvenlik güçlerinin yetkileri sınırlandırılmış ve Şemdinli örneğinde olduğu gibi yanlış beyanlarla terör örgütünün sırtı okşanmıştır. Asker rakip gibi görüldüğünden terörle mücadelede kararlılık zedelenmiş; tek seslilik ortadan kalkmıştır. Daha fazla demokrasi ile terörün ortadan kaldırılacağı yanlışına düşülmüştür. Oysa, terör örgütünün hedefi ne bölge kalkınmasıdır; ne de insan hakları ve daha fazla demokrasidir. Hedef; siyasi konjonktüre uygun olarak dıştan da desteklenen ayrı bir milletleşme ve egemenlik talebidir. Türkiye, İspanya’da Başbakan Zapatero’nun yanlışına özenmiştir. Ancak, İspanya Başbakanı milletinden özür dilemek zorunda kalmıştır.


Terör örgütü bir suç örgütüdür; hukuk devletinde sadece yargılanır. Dış telkinlerle siyasete davet edilmez. Sistemin içine çekilerek, siyasileştirilerek sistem sulandırılmaz. Demokrasi ve insan hakları da; üniter, milli devletten vazgeçmek, egemenliği birileriyle paylaşmak ve teröre özgürlük hakkı değildir. Demokrasi de, sulandırılmamalıdır. Teröriste Fehmi Koru ve bazı yazarlar gibi “gerilla” denmez. “Aman teröre karışma, biz sana temsil hakkı-tanınma sağlayalım” anlayışı, terörle kol kola olmaktır.


Dün sınıf çatışmasını ve sosyalizmi savunan bazıları, bugün küreselciliğin ve teslimiyetçiliğin gerektirdiği milli devletle olan kavgaları dolayısıyla etnik, dini ve kültürel farkları bayrak yapmaktadırlar. Onlara göre, insanlar durdukları yerde silahlı isyancı ya da terörist olamazlar; mutlaka çözülememiş sorunlar bulunabilir. Bu ortamda Türkiye Cumhuriyeti’ne acaba gönülden bağlanmayı engelleyen neler var? Kim kimi dışlıyor? Demokrasi ve hukuk devleti içinde sorunların tartışılmasının ve çözümünün önünde hangi engeller var? Hangi dert ve sıkıntılar zorla bastırılıyor? Etnik ırkçılık ve ayrı bir egemenlik hakkı demokratik bir hak mı? Böyle bir talebe hangi ciddi devlet olumlu bakabilir?


Teröre gerçekleri dışlayarak yaklaşanlar, İspanya gerçeğinden ders almalıdırlar. Geçenlerde yapılan yerel seçimlerde Bask Bölgesi’nin bağımsızlığı için silahlı mücadele veren ETA Örgütü’nün yasa dışı ilân edilen siyasi kanadı Batasuna’nın uzantısı olan partinin desteklediği adayların seçime girmesi yasaklandı.


Türkiye’nin demokrasi ve hukuk devleti içinde değişen şartlara göre milli varlığını koruması Dünyadan kopma ve statükoculuk mu? Türkiye’nin içine kapanması mı? Teslimiyetçiler için “evet”. O takdirde; sömürge olma veya soyulma arzusu ile dolu ülkeler hariç; Dünyanın büyük çoğunluğu statükocu ve sözde değişime karşı… Siz yasalar içinde Türklüğe ve Türkiye’yi Türkiye yapan bütün değer ve kurumlara dış destekli saldırıya geçeceksiniz; ondan sonra karşınıza ulusalcı, milliyetçi ve cumhuriyetçi bir milli dalgakıran geçti diye maalesef hedefinden saptırılmış Cumhuriyet mitinglerinden rahatsız olacaksınız. İstikrar bozuluyormuş. Sürekli öne çıkarılan istikrar teslimiyet mi? Yoksa milli hassasiyet eksikliği mi?


Genel seçimlere giderken gerek AKP gerek CHP, asıl gündem maddemiz olmayan laik-antilaik çatışmalarının öne çıkmasından medet umuyorlar. Zaten son bazı Cumhuriyet mitinglerinin amacından saptırılmasının sebebi de budur.


Askeri müdahaleler bir çözüm değildir. 27 Mayıs’ı artı ve eksileriyle tartışmak farklı bir şeydir; 47 yıl sonra 27 Mayıs üzerinden TSK düşmanlığı yapmak ise, yine farklı bir şeydir. Halk egemenliğini ve istikrarı dillerinden düşürmeyenler, toplumu eski kamplaştırmalara itmemelidirler.


29.05.2007

Devamını Oku...

Bir Seçim Analizi


Geçmişten bu yana Türkiye’de dört siyasi eğilim var ve ana çizgileri ile bu eğilimler devam etmekte. Bu siyasi eğilimleri temsil eden partilerin bugünkü en güçlü temsilcileri ve en yakın ikinci temsilcileri ise şöyle: AKP (SP) , CHP (DSP), DP (DYP+ANAP), MHP (BBP). Bu eğilimlere ilaveten belirli bir oy potansiyeline ulaşmış iki parti GP ve DTP.


22 Temmuz seçimlerine DYP ve ANAP birleşerek tek parti haline gelmiş olarak Demokrat Parti adı ile giriyor. CHP ile DSP de seçim işbirliği yaparak CHP çatısı altında giriyor. DTP ise ülke barajını aşamayacağı için seçime girmiyor. Bu parti, %10’luk ülke barajından dolaylı olarak kurtulabilmek için -oylarının belli bölgelerde kümelenmiş olmasını değerlendirerek- bağımsız adaylarla seçimlere girecek ve seçimlerden sonra TBMM’de grup kurmaya çalışacak.


Seçimlerde vatandaşın oyunu en çok etkileyen faktörlerin, geleneksel partililerin mensubiyet duygusu ve daha sonra parti başkanlarının liderlik vasıfları ve karakterleri ve en son da adayların nitelikleri olduğu kanaatindeyim. Bunların dışında içeride veya dışarıda olan büyük olayların etkisini de dikkate almak gerekir. (Öcalan’ın yakalanması, ekonomik kriz veya bir savaş ihtimali gibi.)


Dört siyasi eğilimin her birinin sadece kendi geleneksel oy tabanına dayanması durumunda alabilecekleri en yüksek oy oranları %15–20 mertebesini geçmeyecektir. Sadece geleneksel oy tabanına dayanan partiler, tabanlarını tam olarak kendilerine çekmeyi başarsa bile tek başına iktidar olmaya yetecek oy oranına ulaşamayacaklarının farkında olmalıdır.


2001 seçimlerinde, yaşanmış olan ekonomik krizlerin de etkisiyle, AKP geleneksel milli görüş tabanı dışında diğer üç eğilimden oy alabilmişti. Hiç hesaplanmamış Genç Parti oyları da bu üç eğilimden kopartılmıştı.


Bu bakımdan partilerin, diğer eğilimlerdeki vatandaşlarımızın oylarında gözü olmak zorunda. Partiler geleneksel oy tabanlarında yer alan vatandaşlarımızın tamamının oylarını almaya çalışırken kendilerine en yakın eğilimlerden de oy almanın çalışmasını yapacaklardır. Ancak bunun yolu herhalde parti vitrinlerine konan artistler ve sporculardan ibaret olmasa gerektir.


Seçimlerin sonucunu tahmin etmeye çalışırken ilk olarak AKP’nin diğer eğilimlerden almış olduğu ödünç oyları ne kadar içselleştirebildi, kalıcı bir mensubiyet duygusu aşılayabildi mi sorusuna cevap vermemiz gerekiyor. Son gelişmeler milliyetçi ve sosyal demokrat kitlelerden alınan ödünç oyların AKP’de kalması ihtimalini çok azaltmıştır. Orta sağdan alınan ödünç oyların AKP’de kalıp kalmaması ise Demokrat Parti ve Milliyetçi Hareket Partisi’nin bir cazibe merkezi oluşturma kabiliyetine bağlıdır.


AKP’nin asli tabanının çok fazla Saadet Partisi’ne kayması beklenmiyor. Çünkü Türk seçmeni genel olarak aynı eğilimdeki büyük partiyi tercih etmektedir. Ancak “milli görüş gömleğini çıkardığını” söyleyen AKP’nin politikalarının gerçekten “milli görüş”e inanan kitlelerden bir kısmını rencide ettiği, onların SP’ye tekrar dönebileceği söylenebilir.


Genç Parti’ye kaymış olan oyların tekrar eski eğilimlerine ne ölçüde döneceği ise bu seçimlerin belki de cevaplanması en zor sorusu. Çünkü çoğunlukla varoşlardan, ümitleri tükenmiş kitlelerden alınan bu oyların, AKP’ye kayması pek söz konusu olmayacak gibi görünmesine rağmen, DP ve MHP’nin de bu kitleler için yeni bir ümit yaratabilmiş olduğunu söylemek zor.


