28 Kasım 2007 Çarşamba

DTP Kapatılmamalı mı?


Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, Demokratik Toplum Partisi (DTP) hakkında Anayasa Mahkemesi'ne kapatma davası açtı. Mahkeme ile ilgili süreç başladı.



DTP’nin terör örgütünün İmralı’daki başı tarafından kurdurulduğu, milletvekillerinin bu şahsın tercihi ile seçildiği ve partinin buradan yönetildiği herkes tarafından bilinen bir gerçek. İtiraf etse de etmese de her kesimden insan mevcut anayasa ve kanunlara göre kapatma işleminin geç bile kaldığının farkında.



MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin ifadesiyle “bunun aksini savunmak ve etnik kökenine bakılarak bunları çiğneyenlere imtiyazlı bir muamele yapılmasını istemek de demokrasiyle, hak ve hukukla bağdaşmayan bir garabet olacaktır.”



Buna rağmen bazıları “kapatma kararı hukuken doğrudur, ancak siyaseten yanlıştır” derken; Başbakan Erdoğan, DTP'nin Meclis dışına itilmesine karşı çıkarak, “Parlamento dışı kalırlarsa onları da dağa gönderirsiniz” dedi. Erdoğan’ın, “Elde silahla dolaşmaya gerek yok. Silahsız gelirsin, masada her şeyini konuşursun” ifadesi “bir gizli af planı” veya “yeni bir açılım” mı söz konusu yorumlarına yol açtı.



MHP, ilk planda “bölünmez bütünlük aleyhindeki suçları işleyen milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasını” teklif etti, ancak Mecliste destek bulamadı. Özellikle Ak Parti'nin sözcüleri, bu kanunun çıkması halinde, “dokunulmazlıkları teker teker kaldırılan DTP'li milletvekillerinin Meclis'te tutuklanıp, partilerinin de kapatılacağı” gerekçesiyle şiddetle itiraz ettiler.



Demek ki, AKP ve yandaşları DTP’nin kapatılmasına da, suç işleyen milletvekillerinin vekilliğinin düşürülüp cezalandırılmasına karşıdır. Bu kesimin, DTP’nin ve milletvekillerinin işlediği suçları tasvip veya takdir ettiğini söylemek mümkün olmadığına göre, AKP neden bu görüşü savunmaktadır? Acaba gerçekten Türkiye için “PKK’lıların dağlarda mı olmaları yoksa Mecliste mi olmaları daha iyi!” şeklinde bir tercihten başka imkân yok mu?



Bu sorunun cevabını ararken için şu ihtimalleri düşünmek uygun olacaktır:



1- MİT’in emekli üst düzey yöneticilerinden Cevat Öneş’in iddia ettiği gibi, 5 Kasımda Başbakan Erdoğan ile Başkan Bush arasında Washington’da yapılan görüşmede “ABD ile PKK’nın tasfiyesi ve karşılığında Barzani yönetiminin tanınması hususunda anlaşmaya varılmıştır.” Bu durumda Başkan Bush’un açıklamasında belirtilen “Kürt sorununun çözümü için Türkiye adımlar atacak” sözünün gereği olarak DTP’nin Meclis’te kalması uygun bulunmuştur.



2- “Kürt sorununun” çözümü için DTP’ye rol vermek düşüncesinin uygulanabilmesi demek, İmralı’dan yazdırılan DTP siyasi taleplerine kapı aralamak demektir. Bunu sağlayacak hukuki düzenlemeler ve bu kapsamda Anayasa hazırlıklarını dikkatle izlemek gerekmektedir.



3- ABD’nin “Büyük Ortadoğu Projesi” kapsamında Barzani ve Talabani için planlanan roller uygulanmaktadır. “Büyük Kürdistan planı” için üçüncü figür Öcalan ve PKK için planlanmış rolün süresi dolmuş olabilir. Veya Öcalan/PKK, şimdilik sadece İran hedefine karşı kullanılacak bir koz olarak kullanılacaktır. (İleride şartlar olgunlaşınca yine Türkiye’ye karşı kullanmak üzere hazır tutulabilir.)



Esasen bu ihtimallerin birbirini tamamlayan sonuçlar olduğunu düşünmek mümkündür. Bu hususlar sebebiyle “DTP kapatılmasın” deniyorsa, Türkiye’de terör konusunun bir “Kürt sorunundan” kaynaklandığı yani Kürt halkına ayrımcılık yapıldığını ve “PKK’nın ve siyasi kolunun Kürt halkının demokratik hakları için çalışan yegâne temsilcisi olduğunu” kabul etmiş olursunuz.



DTP’nin kapatılamaması ve/veya suç işleyen milletvekillerinin cezalandırılamaması halinde terör örgütü kazanacağı büyük moralin yanında, bu konuda Türk devletini dize getirmiş ve bölünmenin yolunu açmış olacaktır. AKP’nin Güneydoğu’da almış olduğu oylar ve “PKK/DTP bölgeyi temsil etmiyor” söylemleri de boşa çıkmış olacaktır.





20.11.2007

Devamını Oku...

Çözüm


Değneğin iki ucu da pislikli. DEP lilerin meclise girdikten sonra takındığı tavır ve politika bu partinin kapatılmasını gündeme getirmiştir. Bu partinin milletvekilleri dokunulmazlık zırhına bürünerek suç sayılan eylem ve söylemlerine devam ederken sokaktaki sempatizanları ise daha ileri giderek polisimize saldırmaktan bir sakınca görmemektedirler.



Kimi yetkilileri üstü kapalı konuşmalarla yetinirken bir kısmı ise suç olduğu çok açık eylem ve beyanatlar sergileyerek özellikle mahkum olmaya çalışıyor. Tabii bütün bunlar çok aleni bir şekilde cereyan ettiği için anayasa mahkemesi bu partiyi kapatmayı gündeme getiriyor. Burada yargı organları gereğini yapmaktadırlar. Bir suç işlemişse ilgili yasalar neyi emrediyorsa onu yapması kadar tabii ne olabilirki?



Fakat durum hiç de o kadar basit görünmemektedir. O nedenle bazı siyasilerimiz bu partiye mensup milletvekillerimizin dokunulmazlığının kaldırılmasını ve partinin kapatılmasını isterken iktidar partisi ise bu hareketi sakıncalı buldukları için dokunulmazlıkların kaldırılıp partinin kapatılmasına karşı çıkmaktadırlar. Burada siyasilerle yargı arasında farklı düşünceler görünmektedir. Bu da tabiidir. Hukukçular hadiselere hukuki açıdan bakmakta siyasiler ise siyasi açıdan olayların basit olmadığını ifade etmiştik. Bu suçları işleyenler yaptıklarının suç olduğunu bilmiyorlar mı sanılıyor. Dikkat edilirse tamamına yakını eğitimli bu ekibin ısrarla suç sayılan eylemleri yapmaları düşündürücü değil mi? Bunların suç işlemekte ısrarcı tutumları partilerini kapattırmak kendilerini hapse attırmak yandaşlarını sokaklara dökmek içerde kargaşa çıkarmak dış ülkelerdeki sempatizanlarını harekete geçirip ülke aleyhine hava oluşturmak.



Bunların amacı artık belli olmuştur. Bir takım üstü kapalı sözlerle ifade etmeye çalışsalar da asıl niyetleri devletimizden ayrı bir devlet kurmaktır. Bunu daha nasıl söyleyebilirler! Bunların ne yapmak istedikleri artık belli olduğuna göre bunların dışındaki tüm siyasi partilerimiz birlikte hareket ederek devletimizin başına bir bela olarak çökmüş bu tehlikenin savuşturulması için ortak hareket etmelidirler.



Burada devletin bekası söz konusudur. Sadece siyasilerin birlikteliği bile yeterli değildir. Bu konuda yargı, yasama ve yürütme ortak bir programla bu belayı defetmenin çarelerini aramalı ülke bütünlüğüne kastı olanların amaçlarını boşa çıkarmalıdırlar.




25.11.2007

Devamını Oku...

Kocaeli Grup Kumandanlığı Komutanı Deli Halit Paşa


Halit Paşa (Nağm-ı Diğer Deli Halit) Kimdir?


1883 yılında İstanbul Beşiktaş’ta doğdu. Ahmet Efendi’nin oğludur. 14 Ocak 1901’de Harp Okulu’na girip, 22 Ağustos 1903’te Teğmen olarak mezun oldu. 22 Temmuz 1908’de Kıdemli Üsteğmenliğe terfi etti. II. Meşrutiyet’in ilanı üzerine 1.Ordu 1.Alay 4. Tabur’la birlikte Yemen’e gönderildi. 14 Nisan 1911’de Yemen kıdemiyle birlikte Yüzbaşılığa yükseldi. İtalyanların Trablusgarp’a saldırması üzerine 1910 Haziran’ında Trablusgarp’a gitti. Üç ay bu görevde kaldıktan sonra Balkan Savaşı’na katılmak üzere Çatalca’da Şark Ordusu’na, Bulgarlarla sulh olunca da, önce inzibat subaylığına, sonra ise Harbiye Nezareti emrine atandı.



14 Temmuz 1914’te I.Dünya Savaşı’nın ilanı üzerine Yakup Cemil Bey’in Kafkasya Mürettep Alayı’nın 2. Tabur Komutanlığı’na atandı. Ardahan Zaferi üzerine 23 Haziran 1915’te fevkaladeden Binbaşılığa yükseldi. Çorum Müfrezesi’yle yapmış olduğu hizmetlerin ödülü olarak 14 Haziran 1916’da Yarbaylığa yükseltildi. 10 Mayıs 1917 tarihinde Garbi Dersim Komutanlığı’na atandı. 1918 başında Dersim, Erzincan, Nenehatun ve Erzurum’u geri aldı. İslam Ordusu’nun 3. Fırka Komutanlığı’na atanarak, Batum Muharebesi’ne katıldı. Fırkası ile Ahıska’yı muhasara ederek Ahikelek’in kuzeyini zapt etti. Mütarekenin ilanı üzerine, Tortum kazasına çekildi. Bu sırada İngiliz baskısı ile fırka komutanlığından azledildi. Ali Rıza Paşa kabinesi zamanında 9.Kafkas Fırkası Komutanlığı’na atandı. 27 Eylül 1920’de Ermenistan üzerine yapılan harekâtta başarı kazandı. Başarısı nedeniyle 6 Aralık 1920’de Albaylığa yükseltildi.



1921 yılı başında Doğu Cephesi’nden Batı Cephesi’ne, Kolordu Komutanı yetkisi ile Kocaeli Kumandanlığı’na atandı. II. İnönü Muharebesi’ne Sağ Cenah Grubu Kumandanı ünvanı ile katıldı. 12. Grup Kumandanlığı ile Afyona nakledilerek Kütahya ve Eskişehir’in kurtarılma savaşlarına ve Sakarya Savaşı’na katıldı. Tekrar Kocaeli Grup Kumandanlığı’na atandı. 26 Ağustos 1922’deki Büyük Taarruzda düşmanın kuzey grubuna, Gemlik, Mudanya, Bandırma istikametinde saldırılar yaparak düşman kuvvetlerini tutsak alıp, kaçış düzenlerini bozdu. Bu hizmeti nedeniyle 31 Ağustos 1922 tarihinde Tümgeneral oldu.



I.Dünya Savaşı ve İstiklal Savaşı sırasında Gümüş Liyakat, Gümüş İmtiyaz, Altın Liyakat, Altın İmtiyaz, 3.Rütbeden Kılıçlı Osmanlı ve İstiklal Madalyası ile Avusturya ve Afganistan’ında birer madalyasına sahiptir.



Kocaeli Grup Komutanı bulunduğu sırada TBMM’nin II. Dönem seçimlerine katıldı.5 Temmuz 1923’te yapılan seçimde Ardahan’dan milletvekili seçildi (Cepheden Meclise, Milli Savunma Bakanlığı, Ankara, 2000, s.139). 9 Şubat 1925’te Meclis koridorunda vurulup 14 Şubat’ta vefat etti (Gürsoy Solmaz, Deli Halid Paşa, Ankara, 1996, s.3).



Kocaeli’nden Kars’a, Artvin’den Gümüşhane’ye, Erzurum’dan İzmir’e, Tunceli’den İstanbul’a, Yemen’den Trablusgarp’a koşuşturmuş bir komutandı Halit Paşa… Yiğit askerlere karşı baba gibi şefkatli bir insandı Halit Paşa… Düşmanlarını sağ tarafında taşıdığı “Namuslu” diye adlandırdığı tabancasıyla, cepheden kaçan askerleri ise sol tarafında taşıdığı “Namussuz” diye adlandırdığı tabancasıyla vurabilecek kadar kararlı bir askerdi Halit Paşa… Cephede düşmanla savaşırken askerlerine “Oğlum vatan bizimdir, kaçan haindir…” diye haykıran cesur bir yürekti Halit Paşa…




Kocaeli Grup Kumandanlığı ve Halit Paşa




Milli Mücadele başladığı zaman Kocaeli Yarımadası’nın stratejik konumundan dolayı bu bölgede yeni bir kumandanlık kurulması fikri ortaya çıktı. Oluşturulacak kumandanlığın ilk başta kolordu seviyesinde bir birlik olması düşünülmüş ise de, daha sonra bu düşünceden vazgeçilerek kumandanlığın fırka komutanlığı yetkisinde olması uygun görüldü.



Zira, Kocaeli Grup Kumandanlığı’nın görev alanı olarak düşünülen bölge çok kritik bir alanı kapsıyordu. Bu bölgenin kontrolü sağlanamazsa Anadolu açısından ciddi tehlikeler ortaya çıkabilirdi.



Bu gelişmelerden sonra, Doğu Cephesi’nin önemli komutanlarından birisi olan Halit Paşa buradaki görevinden alınarak Kocaeli Grup Komutanlığı’na atandı. Halit Paşa, 26 Ocak 1921 tarihinde Geyve’ye gelerek görevine başladı.



