28 Ocak 2008 Pazartesi

Alternatif Enerji Kaynağı Olarak Bor

Günümüzde enerji gereksiniminin %80'i fosil yakıtlarından (petrol, doğal gaz ve kömür) karşılanıyor. Ancak fosil yakıtların giderek artan miktarlarda kullanımı yerel, bölgesel ve küresel ölçeklerde çevre kirliliğine neden oluyor. Fosil yakıtlar çıkarılmalarından taşınmalarına, işlenmelerine ve son kullanımlarına kadar geçen tüm süreçlerde çevre üzerinde pek çok olumsuz etkiye sahipti. En önemli etkiyse yanma şeklinde olan son kullanım sırasında görülüyor. Bunlar yanma ürünü olan CO2, SO2, NO2, hidrokarbonlar, kül, katran vb. bileşikler. Ayrıca atmosferik tepkimelerle fotokimyasal oksidanlar, asit aerosolleri gibi ikincil kirleticilerin de oluşumuna neden olur.

Fosil yakıtlarla ilgili bir diğer darboğaz da, gittikçe azalıyor olmaları. Petrol ve doğal gazın bilinen rezervleri 8x1021J ve bugünkü tüketim hızıyla 40 yıl sonra bitmesi bekleniyor. Kömür rezervleri daha çok (20x1021J bilinen 150x1021J olası) ama bunlar›n da çevresel etkileri daha olumsuz. Bu nedenlerle bol bulunan ve çevreye olumsuz etkileri daha az olan yeni enerji kaynaklarına yönelmek zorunlu hale geliyor. Fosil yakıtların çevreye verdikleri zararlardan ve rezervlerinin azalmasından dolayı yeni enerji kaynaklarına ihtiyaç duyulmakta, enerji ihtiyacını karşılayabilecek yeni kaynaklar aranmaktadır. Aranan bu yeni enerji kaynaklarının temiz ve yenilenebilir olması üzerinde durulan bir konudur. Yenilenebilir kaynaklı enerji üretimi süreci karbon bağımsız olması, diğer bir ifadeyle atmosfer kirliliğine sebep olmaması nedeniyle bu kaynaklar temiz enerji olarak sıfatlandırılmaktadırlar.  Yenilenebilir enerji kaynakları arasında hidrolik enerji, jeotermal enerji, biokütle enerjisi, deniz kökenli enerji, rüzgâr enerjisi sayılabilir. Ancak bu kaynaklar son kullanım için uygun değildir. Bir “ara enerji taşıyıcıya” gereksinim vardır. Hidrojen, ara enerji taşıyıcı olarak kullanıldığında bor devreye girer. Kuvvetli indirgen özelliğe sahip bir bor bileşiği olan sodyum bor hidrür (NaBH4), günümüzde kağıt hamurunun ağartılması›, çözeltilerden değerli metallerin (alt›n, gümüş vb.) geri kazanılması, at›k sulardan ağ›r metallerin (kadmiyum, cıva vb.) giderilmesi, vitamin, antibiyotik vb. bazı organik kimyasallar›n üretilmesi gibi pek çok alanda ticari olarak kullan›l›yor. Sodyum bor hidrür, bir katalizör varlığında su ile tepkimeye girerek hidrojen gazı üretme özelliğine sahip.

21.yüzyılın en güçlü ve çevre uyumu açısından alternatifi hâlihazırda olmayan, özellikle yakıt pili sistemlerinde, temiz bir enerji yakıtı olarak hidrojen karşımıza çıkmaktadır. Fakat hidrojen temininde kullanılabilecek her yenilenebilir ve temiz enerji kaynağının farklı çevresel etkilere ve sorunlara neden olmayacağı söylenemez. Bu noktada karşımıza hem NaBH4 (sodyum bor hidrür bileşiği) ile hidrojen kaynağı olabilen hem de kendinden enerji elde edilebilen elementler arasında birinci sırada yer alan bor elementi çıkmaktadır. Bor gerek hidrojen temininde kullanılabilen gerekse kendinden enerji elde edilebilen temiz ve yenilenebilir bir enerji kaynağı olarak şimdiden geleceğin petrolü unvanını kazanmıştır. Bor bu nedenle önemini                                                          ticari önemle durulmaktadır. Bunlar;

  • hidrojen taşıyıcısı olarak bor mineralinden faydalanma,
  • hidrojenden daha iyi bir enerji hammaddesi olması,
  •  füzyon reaktörlerinde yakıt olarak bor kullanımı.

olarak sayılabilir. Yakıt pilleri üzerinde yapılan çalışmalar bor mineralini ön plana çıkarmış ve ticari olarak kullanılabilirliği üst seviyede kanıtlanmıştır. Bor’un belli koşullar sağlandığı zaman yüksek derecede patlama ve yanıcılık özelliği gösterdiği ve bu reaksiyonun ekzotermik bir tepkimedir. Aynı zamanda gaz emisyonu da olmamaktadır. Bu özellikler sağlanarak A.B.D.’de bor sıvı bileşikleri askeri jet yakıtı olarak kullanılabilmektedir.