Bu aşamada “parti liderlerinin” seçim sonucuna etkisini incelemek gerekir. Önce gerçek anlamda bir lider tarifini hatırlayalım: “Yöneticilik işleri doğru yapmaktır. Liderlik ise doğru işi yapmaktır.” (Peter Druker)


Bu tanıma göre İstanbul’dan Ankara’ya gitmeyi hedefleyen ve bu hedefe altı saatte ulaşmayı planlayan bir ekibi, İzmir’e beş saatte götüren kişi, daha uzun mesafeye daha kısa zamanda ulaştırdığı için iyi bir yönetici olarak tanımlanabilir. Fakat gidilecek yere değil, başka bir şehre götürdüğü için kötü bir lider örneği olarak gösterebiliriz.


Bu durumda özelleştirmelerin süratle bitirilmesini başarılı bir yöneticilik olarak değerlendirmek mümkündür. Ancak bütün kritik şirketlerin yabancıların kontrolüne geçmesi başarılı bir liderlik olarak kabul edilmeyebilir. Ekonominin her yıl yüzde beş ile yedi arası büyümesi de başarılı bir yöneticiliktir. Ancak bu büyümenin nimetini geniş halk kitlelerinin değil, çoğunluğunu yabancıların teşkil ettiği büyük sermayenin faydalanması kötü bir liderlik sayılabilir.


Mevcut parti başkanlarının gerçekten liderlik vasfı taşıyıp taşımadığı kanaati ve şahsi menfaatini milli menfaatlerin üstünde tutup tutmadığına dair karakter algılaması, yüzergezer oy olarak nitelendirilebilecek %40 civarındaki seçmen kitlesinin dörtte üçünün oyunu belirleyecektir. Bir başka deyişle AKP’nin ödünç oylarını teşkil eden kitle Sn. Erdoğan’ı başarılı bir yönetici olarak görse bile, yapılması gerekenleri değil, yanlış işleri yapan kötü bir lider olarak değerlendirirse bu partiyi terk edebilir.


Toplam oyun geride kalan %10’u kadarının ise adayların özelliklerinden etkileneceğini düşünüyorum.





27.05.2007

Devamını Oku...

Akça Koca Gazi'yi ne kadar tanıyoruz?


Kocaeli'nde yerel tarih çalışmaları sınırlı bir şekilde gerçekleştirilmekte, bilhassa Osmanlı ve Selçuklu dönemi ile ilgili çalışmalar göz ardı edilirken, daha çok Antik çağ, Yunan, Helen ve Nicomedia dönemi Kocaeli tarihi araştırmalarına ağırlık verilmektedir.



Geçtiğimiz günlerde Kocaeli Yörükler Derneğimizin Sabancı Kültür Merkezinde düzenlediği, “Kocaeli Fatihi Akça Koca Gazi” panelinde Sakarya Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Atilla Çetin Bey “Osmanlı'nın kuruluşunda Kocaeli'nin yeri ve rolü” başlıklı tebliğini sunarken, Sakarya Üniversitesi Öğretim Görevlisi Adem Arı Hocamızda “Kocaeli Fatihi Akça Koca Bey” tebliğini sundu. Oturum Başkanlığı ve değerlendirmesi de tarafımdan gerçekleştirildi.




Programın birinci bölümünde Yörükler Derneği çalışmalarına katkıları sebebi ile Kocaeli Vali Yardımcısı Celalettin Özdal, Bekirpaşa Belediye Başkanı Abdullah Köktürk, Gölcük Belediye Başkanı Mehmet Ellibeş, Dilovası Belediye Başkanı Musa Kahraman, Kandıra Belediye Başkanı Mustafa Öğren, Suadiye Belediye Başkanı Şükrü Karabalık, Kuruçeşme Belediye Başkanı Ali Kahraman, Cemalettin Yaman ve Kocaeli Aydınlar Ocağı Başkanı Ahsen Okyar’a teşekkür belgeleri takdim edildi ve keyfiye takıldı.



Paneli tertipleyen, Oturum Başkanı olarak da katkıda bulunmamı sağlayan Kocaeli Yörükler Derneği Başkanı Mahmut Budak, Türk Boyları Konfederasyonu Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Özer Bey'e ve panel için yardımlarını esirgemeyen Kocaeli Aydınlar Ocağı Başkanı Ahsen Okyar’a en kalbi şükranlarımı sunuyorum.



Bu gün Akça Koca Gazi'yi ne kadar tanıyoruz?



Kocaeli isminin Akça Koca Gazi Bey'in saygı değer hatırasına verildiğini kaçımız biliyor?
İzmit'te Akçakoca mahallesine gittiğimizde hangimiz bu mahalleye ismini veren şahsiyet kimdir diye soruyor?
Akçakoca Cami'inde bir vakit namaz kılan kaç kişi bu cami'nin isminin nereden geldiğini merak ediyor?



Kandıra Baba Tepesine ailenizle bir gün gittiğiniz de, çocuğunuzun burada metfun bulunan zat kimdir? Sorusuna kaç ebeveyn doğru ve yeterli cevap verebiliyor?




En önemli soru ise; şanlı Osmanlı Devletinin kuruluşunda vazife alan Akça Koca Gazi ve Karamürsel Bey gibi kaç tarihi şahsiyetle Kocaeli'nde birlikte yaşıyoruz?



Panelimizde bu ve benzeri soruların cevabını aradık. Prof. Dr. Atilla Çetin Hoca Osmanlı'nın Kocaeli'ni yurt edinirken adalet ve hoşgörüyü daima ön planda tuttuğunu, Adem Arı Hoca ise Kocaeli'nin fethinin İstanbul'a yapılacak olan seferlere öncülük ettiğini vurguladı.



Bu panelde konuşulanların mutlaka daha geniş çaplı ilmi zeminlere taşınması gerekiyor. Kocaeli'nde yaşayan yerel tarih araştırmacılarının bu konferanslara rağbet etmesi ve toplumsal bilincin oluşması gerekiyor.



Gelecek nesillere Kocaeli ve yöresinin fatihi Akça Koca Gazi'yi anlatmak, öğretmek durumundayız.



Bunun için de başta Vilayet, Kocaeli Büyükşehir Belediyesi, Kocaeli Üniversitesi, Kültür Müdürlüğü ve sivil toplum örgütlerine çok büyük görev düşmekte, bu çalışmaları zaman kaybetmeksizin maddi ve manevi manada desteklemeleri gerekmektedir.



İlk olarak; Akça Koca Bey anısına Söğüt'teki Ertuğrul Gazi'yi anma şölenleri gibi geniş çaplı programlar yapılabilir.



Kandıra Baba Tepe'sinde her yıl düzenlenen anma günü daha geniş bir şekilde bütün Kocaeli'ni kapsayan bir hale getirilebilir.




Bu sayede Kocaeli'nin tanıtımı da gerçekleşebilir. Kocaeli kent kültürünün oluşmasına katkı da sağlanabilir. Gelecek nesillerin milli ve manevi değerlerini tanıması açısından da faydalı olacağı kesindir.



Bu güzel bölgeyi Kocaeli'mize, Türk-İslam medeniyetine armağan bırakan bu yüce gazilere ve Fatihlere sonsuz saygılarımı sunuyorum. Onların açtığı yolun bizim geleceğimizi aydınlatmada en büyük rehber olacağına inanıyorum…

Devamını Oku...

Karışmışlık Üzerine

İslâm’a ve Peygamberimize hakaret edip bir köy papazı gibi tahrikler yapan Papa’nın Türkiye’yi ziyareti ilgi çekiciydi. Yöneticiler Papa’ya gösterilecek haklı tepkiyi en aza indirebilmek ve hatta ortadan kaldırabilmek için her türlü işgüzarlığı yaptılar. Vatandaşın haklı tepkisini engellemeye çalıştılar.