Kocaeli Grup Kumandanlığı; 2. Piyade Alayı, 40. Piyade Alayı, 41. Piyade Alayı, 43. Piyade Alayı, 33. Süvari Alayı ve 1. İstihkâm Taburu’ndan oluşuyordu (Turgay Şahbenderoğlu, “Kurtuluş Savaşı’nda Kurulan; Kocaeli Kumandanlığı”, Kocaeli Gazetesi (Pişmaniye), İzmit, 27 Kasım 2005, s.3).



Halit Paşa göreve başlar başlamaz ilk iş olarak kendi komutasındaki birlikleri denetledi. Eksikleri tespit ederek gidermeye çalıştı. Milli Mücadele’nin başında kurulmuş olan birçok yerel milis kuvvetinin düzenli birlikler haline getirilmesini sağladı. Başlarında görev yapacak komutanları belirledi.



Kısa bir sürede teşkilatlanmasını tamamlayan Halit Paşa, Kocaeli Grup Kumandanlığı görevi süresince bu bölgede önemli başarılar elde etti.


Halit Paşa’nın Kara Fatma İle Tanışması




Halit Paşa Kocaeli Grup Kumandanı iken, bu dönemde İzmit’te bulunan kadın kahramanlarımızdan Kara Fatma (Fatma Seher Hanım) ile tanışmıştı.



Bu döneme ait belgelere bakıldığı zaman Kara Fatma ve Halit Paşa’nın sürekli iletişim halinde oldukları görülmektedir.




Kara Fatma’nın 24 Ekim 1921 Tarihli Şifresi:




Kocaeli Gurubu Kumandanlığı’na



İzmit’ten

24/10/1337




“12 Teşrinievvel tarihinde Müfrezeler Kumandanı Reşat Bey’den aldığım emir üzerine 9 kişilik maiyetimle eşnan harici efraddan gönüllü toplamak ve cepheye avdet eylemek üzere hareket eylemiştim. Teşkilatı tevsi ile topladığım 25 kişilik maiyetimle emr-i ‘alinize muntazırım. Büyük Milletimin ‘uhdeme verdiği Çavuşluk rütbesinden dolayı ‘arz-ı şükran eyler ve iki seneden beri çok yorgun bulunduğumu da arz ederek İzmid civarında veya cephe gerilerinde az bir müddet istirahat içün istihdam olunmaklığımı istirham eylerim efendim.”


Mücahide


Fatma Seher



Bu istek karşısında, Kocaeli Gurubu Kumandanı Halid Bey’de Fatma Seher Hanım’a şu telgrafı çekmiştir.






Tegraf

170

30

Geyve İstasyonu

24/10/1337


İzmit’te Mücahide Fatma Seher Hanım’a




Emr-i ahire kadar maiyetinizle birlikte İzmit’te istirahat etmeniz muvafıktır.



Kocaeli Gurubu Komutanı

Halid



Anılarda Halit Paşa




Kurtuluş Savaşı’nda Halit Paşa’nın emrinde bir yıl görev yapan M.Şevki Yazman’ın anılarından;




"Orduda ona Eyüplü Halit ve daha ziyade Deli Halit derlerdi. Gözü pek, hiçbir şeyden yılmaz kimselere bu ad verilirdi.
Rahmetli çok cesurdu. Düşmanı gördün mü onunla savaşan piyade birliklerinin en ön safında bulunmak ve çarpışmak isterdi. Tehlikeli noktayı gözünden kaçırmak istemez ve en ön safta bulunurdu…"




Sarıkamış Kurbançayı Köyü’nden 1889 doğumlu Seyfal oğlu İskender Çakmak’ın anılarından;


”1336’da (1920) Halit Paşa’nın askeri olarak Bardız’da bulundum. Künyem 9. Fırka, 17. Alya, 2. Tabur, 7. Bölük’tür. Ben bölük onbaşısı idim. Henüz askere gitmemiştim. O zaman Hasankale’nin Horum Köyü’nde oturuyorduk. Zaten oralıyım ve o köy doğumluyum. Ermenilerin ellerinden kaçarak Azap’a gittim. Oradan Keçesor Köyüne kaçtık. Ermeniler gerek Horum Azap’tan gerekse Keçesor da ettiklerini ettiler...


Halid Paşa’nın bilahare Baldız’a geldiğini duyunca yanına gittim ve gönüllü askere yazıldım. Onun emrinde olarak ordumuz ileri harekete geçince, uğradığımız Kumru, Kaloköy ve Kars ötesi yerlerin hemen tümünde yurttaşlarımızın cesetleriyle karşılaştık. Gümrü’ye kadar gittik, bu manzara değişmedi. Halid Paşa bu gördüğümüz manzaralar karşısında "Size diyeceğim şudur; Bu gördükleriniz sizin kardeşleriniz, sizin bacılarınız, sizin analarınızdır. Ona göre gayret gösterin." dedi.



Biz onu görünce dilimiz tutulurdu. Zaten düşmanın dili de tutulurdu. Ama biz ona çok güvenirdik, askerlerle aramızda ona marşlar dizer söylerdik.”



Türk Ordusu’nun yetiştirdiği kahramanlardan birisi olan Halit Paşa’yı rahmet ve mağfiretle anıyoruz…






25.11.2007

Devamını Oku...

Deprem Tarihi Suç Tarihi


Yıl 1999.Ağustosun 17 si.Gece saat 03.05 te Kuzey Anadolu fayının Düzce,Adapazarı,Yalova,Avcılar güzergahında 7.8 büyüklüğünde bir deprem yaşanıyor.



Devletin yetkilileri bölgeyi afet bölgesi ilan etmemek için 6.7 den başlayıp bilahare arttırarak 7.4 te karar kılıyorlar.



Bu deprem bazı bilim adamlarına göre ancak 1000 yılda bir yaşanabilecek çok şiddetli yıkıcı bir deprem.15-20 bini aşkın insanımız hakkın rahmetine kavuşuyor.Trilyonlarca maddi zarar meydana geliyor.Bir taraftan deprem yaraları sarılmaya çalışılırken diğer taraftan da yargılamalar başlıyor.Yıkılan binalar çoğunlukla 20-30 yıl önce,hatta bazıları 40 yıl önce yapılmış.Binaların projeleri o günkü kanun ve yönetmeliklere göre çizilmiş ve hesaplanmış.Sorumlulukları da aynı kanun ve yönetmeliklere göre yerine getiriliyor.O günkü kanun ve yönetmeliklerde sorumluluk 5 yıl ile sınırlı.İmzalar buna göre atılmış.Hakimlerde bunu değerlendiriyor ve bir çok dosya zaman aşımından rafa kaldırılıyor.Birden bire devreye Yargıtay giriyor.Önce ceza dairesi,sonra hukuk dairesi bir karar alıyor.



”Deprem tarihi suç tarihidir.”.



Yani siz binaları ne kadar önce yaparsanız yapın,ne kadar önce projelendirirseniz projelendirin, yaptığınız işi 17 Ağustos 1999 da yapmış olarak kabul ediliyorsunuz.Kimse bu kararın Anayasaya uygun olup olmadığını tartışmadı.Hiç bir sivil toplum örgütü(Mühendis ve Mimar odaları da dahil)”yahu siz ne yapıyorsunuz.Tüm kanun ve yasaların hükümlerini ve yürürlük tarihlerini nasıl oluyor da 20-30 sene sonraya hatta sonsuza taşıyorsunuz “demedi.O günkü haleti ruhiye de Mühendis ve Mimarlar baş suçlu ilan edildi.Bizim meslek odalarımızda bu ön yargıya aynen uydu.Bakanlar kurulu mağdurların hakkını savunmak adına alel acele “adli müzaheret le alakalı bir kararname çıkarttı.Açılan bütün davalar ve Davalının malına konulacak tedbirler ücrete tabi değildi.Bu da deprem davalarını takip eden bazı avukatların işini kolaylaştırdı.Gerekli veya gereksiz önüne gelen teknik adamın tüm mallarına tedbir koydurdular.Borçlar kanununun 50.maddesi olan müteselsiliyet maddesini bina inşaatların da uygulayarak %5 kusurlu bulunana da tazminatın tamamını ödettiler.Bilirkişi raporlarının bazıları profesörlerin asistanlarınca hazırlandı.Profesörler imzaladılar.Bilgisayar teknolojisi ile yetişmiş bu genç öğretim görevlileri o günlerin şartlarını yorumlamaktan uzaktı.Hesapların elle yapıldığı,İletişimin sınırlı olduğu,malzeme temininde zorluklar yaşandığı,inşaat yapım teknolojisinin ilkel olduğu dönemleri bilmeleri imkansızdı. Yorumlamaları da mümkün değildi.Gördükleri her eksiği kusur kabul ettiler.Hakimlerde bilirkişilere uyunca Yargıtay kararından sonra yargılanan bütün teknik elemanlar suçlu hale geldiler.Proje kusurlarının binaların hasar almasına veya yıkılmasına sebep olup olmadığı,binaların yıkılmasında veya hasar almasında ne kadar etkili olduğu bile yorumlanmadı.Proje deki ufak tefek eksiklikler kusur olarak kabul edildi.Dosyalar iyi tetkik edilmeden acele raporlar düzenlendi.



Verilen %5 ve ya %10 kusur dolayısı ile bu kusura muhatap olan az kusurlu teknik elemanın yukarıdaki kanun maddelerine göre tazminatın tamamını ödeyeceği, malları haraç mezat satılacak olan teknik elemanın kendisinin deprem mağduru haline geleceği nazarı itibara alınmadı.



Hakimler deprem konusunda ihtisas sahibi olmadıkları gibi,atanan bilirkişilerin büyük bir bölümü de konunun uzmanı değillerdi.Betonarme projelerine, hiç betonarme projesi yapmamış, su ihtisası yapmış, mekanik ihtisası yapmış,petrol ihtisası yapmış öğretim görevlileri ve ya uzmanlık alanı farklı olan devlet kademelerinde masa başı görevi yapan mühendisler baktı.Zemin etüdünü jeofizik mühendisleri yerine maden mühendisleri de yorumladı.Hatta bazı bilirkişiler hayatında hiç proje yapmamış veya hiçbir inşaatın yapımının seyircisi bile olmamıştı.Bu kişilerin yorumları davalı mühendislerin mahkum olmalarına sebep oldu.



Bütün bu olumsuzlukların sorumlusu alel acele çıkarılan “deprem tarihi suç tarihidir” kararıdır.”Tutulan kısrak harmanı döver “Atasözüne bu hadiseler tıpa tıp uymaktadır.



1500 civarındaki dosyadan sadece 34 kişi mahkum olmuştur.Bu insanlar 1000 yılın depreminin faturasını üstlenmişlerdir.Kanunları çıkaran bakanlık suçsuz ilan edilmiştir. Projeleri tasdik eden meslek odaları suçsuz ilan edilmiştir.Yönetmelikleri yapan ve projeleri onaylayan Belediyeler suçsuz ilan edilmiştir.Bütün suç teknik elemanların sırtında kalmıştır.Kala kala geriye 34 mahkumiyet ve 250 civarında tazminat dosyası kalmıştır.Bütün bu dosyaların çoğunluğunun bulunduğu vilayet te Kocaeli dir.



Bu insanlar depremin günah keçileri olmuştur.



10 yıl sonra da,hatta 100 yıl sonra da deprem olsa bu Yargıtay kararı 100 yıl önce yapılan yapının yapım tarihini deprem tarihine taşıyacaktır.Genel hukukta böyle bir şey olabilir mi? İnsan gelecekteki şartlara şimdiden imza atabilir mi?



En kısa zamanda bu Yargıtay kararını devre dışı bırakacak şekilde İmar kanununda düzenleme yapılmalıdır.Yoksa gelecekteki bir İstanbul depreminde aralarında meclisteki milletvekillerinin de olabileceği çok mühendis,mimar ve müteahhidin canı yanacaktır.



İktidar bu konuyu halletmekten çekiniyor.Deprem mağdurları ayağa kalkacak diye.1500 dosyadan 1400 ü zaman aşımına uğradı.Ne oldu savaş mı çıktı.Zaman aşımına uğrayan dosyalar temiz miydi.Bu dosyalar yargı dışı kalınca ortaya bir adaletsizlik çıkmadı mı?



Ey iktidar sahipleri!



Anayasaya aykırılığı bile tartışılmamış bu Yargıtay kararını devre dışı bırakacak düzenlemeleri bir an önce ele alınız.İçinde haksız yere güme gidenlerinde bulunduğu hapisteki teknik elemanların çilesine bir an önce son veriniz.”Sizlerden biri de gelecek deprem de ne olduğunu anlamadan kendini demir parmaklıklar arkasında bulabilir.” sözümü yabana atmayınız.


Borçlar kanununun 50. maddesindeki ve tüketici kanununun 4. maddesindeki “Müteselsiliyet” hükmünün inşaatlarla alakalandırılmasını engelleyecek yeni bir düzenlemeyi acil olarak meclise getiriniz.



Zira tazminat davalarında haksız yere yeni ocaklar batıyor.Bazı istismarcılar depremden sonra çıkan bu karar ve kararnamelerden istifade ederek DEPREMZADE oluyor.



Ey iktidar sahipleri!



Bu yazımi depremin faturasını ödemeye mahkum olmuş olanların gıyaben talebi olarak kabul ediniz.



Acil olarak lütfen dikkate alınız.



25.11.2007

Devamını Oku...

Anayasa ve Terör Sahtekârlığı


Mehmet Özer, Evren Anıl ve Ethem Çelebi… Bu Türk gençleri İngiliz ırkçıları tarafından İngiltere’de öldürülen vatandaşlarımızdır. En son öldürülen Ethem Çelebi’nin KKTC bayrağı önünde çekilmiş bir resmi gazetelerde yer aldı. Avrupa’nın değişik ülkelerinde yabancı düşmanlığı ve yükselen ırkçılık dolayısıyla maalesef öldürülen bir çok Türk var. Basından elde ettiğimiz bilgilere göre; sadece Almanya’da son 6 yıl içinde 7 Türk cinayete kurban gitti. Nürnberg’de Enver Şimşek, Abdurrahman Özdoğru ve İsmail Yazar, Hamburg’da Süleyman Taşköprü, Münih’de Habil Kılıç, Rostock’da Yunus Turgut, Dortmund’da Mehmet Kubaşık… Bu vatandaşlarımızı saygı ve rahmetle anıyoruz. Herhalde büyükelçi ve konsoloslarımız vatandaşlarına yöneltilen bu menfur saldırılara karşı gerekli görevi yerine getirmişlerdir. Üzülerek ifade edelim ki; çoğu kere vatandaşına sahip çıkmada özürlü olan dış görevlilere sahibiz.