Normal şartlar altında patlama, tutuşma, yanma ve infilak etme gibi riskleri olmadığı için güvenlidir, bor yakıtlarının hidrojen gibi kalın bir tank içinde soğutularak tutulmasına da gerek yoktur. İplik yapısıyla makara üzerinden sistemi besleyebilir. Bu özellik taşıma ve saklama kolaylığı sağlar. Bor 200 oC altında sertleşmektedir. Böylece hidrokarbon bir tankta toplanabilmekte veya preslenerek külçeler şeklinde saklanabilmektedir. Bor diğer alternatif enerji kaynakları olan hidrojen, lityum, karbon, magnezyum ve alüminyum ile karşılaştırıldığı zaman 1 GJ enerji elde etmek için oksitlenmesi gereken yakıt miktarı açısından 18,30 kg, yakıt hacmi açısından 7,82 l, kül miktarı açısından 58,92 kg, kül hacmi açısından 23,1 l, yakıt tank hacmi açısından 139,9 l ve yakıt tüketimi açısından bor  yakıt hacim 32,3 l miktar 54,9 kg, atık bor hacmi 97,6 l, miktar 176,8 kg ile optimize edilmiş gibi en verimli sonuçları vermektedir.  Nitekim 1 L hidrojende 8.03 MJ enerji varken, bu 1 L borda 92.77 MJ değere ulaşır.  Bu da borun hidrojenle kıyaslandığında hiç şüphesiz daha üstün olduğunu gösterir.

Günümüzde Bor ürünleri tıp ve cam, kimya ve deterjan, seramik ve polimerik maddeler, metalürji ve inşaat, gıda ve tarım gibi alanlara ek olarak uzay ve hava araçları, askeri araçlar, füzeler, radarlar, iletişim teknolojileri, nano teknolojiler ve enerji olmak üzere birçok alanda kullanılmaktadır. Örneğin, Bor’un kimi özel bileşikleri, bilgi teknolojilerinde kullanılan süper iletkenler ve mikroçiplerde kullanılarak bunların verimi ve kullanışlılığı arttırılmaktadır, elektrokimyasal enerjiyi elektrik enerjisine çeviren yakıt pillerinde sodyum bor hidrürün suyla tepkimeye girmesi sonucu açığa çıkan hidrojen kullanılabilmektedir. En yaygın olarak kullanıldığı cam sanayinde camın ısıyla genleşmesini önemli ölçüde indirgemekte; titreşim, yüksek ısı ve ısı şokuna karşı dayanıklılık sağlamakta ve böylece camın genel olarak dayanıklılığını arttırmaktadır. Bu tip uygulamalara örnek olarak evlerde kullanılmakta olan borcamlar verilebilir. Bor bu etkilerinin yanı sıra cam eriğinin viskozitesini azaltarak daha akışkan olmasını sağlamaktadır.  Bor fiberler plastiklerde, alüminyum ve titanyuma oranla altı kat daha fazla sertlik ve yoğunluk oranı sağlamaktadır. Yüksek sıcaklığa karşı dayanıklı, esnek, hafif ve kolay üretilebilen borlu malzemeler bugün spor malzemelerinde, tekstil (kurşun geçirmez kumaşlar), izolasyon, otomotiv sanayi gibi pek çok alanda kullanılmaktadır. Boraks bileşiği suyun yüzey gerilimini azaltarak kir parçacıklarının uzaklaştırılmasını sağlarken, düşük de olsa kimi organik maddeler ile reaksiyona girip ester oluşturarak, dezenfektan olarak da kullanılabilmektedir. Bu özelliklerden dolayı sabun gibi pek çok temizlik maddelerinde kullanım alanına sahiptir. Örneğin, sodyum per borat, aktif bir oksijen kaynağı olduğundan etkili bir ağartıcı olup çamaşır beyazlatıcısı olarak değerlendirilmektedir. Son yıllarda, bileşiklerinin (borik asit, boraks, pentahidra gibi) yangın geciktirici özelliklerinden dolayı, bor düşük maliyetli selülozik yalıtım malzemesinde kullanılmaya başlandı. Bu malzemeler sadece yangına karşı dayanıklılığın yanında bakterilere karşı zehirleyici, sıçanların, farelerin ve böceklerin iştahlarını kapatıcı bir nitelik sağlamaktadır. Nötron emme gücünün fazla olması onu tek kılan başka bir özelliğidir. Nükleer santrallerde, radyoaktif maddenin bölünmesi ısının açığa çıkmasına, alfa ve beta parçacıkları, gama ışınları ve nötronların oluşmasına yol açar. Nötronlara karşı kalkan görevi görecek malzemeler arasında en etkili olanları bor, hidrojen, lityum, polietilen ve sudur. Ancak bunların çoğu ikincil gama ışınlarının oluşmasına neden olurken nötronları emme özelliğiyle bor, çok hafif bir gama ışını ve kolay emilebilen bir alfa ışını üretir. Metallerle boritleri oluşturan bor oldukça sert olmasından dolayı aşındırıcı ve ışık kıran olarak da kullanılır. Ayrıca demir-çelik endüstrisinde florit yerine kolemanit de kullanılabilmektedir.