Hepimiz biliyoruz ki; Papa Türkiye’ye gelmedi. Papa, hayalinde Konstantinapol olarak kabul ettiği İstanbul’a geldi. Patrikhaneyi ekümenikliğe taşımak istedi. Katoliklerin bir dönem Bizans’tan çaldıkları altınları ve götürdükleri ölü aziz kemikleri için Ortodokslardan hem özür diledi; hem de Katolik-Ortodoks ittifakını sağladı. Bunun için belirli bir ayin bile yapıldı. Patrik’le beraber yayınladıkları ortak açıklamada Avrupa’nın Hıristiyan kimliğinin korunması gerektiğinden bahsetmiş olmalarına rağmen; bazıları Papa’yı AB yolunda Türkiye taraftarı olarak gösterdi. İşin en ilgi çekici yanı; ortak açıklama yapıldığı toplantıya Türk gazetecilerin alınmaması ve toplantı metninin birçok dilde yayınlanmasına rağmen; Türkçe yayınının olmamasıydı. Bu, Türkiye’de yaşayan her Türk’e bir tokattı. Bunu başta Papasever bazı yayın organları olmak üzere birçok kişi yuttu veya görmemezlikten geldi. Bu arada gizli din taşıyanlar da teşhis edildi. Birçok hacının çıktı gönlündeki “haçı”…


Anadolu toprakları birçok açıdan Hıristiyanlar için kutsaldır. Hıristiyan âlemi Anadolu’nun Türkleşmesini ve İslâmlaşmasını bir türlü içlerine sindirememişlerdir. Bundan dolayı kutsal sayılan bazı şehirlerimizde yabancılar büyük oranda mülk satın almışlardır. Anadolu’nun mozaik olduğu ve bir karışmışlık (amalgamation) yaşadığı iddialarının altında da Anadolu’ya vurulan Türk ve İslâm mührünün kazınması amacı yatmaktadır. AB’nin Diyaneti suçlayarak misyoner faaliyetlere karşı sert davranıldığı iddiasını da bu açıdan değerlendirmek gerekir.



Türk kültür ve medeniyetini dışlayarak Anadolu’da farklı kültür sentezleri arayanların bir iddiasıdır karışmışlık… Karışmışlık, iki veya daha fazla kültürün bir başka isim ve kimlik altında birleşmesi, onlardan farklı bir kimlikle ortaya çıkmasıdır. Meselâ Meksika; İspanyol ve yerli Amerikan kültürlerinin farklı bir sentezidir. Bu karışmışlık ve sentez artık ne İspanyol, ne de yerli Amerikan kültürüdür. Tamamen yeni bir oluşumdur. Türk kültür ve medeniyetini Orta Asya bağından koparıp sadece Anadolu ile sınırlamaya çalışanların amacı; Anadolu coğrafyasında Türk kültürünü hâkim kültür olmaktan uzaklaştırmak ve Türk’ü etnik gruplardan sadece biri gibi görmeye çalışmak ve bu seviyeye indirmektir.



Oysa, Anadolu’da Müslüman ve Hıristiyanlar zannedildiği gibi karışmamış; nüfus sayımlarında “müslim” ve “gayrimüslim” ayrımı yapılmıştır. İhtida eden yani Müslümanlığı kabul eden nüfus ise; zannedildiğinden daha azdır ve herhalde en azından Anadolu’ya 1071’den önce ve sonra gelen, hem göçebe, hem de yerleşik özelliklere sahip Türk nüfusun yarısı bile değildir. Hıristiyan nüfus içinde Türklerin de bulunduğunu hesaba katarsak; bu tahminler ve yakıştırmalar daha da zor duruma düşer. İhtida edip Müslümanlığı seçip dolayısıyla Türk kimliğini kabul etmiş insanlara dün de bugün de “Sen Türk değilsin” denmemektedir.


Türklerin Anadolu’ya yerleşmesi 1071’den daha öncedir. Ancak, 1071 kabul edilse bile; Pontus’un ortadan kalkışı 1464’tür. 1924 yılında Yunanistan ile nüfus mübadelesine gidilmiş; karışmamış Rumlarla Yunanistan’daki Müslüman Türk nüfus mübadele edilmiştir. Gelenlere Marmara ve Ege bölgelerinde toprak verilmiş ve çeşitli imkânlar sağlanmıştır. Eğer bir karışmışlık söz konusu olsaydı; en azından diğer örneklerde olduğu gibi bu mübadeleye ihtiyaç kalmazdı.



Karışmışlıktan bahsedip Türklüğü laboratuar kayıtlarına alıp çeşitli tahlillerle Türk olmayan Türkleri keşfetmeye çalışanların, ortaya çıkan kültürel süreci içlerine sindiremeyenlerin, ilkel etniklikten medet ummaları, biyolojik gerekçelere tutunmaları bir çelişki değil midir?



İnsanı kutsallaştırıp mensup olduğu millet ve devleti ona rakip gibi gören ve dışarıdan fonlanan TESEV gibi kuruluşlar da Türk kimliği ile uğraşmakta; milli direnci ve vatandaşlık duygusunu köreltmeye çalışmaktadırlar. Nitekim, yapılan bir araştırmada işgal güçlerine karşı haklı sayılması gereken milli direniş, “intihar saldırısı” olarak kabul edilmekte ve buna uygun sorular sorulmaktadır. Ayrıca, “laikler” ayrı bir mezhep veya etniklik gibi düşünülüp mukayeseler yapılmaktadır.



26.05.2007

Devamını Oku...

“Hakimiyet” Kimin?

“Sınırlar Arasında” programının son konusu Danimarka idi. Sayın Banu Avar Kopenhag’da işlemeyen Kopenhag Kriterleri’ni ele aldı ve yabancılara, azınlıklara, özürlülere uygulanan insanlık dışı muameleler üzerinde durdu. Sözde özgür Danimarka’nın Grönland Adası üzerinde uyguladığı işlemler ve Eskimolara uygulanan ırkçı muameleler programda yer aldı. Diğer bazı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, Danimarka’da da anadil eğitiminin kaldırıldığını görüyoruz. Herhalde bunun sebebi; sözde özgürlükçü, farklı kültürlere saygılı olmanın bir gereğidir! Peki, bizim bazı insan hakları savunucularımız acaba nerede? Onlar sadece kendi ülkeleriyle uğraşırlar ve sahiplerine yaranmaya çalışırlar.


Bu yazımızda sizlerle bir başka konuyu ele almak istiyorum. Bilhassa son yıllarda aydın ve seçkin olmanın gerektirdiği beşeri sermaye birikiminin aşındığı ve kalite kaybının olduğu gözlerden kaçmamaktadır. Ünvanlı insanlarımız oldukça çoğaldı; ama bunu hak eden insan sayısı azaldı. Dışarıda ünvanlarını kullanmaktan asıl işinde verimli olamayan aydınımız çok…


Ara ara gündeme gelen bir kavram var: “Hakimiyet” Daha doğrusu hakimiyetin nerede aranacağı… Bazı siyasilerin ve aydınların “Hakimiyet Allah’ındır” ifadesini maksatlı anlayarak milliyetçilik ve rejim aleyhine bir hava estirdikleri görülmektedir. Sanki bizler “Hakimiyet Allah’ın mı yoksa milletin mi?” tercihlerinden birini seçmeye mecbur bırakılıyoruz. Bu saptırma ve yanlış yönlendirme dini kutsalların ne ölçüde istismar edildiğini ve onlara saygısızlık yapıldığını gösteren bir örnektir.


Rahmetli Hocam Prof. Dr. Amiran Kurtkan Bilgiseven’in ifadesiyle “Hakimiyet bir milletin Allah’ın çizdiği adalet esaslarına uyarak veya uymayarak bir milli politika takip etmek suretiyle kendi kaderini iyi veya kötü yönlerden birine sevk etme kudretidir” (Bilgiseven, A. K., “Hakimiyeti Nerede Arayacağız?”, Orta Doğu, 21.01.1993) Hakimiyet tabii ki Allah’ındır; ancak, en kâmil varlık olan insan yaratanın verdiği aklı ve cüz’i (kısmî, parça) iradeyi kullanarak durumunu ve geleceğini tayin edebilir. İyi veya kötü yollardan birini seçme iradesi cüz’i iradedir. Bunu yanlış kullanan külli (bütüncü) iradeyi suçlayamaz. Külli iradeye ve kadere bağlı ve teslim olmakla birlikte; aklımızı kullanmak ve ilimden istifade etmek durumundayız. Beşinci kattan atlama akılsızlığını ve bilgisizliğini gösteren bir kimseyi Allah korumaz. Kadere bağlılık, teslimiyet konusunda bazı Hıristiyan mezheplerin içine düştüğü yanlışa kapılmayalım. Bu gibi farklar İslâm’ı en son, en mütekâmil bir din olma özelliğine kavuşturuyor.


Ameliyatı yapacak doktora mı, yoksa Allah’a mı teslim oluyoruz? Tabii ki önce Allah’a ve ondan sonra da Allah’ın yarattığı bilgi ve ilimle mükâfatlandırılmış doktora…


“Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” derken milletin kendi geleceğinin iyi veya kötü olması konusunda kullanabileceği cüz’i iradeyi kastediyoruz. Bunu ilahi kadere ve külli iradeye rakip gibi görmek veya göstermek bazı siyasetçilerin çirkin ikiyüzlülüğüdür. İnsanlarımızı değişik bir şekilde kamplaştırma gayretidir. Siyasetçiler ve aydınların görevi, huzuru ve bütünlüğü bozmak değil; insanları kaynaştırmada köprü olmaktır. Türkiye’de istismar edilmedik hemen hemen hiçbir şey kalmadı. Dini ve laikliği kullananlar kötü örnek oldular. Şimdi de geçmişleri defolu olan bazıları, Atatürkçü ve Cumhuriyetçi kesildi. Samimi olanlara sözümüz yok; ancak bugün yükselen değerleri istismar ederek kullanmak isteyenlere söylenecek çok sözümüz var.