***




Terör konusu dün de bugün de Türkiye’nin gündemindedir. Türkiye Türkiye olarak kaldığı sürece, Batı tarafından hazmedilecek bir ülke değildir. Yaşadığımız coğrafya da, bizi terörden uzak tutmaya müsait değildir. Ancak, terörle ilgili konu tartışılırken bazı çevrelerin konuyu sulandırdığı görülmektedir. Fakirlik, bölgesel azgelişmişlik ve insan hakları gibi gerekçeler konuyu rayından çıkarmaya yaramaktadır. Sadece GAP’a yatırım terörü çözer demek; bu konuyu ya bilmemektir, ya da işi bilerek sulandırmaktır. Terörün amacı; Türkiye’yi milli devlet olmaktan uzaklaştırmak, çok dilli, çokkültürlü, çok etnikli yapay bir elbiseyi bize giydirmektir. Davranışlarıyla, beyanlarıyla terör örgütü ile aynılaşan siyasi partinin kapatılıp kapatılmayacağı tartışılıyor. Yargıtay Başsavcılığı gereğini yapmış; hukuk devletinin icaplarının yerine getirilme yolunu açmıştır. Ancak, siyasetçi daha önceki çirkin örneklerde olduğu gibi (Elif Şafak, H. Dink, O. Pamuk vb.) Yargı’ya doğrudan veya dolaylı müdahaleden çekinmemektedir. Eğer hukuk devletini işletemiyorsanız; en azından %46 oy boşa gitmiş demektir. Hedefe hep PKK kondu; Irak’ın kuzeyindeki siyasi oluşum göz ardı edildi. Aslında, PKK kadar tehlikeli olan; milli endişeden yoksun, milli kimliği ile kavgalı siyasi iradedir. Bunları nereye koyacağız? Farklılıkları abartıp kutsallaştıranların amacı, etnik çatıştırma değilse nedir? Kimliklerin çatıştırılması, farklılıkların kutsallaştırılması sosyal bütünleşme mi? Bu yol denenerek hiçbir ülke güçlenmedi. Milli devlet bu yollarla daha güçlü kılınmadı.



“DTP kapanırsa hoşnut olmam” veya “Parti kapatma gibi anti-demokratik yollar denenmemeli” gibi talihsiz beyanlarda bulunan ülke yöneticileri, hukuk devletinin önünde engel teşkil etmektedirler. O zaman bir anket yapalım. Sadece iktidar partisi milletvekillerine, Sayın Cumhurbaşkanına, Sayın Başbakana, Sayın Meclis Başkanımıza soralım ve onların hoşuna gidecek bir yolu tercih edelim. Bu hukuk devleti midir? Hukuk devletinin olmadığı bir yerde demokrasi güçlenip yaşatılabilir mi?



Kürtçülük sorunu bütün Kürtleri ilgilendirmediği ve onları DTP’nin temsil etmediği düşünülürse; parti kapatma Kürt sorununu neden alevlendirsin? Kimse dağa çıkmasın ama; hukuk devleti de ayaklar altına alınıp suç işleme imtiyazı kimseye tanınmasın. Hukuk devletinin işletilmesi bir linç olayı mıdır? Bunu böyle görüyorsanız terörden niye şikâyetçisiniz? Dışarıdan baskı gelecek diye kendinizi korkutarak baskı altına almayınız. Devlet adamı gibi davranınız. Hiçbir ciddi devletin kabul edemeyeceği ve tartıştırmayacağı konuları tartışma konusu yapmayınız. Sorun, kültürel haklara değil; hükümranlık hakkının paylaşılması ve Türkiye’nin sınırlarının değiştirilmesine geldi dayandı. Bunu sorun yaparsanız, Kürt sorunu diye takdim ederseniz; demokrasi içinde bunu çözemezsiniz. Tasvip edilmeyen hukuk dışı yolları teşvik edersiniz.



Geçenlerde Abant’ta anayasa üzerine bir toplantı yapıldı. Amaç; sivil toplum kuruluşlarına da tartışma imkânı sağlandığı görüntüsü verilmesiydi. Türk’e karşı ırkçılık yapan, Cumhuriyet, milli devlet ve TSK ile kavgalı takım oradaydı. Sözde sağ muhafazakâr örtü altında… Bu anayasa ve özgürlükler bize dar geliyor diye ortaya düşenler, fikir özgürlüğüne tahammül edemediler ve Sayın Ferman Demirkol’u konuşturmadılar, O’na saldırıda bulundular. Sözde fikir fırtınası adı altında eski Sovyet Politbüro üyeleri gibi davrananlar oldu. Kürtlerin egemenliğe ortak olmaları gerektiği, Türk ve Atatürk milliyetçiliği tabirlerinin ırkçılık olduğu ortaya kondu. Sağda ve solda artık değişik bir göreve soyundurulanlar, bu gibi toplantıların değişmez isimleri oluyor.




05.11.2007

Devamını Oku...

Şiiri Sevmek, Şiirle Sevmek


—Üstadım, aşağılık kompleksine düşüyorum. Bana şiir oku, diyorsun, okuyorum; bir şey anlamıyorum okuduklarımdan. Ben aptal mıyım, diye düşünüyorum. Şiirden anladığını söyleyenler gerçekten anlıyorlar mı?


— Senin, saf ve samimi halin olmazsa hiç çekilmezsin Kertenkele. Altından anlamak için sarraf olmak lazım; değilsen altın sıradan bir metaldir. Şiir de böyle.



—Yani üstadım, yine bende mi bir kusur var?



—Buna kusur demeyelim. Tüylenmeden uçmaya çalışan kuş gibisin. Önce kuş olduğunu bil, sonra tüylen, sonra kanatlan, sonra taklit et, sonra uç.



—Üstadım, önce kertenkeleydik, şimdi kuş olduk, öyle mi?



—Ne fark eder; biri ayaklı, biri kanatlı. Hep sürünecek değilsin ya, biraz da terfi et ve uç. Bedenin uçmuyorsa gönlün uçsun, şairler gibi.



—Şairler uçar mı Üstadım?



—Tabi uçar. Şairler, bedenlerinin bulunduğu iklimden başka bir iklim yaşadıkları ve bunu okuyanlara yaşatabildikleri zaman şairdirler ve yazdıkları şiirdir.



—Üstadım, yine karışık bir şey söyledin.



—Kertenkele, şiiri yazmak da anlamak da birikim gerektirir. Midesi az gelişmiş birinin somun yemesi nasıl hazımsızlık yaratırsa, kafası az gelişmiş birinin de şiir okuması hazımsızlık yaratır. Bu bir süreçtir. Her zekânın anlayabileceği şiirler vardır. Sen biraz acele etmişsin.



—Üstadım, iltifatlarınıza hayranım. Kuş olduk, az gelişmiş olduk, zaten kertenkeleydik.



—Soru sorman, öğrenme merakın çok güzel; bunlar seni geliştirir. Alınganlığın kötü, bu ise seni köreltir.



—Üstadım, ben de size latife olsun diye söyledim.



—Şiir, tanımı henüz yapılmamış anlatımdır. Herkes kendince bir tanım yapıyor. A. Hamdi Tanpınar’a göre şiir, “Bir iç kale sanatı”dır. A. Haşim, “Şiir, nesre çevrilemeyen nazımdır… Şiir, hikâye değil, sessiz bir şarkıdır.”der, Balzac ise, “Şiir, zekâ ülkelerinde uzun, üzücü yolculuktan sonra doğan şeydir.” der. Nasıl ki her insanın duygu ve düşüncesi birbirinin aynı değilse şiirin tanımı da böyledir. Voltaire, “Bir ulusun duygu ve düşünce sanatlarındaki üstünlüğünün şaşmaz ölçüsünün şiir kültürü” olduğunu söyler. Sait Faik de: “Şiir olmayan yerde, insan sevgisi de olmaz. İnsanı insana ancak şiir sevdirir.” diyerek şiirin, yürekteki sevginin yansıması ve insanları sevmenin aracı olduğunu söyler.



—Üstadım, o sözü ettiğiniz adamların ne söylediği değil, benim için, sizin ne söylediğiniz önemli. Siz ne diyorsunuz şiir için?



—Kertenkele, şiir bir sanattır. Sanat, inancın estetik hüviyet almış şeklidir. Bu kendini renklerle yansıtırsa resim, seslerle anlatırsa müzik, kelimelerle aktarırsa şiir olur. Şiir, kişinin ta kendisidir. Kişinin dünyası, inancı, hayalleri, emelleri, ince ruhu, hatıraları kendini şiirde gösterir. Şair, malzemesi sözcük olan kuyumcudur. Onun duyguları derindir, düşünceleri yüksektir. “Gel-git”leri hem yaşar hem yaşatır. Şöyle bir benzetme yapalım: Çöle düşmüş bir yolcusun. Günlerce susuz kaldın. Nihayet bir matara su buldun. Tam içecekken birileri geldi o suyu elinden aldı. Veya eşkıyalar tarafından yıllar önce kaçırılan bir evladının sağlık haberini aldın, ona kavuştun, onu kucaklamak üzeresin. Evladını tekrar aldılar ve gözlerinin önünde vahşice katlettiler. Bu “gel-git”ler arasındaki sevinç ve üzüntülerinin şiddeti neyse şair bunları yaşayan ve yaşatabilen kişidir. Onun duyguları arasındaki açının genişliği hiçbir canlıda yoktur. Şairlik, kendini, orijininin ya da yaratılışın formülünü, nedenini keşfetmeye adamış yolcunun mesleğidir.



—Üstadım, siz bana yaptığınız iltifatlarda galiba pek haklısınız. Dediklerinizin ancak yarısını anladım, çeyreğine de kendimi layık buldum. Buna göre ben bir hiçim.



—Kendini bilmek, hiç olduğunu anlamakla başlar. Kendini bilen insanın çıktığı ve vardığı durak aynıdır. Bunun adı, “hiç”tir. Şair “hiç”liği bilen, ona değer katan kişidir. Âşık Veysel ne güzel söylüyor: “Güzelliğin on par’etmez / Bu bendeki aşk olmasa / Eğlenecek yer bulaman / Gönlümdeki köşk olmasa” Şairler, eşyadaki sihri keşfettikleri için onlara değer katarlar. Onların eğlendikleri mekânlar farklıdır, gönül sofralarında yerler, eğlenirler. Orası bir zirvedir, oraya herkes çıkamaz.



—Üstadım, bana kızma; ama şairler olmasa insanlık ne kaybeder?



—Senin tek artın, samimiyetin. Anlattıklarım, anlaşılan o ki, bir kulağından girmiş, bir kulağından çıkmış. Sana cevabı Veysel versin: “Tabirin sığmaz kaleme / Derdin dermandır yareme / İsmin yayılmaz âleme / Âşıklarda meşk olmasa” Anlatımdaki şu güzelliğe bakar mısın? Şairler, söz mimarlarıdır; güzeli en güzel biçimde anlatırlar. Onlar, düşünceleriyle, yaşantılarıyla, üsluplarıyla modeldirler. Her şair, âşıktır. Aşkın ateşinde yanmayan, suyundan içmeyen, şair olamaz.



—Üstadım, ben şiir yazabilir miyim?



—Şiir yazabilirsin; ama şair olabilir misin, onu bilmiyorum. Bu, biraz yetenek, biraz gayret, biraz da nasip işi. Güneşte yanmayan meyvenin tadı olmuyor, ateşte pişmeyen yemek hazımsızlık yapıyor. Yolunu bilirsen, aşılmayan dağ yoktur.




24.11.2007

Devamını Oku...

Paylaşmasını Bilmek


17 Ağustos 1999 saat 06:00.



Ahmet’in başucundaki telefon ısrarla çalmaya devam ediyordu. Uykulu uykulu telefona uzanan Ahmet’e teyzesi telefonda, “Oğlum yandık yandık,, dayınlar, teyzenler ve çocukları enkazın altında, İstanbul-Avcılar ve İzmit’te çok şiddetli deprem olmuş” dedi. Bir anda panikleyen Ahmet’in aklına İzmit’teki evlerinde tek başına kalan kız kardeşi geldi. Evin milletine çaktırmadan kız kardeşinden haber almalıydı. Ama o da ne?. İzmit’teki evin telefonu ve kız kardeşinin cep telefonu cevap vermiyordu. Ahmet, iyice korkmaya başlamıştı. Saat tam 07:35 i gösterirken evin telefonu çaldı. Telefona yönelen Ahmet, hızla ahizeyi kaldırdı. Karşısındaki ses, kız kardeşinin sesiydi. Kız kardeşi, “abi ben iyiyim ama buralar yerle bir oldu.” dedi. Kardeşinin sesini duyunca rahat bir nefes alan Ahmet, durumu ailesine bildirdi.



Ahmet, kardeşinden haber almış ancak İstanbul-Avcılar’daki akrabalarından haber alamamıştı. Gelişmeleri takip etmek için komşu köydeki anneannesinin evine gitti. Hüzün her tarafı kaplamıştı. Dayısının kızı ve oğlu, büyük teyzesi ve oğlunun enkaz altında olduğunu öğrendi. Akşam saatlerine doğru büyük teyzesi ve oğlunun, dayısının kızının enkazdan cesetlerinin çıkarıldığı haberini alan Ahmet’in üzerine iyice hüzün çöktü. Ancak sonradan kendimi toparlamalıyım ve ailemi sakinleştirmeliyim diye düşündü. Ailesine sabırlı ve itidalli olmalarını tavsiye etti.




Depremden birkaç gün geçmişti ki 19 yıllık aile dostları Yakup bey ve ailesi Ahmet’in aklına geldi. Yakup beyden haber almalıydı. Ancak Ahmet bir türlü Yakup beye ulaşamıyordu… Yılmadı, mücadelesinin üçüncü gününde Yakup beye ulaştı. Yakup Bey telefonda Ahmet’e, sağlıklarının iyi olduğunu, oğlu Murat’ın enkazdan çıktığını, evlerinin yıkıldığını ve şu anda Ankara’da olduklarını söyledi. Ahmet ise Yakup Beyi teselli edebilmek için hocam, canınızı sıkmayın gelen mala gelsin sağlığınız ve sıhhatiniz yerinde ya önemli olan o şükredin, dedi.