Bor minerallerinin önemli olmasının nedeni hiç kuşkusuz içerdikleri bor elementinin kimi özellikleriyle ilişkilidir. Bor elementi, periyodik tabloda “B” simgesiyle gösteriliyor; atom numarası 5, atom ağırlığı 10,81, yoğunluğu 2,84 gr/cm3, ergime noktası 2200°C ve kaynama noktası 2250°C, siyah renkte, metalle ametal arası özelliklere sahip, metalik bir iletkenden çok, bir yarı iletkendir. Doğada tek başına bulunmuyor,  oksijenle bağ kurmaya yatkın olduğundan pek çok değişik oksijen bileşimi oluşturuyor. Değişik molekül yapılarına sahip olabilen bu bor-oksijen bileşiklerine “borat” deniyor. Borun bu özelliğinden dolayı doğada pek çok, yaklaşık olarak 230 değişik bor minerali bulunuyor. Doğada pek çok değişik bor minerali bulunmasına rağmen büyük, ekonomik değere sahip rezervler oluşturdukları yerler sayılıdır Bir borat rezervinin ekonomik değere sahip olması, bor oksit içeriğine bağlı. Ticari açıdan yaklaşıldığında özellikle şu bor mineralleri önem kazanmakta: boraks ve kernit (bir sodyum borat), üleksit ve probertit (bir sodyum-kalsiyum borat), kolemanit ve pandermit (bir kalsiyum borat), hidroborasit(bir kalsiyum-magnezyum borat) ve doğal bir borik asit ürünü olan sassolit’tir. Ülkemizin Batı Anadolu bölgesi, bor minerallerinin büyük ve ekonomik değere sahip yataklar oluşturduğu yerlerden birisi. Bu yataklar önemli bor minerallerinden kolemanit, boraks ve üleksit minerallerini içeriyor. Önemli borat yataklarının bulunduğu diğer yerlerse ABD; Güney Amerika’da Arjantin, Boliviya, Peru ve Şili; Çin ve Rusya. Batı Anadolu’daki dünyanın en büyük boraks cevherini Eskişehir’in Seyitgazi ilçesin Kırka bucağında çıkarılmakta. Dünyadaki toplam boraks rezervinin büyük bir bölümünü içinde barındıran bu cevher, Eti Holding A.Ş.’nin bağlı ortaklıklarından Eti Bor A.Ş. tarafından işletiliyor. Açık ocak yöntemiyle çıkarılan bu dev boraks madeni, kirli beyaz renkte dir. Burada boraks cevherinin üç değişlik tiptedir. Camsı, bileşik (kil, kum gibi başka malzemelerle karışık) ve tabakalı yapıda bulunmaktadır.

Türkiye, dünya bor rezervinin %63’üne sahip ve dünyanın ham bor ihtiyacının %95’ini karşılamaktadır. Türkiye’nin sahip olduğu bor madenleri tek başına 400 yıl yetebilecekken en yakın takipçimiz olan ABD ve Rusya’nın bor madenleri 77 yıl yetebilecek kapasitededir. Fakat 1.2 milyar dolarlık dünya bor pazarından elde edilen gelir %20-22 civarındadır. Uluslararası madencilik şirketi Rio Tinto’nun alt kuruluşu olan US Borax’ın pazar payı ise %70 civarındadır. Oysa Eti Holding ile US Borax dünya bor pazarının %75 ine sahiptirler.