Artı ve eksileriyle Cumhuriyet mitingleri tepkisiz, ilgisiz, uyuşturulmuş ve kalabalıklaştırılmış bir toplum gerçeğinden demokratik ve milli tepkinin canlandığı, halkın devletine ve ülkesine sahip çıkışına geçiştir. Kavgasız, gürültüsüz geçen bu mitingler demokrasi tarihimiz için bir kazançtır. Türkiye basit bir Üçüncü Dünya veya bir Afrika ülkesi değildir. Bu ve benzeri halk hareketleri, Türkiye’yi Dünyadan koparmaz; tam tersine Dünyanın şahsiyetli, şerefli bir üyesi haline sokar. Ülkemiz üzerinde emelleri olanları caydırır. Ancak, teslimiyetçiler ve küreselci işbirlikçiler bu tip milli hareketlerden rahatsız olabilir.

Devamını Oku...

Doğru Düşünebilme!

Doğru düşünebilme, bireysel manada insanların olduğu kadar, insanlardan müteşekkil toplumların gelişip mesafe alabilmesi için hayli önemlidir. Bu sayede kavram kargaşası yaşayıp var olan enerji boşa harcanmayacağı gibi, kendimizi, olayları ve dolayısıyla hayatı doğru anlayıp, problemlere doğru teşhis ve çözüm getirmemiz mümkün olur.



Ancak Türkiye’de çok uzun zamandır en büyük problemlerden biri “doğru düşünebilme” yetilerimizin zayıflaması ve/veya zayıflatılmasıdır.



Neden zayıflaması ve/veya zayıflatılması?



Doğru düşünebilmenin birinci şartı doğru bilgi edinmedir. Doğru bilgi kavramların yerli yerinde kullanılması ile desteklenerek (ki zaten doğru bilgi aynı zamanda kavramların yerli yerinde kullanılması neticesini doğurur) mantıki çıkarımların isabetli olmasını sağlar.



Türkiye’de daha ilk basamakta, yani “doğru bilgi” edinmede sıkıntı yaşanmaktadır. Zira bilgi edinme hususunda bizlerin “temel kaynağa inme” yerine “kulaktan kulağa” metodunu kullanmayı alışkanlık haline getirmemiz bilgi kirliliği neticesini doğurmaktadır.



Bunun yanı sıra bilginin kaynağında bulunanların yani bilgi edinebileceğimiz kaynakların içinde bilgi kirliliğine yol açanların ve bunu körükleyenlerin hızla artmasını da hesaba kattığımız vakit “zayıflama ve/veya zayıflatma” ifadelerini neden kullandığımız netlik kazanacaktır.



Bahsettiğimiz bu nokta, bilhassa dini konularda daha fazla göze çarpmaktadır. Öyle ki; siyasi gündemin yoğun olduğu bugünlerde, siyasi tepkilerimizi sergilerken, “siyasi boyutu olmayan dini” uygulamalara “siyasi” anlam yükleyerek hem halkın kafası karıştırılmakta hem de dindar insanlarımız rencide edilmektedir.



İşin kötüsü, bu tepkilerin doğmasına veya yanlış yönlendirilmesine, söz konusu dini uygulamaların müdafaasını yaptıklarını iddia eden “bazılarının” da vesile olmalarıdır.



Bahsettiğimiz tablo neticesinde, ulu önderimiz Atatürk’ün, dinin siyaset malzemesi yapılmaması hususundaki hassasiyetinin ve devletimizin kuruluşu esnasında bu manada aldığı tedbirlerin nedeni daha iyi anlaşılmaktadır.



Tabii anlayan varsa! Zira anladığını iddia edenlerin birçoğunun iddialarının onun icraatlarının mahiyetiyle alakası olmadığını da ne yazık ki görüyoruz…



Unutulmamalıdır ki bir toplumda bilerek veya bilmeyerek halkın değerleriyle oynamaya, onu zedelemeye kalktığınız veya bu zedelenmeye zemin hazırladığınız vakit, toplumda keskin kutuplaşmalara ve neticesinde toplumun bölünmesine yol açmanız kaçınılmazdır.



Nitekim millet olarak daha çok kısa bir süre önce böylesi kutuplaşmaların bir neslin yetişmiş evlatlarını nasıl biçtiğini acı bir biçimde tecrübe ettik!



Dolayısıyla, “aklın yolu birdir” prensibinin, aklın “doğru kullanılması” halinde geçerli olduğunu, bunun da en başta “sapla samanı karıştırmamıza” mani olacak doğru bilgi (ve bu bilgiyi doğru kullanmamıza vesile olacak “samimiyet”) ile sağlanacağını dikkate almak gerekir.



Bunu yapmadığımız müddetçe, “toplumsal mutabakatla” çözümünü umduğumuz ve bu manada yaptığımız tartışmaların, bugün olduğu gibi, kör dövüşünden öteye geçemeyeceğini unutmayalım.




20 Mayıs 2007

Devamını Oku...

Liderlerin Karakteri Sandığa Yansır

Türkiye’de hiçbir partinin içinde “parti içi demokrasinin” olmadığı hepimizin kabul ettiği bir gerçek. Parti liderlerinin adeta bir kutsal varlık gibi kabul edilmesi ve onların kararının tartışılamaması, “Duverger”in tabiriyle “seçilmiş krallar” haline gelmesi herkesçe neredeyse tabii bir durum olarak karşılanmakta.



Bu gerçek altında iktidar veya muhalefet olsun bir partiyi tenkit ederken parti ismini zikretmek yerine parti liderinin isminin söylenmesi belki de daha uygun olacaktır.



Diyelim ki, AKP iktidarından çeşitli sebepler yüzünden şikâyetçisiniz. Mesela Türk şirketlerinin ciddi pazar payına sahip olan ve stratejik olduğunu düşündüğünüz birçoğunun yabancıların kontrolüne geçmesi sizi rahatsız ediyor olabilir.



Hükümetin AB üyeliği uğruna verdiği tavizler, yabancıların devlet işlerimize olur olmaz karışması onurunuzu incitmiş olabilir. Kıbrıs’ta parti kongrelerinde Türk bayrağını asmayanların iktidara gelmelerinin desteklenmesi, verilen tavizler ve Annan planının desteklenmesine rağmen KKTC ve Türkiye lehine bir gelişme sağlanamaması sizi öfkelendirmiş olabilir.



İşçinin, köylünün, fakir fukaranın oyları ile seçildiğini bildiğiniz iktidar partisinin bugün zenginlerin ve güçlülerin dostu haline geldiği kanaatini edinmiş olabilirsiniz. Bundan daha vahimi olarak Barzani’nin, Rumların, AB ve ABD temsilcilerinin AKP iktidarından hoşnut olduklarını açıklamaları sizi müthiş bir utanca sürükleyebilir. Bayrak sevgisinin ve milliyetçilik duygularının artmasından korkanlara da kızabilirsiniz.



Siz, bu duygulara sahip olup, AKP’ye karşı olanlar grubundan da olabilirsiniz; halen bu partinin ülkemiz için çok hayırlı işler yaptığına inananlardan da olabilirsiniz. Gerçekten halen AKP’yi destekleyenler arasında da yukarıda açıkladığım duyguların en azından bir kısmını paylaşanlar var.



Bu ortak duygulara sahip olduğu halde AKP’yi destekleyenler ile karşı olanlar arasındaki fark, destekleyenlerin Sn. Erdoğan’ın rakibi olan diğer parti liderlerine de yeterince güvenmemeleri olsa gerektir.



Çünkü halkımızın çoğu, sizi rahatsız eden bu ve benzeri uygulamaların esasen AKP’nin yetkili kurullarında tartışılıp, olgunlaştırılarak uygulamaya konulan politikaların sonucu olmadığı düşünmekte. Bu politikaların iç ve dış dinamiklerin tesiri ile ve bizzat parti genel başkanın tercihi olarak uygulandığına inanmaktadır.



Peki, bu durumda olaylar ve politikalar hakkında, parti içinde aynen sizin gibi düşünen ve sizin duygu ve inançlarınıza sahip olan insanların olması AKP hakkındaki olumsuz kanaatlerinizin değişmesine sebep olur mu veya olmalı mıdır?



AKP’nin yapılacak seçimlerde oy kaybı yaşamayacağını düşünenlerin büyük çoğunluğunun zihinlerinin arka planında, muhalefet partilerinin ve liderlerinin de aynı yapıda olduğunu düşünmeleri yatmaktadır. Bu insanlar, muhalefet liderlerinin de iktidara gelmeleri halinde aynı iç ve dış dinamiklerin etkisi altında kalarak aynı politikaları izleyeceği kanaatindedir.