Ahmet, Yakup beye İslamiyetin ilk yıllarındaki Mekke’li Müslümanların Medine’ ye hicretini ve oradaki ensar- muhacir yardımlaşmasını anlattı ve bizim İzmit’teki evimize bir şey olmamış, bir süre ortak kullanırız. Evimizin bir odasını siz bir odasını biz, iki tabak yemeğin bir tabağını siz bir tabağını biz şeklinde paylaşırız. Daha sonra da kaba inşaatı bitmiş olan üst katı size hazırlarız diye teklifini yaptı ve Yakup beyi güçlükle ikna edebildi. Bir ay sonra üst kattaki daireden iki oda, mutfak, banyo, tuvalet hazır hale getirildi. Yakup bey buraya taşındı. İhtiyaç duyulan ev eşyaları ve mobilyalar hayırseverler tarafından temin edildi. Yakup bey bir yıl Ahmet ve ailesinin misafiri oldu.



Ahmet’in bu kadar yaşadıklarından sonra aklına, depremden birkaç gün önce mahallelerinde ev kiralamak isteyen bir kiracıyla, mahallenin zenginlerinden ve 4-5 apartmanı olan ev sahibi arasında geçen şu diyalog geldi. Ev sahibi evine 400.¬-YTL aylık kira istiyor, kiracı ise aylık gelirinin en fazla 350.- YTL’ yi karşılayabileceğini söylüyordu. Kiracının yalvarmasına rağmen ev sahibinin 400.- YTL’nin altına inmediğini ve işine gelirse diyerek de kiracıyı terslediğini duymuştu.




Depremden sonra ise o ev sahibinin, bütün apartmanları enkaz haline gelmiş ve o geceki üzerindeki kıyafeti dışında hiçbir şeyinin kalmadığını öğrenmişti. Bu hadise Yunus Emre’nin şu dizelerini Ahmet’e hatırlattı:



Mal sahibi, mülk sahibi
Hani bunun ilk sahibi

Mal da yalan, mülk te yalan
Var biraz da sen oyalan





Ahmet, hayatının en güzel ramazan ayını Yakup bey ve ailesiyle paylaştığı o yıl geçirdi.



Birikimlerimizi paylaşmasını bilmeliyiz. Paylaşırsak birçok sorun kökünden çözülür. Her birimiz birer Ahmet olmalıyız.



Ben, paylaşanların hayattan daha fazla zevk aldığını biliyorum…



23.11.2007

Devamını Oku...

Vatanseverlik


Bir gazetede okulu olmayan bir yerde doğan ve büyüyen bu nedenle lise öğrenimine beş yıl geç kalmak zorunda kalan bir işadamının orta dereceli bir kaç okul yaptırdıktan sonra bir de yüksek okul yaptırdığını okuyunca böylesi insanların varlığı insanlarımıza moral veriyor.



Bir önceki Kocaeli Valimizin büyük sermaye kuruluşlarına yaptırdığı okulları hepimiz biliyoruz. Valimiz ekonomik durumu müsait olan kuruluşları okul yaptırmaya zorluyordu. Bu gayretleri sonucu İlçemiz de dahil olmak üzere Kocaeli bir çok okula kavuşmuştur. Eğitimin önemini bilen valimizin eserlerini gördükçe kendisini şükranla anıyoruz.


Ülkemizin ekonomik durumu malum. Bu gerçeği gören bazı varlıklı insanlarımız herşeyin devletten beklenmemesini anladıkları için güzel bir "vatanseverlik" örneği göstererek ülkenin önemli ihtiyaçlarını karşılamayı görev bilmektedirler. Vatanseverlik yalnızca askere gidip savaşlarda ölmek, şehit veya yaralanıp gazi olmak değildir. Öyle olsaydı vatanseverlik askerlerin tekelinde olurdu. Oysa vatanseverlik gencinden, yaşlısına, kadından, erkeğine kadar herkesin hak edebileceği mukaddes bir rütbedir.


Asker vatana sataşanlara karşı savaşır, ölüm pahasına vatanı kollar ama diğerleri her an başka ülkelerle yarış halindeki ülkeleri güçlü kılmak için gayret sarf ederler, yani ülkenin kendilerine sağladığı imkanlarla kavuştuğu güçlerini tekrar vatanın hizmetine sunarlar.



Mevlüt Adıgüzel adındaki iş adamı kendi hayatındaki çektiği sıkıntıları yaşadığı yoksullukları vatandaşları yaşamasın onlar da eğitimden yoksun kalmasınlar diye yaptığı fedakarlık da bir vatanseverliktir. Öğretmenin kaliteli öğrenci yetiştirmesi, öğrencinin başarılı bir eğitim görmesi iş adamının eksik gördüğü alanlarda ülkesinde yatırım yapması işçinin, memurun çalışma hayatında gösterdiği gayret ve fedakarlık ticaretle uğraşan esnafın dürüstlüğü, sanatçıların, sporcuların özellikle uluslararası yarışmalardaki başarılı birer vatanseverlik örneğidir.



Vatanseverlik için vatan edebiyatı yapmak, nutuk atmak, bayrak taşımak yetmez. Vatanseverlik kötü günde olduğu gibi iyi günde de onun için bir şeyler yapmaktır. Herkes bulunduğu konumun özelliğine göre vatanına hizmet eder. Sıradan insanlar ile önemli görevler ifa eden görevlilerin hizmetleri farklıdır. Ama hepsinin amacı birdir o da her an dünyadaki diğer ülkelerle yarış halindeki ülkelerini geri bırakmayıp en öne çıkararak itibarlı, sözü dinlenir bir ülke haline getirmektir.






23.11.2007

Devamını Oku...

Küresel Canavar ABD


Ülkemiz yıllardır PKK belası ile uğraşıyor. PKK dediğiniz aslında toplama çete. Fakat destekleri o kadar basit değil. Dünyaya egemen olmak isteyen güçler, bir zamanlar dünyaya egemen olmuş bir imparatorluğun evlatlarının güçlenmemesi için bu basit çete kümesine olağan üstü lojistik ve enformasyon desteği veriyorlar. Bu destekçilerinde başında “Küresel canavar ABD” geliyor.


Giderek itibar kaybeden, dünyaya dağılmış bulunan ekonomik güç odakları sıkıntı içinde olan ABD, içinde bulunduğu çıkmazdan sıyrılabilmesi için dünyayı ateşin içine atmaktan çekinmemektedir. Suudi Arabistan’ı tamamen kendi kontrolunda tutabildiğinden Afganistan’a sudan sebeplerle saldırmaktan çekinmemiştir. Doğu kaynaklarına biraz daha yaklaşmak, doğuda giderek güç odağı oluşturan Çin’i izleyebilmek, yayılmasına engel olabilmek için Afganistan’ı istasyon olarak seçmiştir.



Tamamen uydurma nedenlerle işgal ettiği Afganistan da güç kaybetmektedir. İşgal iddiaları iflas etmiştir. Dünyadaki itibarı inişe geçmiştir.



Öte yandan ülke içindeki ekonomik gücünü oluşturan Yahudi cemaatlerinin asırlık rüyası olan “vad edilmiş topraklar” projesine, babası gibi bu Bush’ta elinden gelen katkıyı yapmak üzere uydurma iddialarla Irak’a yüklenmiştir. Aslında projenin tamamının İran, Suriye, Türkiye ile tamamlanacağını hiç siyasete aklı ermeyenler bile anlayabilmektedir.



Bu projeyi başarıya ulaştırabilmek için dikkatlerin başka alanlara çekilmesi gerekmektedir.



Güneydoğudaki PKK projesi bütünün parçasıdır. Türkiye topraklarından parça koparmanın kolay olmayacağını bilen uzmanlar, kolayca devredilebilecek yeni bir yavru vatan üretme çabasındadırlar. Bosnahersek’te bölünmeye çanak tutarak Sırplara ve Boşnaklara yeni bir devlet hakkı tanıyanlar, bu parçaları AB ye almayı uygun görmekte, sıra Kıbrıs’a gelince iki devleti kabul etmemektedir. Burada sebep Müslümanlıktır. Türkiye bir yandan milliyeti ile ırkdaş devletlerle, diğer yandan Müslümanlığı ile dindaş devletlerle yakın bağlar kurarak güçlenmemelidir.



Çünkü ABD istihbaratı iyi bilmektedir ki; gerek Türk ırkına mensup devletlerin halkı, gerekse İslam dinine mensup ülkelerin halkları Türkiye’yi önlerinde lider olarak görmek istemektedirler. Ama maalesef satın alınmış liderler dolayısı ile bu oluşumun adımları atılamamaktadır.



Bu sebeple Türkiye maddi ve manevi büyük bir veballe karşı karşıyadır. Bu güne kadar idare i maslahatla Ülkeyi idare eden icazetçiler, büyük günahlar işlemişler, memleketimizi güçsüz ve yalnız duruma düşürmüşlerdir. İçte çıkarılan her türlü vaveyla ABD’nin ve diğer sırtlan devletlerin işine yaramaktadır. Geçmişle övünerek, geleceği plansız bırakarak ülkeye ihanet edilmiştir. İçeride bütün yaşadıklarımız teferruattır. Birbirimizle didiştiğimiz bütün konular teferruattır. Birbirimizi itham ettiğimiz bütün suçlamalar düşman ajanlarının dikte ettirdiği doğrultudadır. Onların işine yaramaktadır.



Bu hususları sıkça işlemek zorundayım. Bu zaman çiçek böcek söyleşisi yapacak, kendi aile hayatını anlatacak, magazin haberlerin üstünden yorumlar döktürecek zaman değildir.



Evvelce çift düşmanımız vardı. Rusya tökezleyince ABD tek kaldı. Giderek te azmaya başladı. Bunlara AB canavarları da eklendi. Binlerce kez de olsa birliğimizi korumak ve topluca kalkınmak zorunda olduğumuzu yazacağım. Bıkmadan,yılmadan devam edeceğim.



Ya birlik olacağız. Ya yok olacağız. Önümüzde başka alternatif yok.



22.11.2007

Devamını Oku...

Çelişkiler Yumağı


Geçen hafta Aydınlar Ocağımızın “Nasıl Bir Anayasa?” konulu bir açık oturumu vardı. Çok istifadeli geçen bu açık oturum, Atatürk’ün 69. ölüm yıldönümüne isabet etmişti. Milli Mücadelenin muzaffer komutanı, Cumhuriyetimizin kurucusu büyük Atatürk’ü saygı ve rahmetle andık. Bu gibi günlerde iyi bir durum muhakemesi yapmak ve nereden nereye geldiğimizi, daha doğrusu getirildiğimizi görmek durumundayız. Çok zor şartlar altında istilacıya yaltaklanmak anlamına gelen mandacılığı, teslimiyetçiliği yırtıp parçalayarak Milli Mücadele ile Cumhuriyete geçtik. Bu bakımdan Cumhuriyet, Milli Mücadelenin tacıdır. Türk Milleti bir bütün olarak Batılı emperyalistlere direnmişti. Milli Mücadele her şeyden evvel ne bir sınıf hareketi; ne de etnik öncelikli bir harekettir. İki-üç ayrı devlet ve millet kurmak için de yapılmamıştır. Bu milli hareket Batılı emperyalistleri kovarken; yüzünü Doğuya çevirip Sovyet modeli sözde bir halk Cumhuriyeti kurmayacak kadar da şuurlu ve köklü bir harekettir. Bugün biz Milli Mücadeleyi gerçekleştiren başta büyük Atatürk olmak üzere; isimsiz binlerce şehit ve gaziye layık nesiller olamamanın üzüntüsünü duyuyoruz. Türkiye, bilhassa son senelerde nereden nereye getirildi? Cumhuriyeti, milli devleti ve milli kimliği tartıştırılan, açık arttırmaya çıkarılmış bir coğrafya gibi yeni emperyalizmin önüne sürüldü. Eline bir AB oyuncağı verildi; oynatılıp duruyor. Gelip geçen iktidarlar devlet politikası diye ona sarılıyorlar ve her geçen gün Türkiye’nin aleyhine işliyor.



Toplantının konusu; “Anayasada neler olmalı, neler olmamalı” üzerine idi. Sözde taslak diye ülke gündemine sürülen Türkiye için değil; ama dışarısı için yararlı olabilecek bu taslak, iktidarca tayin edilen bir heyete hazırlatılmıştı. Dışarının çıkarlarına hizmet edecek bundan daha iyi bir taslak hazırlanamaz. Ancak, nedense gerek siyasi iktidar, gerek her konuda Türkiye karşıtı olan malûm çevreler bu taslağı sahiplenmekten uzaklaştılar. Taslak, cami avlusuna bırakılmış sahipsiz bir çocuk gibi oldu.



Anayasalar milletlerarası ve özellikle milletüstü belgeler değillerdir. Uluslararası metinlerden faydalanılabilir. Ancak, anayasa o ülkenin gerçeklerine ve ihtiyaçlarına, milli devletin kuruluş anlayışına göre şekillenir. Her konu anayasaya tıkıştırılmaz. Mevcut taslakta böyle bir şişkinlik dikkati çekmektedir. Daha da önemlisi; bu taslak Atatürksüz Türkiye, Türksüz Anadolu özlemini dile getirmektedir. Dışarıdan dayatılan ve tasdik bekleyen, ısmarlama, milli devletsiz, milletsiz ve milli kimliksiz aşırı liberal bir taslak hazırlatılmıştır. Demek ki; bunu hazırlatanlar, ülkeyi yönetenler de bu çizgidedir. Ciddi birçok Batılı devlet böyle bir taslağın hazırlanmasına ve tartışılmasına fırsat vermez.



Oldukça değiştirilmiş olan 1982 Anayasasını savunma ihtiyacını duymayız. Ancak, bizim savunmaktan vazgeçemeyeceğimiz değerlerimiz; milli ve üniter yapımız, Cumhuriyetimiz ve milli kimliğimizdir. Aslında, ülkemiz referandum ile hem parlamenter sistem, hem de yarı başkanlık şeklindeki bir keşmekeşin içine sürüklenmiştir. Fertler arasındaki farklılıklar yüceltilip din ve ırk farkları yaratılırken, birliktelikler göz ardı edilmektedir. Milliyet unutulmuş, etniklik tartışılır olmuştur. Amaç, ülkenin ufalanmasıdır. Bu anayasayı hazırlayanlar, hazırlattıranlar buna hizmet etmişlerdir. Nedense kimlik konusunda Batıdaki uygulamalar göz ardı edilmektedir. Almanya, Yeni Göç Yasası ile -evlenme de dahil- iyi Almanca bilmeyeni ülkesine sokmamakta; Danimarka, garip ve çirkin “entegrasyon” testleri uygulamaktadır. AİHM’nin son içtihatları arasında “din ve ırk farkının mutlaka anayasalara girmesi ve buna işaret edilmesi” şartından çok; milli seviyedeki birliktelik esas alınmaktadır. İsviçre, federal bir yapıda olmasına rağmen; herkesi İsviçreli görmektedir. Biz ise; anayasalarımızda Türklüğümüzü, milli kimliğimizi vatandaşlık bağıyla sulandırmaktayız. Bazıları bundan bile rahatsız…



Türkiye, çelişkiler ülkesidir. Biz, hava sahamızı açarak Erbil’e, Irak’ın kuzeyine uçak seferlerine izin verdik. Onlar, Erbil’de Türk kabristanını ortadan kaldırıp üstüne bina yapıyorlar. Bunu yapanlar da sözde Müslüman…. Demek ki; bazı durumlarda din kardeşliği de yeterli olmuyor. ABD, İran’a müdahale niyetinde olduğundan şirketlerine ve iş adamlarına “çekilin” diyor. Bizde ise; şirketlerimiz ve iş adamlarımız Barzani’yi güçlendirmekle uğraşıyorlar. Demek ki sorun, aslında Irak’ın kuzeyinde ve terör örgütünde değil; Ankara’nın göbeğindeki siyasi iradesizliktedir.





05.11.2007

Devamını Oku...

Kürt Sorunu mu?


5 Kasımda Başbakan Erdoğan ile Başkan Bush Washington’da görüştü. Başkan Bush’un zirve sonunda yaptığı açıklamada bir cümlesi dikkat çekiciydi: “Türkiye’yi anlıyoruz, teröre karşı işbirliği içinde olacağız. Irak’ın kuzeyinde istikrar(!) çok önemli. Biz gerekli istihbaratı vererek, nokta operasyonu yapılmasını sağlayacağız. Terörist örgütün etkisizleştirilmesine çalışılacak, bu arada Türkiye "Kürt sorunu’nun çözümü için adımlar atacak."



Bush’un bu açıklamasına, Erdoğan’dan herhangi bir itiraz veya düzeltme gelmedi.



Demek ki, Türkiye istikrarı(!) bozacağı için, Irak’ın kuzeyine girmeyecek. Dış basındaki yorumlara göre, Türkiye “meşru savunma hakkı”nın kullanılması konusunda inisiyatifi ABD’ye bıraktı. Başka bir ifadeyle kapsamlı bir operasyon konusunda Türkiye engellendi. Neçirvan Barzani ile Hoşyer Zebari’nin “Görüşmenin sonuçlarından sevinçliyiz” açıklaması bu yorumu doğruluyor. Biz açıklamanın bu kısmını değil şimdilik "Kürt sorununu çözmek" konusunun ne olduğunu anlamaya çalışalım.



ABD, AB, PKK, DTP ve bazı yazarlara göre terörün gerekçesi “Kürt sorunu”dur. “Kürt sorunu” çözülmeden terör konusu çözülemez. Peki, ABD de PKK ve DTP ile aynı çözümleri mi düşünmektedir?



Önce büyük fotoğrafı görmeye çalışalım. ABD’nin BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) kapsamında sınırlarının değiştirilmesini öngördüğü ülkelerden dördü üzerinden koparılacak toprak parçaları üzerinde "Büyük Kürdistan" kurulmasını planladığı ve bu projenin, Barzani/ Talabani ve Öcalan’ın tasavvurlarıyla örtüştüğü biliniyor.



“Büyük Ortadoğu Projesi ile ilgili en çarpıcı açıklama ABD’nin güvenlikten sorumlu danışmanı (Bugünkü Dışişleri Bakanı) Condoleezza Rice’ın 7.8.2003 Washington Post gazetesinde yayınlanan yazısında görülmektedir. “Transforming The Middle East – Ortadoğu’yu Dönüştürmek.” Rice bu yazısında Fas’tan Basra Körfezine kadar Ortadoğu’da bulunan 22 devletin rejiminin, sınır ve haritalarının değiştirileceğini, Türkiye’nin de bunların içinde olduğunu vurgulamıştı.”




Amerika Birleşik Devletleri Ordusu Generali General Wesley Clark Nisan 2007 de yaptığı bir röportajda ABD’nin hedefini açıklamıştı: "5 yıl içinde yedi ülkeyi ele geçireceğiz: Irak, Suriye, Lübnan, Libya, Somali, Sudan, İran..." (Wesley 1999-Yugoslavya Savaşı sırasında NATO Avrupa Müttefik Birlikleri Başkomutanıydı. 2004’te Demokrat Parti’nin Başkan adayı olarak gösterildi)



Ancak Türkiye bölgede önemli bir güç. Bölgede ABD ve İsrail’le iyi ilişkiler içinde bulunan tek devlet. ABD’nin yakın zamanlı planları arasında İran ve Suriye’nin durumu kritik. Bu bakımdan Türkiye ABD açısından kolayca feda edilemez. Öyleyse ABD’nin önemli kurumlarında hazırlanmış ve tesadüf (!) eseri açığa çıkan, bölünmüş Türkiye haritalarının uygulanması nasıl gerçekleşecek? Usuletle ve suhuletle. Yani bir yandan Türkiye’ye “stratejik müttefiklik” payesini verilecek, diğer yandan bölünmesi için gerekli yapısal zafiyetler içine düşmesini sağlayacak ince ayarlı bir politika uygulanacak.



PKK, “ezilen Kürt halkının temsilcisi” falan değil, ABD, AB ve İsrail’in büyük projesi içinde kendine düşen görevi yerine getiren bir piyondur. İtiraf edelim ki, bu güne kadar kendisine verilen görevi başarıyla yerine getirdi.



Medyada konu üzerinde fikir beyan edenlerin büyük kısmı ya kafa karışıklığından ya da kasıtlı olarak “terör” konusu gündeme gelince PKK ve yandaşlarının kullandığı kavramlarla konuşuyorlar. “Kürt sorunu” diye başlayıp “Kürt halkının yoksulluğu”, “kimlik” ve “kültürel haklar” diye devam ediyorlar.



Karşımızdaki bölücü terörü “Kürt sorunu” , yani “etnik sorun” olarak tanımladığınız zaman insanların sırf bir sosyal gruba veya etnisiteye mensup olduğu için, ayrıma tabi tutulduğunu, vatandaşlık haklarının kısıtlandığını kabul ediyorsunuz demektir. Türkiye’de kendisini Kürt olarak tanımlayan vatandaşlarımız için böyle bir ayrımcılığın olduğunu iddia etmek insafsızlık ve ciddiyetsizlik olur.



Ayrıca bugün bu vatandaşlarımıza verilen kültürel hakların, diğer Türk vatandaşlarının sahip olduğundan da fazlası verilse bile terörün duracağını söylemek mümkün değildir. Çünkü hedef Türkiye topraklarının bir bölümünde yeni bir devlet kurmaktır.


Sözde Kürt aydınlarından birinin ifadelerine bakınız. Hak ve özgürlük terimlerinin “Büyük Kürdistan” hayalleri için kullanılan kavramlar olduğuna ve BOP’a bağladıkları ümitlere dikkat ediniz:


“BOP’ta En Çok Yararlanacak Ulus, Kürt Ulusu Olacaktır... Ortadoğu’da Kürtler, ülkesi dört parçaya bölünmüş ve emperyal bir tarzda hükmedilen bir ulus konumundadır. Güney Kürdistan dışındaki bütün parçalarda, Türkiye, İran ve Suriye’de Kürt ulusunun tüm hak ve özgürlükleri gasp edilmiştir. BOP, Kürtlerin en çok yararlanacağı, projelenmenin hayata geçmesinde taraf olacağı bir projedir. Biz Kürtler, bu duyarlılıkla, BOP’a yaklaşıp, anlamaya, yorumlamaya, proje öncülerine yardım etmeye çalışmalıyız.”


Terörün sebebi “Kürt sorunu” imiş. Hadi canım sende…






20.11.2007

Devamını Oku...

Teşhis ve Tedavi


Teşhis, kim veya ne olduğunu anlama ve tanıma, araştırarak bir hastalığın ne olduğunu belirleme, adını koyma ve tanıma demektir. Tedavi ise aksayan bir şeyi düzeltme ve ıslah eyleme demektir.



Tıbbi bakımdan da iyileştirmek için ilaç vererek bakma ve gerekeni yapma denektir.



Bu iki kelimeden hareket ederek ülkemiz, dünyamız; düşüncemiz ve yaşayışımız hakkında bir fikir yolculuğuna çıkacak olursak nerelere uğramamız gerekir, hiç düşündünüz mü?



İşe nereden ve nasıl başlamalıyız hiç aklınıza getirdiniz mi?



Bu hayat dedikleri şey nedendir ki, bu kadar zor, sıkıntılı, ağır ve stresli… İşin gerçeği acaba bu mu, yoksa hayat güzel, yaşamak güzel, çalışmak güzel, üretmek güzel, yiyip içmek dolaşıp gezmek güzel mi? Güzel de bu kavgalar, dövüşler, savaşlar.. ölmeler ve öldürmeler ne o zaman?



Büyük balıkların küçük balıkları yutması, kuvvetliyim onun için ben istediğimi yaparım deyenlerin zayıfları ezim ezim ezmesi ne ve niçin? Evet öyleyse insan adına, toplum ve devlet adına dünyanın en büyüğü benim deyenlerin bunca canavarlaşması, yandakileri ve yandaşları değil, karşıda gördüğü insan ve toplumları yok etmek için bunca tuzakları kurması neden?



Siz insandan başka kendi nesline ve hemcinslerine hasım olarak düşmanlık yapan başka bir varlık biliyor musunuz? Bugün insanı huzursuz eden ve onun için problem olan yine insanın kendisidir. Bu da zıtlar bileşkesi insanın kendi fıtratından kaynaklanmaktadır. Fizik ve metafizik, ruh ve beden bir bileşke değil mi? Kanımızdaki lökositler ve eritrositler, akyuvarlar ve alyuvarlar bir bileşke değil mi? İşte bir bileşkede bileşenlerin kalitesi ne kadar önemli ise hacim ve miktarları da o kadar önemlidir. Bu demektir ki, teori ve pratik, nazariye ve ameliye, düşünme ve uygulama arasında denge kuramazsanız güzelim hayat size zehir olur.



Bugün insanlık aleminin teorisinin ve düşünce hayatının eşyanın tabiatına uygun olduğunu söyleyebilir misiniz? İnsanın bırakın çevre ile ilişkisini onun duruşu hakkında ne dersiniz, bugün insanın duruşu normal mi, insan acaba kendi olması gereken yerde duruyor mu?



Kuranda Nur Suresinin 26. ayetinde "Habis kadınlar habis erkekler için, habis erkekler de habis kadınlar içindir. Tayyib kadınlar tayyib erkekler için, tayyib erkekler de tayyib kadınlar içindir" buyrulmaktadır. Bu ayeti tevil ederek çağımıza ve bugün dünyada uygulanan sistem ve düzenlere uyarlayacak olursak kötü sistemler kötü insan üretir, kötü insanlar da kötü sistem kurar; iyi sistemler iyi insan üretir, iyi insanlar da iyi sistem kurar, diyebiliriz. Ben şahsen problemin bugün insanlığın yaşadığı Rönesans medeniyetinin sistem diye aleme sunduğu din-bilim hukuk ve ahlak zemininde mevcut olan yanlışlardan kaynaklandığı görüşündeyim. Onun için bu yanlışları doğrultup düzeltmedikçe insanlık alemine huzur gelmeyecektir.



İnsanlar fen bilimlerinin bilim, soysal bilimlerin ise din olduğunu fark edecekler. Fen bilimlerinde tüm insanlığın aynı düzende ve boyutta olduğu, her din mensubu birey ve toplumların ise kendi dinlerine göre şekillenip ona göre yaşadığı ve yaşaması lazım geldiği anlaşılmalıdır. Şeftali bahçesinden en iyi verimi elde edebilmek için uyulacak kanun ve kurallar tüm insanlar için aynıdır. Ancak aile, eğitim ve öğretim, sosyal yardımlaşma, savaş ve barış anlayışı, siyaset, toplum ve devlet yönetimi meseleleri değer yargılarına göre değişir. Çünkü değer yargılarının temelinde dini duygular, uygulamalar ve inanışlar yatar.



Onun için biz toplumdan topluma değişmeyen tabiat ve ilim dünyasını bir yere bırakarak sosyal bilimler ve deforme olup yabancılaşan ve zararlı hale gelen değer yargıları hakkındaki terim tarif ve tasniflerin yenilenmesi öneriyoruz. O sebeple de ailenin toplumun ve devletin hele hele şu yeniden araştırılıp anlaşılmasını istediğimi din, hukuk ve ahlak kural ve kaidelerin ve de sosyal bilimlerin yenilenmesini istiyoruz.



Bugünkü din-devlet, din-dünya ve din-hayat ahiret ayrım ve tasniflerinin doğru olmadığı kanaatindeyim. Belki bu cümlemizden hemen din devleti mi gibi bir anlam çıkaran ve soranlar olabilir. Biz de hemen onlara İslam'da teokrasi olmadığını, devletin dine değil kazaya dayandığını ve siyasetin de tamamen bir hukuk iş olduğunu söyleyelim.