Bu durumda parti liderlerinin, iktidara geldiklerinde asla vazgeçemeyeceği temel değerlerini ortaya koyması ve milli menfaatler ile kişisel menfaatlerinin çatıştığı noktada kesinlikle millet menfaatini tercih edecek bir karaktere sahip olduğuna inandırma mecburiyetleri vardır.



Son yıllarda kemikleşmiş partili oyları azalırken yüzergezer denilen oylar artıyor. Bu seçimde, oy verme sürecinde vicdanımızla baş başa kalarak vereceğimiz kararın esas belirleyicisi, liderlerin değerlerinin milli değerleri yansıtması ve ülke yararını şahsi çıkarının üstünde tutacak bir karaktere sahip olma konusundaki inandırıcılığı olacaktır.





20.05.2007

Devamını Oku...

"Oku"mak

Okumak tutkuların en soylusu… Her insanın yanı başında duran fakat çok az insanın yararlanabildiği, hava kadar su kadar gerekli olan bir nimet…



Devletlerin ve toplumların büyük bir değişim süreci içerisinde oluşu, bireyin de bu sürece katılmasını zorunlu kılıyor. Çağdaş olmanın, değişim ve gelişime yetişerek öncü olmanın tek yolu okumak.



İnsan, bildiği kadar özgür, bildiği kadar anlayışlı, bildiği kadar cesaretli… Kısacası insan, bildiği kadar değerli, okuduğu kadarda bilgi sahibi…



Kitap ise, bilgi dünyasının kapısı…



Kitap, kütüphane, okumak, öğrenmek gibi kavramların arka plana atıldığı, hatta bazı insanlar tarafından unutulduğu, alınan kitabın “vitrinlik” olarak saklandığı, birçok kitabın kütüphane ve evlerde tozlandı günümüzde “okumak” ve “kitap” ile ilgili bir araştırmanın ilgi çekeceğini düşündüm. Ve bu vesileyle de tarihte okumaya ve kitaplara ilgi duyan kişilerle ilgili kısa bir araştırma yaptım. Şimdi bu ilginç araştırmayı sizlerle paylaşmak istiyorum.





  • Okurken kitapların cazibesine kapılarak yemeği-içmeyi unutanlar… (Zamanının çoğunu kütüphanelerde geçiren “Marifetname” adlı eserin yazarı İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ (1703-1780) okurken yemeği-içmeği unuturdu)

  • Ekmek parasını kitaba yatıranlar… (Meşhur yazarımız AHMET MİTHAT EFENDİ (1844-1912) bazı zamanlar, bütün parasını kitaba verdiği için aç kalmıştır. )


  • Yemek yerken de okumak isteyenler… (FAHRETTİN-İ RAZİ (1149-1209))

  • Çok küçük yaşta okumaya başlayanlar… (EDİSON, (1847-1931) daha 10 yaşındayken İngiltere tarihini okumuştu.)


  • Daha çok okumak, öğrenmek, eser vermek için günde bir defa yemek yiyen ve su içenler… (Şamlı büyük bir alim olan NEVEVİ (1233-1277))

  • Okurken uyumamak için ayaklarını su dolu bir kovaya koyanlar… (ORDİNARYUS PROF.DR. HİLMİ ZİYA ÜLKEN (1901-1974)

  • Ziyaretine gelenlere sol elini sallayarak selam verip, yazmaya ve okumaya devam edenler…(İngiliz Yazar ALEKSANDRE DUMAS)

  • Eline geçen kitabı bir gecede okuyup, onun aynısını yazarak kütüphanesine koymaya çalışanlar…(Ünlü İslam alimi ÖMER NASUHİ BİLMEN (1882 - 1971)

  • Kitaba verecek parası olmadığı için, kitapçı dükkânlarında geceleyip sabaha kadar okuyanlar… (Basralı Edebiyatçı CAHİZ (776-869))

  • Çok okumaktan ötürü sıhhati bozulanlar… (Osmanlı Padişahı YAVUZ SULTAN SELİM (1470-1520))

  • Gece, uykusunu kaçırabilmek için defalarca çay ve kahve içenler… (İBNİ SİNA (980-1037))

  • Güneşin batmasından doğmasına kadar mum ışığında okuyanlar… (KATİP ÇELEBİ (1608-1657))

  • Hayatında kitap okumadan sadece iki gecesi geçmiş olanlar… (İBNİ RÜŞD (1126-1198) sadece evlendiği ve babası öldüğü iki gecede kitap okumamıştır.)

  • Okurken uyumamak için çenesinin altına sopa yerleştirenler, beline kadar uzanan saçlarını tavana bağlayanlar… (İBNİ TEYMİYYE (1147-1224))

  • Günde on beş saat kitap okumayı adet edinenler… (Amerikalı Yazar JACK LONDON (1876-1916))

  • Uymamak için ensesine sıkılmış kar koyanlar… (SÜLEYMAN HİLMİ TUNAHAN (1888-1959))

  • Okumayı çok sevdiği için “Ayaklı Kütüphane” diye anılanlar… (AHMET MİTHAT EFENDİ (1844-1912))

  • Daha çok okuyabilmek, ilim sahibi olabilmek için hiç evlenmeyenler… ( NEVEVİ (1233-1277))


Ve şimdi soruyoruz kendi kendimize…



Mısır Seferi’ne savaşa giderken yanında üç katır yükü kitap götüren Yavuz Sultan Selim’in yanında, ömrünün kırk senesini kitapların arasında geçiren Prof.Dr.Seyyid Kutub’un yanında, sabahlara kadar kitap okuyabilmek için binlerce mumu tüketen Katip Çelebi’nin yanında, günde yüzlerce sayfa kitap okuyan İbn-i Kemal’in, İbn-i Cevzi’nin (Ebü’l Ferec) yanında bizler kaç sayfa kitap okuyabiliyoruz?



En değerli hazinemiz olan zamanımızı televizyonun başında biri bitip biri başlayan dizileri, filmleri, televoleleri izleyerek veya “Gol! Gol! Gol!!!...” diye bağırarak geçirmemeliyiz. Birde -asla- “Okuyup ta ne olacak?”, “Okuyanları da görüyoruz” dememeliyiz.


Unutulmamalıdır ki “Oku” maktan daha güzel bir şey olsaydı, Yüce Yaratıcının ilk emri “İkra” (Oku) diye olmazdı…


18.05.2007

Devamını Oku...

Cumhuriyet Mitingleri ve Genel Seçim

Muhafazakârlık konusunda söylenecek çok şey var. Yanlış ve garip suçlamalar ve değerlendirmeler birilerinin muhafazakâr gibi gösterilmesine sebep oldu. Anlaşılan iktidar bunu meydanlarda kullanacak. Oysa, bu iktidarın çizgisi Sayın Başbakanın uçağındaki yakın çevreyle ilgilidir. Oradaki isimlerin çoğunun halkın değerleriyle hiçbir ilgisi yoktur. Diğer taraftan iktidarın muhafazakâr olmadığını gösteren birer örnek de; Elif Şafak, Orhan Pamuk ve Hrant Dink davalarında takındığı tutumdur ve yargıya olumsuz müdahalesidir.


Türkiye’nin asıl gündemi dondurularak seçmene hoş görünecek bir gündem yaratılıyor. Türkiye’de laiklikten başka konuşulacak bir sorun olmadığını zannedenler de bunlara yardımcı olmaktadırlar. Galatasaray’daki toplantı ve yürüyüşten sonra yapılan Tandoğan, Çağlayan ve İzmir mitinglerinde bunu gördük. Bu mitingler adeta bir Türkiye ortalamasıydı. Farklı siyasi partilere, derneklere ve kuruluşlara mensup milyonları meydanlara çeken tek sebep vardı: Cumhuriyete ve milli devlete, milli bağımsızlığa, üniter devlete yönelmiş örtülü veya örtüsüz tuzaklara karşı yasal milli şahlanış. Ankara’nın tekrar Ankara’dan yönetilme talebi…


Seçim tarihi belli olunca siyasetçiler ve onların güdümündekiler mitinglere sahip çıkmaya çalıştılar. Bazıları bu mitingleri kullanarak sivil toplum gerçeğini anlayamadıklarından milletvekili adayı oldular. Bilhassa son İzmir mitinginin amacı; CHP ve DSP’nin birleştirilmesi gibi gösterildi. Biz birleşme çalışmaları yapan partilerin ne karşısında, ne de yanında olmak durumundayız. Ancak, siyasetin kanunları işler. Siyasetçi bunları kullanmaya çalışır. Önemli olan kullandırtmamaktır. Tertip Komitesi bu konuda hassas olmasına rağmen, bazı istenmeyen isimler ve sanatçılar ekranlarda boy gösterdi.