Sosyal bilimlerin din olduğu yönündeki görüşümüzü az önce yukarıda ifade ettik. Yalnız burada din derken İslam'ın hukuk olan tarafıdır. Bilindiği gibi İslam yalnız inanç ve ibadet yani din değil, aynı zaman da hukuk ve ahlaktır. O sebeple din devlet din dünya ayrımı veya tasnifi yerine biz din-bilim, birey-toplum, fert-devlet ve dünya-ahiret birlikteliği formülünü teklif etmek istiyoruz.



Bize göre Türkiye'mizde ve hatta tüm dünyada bütün dertlere ve tüm hastalıklara tedavi edecek ilacın formülü DİN x BİLİM = TEORİ PRATİK (DÜŞÜNME ve UYGULAMA)



19.11.2007

Devamını Oku...

Musibet


Bir musibet bin nasihatten evladır demiş büyüklerimiz. Atasözlerinin ne kadar doğru ve yerinde olduğunu herkes iyi bilir. Yukarıdaki cümle de aynı mantıkla değerlendirilirse son terör olaylarında şehit olan askerlerimizin tattırdığı acı ile birlikte toplumumuza çok şey kazandırdığına şahit oluyoruz. Her şeyde hayır arayan ve öyle inanan insanlarımız bunda da bir hayır vardır diyorlar.



Haksız sayılmazlar globalleşen dünyamızda toplumumuz etki altında kaldığı propagandalar sonucu adeta başka bir toplum haline gelmeye başlamıştı. Milli duyguların, kutsal kavramların unutulmaya zihinlerden silinmeye başladığı günümüzde şehitlerin oluşturduğu o mukaddes duygular uyanmaya vesile olmuştur inşallah.



Her yer bayraklarla donatılmış tüm araçlarda, tüm evlerin camlarında, balkonlarında bayraklar dalgalanıyor. Bayrak satıcıları talepleri karşılayamaz hale gelmiştir. Sokaklara baktığımız da insanlarımızın askerlerimizi nasıl sahiplendiğini, saldırının sanki bizzat kendilerine yapılmış gibi değerlendirdiklerini görmek milletimize has özelliklerini gösteriyor. Çocuğundan en yaşlısına kadar herkes vatanı için neler yapabileceğini ispatlıyor sanki.



Yediden yetmişe herkesin gösterdiği bu olağan üstü duyarlılık bizleri sevindirirken asıl önemlisi bu olayların birer sıradan terör olayı olmadığını bu insanlarımıza asıl gerçeği anlatmamızın önemli ve şart olduğunu bilmemiz gerek.



Bu olaylar yalnızca bir terör olayı değildir. Terör yalnızca bir araçtır ver amaca ulaşmak için birileri bu araçtan yararlanmaya çalışılmaktadır. Asıl amaç Türk devletinin parçalanması, bölünmesidir. Bilinen siyasi güçler ülkemizde her Türk vatandaşından ayrı tutulmayan Kürt kardeşlerimizi kandırmaya çalışarak onları ayaklandırmaya çalışmaktadırlar. Uluslararası bazı toplantılarda bu konunun gündeme getirildiğini çoğumuz biliyoruz. Bu güçler şimdilik kürtleri yarın bir başka etnik gurubu aynı metodlarla ayırmaya çalışacaklardır.



Farklı etnik kökenlerden olunsa da asırlardır aynı topraklarda yaşamış, aynı kaderi paylaşmış aynı havayı solumuş insanlarımızı birbirine düşürmeye çalışanların yapmak istediklerini anlayıp onların tuzağına düşmemek için halkımıza bu gerçekleri iyi anlatıp gereğini yapmalıyız. Hainlerin bizi birbirimize düşürecek provokasyonlara kanmayalım. Aynı vatanın evlatları olarak düşmanın ekmeğine yağ sürmeyelim.



19.11.2007

Devamını Oku...

19 Kasım 2007 Pazartesi

Deyim, Bilim, Fare


—Üstadım, siz “pabucun dama atılması” deyiminin hikâyesini biliyor musunuz?



—Hayrola, Kertenkele! Deyimlere mi merak sardın; yoksa pabucunla ilgili bir sorunun mu var?



—Üstadım, bir televizyon programında öğrendim, pek hoşuma gitti.



—Anlat bakalım, deyimin hikâyesini.



—Osmanlılar zamanında şehir kethüdası yanına işten anlayan birini de alarak ayakkabıcıları denetliyormuş. Bir ayakkabıcının ayıplı mal yapıp sattığını tespit etmiş. Kendisini bunun için uyarmış ve kontrole bir daha geleceğini söylemiş. İkinci kez gittiğinde aynı ayıplı malla karşılaşınca, kendisine ağır bir ceza vereceği ikazında bulunmuş. Kethüda söz konusu ayakkabıcıya üçüncü kez gittiğinde esnafın ayıplı malı yapmaya ve satmaya devam ettiğini görmüş, laftan anlamayan ve insanları yanıltan bu ayakkabıcının bütün pabuçlarını yanındakiyle birlikte dama atıp onun bu işi yapmasını yasaklamış. Meğer “pabucunu dama atmak” deyimi, “birinin işine son vermek” anlamıyla bu olaydan çıkmış.



—Kertenkele, tebrik ederim; böylece tarihle de ilgini koparmamış oluyorsun. Sana deyim ve atasözü kültürün fazla olsun; daha seri düşünür, meramını rahat ifade edersin, derdim; beni dinlemezdin. Deyimler ve atasözleri bir milletin atalarından aldığı kültür mirasıdır. Bir toplumun büyüklüğünü, kültürel zenginliğini, dünya görüşünü, değerlerini, önceliklerini yansıtan kalıplaşmış veciz sözlerdir. Ancak tarihte iz bırakmış, büyük düşünen milletler böyle bir zenginliğe sahiptir. Yabancılar için de bir milleti tanımanın en pratik yolu, o milletin deyim ve atasözü dağarcığını incelemektir. Biz millet olarak bu yönüyle oldukça şanslıyız. “Zıvanadan çıkmak, püf noktası, kaş yapayım derken göz çıkarmak, küpünü doldurmak, gözden sürmeyi çekmek, iki dirhem bir çekirdek, cemaziyelevvelini bilmek…” deyimleri yaşanmış ilginç olayların hikâyelerinin özetidir. Hangi yaşta ve çağda yaşarsak yaşayalım aynı şeyleri yaşadığımız için deyimler canlılığını korumaktadır. Deyimler ve atasözleri aynı zamanda toplumun, kişilerin hayat kulvarının fotoğrafıdır.



—Üstadım, bazı deyimler zamanla ölecek herhalde.



—Deyimler, dilin bir enstrümanlarıdır. Dil, canlı varlıktır; dili oluşturan sözcükler doğar, gelişir, ölür. Dillerin kendisi de böyledir. Sanırım, senin aklına takılan bir şey var.



—Üstadım, “farenin kediyle oynaması” deyimini Japonlar dama atacak gibi.



—Neyi kast ettiğini bilmiyorum; ama deyim kullanımına hemen alıştın. Anlatımın daha canlı oluyor.



—Üstadım, Japonlar, farelerin beyin hücreleri üzerinde araştırma yapmış, farenin kediden korkmasına neden olan hücreyi öldürmüş, fareler kediden korkmuyormuş, hatta fareler kedilerle dalga geçmeye başlamış.



—Hayda! İşin şimdi rengi değişti. Bir deyimin canlılığını kaybetmesine değil, canlı fıtratı üzerine bu kadar oynanmasına üzüldüm. İnsanoğlu bu denli tecessüs sahibi olmamalı. Genler ve hücreler üzerinde oynanmasının korkunç boyutlara varmasından endişe ediyorum. Kontrolsüz tecessüs başımıza bela olacak gibi. Kalkan olması gereken bilim, art niyetli insanların elinde olursa, kılıç olur. “Faydasız ilimden Allah’a sığınırım.” diyen Peygamberimiz, bilinmesi gerekenlerde de haddi aşmamayı ne güzel anlatmış. Bilim adamları, farelerin biyolojik niteliklerinin insana çok benzediğini söylerler. Bunun için genellikle fareleri kobay olarak kullanırlar. İnsanlarda korku duygusunun yok edileceği tezini, sanırım, önce farede görmek istemişlerdir. Bir an düşünelim, korku duygusu köreltilen bir insan ne olur? Bence bir canavar olur. İntihar bombacılarının önce korku duygusunu gideren uyuşturucular kullandığını unutmayalım. Birkaç yıl önce suni koyun üretilmişti yani koyun klonlanmıştı. Geçtiğimiz günlerde maymun klonlandığını duydum. Bunun üzerine büyük tartışmalar yaşanmış, işin ahlaki boyutu, sonuçları gündeme gelmiş. Bilim adamaları, hukukçular bir karara varamamışlar. Sırada insan klonlanması varmış. Laboratuar ortamında maymundan sonra insan üretmek, insanlığa ne sağlayacak? Bunun getireceği ahlaki, dini, hukuki, siyasi sorunların altından kalkabilinecek mi?



—Üstadım, siz bilimi önemsediğinizi, teknolojiye hayran olduğunuzu, her yeni buluşla insanlığın daha yüceldiğini söylerdiniz, ne oldu size böyle?



—Bilim, bana köstek değil, destek olursa; yaşama sevinci verip insan olma hazzı tattırırsa önemsenir. Yeryüzünde bu kadar aç, muhtaç insan varken gereksiz harcamaları anlayamıyorum. Birkaç gün önce, yıldız sistemi içersinde beşinci bir gezegenin bulunduğunu okudum. Çok büyük yatırımları gerektiren bu keşfin insanoğluna ne faydası var? Yaşadığı günün hakkını veremeyenlerin, yarınlara yatırım yapması ne kadar gerekli ve mantıklı? İnsan hakları veya hayvan hakları diye ortalıkta dolaşanlar niye, ne amaca hizmet ettiği belirsiz bu tür araştırmalara, yatırımlara karşı çıkmazlar? Yoksa onlar da “rant” madalyonunun arka ve masum yüzü mü?



—Üstadım, vermeyince Mabut, neylesin Kul Mahmut! Sizin bu dedikleriniz kaç kişide bilinç haline gelmiş. Bizler, yapılan her yeniliği ve gelişmeyi alkışlayan bizler, belki bir süre sonra yaptıklarından pişman olan bahtsızlar zümresinden olacağız. Siz ne güzel ifade ettiniz; ama biliyorsunuz ki, dünya gezegeninde ipin ucu p…un elinde.



—Kertenkele, deyim kullanmayı öğrendin. Sıra yaşadığın gezgendeki sosyal ve siyasal olayları kavramada…



19.11.2007

Devamını Oku...

17 Kasım 2007 Cumartesi

Irak Bir Turnusol Kâğıdı


“Eskiden bir biz vardı, şimdi o biz nerede?”


Bombalar 3’e ayrılır: Suskunluk bombası, vurdumduymazlık bombası, ve bencillik bombası. Biri birinden sağır, biri birinden ağır. Bazı bünyelerin böbrek taşı gibi bomba yapma özelliği vardır. Hani WASP çocuklar boyayıp imzalar ya hediye kolisi gönderirmiş gibi akranlarına. Hani bazılarına da şeker, çikolata, oyuncak görüntüsü verirler ya büyük adamların oyunlarında çocuk kanı görmek isteyenler. Bizim bombalarımızın tamamında da milletimin her bir ferdinin milyon milyon fotokopisi vardır. İçinde o bombaların; aile albümü vardır, mısır cipsi vardır, çerez kabukları vardır, TV dizileri vardır, futbol maçları vardır, ‘aşkım’ muhabbetleri vardır, geğirti ve geviş getirme vardır. Hatta Edip Cansever’in ‘Masa’ şiiri vardır.


“Allah, komşuyu komşuya mirasçı edecek diye korktum” der Muhammed Peygamber. Hani bizim şefaatini dille dilendiğimiz, hani adı geçince fıs-fıs yapar gibi elimizi cüzdan yerinde mi diye üstüne getirip de salavatladığımız, hani karikatürüne hakareti affetmediğimizi sandığımız ve Ramazanlarda Sakal-ı Şerifinden başka hiçbir şeyini anlamadığımız.


Hani, muhtaç olduğumuz komşunun külü nerde? Şu yıkıntılar arasında mı? Hani, bir bedenin uzuvları olan kardeşliğimiz? Yüzbilmem kaçıncısını yaptığımız ‘Başörtüsü’ eylemi kadar kıymet-i harbiyesi yok mu işkenceden geçen yüzbinlerin; tecavüze uğrayan, koparılan, parçalanan, tarumar edilen milyonların?


Vahşi hayvan sürülerinin saldırısına uğrarken ümmet; hani o bizim ‘İslamcı’ gazetelerimiz, radyolarımız, radyolarımızın manevi abi’leri? Seçim yorgunluğunu atmak için Caprice molası mı verdiler? Siyah plakalı ve klimalı araçların direksiyonları Bağdat yoluna hiç mi kırılmayacak? Hani eşi kapalı diye Cumhurbaşkanı seçtirmeyenlere karşı dindarlığın %46.6 ‘ya taşındığını iddia edenler? Zulme rızanın zulüm olduğunu bilmeyen bir dindarlık mı bu? Yoksa haksızlık karşısında sadece Türkiye’de ve sadece 5 yılda bir sandıkta mı konuşur şu bizim dindarlığımız?


Peki, bizim dindarlığımız mı yükseliyor bu ülkenin borsaya hatta karaborsaya dönmüş sokaklarında yoksa ahlaksızlık ve hayasızlık mı? Boz atlı Hızır’la mı dans ediyoruz Allahaşkına? Hani der ya Karakoç:



“Namaz, niyaz, oruç, zekat, hep riyadır hep riya

Bir acayip ümmet olduk ey Resul-u Kibriya.”


Rabbim bizi bu riyakarlıkla muaheze etmesin. Ya Muhammed, biz seni kandırmaya çalıştık. Sana ta’zimin şeklini vücudumuza yedirir gibi yaptık ama kalbimiz ve kafamız hep nefsimizin şeytanlıklarındaydı. Bir zamanlar ‘Büyük Şeytan Amerika’ ezgisi modaydı 28 Şubat öncesi yeşil radyolarımızda. Şimdi şeytana külahını nasıl ters giydiririmin hesabındayız. İnandığımız gibi hiç yaşamadık ki zaten. ‘Yaşamıyor gibi yaşıyor’a inanmış gitmiştik. Evet Irak kocaman bir turnusol kağıdı.. Kardeşliğin, kaderdaşlığın, komşuluğun ve mazi birlikteliğinin, Hz Ali’nin, Hüseyn’in, İmam-ı Azam’ın günlük hayatında zerrece anlamı olduğunu iddia edenler beri gelsin. Zira diğer safların tamamı Vaşington’a çıkıyor.


Ulan, bir Iraklılarla Dayanışma Gecesi de mi yapılamaz? Mazlum kardeşlerimiz için kampanyalarda mı başlatılamaz? Her gün 60 – 70 kişinin katledildiği soykırımlara karşı Cuma namazı çıkışlarında gıyabi cenaze namazı da mı kılınamaz? Uykular bu kadar mı rahat, siyasal İslamcılık bu kadar mı kör-topal? Fe eyne tezhebun? Nereye bu gidiş, nereye kadar???


Bomba yağıyor

Kanlar akıyor

Sahte İslamcı

Camdan bakıyor



Hayırlı işler, bol güneşler..



17.11.2007

Devamını Oku...

Her Kürt PKK’lı Değildir ama DTP’ye Oy Verenler Kimlerdir


PKK 8 Askerimizi esir alıyor. Hükümet bu askerlerin akıbeti hakkında günlerce uğraşıyor.



Bir taraftan Irakta görevli Amerikalı komutan girişimlerde bulunuyor. Diğer tarafta bazı DTP milletvekilleri Irak’a geçiyor ve askerlerimizin iadesi için çalışıyorlar. Sonuçta Amerikalı komutanın girişimi ile 8 askerimiz iade ediliyor. Durum bundan ibaret mi?



Şu fotoğrafa bakın? Ortada pkk bayrağı ve etrafında TBMM milletvekilleri. Bunların hepsi pkk sempatizanı. Hatta pkk’nın meclisteki sözcüleridir. Çünkü Bunlar hiç bir zaman pkk ya terör örgütü diyememişlerdir. Bölücü başı Öcalan için “terörün elebaşısıdır” ifadesini kullanamamışlardır.Leyla Zana bölücü başına” başkan” diye hitap etmektedir.



DTP’li milletvekili Fatma Kurtulan halen pkk nın Irakta ki maliye bakanı sayılan piro lakaplı Salman Kurtulanın karısıdır. Kendisi “görüşmüyoruz, ayrıyız”. diyorsa da Salman’nın ailesi “hala evliler” diyor. Bu adamın Adana 6. ağır ceza mahkemesinde 9 yıldır devam eden davası vardır. Ağırlaştırılmış ömür boyu hapis cezası ile yargılanmaktadır. Bu kadının bu fırsattan istifade Irakta kocası ile buluşmadığına kim inanabilir? Bunlara bölgenin insanı oy vermiştir. Bu oy verenler pkk lı olmasa ne olur. Seçtikleri kişiler pkk nın TBMM deki temsilcileri gibi hareket etmiyor mu? Katil Öcalan’ın affedilmesini talep etmiyorlar mı? Bu parti genel kurulunu yapıyor. Bu genel kurulda Türk bayrağı yok. İstiklal marşı söylenmiyor. Genel kurulunda İstiklal Marşı söylenmeyen bu parti hangi ülkenin partisidir?



Ben her Kürdün pkk lı olduğunu düşünmüyorum. Fakat DTP ye oy verenlerin bu partiye hangi maksatla oy verdiğini merak ediyorum. Bu Partiye verilen oyların dolaylı olarak pkk ya verilmiş sayılabileceği akla gelmiyor mu? Bu partiye oy verenler kahrolsun pkk diyebiliyorlar mı? Yoksa ben Kürdüm ve bu partiye Kürtlerin partisi olduğu için oy verdim mi diyorlar? Bu parti “ ben Kürt ün temsilcisiyim” diyemez. Söylemleri Kürtlerin genel istekleri değildir. Pkk yı benimseyen bazı Kürtlerin temsilcisi olabilirler. Aslında kafamda çok daha sert ifadeler var. Pkk denince sinirlerim acayip geriliyor. Şehit edilen Mehmetçiklerimizi düşündükçe içim acıyor. Dişlerim gıcırdıyor. Sabrıma güvenerek aklımdan geçenlere engel olmaya çalışıyorum. Diğer taraftan Ülkemizin bu kadar aciz duruma düşmesini de bir türlü kabullenemiyorum. İçimiz dışımız düşman dolu. Biz hala birbirimizi yemekle meşgulüz.


Aramıza nifak sokmak için sebep üretmeye çabalıyoruz. Hala daha demode olmuş kavramların peşinden koşuyoruz. Bazılarımız bazılarımızı ikinci sınıf insan gibi görüyor. Bazılarımız bazılarımızı bazı mekanlara yakıştıramıyor. Yıllar geçtikten sonra geri döndüğümüzde utanacağımız mantıksızlıklarla uğraşıyoruz. Gericilik yer değiştirmeye başlamaktadır. Yıllardır eskimiş kavramlara tutunmaya çalışanlar ilericiliklerini iddia ederken gülünç oluyorlar. Bazıları Mustafa Kemal Atatürk’ün fikirlerini sadece kendilerine mal ediyor. İcraatlarını ise bu fikirlere tamamen zıt olarak düzenliyorlar. Rakip gördüklerini ise karşı görüşlü olarak damgalayıp sindirmeye çalışıyorlar.



Devleti dolandıranlar.hortumlayanlar. Bankaları bitirenler. Halkı sömürenler. Su gibi para harcayanlar. Vergi kaçıranlar. Askerden kaçanlar kimler?. Sorsanız hepsi kendisini çağdaş ve Atanın izinden gidenler tarafında görüyor. Atatürk “ bu devleti soyun soğana çevirin.Milleti ezin. Fakir hale getirin. Fakirliklerini sömüründe sırtından servetler edinin. Kendi kültürünüze sırt çevirin. Başka ülkelerin izimlerinden medet umun. Magazin olaylarla oyalayarak gençlerin beyinlerini boşaltın. Onları birbirlerine düşman edin.Ülkeyi dünyaya muhtaç hale getirin. Düşmanlarınızı TBMM sine kadar sokun. Çevrenizin güvenliğini korumak için başkalarından izin almak zorunda kalın mı.” dedi.Demedi ise nerede “Atatürk’ün izindeyiz.” sözlerinin karşılığı? Bu lafı söylerken ve düşmanların izinden gitmeye devam ederken hiç utanmıyor muyuz?.


Etrafımızda düşmanlarımız dolaşırken, öz be öz bizim insanımız olan. Vatanını savunurken Şehit düşen.Bayrağını ve ülkesini seven bu ülkenin asil insanlarını düşman ilan etmeyelim.



Aşırılığımız sadece hainlerin işine yarar.





16.11.2007

Devamını Oku...

“Var Mı, Yok Mu” Plâğı


Bazıları yine eski plâklara takılıp kalmışlar. Bize “Kürt var mı, yok mu”yu tartıştıracaklar. Sorun, bazılarının Kürt olarak genellediği Zaza ve Kırmançların varlığı veya yokluğu tartışmasını çoktan aştı. Artık klâsik ideolojik çatışmaların yerini önü açılmış milli devletlerde etnik çatıştırmalar aldı. Bu ülkeler etnik çatıştırmaya zorlanıyor. Çokkültürlülük dayatmaları, etnik farklılıklar kutsallaştırılarak sürdürülüyor. Bazıları Cumhuriyetimizin eşit vatandaşları olmaktan çıkarılıp kullanılmak ve imtiyazlı kılınmak isteniyor.



Bir emekli orgeneralimiz ise; Kürtlerin yok sayıldığından dem vurarak kültürel hakların uzun yıllar tanınmadığından şikâyet ediyor. Oysa, Kürt değil ama Kürtçülük sorunu kültürel hak taleplerini çoktan aştı. L. Zana’nın Herald Tribune Gazetesi’ne yaptığı açıklama ve DTP’nin son kongresinde belirtildiği gibi; sözde ayrı bayrak, ayrı meclis ve bölgesel yönetim talepleri gündemde. Egemenlik ve hükümranlık haklarımız paylaşılmak isteniyor. Milli bağımsızlığına, üniter devlet yapısına açıkça ve küstahça saldırıldığı ve hukuk devletinin işletilemediği bir ortamda bir emekli paşamız hâlâ “var mı, yok mu” tartışmasını aşamamış.



Biz genelde askerine -yanlışı da olsa- laf söylettirmeyen, haksız ithamlara karşı koyan, ordu-millet geleneğine sahip bir anlayışa sahibiz. Hayali bir AB süreci uğruna Brüksel’e hoş görünebilmek için, askeriyle kavgalı olduğunu dışarıya hissettirdiği oranda “aferin” alanların varlığını utanç verici buluruz. Emekli paşamızın yok sayıldığını belirttiği vatandaşlarımız, Türkiye Cumhuriyeti’nin eşit vatandaşlarıdır. Etnisiteleri ne olursa olsun; Türk Milletinin mensubudurlar. TC vatandaşlığını reddetseler, milliyetlerinin Türk olduğunu benimsemeseler, zaten vatandaşlıkta kalmamaları gerekir. Eğer TC vatandaşlığının hukuki, siyasi ve ekonomik imkânlarından faydalanılıyorsa; bir takım sorumlulukların da yerine getirilmesi gerekir. Zaman zaman devleti temsil edenlerin devleti yıprattığı, hükümet edenlerin bölücü-ırkçı terörü azdırdığı görülmektedir. Beş sene öncesi ile bugünü karşılaştırırsak, bu gerçekle karşı karşıya kalırız. Hayali ve ütopik bir demokratikleşme ve özgürlükleri genişletme uğruna milli güvenliği tehlikeye atmadığımız söylenebilir mi? Milli güvenlik tanımlarını bile demokratikleşmeye engel görüp değiştirdik. MGK’nun yapısını bozduk. Psikolojik Harp Dairesini devre dışı bıraktık. Terörle Mücadele Kanunu’nu kuşa çevirdik. Garip aflar çıkardık. Irak’ın kuzeyindeki bölücü, ırkçı terörü göz yumarak güçlendirdik. PKK ile uğraştırıldık; Barzani’ye yol açtık. Terör destekçilerini bizzat destekledik. Bunlara daha önce de pasaport vermiştik.

Sayın Başbakanımız, onlara “kardeşim” diye hitap etti. Örgüte; ovaya inip siyaset yapıp Meclise girmeyi tavsiye etti.




Bazı emekli askerlerimiz var. İsabetli görüş ve açıklamalarıyla kamuoyunu gerçekten aydınlatıcı hizmetler veriyorlar. Ancak, bazıları da var ki; çok şey bildiklerini ispat etmek gayreti içinde düşmana istihbarat sağlıyorlar ve sanki 2000’li yıllarda yaşamıyorlar. Kültürel hak talepleri çok gerilerde kaldı. Zaten amaç, ne kültürel haklar; ne de bölgesel azgelişmişliğin giderilmesiydi. Uyum Yasaları adı altında ve AB süreci içinde mahalli dilde yayın ve dil öğretimi serbest kılındı. Bazı olumsuzluklar var diye terör yolu seçilmedi. Kürtler değil; ama Kürtçüler Türkiye’ye karşı malzeme yapıldı ve kullanıldı; hâlâ da kullanılıyor.



Türkiye’de hiçbir kimse Türklüğü kendi inhisarına alıp bazılarını Türk kabul etmiyor değildir. Tam tersine bazıları ırkçı gerekçelere dayanarak milli kimliklerinin Türk olduğunu kabul etmiyorlar ve ilkel etniklik dar koridorundan kendilerini kurtaramıyorlar. Hem ırkçılık yapıp hem de demokratikleşmeden bahsetmek, önemli bir çelişkidir. Demokratikleşme ile ırkçılık ve ayrı millet, ayrı egemenlik talepleri bağdaşmaz. Milli devlet, milli mensubiyet şuuru arar. Bizim ayırmadığımız ve ötekileştirmediğimiz bazı vatandaşlarımıza bakışımızda çok dikkatli olmamız gerekir. Basit genellemelere gidemeyiz. Ancak, Kürt olarak isimlendirilen vatandaşlarımızdan da beklentilerimiz vardır. Hiç kimse Anadolu’dan Milli Mücadele ile kovduğumuz Türk ve İslâm düşmanı emperyalist güçlere tekrar davetiye çıkarmada vasıta olmamalıdır. Ayrı devlet, ayrı millet ve vatandaşlığı reddetme peşine düşen siyasilere destek olunmamalıdır. Milli bağımsızlık ve hükümranlık hakkı kimseyle paylaşılmaz.





05.11.2007

Devamını Oku...

İktidar ve TSK Birlikte mi?


Türkiye terörün yarattığı acılar içinde. Terörü ve çözüm yollarını daha iyi analiz edebilmek için bir yandan TV’lerde yapılan konuşma ve tartışmaları dinlerken, diğer taraftan Emekli Albay Erdal Sarızeybek’in “İhaneti Gördüm” kitabını okudum. Emekli Tümgeneral Osman Pamukoğlu’nun kitabı “Unutulanlar Dışında Yeni Bir Şey Yok” kitabını da okuyorum.




Doğu ve Güneydoğu hudutlarında on yıl görev yapan, Şemdinli’de üç büyük çatışmada bizzat bulunan ve “TSK Hizmet Madalyası” ile taltif edilen Emekli Albay Erdal Sarızeybek 10 Kasım’da Kocaeli Aydınlar Ocağı’nın misafir konuşmacısıydı.




Terörü durdurmanın ilk şartı devletin bütün kurumlarının birlik içinde, stratejik plan ve organizasyonel bütünlük içinde görev yapmasıdır. “Bu topyekûn mücadele işi. Mücadeleyi planlayacak iktidar. İçinde ekonomik, sosyal tedbirler var, teşvikler var. Ne tek başına asker bu işi halleder, ne tek başına iktidar, ne de tek başına bir başkası.”