Bunlardan Edip Akbayram Londra’daki PKK yandaşlarının toplantısına katıldıktan 15 gün sonra Tandoğan Meydanı’ndaydı. Eğer iddia edildiği gibi ise; İzmir mitinginde de eline bayrak almayı kabul etmedi. Uygun görülmemesine ve protesto edilmesine rağmen, Zülfü Livaneli’nin orada ne işi vardı? Türk askerine uzatmalı diye hakaret eden, bölücü terörü “Güneydoğu dağlarında Türk askerleriyle Kürtler birbirini öldürüyor” diye yorumlayan, “Kürt hareketi ve siyasal İslâm karşısında yaşam biçimini korumak isteyen çevreler, Cumhuriyet kavramına sarılıyor” diye şikayet eden, küreselleştirenlerin çok kültürlülük tezine sarılarak hâkim kültürü dışlayan Livaneli Cumhuriyet mitinginde şarkı söylüyordu.


Petrol ve Vakıflar Yasalarından tarıma, özelleştirmeden yabancılara toprak satışına, Kıbrıs’a ve Irak’a kadar gerçekler dile getirilmeliydi. Tek bir konuya şartlanmak neden? Böyle bir toplantıda 301. Madde, Türk’e karşı yapılan ırkçılık, Yerel Yönetimler Temel Yasa Tasarısı, Türkiye’nin Uzak Doğu tarafından soyulması, siyasi amaçlı misyonerlik, AB gibi konular da kısaca ele alınabilirdi. Yine de bu toplantılar, bayrağımızı içlerine sindiremeyenlere ay-yıldızı kabul ettirdi. Bu da önemlidir.


Bugün ülkeden yana siyaset yapanlara düşen görev; halkın gündeminden milli dava ve meseleleri düşürtmemektir. Bazıları bunları halkın gündeminden düşürtmek için ellerinden geleni yapıyorlar. “Kırk senedir başımıza iş açtı, Kıbrıs’ı verelim gitsin”, “Irak’ın iç işlerine niye karışalım, Barzani’yle uzlaşalım, para kazanalım”, “Teröristi siyasete sokalım”, “Eyalet sistemine geçelim” gibi sapma, ihanet ve işbirliği kokan görüşlerle her zeminde mücadele edilmelidir. Vatandaşın reyi seçim yatırımı olarak dağıtılan gıda ve giyim malzemelerine, değişik yardımlara teslim edilmemelidir.


Milletvekili listeleri yapılırken subjektif değerler değil; objektif ölçüler ele alınmalıdır. 22 Temmuz 2007 erken seçiminin taşıdığı önem kavranmalı; iki partili TBMM’yi üç-dört partili hale getirebilmek için küçük hesaplar, kısır tartışmalar ve şahsi meseleler aşılmalıdır. Akıl ve mantığın yolu bize rehber olmalıdır.

Devamını Oku...

Siyasi Tarikatlar: Partiler


Belirli bir büyüklüğe erişen cemaat ve tarikatların, hele bir de büyük para ve toplumsal güce erişmişse, ilk çıkış noktasından oldukça farklı inanç ve politikalar içinde olabildiği gözlenmektedir. Bu durum, bir süre sonra ayrışmalar ve bölünmelerle sonuçlanabilmektedir.


Büyük kitleleri hareketlendirip, büyük ekonomik ve siyasi güce ulaşan siyasi partilerde de, hele bir de iktidar gücünü elde etmişlerse, benzeri süreçler yaşanmaktadır. Dayandığı toplumsal tabandan çok farklı bir görüş ve politika eksenine kayan bu partiler, bulunduğu yeni konumu sebebiyle iki farklı etki ortaya koyarlar:


Bir kısım üye veya inananları, “liderimizin hikmetinden sual olunmaz” anlayışı ile eski görüşlerinden, liderin ve yakın çevresinin yeni görüşlerine doğru bir değişime kendilerini uydururken; diğer kısım üye veya bağlılar ise kendilerini yeni yapıya yabancı hissetmeye başlarlar. İkinci grup kendilerini aldatılmış hissederek “elim kırılsaydı da oy vermeseydim” noktasına kadar gelirler.


Her örgütlenme eninde sonunda mutlaka bir oligarşi yaratır. Parti ne kadar halka dayanmış olursa olsun, ne ölçüde demokratik bir tabana sahip bulunursa bulunsun, bu gerçek değişmez. Parti büyüdükçe, üyeleriyle şefleri arasındaki çelişkiler de artar. Geçici gibi görünen bu şefler giderek kalıcı ve hatta yerinden oynatılamaz olurlar. (Michels)


Cemaat veya tarikat önderlerinin bir kısmı, kendisine inanan örgüt mensuplarının hangi işi yapacağından, kiminle evleneceğine, çocuklarının isminin ne olacağına kadar karar verme yetkisini kullanmaktadır.


Siyasi parti liderleri de genellikle “parti içi demokrasi” kavramını tamamen bir yana bırakıp, parti yönetimini oluşturan bütün organların seçimini bizzat kendisi yapar. Kendilerine her durumda kesin bağlı olanların haricinde hiç kimseyi yakın çevresine dâhil etmezler.


Hatta (çoğunu kendi atadıkları il/ ilçe örgütlerinin oluşturduğu) delegelerin milletvekili adaylarını belirlemesini bile kendileri açısından yeterince güvenli bulamadıkları için, adaylarını merkez yoklaması ile belirlerler. Yani kısaca milletvekili adaylarını bizzat liderler tayin ederler. Çünkü bilirler ki, “aday gösterme yetkisi kimdeyse, partinin de sahibi odur.”


Cemaat, tarikat liderleriyle, parti liderlerinin benzerliği sadece yetki kullanımından ibaret değil. Meclis’te grubu bulunan partilerin, haftada bir düzenlenen grup toplantılarının, vekillerin fikirlerini serbestçe tartıştığı bir platform olmaktan çıkıp, liderin haftalık vaazlarına dönüşmesi; liderin karşılanması, konuşması, oturması, kalkması esnasında kutsal varlık gibi davranılması benzerlikleri artırmıyor mu?


Ünlü siyaset bilimcisi Duverger de bu durumu şöyle açıklıyor: “Demokratik ilkeler, liderliğin bütün kademelerde seçimli olmasını, sık sık yenilenmesini, kolektif nitelik taşımasını ve zayıf bir otoriteye sahip bulunmasını gerektirir. Bu şekilde örgütlenmiş olan bir parti ise, siyaset mücadelesi için gerekli silahlara sahip değildir. Liderler doğal olarak iktidarlarını koruma ve artırma eğiliminde olduklarından; üyeler ise, bu eğilimi engellemek şöyle dursun, tersine liderleri putlaştırmak suretiyle, onu büsbütün güçlendirdiklerinden, iş daha kolaylaşmış olur.”


Demokrasiler denge rejimleridir. Elbette, güçlü olmayan liderlerin organizasyonları sevk ve idare etmesi mümkün olmaz. Ancak bu gücün kullanımında demokratik bir yapının kaldıramayacağı kadar bir dengesizlik içinde olduğumuz da ortada.


“Milletvekili Seçimleri”ne sayılı günler kala, anayasa değişiklikleri yapılıyor. Peki, hiç düşündünüz mü, “parti içi demokrasi”yi sağlayacak, seçim kanununda ve siyasal partiler kanununda liderlerin yetki kullanımını dengeleyecek düzenlemeler neden yapılmaz?


Hiç olmazsa, milletvekili adaylarının parti üyelerinin oylarıyla ve aday adaylarına sağlanan eşit propaganda imkânlarıyla seçilmesini sağlayacak bir sistem neden düşünülmez?



13.05.2007

Devamını Oku...

Şiddetin Arka Planı ve Hırant Dink Cinayeti

2007’nin önemli olaylara gebe olduğu anlaşılıyor. Irak ve bilhassa Irak’ın Kuzey’indeki gelişmeler, Kıbrıs sorunu, Türkiye - AB ve ABD ilişkileri önemli bir yol ayrımına geldi. Dün Musul petrolleri üzerindeki haklarımız tartışılırken Güney Doğu’da dıştan kumandalı isyanlar çıkarılmıştı. Bugün de, Kerkük, Kıbrıs ve Irak’ın bölünmesi, AB dayatmaları gündemde iken; Hrant Dink isimli bir Ermeni vatandaşımız 19 Ocak 2007 tarihinde öldürülmüştür. ABD’nin, 2006 yılı sonunda Irak’ta 29’u Türk, 34 kişinin bulunduğu nakliye uçağını düşürmesi de ikinci çuval olayı gibidir.


Dink’in ne dünkü aşırı sol çizgisine, ne de öldürüldüğü ana kadar sürdürdüğü Türkiyelilik anlayışına katılamayız. Ancak, inancımıza göre Allah’ın verdiği ömrü yine Allah alır. İnsan öldürmek en büyük insan hakları ihlâlidir. Dink, görüldüğü kadarıyla Ermeni sorununu, diaspora veya dış ülke ve odaklarla birlikte çözmekten yana değildi. Ancak ne gariptir ki; cenaze törenine diaspora, Fransa’daki Ermeniler ve Erivan Yönetimi masrafları karşılanarak resmen davet edildi. Bu büyük bir gaflettir. Bu yanlışla Türkiye, bir kısım vatandaşlarını Ermenistan’a, Ermeni diasporasına terk etmiş görünümü vermektedir. Bu yanlışı kim yapmış ve siyasetçilere yaptırmıştır? Bunun üzerinde bilhassa durmak gerekir. Dink, sorunun içeride Türkiyelilerle birlikte çözülmesinden yanaydı. Agos’un yanında Zaman Gazetesinde de yazıları çıkıyordu.


Milliyetsiz sağ ile milliyetsiz sol kesimlerin Cumhuriyet ve milli devlet karşıtı eylemlerine ve ülkemize karşı açılan psikolojik savaşa karşı bizim milliyetçi, bazılarının ulusalcı dediği milli uyanış ve direniş bu çirkin cinayetle bastırılmaya çalışılmakta, milliyetçilik suçlanmakta, emperyalizme alanlar açılmaktadır. Ermenistan Kapısının açılması, soykırımın kabulü yolunda mesafe alınması, Azerbaycan ile aramızı açma çabaları, 301. Maddenin kaldırılması dahil birçok taviz bu suikaste bağlanmıştır. Yasalar içinde kalarak demokratik tepki gösterenler suçlanmakta, aşağılanmakta ve hedef gösterilmektedir. Bilhassa Avukat Kemal Kerinçsiz’i hedef alan çirkin yayın ve yargısız infaz dikkati çekmiştir. Özellikle Haber Türk TV kanalında kişilik haklarını hiçe sayan tehdit ve hedef göstermeler, politbüro sorgulamaları; aklı selimin ve sosyal sorumluluğun kaybolduğunu göstermiştir. Burada da TRT’nin özel bazı kanallardan kalite farkı ortaya çıkmıştır.


Dış destekle Boğaziçi Üniversitesi’nde tek taraflı, bağnaz, ırkçı görüşlerle düzenlenmek istenen Ermeni Konferansına tepki gösteren yüzlerce vatandaşımız suçlanmış, açılmış davalara müdahil olanlar kınanmıştır. Toplumu gerenler, tahrikçilik yapanlar kendilerini demokrat sanmaktadırlar. Onlara göre; protesto gösterisinde bulunmak, dava açmak ve müdahil olmak neredeyse bir suçtur ve ayıptır. Şehitlerle ilgilenmeyen, terör olaylarını ve H. Dink’in cenaze töreninde olanlara tepki koyan eylemleri (Gelibolu’daki arabalı vapur olayı) yeri geldiği zaman sansürleyenler hedef göstermekte yarışmışlardır.


Patrikhane’nin Avukatı bir hanım da çok renklilikle, hoşgörü ve dinlere saygı ile biz değil; Osmanlı övünmeli demektedir. Aklı sıra Cumhuriyet düşmanlığı yapmaktadır. CNN- Türk haber spikeri de cinayet olayını “katliam” olarak vermiştir. Kısaca herkes içindekini ortaya dökmüştür. Cinayeti protesto için toplanan bazıları Devlete olan düşmanlıklarını sergilemişlerdir. Milliyetçiliğe karşı mekân ağırlıklı bir yurtseverlik tırmandırılmaktadır. Farklılıklar bir zenginlik değil; ötekileştirici ve ayrımcı yolda malzeme yapılmaktadır. Bir arada yaşama kültürü, milli devleti ve milli kimliği reddetmeyi mi gerektirir? Yoksa büyük çoğunluğu marjinal gruplara mahkûm etmek midir?


Hırant Dink’in cenazesinde “Hepimiz Ermeniyiz” diye bağırtılanlar, katil zanlısının doğduğu şehri, Trabzon’u suçlayanlar, Türk Bayrağının taşınmasına müsaade etmeyenler ve bunu utanmadan açıklayan cenaze tertip komitesi toplumu germiş ve kamplaştırmıştır. Bu komite cenazenin amacı dışında kullanılmasına ve devlete meydan okumaya ön ayak olmuştur. Bundan sonra olabilecek olayların da sorumlularından birisidir.


Son senelerde Türkiye’de gasp, hırsızlık, soygun ve öldürme olayları neden bu kadar artmıştır? Yasalar dış baskılarla neden kuşa çevrilmiş, güvenlik güçlerinin eli kolu bağlanır hale getirilmiştir? Bunun da sebebi 301. madde midir? 301. Maddeye karşı olmak Türkiye’ye karşı olmak ve Türkiye’yi Türkiye yapan değerleri benimseyememektir. Son yıllarda düğünlerde vurulanlar artmış, Hac’dan dönenler mutluluktan vurulmuştur. Filmlerimizde ellerde tabancalar insanlar vurulur, gündüz TV programlarında kavga, gürültü, argo- küfür tavan yapar. İstanbul’dan Hatay’a dört-beş kişi seri cinayetlere kurban gider. Toplumla yabancılaşma doğuran ve aidiyet duygusunu zayıflatan işsizlik ve sahipsizlik duygusu, komşuluk ve akrabalık ilişkilerinin zayıflaması, sosyal kontrolün yitirilmesi ve yoksullaşma, Internet kafelerinin tek rehber haline gelmesi, yolsuzlukların tavan yapması en az psikolojik faktörler kadar önem taşıyan sosyolojik gerçeklerdir. İnsanlarımız geleceğe güven duygusunu kaybetmekte, siyasetteki boşluk, dış ilişkilerdeki itibar kaybı, dayatmalar, Türk kimliğine, Bayrağa, milli devlete ve Cumhuriyete karşı açılmış savaş, çok kimliklilik arayışı tepkiyi ve şiddeti tetiklemektedir. Herkesten protesto ve tepkisini yasal ve normal yollardan koymasını beklemek yanıltıcı olabilir.


Bir ülkede demokrasi ve özgürlükler, milli güvenliğe ve ülke bütünlüğüne tehdit haline dönüşürse; dış güçlerin çıkarlarına uygun yayın politikaları sürerse; bunları yapanlar demokrasi ve özgürlüklerin de altını oyuyor demektir. Bu yolda en önemli engel görüldüğü için TCK’nın 301. Maddesi ile uğraşılmıştır.

Devamını Oku...

Milliyetçilik Korkusu

Son yıllarda değerini daha iyi anladığımız Mustafa Kemal Atatürk, yaptığı bir konuşmada sanki bugünleri bilerek gerçeklere ışık tutuyor: “… Aleyhimizde ileri sürülen görüşler yanlıştır… Bu hususu yalnız Batı’ya değil; hatta vatandaşlarımıza da önemle ihtar etmek gereğini duyuyorum. Çünkü nadir şekilde de olsa üzüntüyle işitiyoruz ki; milletin tarihini okumamış veya milli duygudan yoksun kalmış oldukları anlaşılan bazı şahıslar, yabancıların aleyhimizde ileri sürdükleri suçlamaları reddetmedikten başka vatanlarını kabahatli göstermekten de çekinmiyorlar.” (Feyzioğlu, T., Atatürk ve Milliyetçilik, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 1996, sh. 36)


Atatürk’ün tespitleri bugün de geçerlidir. Dış politikadan iktisada, milliyetçilikten milli davalara kadar Türkiye’ye karşı olmayı bir meziyet sayan bir güruh türemiştir. Bunlar kendi ülkeleriyle başkaları adına adeta savaşmaktadırlar. Dışarıdan korunmakta ve okşanmaktadırlar. Sıkıştıklarında sahipleri Türkiye’ye gelmekte ve birer sömürge müfettişi gibi her tarafa müdahale edebilmektedirler. Orduya, Türklüğe, Devlete atış serbesttir. Ülkeyi yönetenlerden ses bile çıkmamaktadır. Son dönemde bazıları haliyle yükselen milliyetçilikten rahatsızdır. Bazı yayın kuruluşları milliyetçilik yükselmesin, millet uyanmasın diye bazı haberlere ambargo koyarlar.