Erdal Sarızeybek’i dinlerken, Başbakan’ın emekli subaylara ve muvazzaf askerlere ateş püsküren konuşmasını düşünüyorum.




Başbakan, 30 Ekimde yaptığı grup toplantısında, şöyle diyordu:



“Zaman zaman bazı televizyon kanallarında görüyoruz, güya bu alanlarda tecrübe sahibiymiş. Çıkıp orada konuşanları görüyoruz. Yaptıkları tek iş var, tahrik etmek. Bunlar sadece tahrik memuru olarak görev yapıyorlar. Ve buradan çok açık, net söylüyorum, sıfatı ne olursa olsun, hangi görevde olursa olsun, ister emekli olsun ister muvazzaf olsun, kim olursa olsun. Açık ve net söylüyorum; bu ülkenin bunlar birliğine ve beraberliğine saldırmaktan başka bir şey değildir, bütünlüğüne saldırmaktan başka bir şey değildir. Sadece oraya gelip “acaba biz buradan hükümeti nasıl köşeye sıkıştırırız.” Yaptıkları iş bu. Kalkıp da televizyon televizyon dolaşmak suretiyle ülkenin birliğine kurşun sıkanlar kusura bakmasınlar karşılarında bizi bulacaktır, bunu da böyle bilsinler. Böyle bilsinler.”


Bu konuşmaya emekli generallerin cevapları oldu. Bunlardan birisi (1 Kasım 2007 Tarihli, “Sözcü” gazetesinden alıntı):
Emekli Tümgeneral Kudret Cengiz, Başbakan’ın sert üslubu üzerine şu satırları yazdı:




‘Zırt, pırt operasyon yapılmaz’ diyen ben miyim? Şehit yakınına ‘Askerlik yan gelip yatmak yeri değildir’ diyen ben miyim?
Avustralyalı bir televizyona beyanat verip, 2005 yılı ortalarında Diyarbakır’a gidip, durup dururken; ‘Kürt sorunu vardır. Geçmişte bazı hatalar yapıldı, bunları yüzleşmeye hazırız. Sorunu daha çok demokrasi ve refah artışı ile çözeceğiz’ diyen ben miyim?
21 Kasım 2005’te: ‘Türkü, Kürdü, Lazı, Çerkezi, Gürcüsü hepsi alt kimliktir’ diyerek, Türk Ulusu’nu kendi devletine, kendi vatanına alt kimlik olarak niteleyen, Türk Ulusunun egemenlik hakkına ortak çıkaran, ben miyim?


Elde silahla dolaşmaya gerek yok, silah bırak masaya gel’ diyerek, teröristleri masaya çağıran, ben miyim?
En önemlisi, Avustralyalı bir radyoya beyanat verip Apo’ya, ‘sayın’, şehitlere ‘kelle’ diyen, ben miyim?


İktidarı açıkça “terörü bitirmek istememekle ve ihanet içinde olmakla” suçlayan (gerekçelerini “İhaneti Gördüm”de okuyabilirsiniz) ve “vatana ihanet kanunu” çıkarılmasını isteyen Sarızeybek’in ifadeleri ise daha da keskin: “İktidara iktidarı veren halktır, nasıl verdiyse öyle de geri alır. Halkın yanında Kemal’in askerleri vardır, Kemal’in gençliği vardır, demokrasi işte budur, çare tükenmez… İnanın bana bu yaptıkları yanlarına kâr kalmayacak. Bu hesap mutlak sorulacak.”


Bu cümleleri, Sarızeybek’in silahlı mücadelesi esnasında yaşadığı dramatik olayların; şehitlerimiz ve Onların kaybına yol açan yanlışların yüklediği ağır acılar ve öfkelerin anlaşılabilir bir sonucu olarak geçiştirmek mümkün müdür?


Osman Pamukoğlu’nun kitabında şu ifadelerin yer alması tesadüf müdür? “Türk gençleri; Ulu Önder’in hitabında yer alan “Memleketin dâhilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler” sözünü hiç ama hiç akıllarından çıkarmamalıdır.”


Bu görüşlerin, bir kısım emekli subayda hâkim olduğu anlaşılıyor. Eğer bu ifadeler, muvazzaf subaylar ve Genelkurmay’ın görüşlerini de yansıtıyorsa durum çok vahimdir.


Türkiye ölüm ile sıtma arasında tercih yapmak durumunda bırakılmamalıdır. İktidar dâhil bütün sivil güçler ile TSK meşru zeminde, birlik ve bütünlük içinde, demokrasiden taviz vermeden görev yapmanın sorumluluğunu behemehal yerine getirmelidir.






14.11.2007

Devamını Oku...

14 Kasım 2007 Çarşamba

Tarımsal Sanayinin Problemlerine Ne Zaman Sahip Çıkacağız


İnsanoğlu hayatını devam ettirebilmek için protein, vitamin ve karbonhidrat gibi besin maddelerine nasıl ki ihtiyaç duymakta ise bitkilerde büyüyüp gelişebilmeleri için azot, fosfor, potasyum gibi ana, demir, çinko, magnezyum, bor, v.s. gibi mikro bitki besin maddelerine ihtiyaç duymaktadır.




Bitkiler, eksik besin maddesi ihtiyacını gübrelerden karşılamaktadır. Gübre, ürün verimi üzerinde % 50 ye varan oranlarda artışa sebep olmaktadır. Görülüyor ki iyi bir ürün hasadı için çiftçi, gübre kullanmak mecburiyetindedir.



Ürün maliyetleri içerisinde kimyevi gübre masrafları, yaklaşık %15 – 20 lik bir oranı kapsamaktadır.




Son yıllarda dünya enerji fiyatlarındaki artış ve ülkemiz sanayi kuruluşlarının kapanmasına paralel olarak kimyevi gübre fiyatlarında önemli artışlar olmuştur.




Devlet, izlediği destekleme politikalarıyla çiftçiye destek olmaya çalışmaktadır. Ancak gübre fiyatlarının son yıllardaki hızlı yükselişi karşısında bu desteklemeler çok yetersiz kalmıştır. Bu nedenle destekleme politikaları gözden geçirilmeli, yeni stratejiler belirlenmelidir.




Devlet desteği, geçmiş yıllarda olduğu gibi direkt üretim desteği adı altında üretici kuruluşlara verilmeli ve/veya hammadde girdileri (doğal gaz gibi) belli oranlarda sübvanse edilmelidir.



Böylece üretim desteklenmiş, ülke sanayisi canlanmış, yurt dışına döviz çıkışı engellenmiş, insanımıza yeni iş sahaları açılmış olacaktır.




Avrupa Birliği, antidamping yasalarıyla gübre sektörünü Doğu Bloku ülkelerine karşı koruma altına almıştır. Bazı Avrupa Birliği ülkeleri, tarımda kullanılan girdileri (bilhassa doğal gaz) tarımsal sanayinin ayakta durabilmesi ve tarım ürünlerindeki maliyetlerin azaltılabilmesi için sübvanse etmektedir. Avrupa Birliği ülkeleri sosyal devlet anlayışı gereği bunu yapmaktadır.




Sanayisi gelişmekte olan ülkemizde ise, kimyevi gübre hammadde fiyatlarının (bilhassa doğal gaz) tamamen serbest piyasa şartlarına bırakılması neticesinde, üretici kuruluşlar kapanmış, yeni işsizlikler ortaya çıkmış, kimyevi gübre fiyatları aşırı artmıştır.




Bölgemizde, yakın zamanda sahasında ülkemizin tek üretici firması olan bir kuruluşumuz, devletin “sosyal devlet” anlayışı gereğini yerine getirememesinden dolayı üretim yapamaz hale gelmiştir. Türk çiftçisi, ithal gübre kullanımına mecbur bırakılmıştır. Bu alandaki kimyevi gübre fiyatları “nasıl olsa Türkiye’de üretim yapılmıyor mecburen bizden alacaklar zihniyetiyle” % 50 ye varan oranlarda artmıştır. Bugün hiçbir tarımsal üründe bu kadar taban fiyat artışı olmamıştır.




Hayatımızın her alanına sokulmaya çalışılan AB müktesebatını ,”büyüklerimiz” öncelikle sanayide örnek almalıdır. Nasıl ki AB ülkeleri, tarımsal sanayiyi sosyal devlet anlayışı içerisinde destekliyor ise benim ülkemdeki anlayış da aynı doğrultuda olmalıdır.




Önceliğimiz, insanımızın karnını doyurmak, refah düzeyini artırmak olmalı. TCK.301 maddesi değil.



14.11.2007

Devamını Oku...

Eğitim, Yine Eğitim


Geçen akşam, Otel Asya’daydık. Aydınlar Ocağı’nın aylık periyotlarla gerçekleştirdiği “Söz Sırası Gençlerde” toplantısının davetlisiydik. Konuşmacı, iki yıl öğretmenliğini yaptığım genç eğitimci adayı Hilal Barlak’tı. Hilal, bizi “Eğitim Ailede Başlar” başlıklı sunumuna konuk etmişti. Sunum, kısa; ancak özlüydü. Konuşmacının heyecanı ve katılımcı sayısı yüksekti. Konuşmacı da davetliler de işin önemine inanan, duyarlı kişilerdi. Sunum sonunda Kocaeli Aydınlar Ocağı’nın başkanı Sayın Ahsen Okyar’ın zarif çağrısı üzerine ben de görüşlerimi salondakilerle paylaşma imkânı buldum:




Eğitim denen etkinlikte çocuk özne değil, nesnedir. Biz daha çok, belki kolayımıza geldiği için, nesne üzerinde yoğunlaşıyoruz. İstediğimiz sonucu alamayınca nesneden yakınıyoruz. Çuvaldızı kendimize batıralım. Her birimiz bazı zevklerimiz, ihtiyaçlarımız için, müzik kursu, resim kursu, boyama kursu, yabancı dil kursu gibi kurslar almışızdır. Peki, kaçımız evlenmeden önce aile kursu aldı, kaçımız çocuğumuz olmadan önce çocuk bakımı ve yetiştirme kursu aldı veya bunlarla ilgili bir kitap okudu? Sanırım, vereceğimiz cevap olumsuz olacaktır.



Kuracağımız aile, yetiştireceğimiz çocuk, bu zevklerimizden daha mı önemsiz? Yetkin olmayan bir özne, nesneyi nasıl yetiştirsin? Bir de şöyle diyelim: Saksıdaki çiçeğimizin, bahçedeki patatesimizin, tarladaki fındığımızın bakımı için ayırdığımız zamanı çocuklarımıza ayırıyor muyuz? Tarlaya bir patates, bir soğan için yılda en az üç kez giderken çocuğumuzun eğitim aldığı okula kaç kez gidiyoruz, öğretmeniyle kaç kez görüşüyoruz? Vereceğimiz cevap, buruk bir tebessüm olacaktır. Sonra, eğitimde, birden sonuç almak mümkün değildir. İnsan, dünyanın en zor eğitilen varlığıdır. Bu bir süreçtir. Saygın olmak isteyen birileri, bir gün devrin saygın bilginlerinden birine gider. Ona, kendisi gibi saygın ve bilge biri olmak istediğini söyler. Bilgin: “En az üç üniversite bitirmelisin.” der. Gelen bu kişi, tavsiye üzerine, üç üniversite bitirip yıllar sonra tekrar gelir. Ona: “Ben şimdi sizin gibi saygın ve bilge sayılır mıyım?” der. Aldığı cevap şudur: “Hayır, üniversitenin birini anneannen, diğerini annen, üçüncüsünü sen bitirecektin.” der. Eğitim, nesiller boyu sürecek ciddi bir iştir. Burada tercihin anneler üzerinde yoğunlaştığına da dikkat etmeliyiz. Eğitim, aynı zamanda bir sabır işidir. Her insan bir dünyadır. Eğitimin yöntemi, eğitilecek kişiye göre değişir.


Bir iş adamı, yılların yorgunluğundan sonra, ahir ömrünü rahat geçirmek için şehrin gürültüsünden uzak genişçe bir ev alır. Amacı sakin bir hayat sürmektir. Bir süre sonra evin arka tarafında bir okul olduğunu fark eder. Öğrencilerden birkaçı evlerine dönerken çöp kutusuna taş atarlar. Çıkan gürültü iş adamını rahatsız eder. Buradan taşınması mümkün değildir; eve çok para ödemiştir. Düşünür, bir gün tespit ettiği çocukları çağırır. Onlara: “Siz çok şirin çocuklarsınız, çöp kutusuna attığınız taşların çıkardığı seslerle eğleniyorum, sakın bunu ihmal etmeyin, her gün atın, ben bunun karşılığında size hafta sonu her birinize beşer dolar vereceğim.” der. Çocuklar, bu teklife pek sevinirler. Zaten bu işi yapmaktadırlar, beleşten beş dolar kazanacaklardır. Bir hafta çöp kutusuna zevkle taş atarlar, paralarını alırlar. İkinci hafta işadamı, çocukları çağırarak: “Size çok teşekkür ediyorum, ancak benim gelirimde bir azalma oldu, size verdiğim paranın ancak yarısın verebileceğim.” der. Çocuklar homurdanırlar; ama: “Olsun, nasıl olsa zahmetsiz kazanılan bir para.” derler. Üçüncü hafta geldiğinde iş adamı çocuklara mali sıkıntıya düştüğünü; her birine hafta sonunda ancak birer dolar verebileceğini söyler. Bunun üzerine çocuklar iyice öfkelenir: “Bir dolara bu iş yapılmaz.” diyerek taş atmaktan vazgeçerler. İş adamı, sabra dayalı bilgece bir yöntemle amacına ulaşmıştır.




Benden sonra, diğer katılımcıların da eğitimle ilgili görüşlerini paylaşmaları zenginlik oluşturdu. Gelişen teknolojinin, özellikle gençleri hitabet özürlü yaptığı bir dönemde böyle programların yapılmasının çok yararlı olduğunu ifade etmek zorundayım. Kocaeli’nin, gençlerimizin, ailelerimizin, ülkemizin, insanlığın buna ihtiyacı var.



11.11.2007

Devamını Oku...