Aslında, milliyetçilik bir söylemden çok; belirli konularda bir tavır alışlar bütünüdür. İtalya’da, Almanya’da ve diğer bazı Batılı ülkelerde milliyetçilik kötü bir uygulamayı ifade ettiği için; Batılı gereğini yapar ama milliyetçi olduğunu pek ifade etmez. Batı’nın kültür geleneğinde çoğu kere milliyetçilikle ırkçılık iç içe girmiştir. Batı’daki uygulamalar bizde bazılarını öyle korkutmuştur ki; milliyetçi bir tavır alsalar ırkçılıkla suçlanacaklarından korkarlar. Onun için milli davalar ve ülke çıkarları karşısında tarafsızlığı tercih edip dışarıdan “aferin” beklerler.


Milliyetçilik, bir pratiğin adıdır ve ideoloji değildir. Belirli bir milliyete mensup herkesin aslında paylaşması gereken duygu ve düşünce sistemidir. Sadece duygu ve düşüncede kalmaz; eylemle de ortaya çıkar. Uygulamaya ve eyleme dönüşmeyen duygu ve düşünce eksiktir. Milliyetçilik, Türk Milletine mensubiyet şuurudur. Diğer milletleri aşağılamadan onlarla Dünyayı daha âdil, anlamlı, eşit ve istismar edilmeden paylaşabilme şuur ve olgunluğudur. Milliyetçiliği reddedip de Kıbrıs Barış Harekatı’nda milliyetçi tavır alan nice siyasi ve aydın gördük. Çünkü, milliyetçi olmadan ne sınırlar, ne iktisadi menfaatler, ne de Türkçe başta olmak üzere kültürel değerler korunabilir. Hele bugünkü küreselleşme çağında… Milletlerin uyuşturularak sürü haline getirildiği, afyonlanarak sömürgeleştirildiği bir dönemde…


Milliyetçilik, ferdî çıkarlarla toplum menfaati arasında paralellik kurabilmedir. “Biz” merkezli davranabilmektir. Bugün dünkü klâsik sağdan ve soldan devşirilenler, milliyetçilik düşmanı kesildi. Bazı yabancı vakıflarda birleşti. Milliyetçilik ve milletleşme boy, kabile, aşiret, mezhep taassubunun aşılabilmesidir. Bölgecilik, sınıfçılık, cemaatçilik (sınırlama, dondurma ve dışlama) ve seçkincilik milliyetçilikle ters düşer. Milliyetçilik, milletin kucaklanmasıdır. Bundan dolayı Türk milliyetçiliğinin kaynağı 1789 Fransız İhtilâli değildir. Aksini düşünenler, milliyetçiliği Batı’daki şehirlilere (burjuvazi) bağlama yanlışına düştüklerinden milliyetçiliği bir sınıf hareketi gibi görürler. Milliyetçilik, ne sadece duygusallık, dışa kapanma, fanatik düşmanlık, savaş taraftarlığı; ne de sadece törenlerde giyip çıkarılan bir elbisedir. Atatürk sonrası dönemlerde milliyetçilik dışlanmış, suçlanmış ve maalesef yargılanmıştır. 1954 Milliyetçiler Derneği’nin kapatılmasını, 3 Mayıs 1944 Türkçülük olayı ve işkencelerini, 1976’da rahmetli Cumhurbaşkanı Korutürk’ün pantürkist suçlamalarını, 1971 ve 1980 Müdahalelerinden sonra Sıkıyönetim Mahkemeleri’nin iddianamelerini unutmuş değiliz.


Kendilerine çeşitli sebeplerle milliyetçi diyemeyen bazı ulusalcıların suçlanmasını da anlayamamaktayız. Bugün Türkiye’nin durumu 1919’dan farklı değildir. Tabii, bazı önemli farklar vardır. Ama bunlar, bugünkü Türkiye’de öncelikle tartışılacak konular değildir. İhanet ittifakı önümüzde dururken…

Devamını Oku...

Gündemin Düşündürdükleri


Hareketli bir gündemin içinde olduğumuz bu günlerde, siyasi tabloda gördüklerimiz bizler tarafından pek çok açıdan yoruma tabi tutulmaktadır.


Bu yorumların bir kısmı “siyasetçi profillerine” dair olmaktadır. Öyle ki, gördüğümüz tablo karşısında “Türkiye’nin en büyük problemi, çok uzun bir süredir kifayetsiz yöneticiler tarafından yönetilmek!” şeklindeki tahlillerin ve bir nevi şikayetlerin arttığı dikkati çekmektedir.


Bu noktada bir eğitimci ve özellikle din eğitimcisi olarak kendime şu soruyu sormadan edemiyorum: Beğenmediğimiz bu insanlar nerede yetişiyor? Bizlerin hem eğitimciler hem de halk olarak beğenmediğimiz bu durumda hiç mi sorumluluğumuz yok?


Soruların akabinde hatırıma şu çarpıcı ayet-i kerime geliyor: “Bu da, bir millet kendilerinde bulunanı (güzel ahlak ve meziyetleri) değiştirinceye kadar Allah’ın onlara verdiği nimeti değiştirmeyeceğinden dolayıdır. Gerçekten Allah işitendir, bilendir.” (Enfal, 53)


Bir de “hakettiğimiz şekilde yönetileceğimizi” vurgulayan hadis-i şerif-i düşününce...


Peki biz bu durumu hak ediyor muyuz?


Cevap için toplum olarak hangi kriterlere dayanmak suretiyle oy kullandığımızı (veya kızıp kullanmayarak vatandaşlık görevimizi getirmediğimizi ve başımıza geleceklere razı olduğumuzu) düşününce çıkan sonuç haliyle iç açıcı değil.


Zira söyledikleri ile yaptıkları birbirini tutmadığı halde hala bazıları bu halk tarafından seçilebiliyorsa, hatta seçerken “nasılsa hepsi çalıyor” diyerek (medeni bir biçimde) hesap sorulması gereken icraatlere mazeret bulunuyorsa, milletçe değerlerimizi neredeyse hiçe saydıkları halde sırf sahip çıkıyor göründükleri için bazıları hala halktan destek bulabiliyorsa... hakettiğimiz yöneticilerin daha nasıl olmasını bekliyoruz?


Kur’an-ı Kerim insanın olduğu kadar toplumların da şahsiyetli olmalarını, şahsiyetlerini muhafaza etmelerini ister. Nitekim, Bakara 104. ayette müslümanlara vurgulanan hususlardan biri Hz. Peygamber’e (S.A.V.) dahi “sürü” psikolojisi içinde yaklaşılmamasıdır: “Ey iman edenler! Peygamber’e “raina” (“bizi güt”) demeyin, “bize bak!” deyin. Ve onu dinleyin. İnanmayanlara acıklı bir azap vardır.” (Bkz. Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, C. II, İstanbul 2001, s. 111-113)


Halbuki toplum olarak öyle bir hale geldik ki; daima birilerinin sırtında kolayca hedeflerimize ulaşmak istiyor ve bu esnada hiç sorgulamadan kendimizi akışa bırakıyor, ortaya çıkan neticeden ise “istismar ediliyoruz!” diyerek şikayet ediyoruz.


Unutmamak gerekir ki beğenmediğimiz bu insanlar yine bu toplumun içinden yetişiyor. Yani gerek ailevi eğitimleri gerekse örgün eğitim ve öğretimleri bizler tarafından veriliyor. Biz hangi değerleri ön plana çıkarıyorsak yeni nesiller buna göre şekilleniyor. (Tıpkı eskiden tüm dünyaya örnek olan yöneticileri yetiştiren de yine bu toplumun dedeleri olduğu gibi...)


Dolayısıyla eğer biz çocuklarımızı “köşeyi dönmeleri, ne olursa olsun diploma sahibi olmaları” gibi “realist” hedeflerle yetiştirip, “hizmet aşkı” gibi “idealist” hedefleri ve manevi değerleri dikkate almaksızın “dünyayı sen mi kurtaracaksın” mantığıyla yaklaşırsak yukarıdaki neticelere da şaşırmamalıyız.


İşte söz konusu yanlışı düzeltmek için ilk etapta eğitim sistemimiz ve milli eğitim politikamız (varlığı hususunda ciddi endişeler söz konusu olsa da) ele alınarak “nasıl insanlar yetiştireceğimiz” doğru temeller üzerine oturtulmalıdır.


Halk bazında da özellikle aile içi eğitimin yine doğru temeller üzerinde yürümesi sağlanmalıdır.


Bu noktada toplumsal denetim mekanizmalarının doğru ve yerinde tepkiler verecek biçimde işlemesinin önemini de göz ardı etmemek gerekir. Tabii bunun için yine halkımızın doğru bilgi edinme ve bilinçlenmesi şarttır.


Netice itibariyle ortaya çıkmaktadır ki günübirlik kararlarla eğitim yapılamayacağı gibi “hedefsiz” bir eğitim de söz konusu olamaz! Aksi halde bilgiyi kullanamayan, şahsiyeti oturmamış insan tiplerini sıkça görmek kaçınılmaz olacaktır.



6 Mayıs 2007

Devamını Oku...