Devamını Oku...

Bir Yönetim Tekniği Olarak Korku


Güvensizlik esasına dayanan bir yapılanma içindeki sosyal organizasyonlarda korku bir yönetim tekniği olarak kullanılmaktadır. (Sosyal organizasyonlardan kastımız şirket, aile, siyasi partiler, sendikalar, resmi ve özel kuruluşlar ile tüm sivil toplum örgütleridir.)


Otoriter bir yönetici çoğu zaman eline geçirdiği yönetme yetkisini, yönettikleri üzerinde korku yaratan bir güce çevirir.


Korku yaratan gücün örneklerini çokça görüyoruz. Bu bazen, devlet erkini hasbelkader ele geçirmiş bir Bakanın, alanında isim yapmış bir bilim adamını herkesin içinde paylamasıyla tezahür eder. Bazen aile fertlerini korkudan tir tir titreten bir babanın davranışı olarak dikkatimizi çeker. Bazen de hakaretten, işten atmaya varan ceza yöntemlerini uygulayan ceberut bir patronda örneğini görürüz.



Bu yöntemin sadece ahlaki açıdan sakıncalı olmadığı, aynı zamanda ekonomik bir yönetim tarzı da olmadığı artık genel kabul gören görüş. Korkunun yönetim tarzı olarak kullanılması aynı zamanda motivasyon (isteklendirme) açısından da yanlıştır.


Hürriyet Gazetesinin İK Ekinde yer alan bir yazıda bildiriliyor. “L’Expansion.com sitesinin yaptığı araştırmaya göre uzmanlar hemfikir: Sevilme-takdir beklentisi, cezalandırılma-eleştirilme korkusundan daha itici ve yapıcı bir güç.”


Mesela bir şirketteki korkudan bahsederken ifade etmek istediğimiz korku türü, "psikolojik". “İstenen satış rakamına ulaşamamaktan korkan pazarlamacının, işsiz kalma endişesi duyan sekreterin, arkadaşları tarafından dışlanan grafikçinin, patronun karşısında yapacağı sunumun beğenilmeyeceğini düşünen yöneticinin korkusu.”


“Başarısızlık, eleştirilmek, dışlanmak, mahcup olmak; çalışma hayatında korkmak için sebep çok. Ve korku, işyerinde yaşadığımız duygular arasında en güçlü, en etkili ve en toksik olanı. İşyerinde yaşanan korku çeşitlerini üç ana kategoride toplayabiliriz: sosyal yargı korkusu (topluluk önünde konuşmak, mülakat vs), başarısız olma korkusu ve belirsizlik korkusu. (işsizlik, iş değiştirme, taşınma)


Benzer durumun kamu veya özel diğer kurumlarda da olduğu muhakkak.


Mensuplarının bu ve benzeri korkuları yaşadığı bir kurumda verimlilik mümkün müdür? Yukarıda bahsettiğimiz insan tabiatından kaynaklanan bazı korku türleri, bazen “bireyin enerjisini harekete geçiren ve belleğini güçlendiren bir yakıt” bile olabilir. Yeter ki, “kişi korkusuyla barışmayı;  korkmaktan korkmamayı ve utanmamayı” becerebilsin.


Ancak yönetici ile mensupların birbirlerine güven duymaması sonucu, bir yönetim tarzı olarak korkunun kullanıldığı kurumlarda sürekli verimliliği sağlamak mümkün değildir.  “Sakat bir atı kırbaçlayarak bir süre koşmasını sağlayabilirsiniz, ancak uzun bir süre değil.” Birinci sınıf jokeylere bakınız. Onlar kırbaç kullanmak yerine, atıyla adeta bir bütün olarak, duygularını paylaşarak onları yönetirler.


Peki ya ailede, eşler arasında bir güvensizlik söz konusu ise.. Eşlerin birbirini izlemesi, şüphelerini haklı çıkaracak deliller bulmaya çalışması ve her fırsatta güvensizliğin dışa vurulduğu çatışmalar başlar. Taraflardan biri diğerini korkutmak suretiyle gücünü göstermeye çalışır. Dövme, eve kapatma, fiziksel ve psikolojik baskılar, “ben de seni aldatırım” türü şantajlar..


Ailede çocuklar ile ana-baba arasında da güven duygusu oluşmadığında yine genellikle başvurulan yol korkutmaktır. Korkutmak suretiyle çocuklarını istediği gibi eğitebilen, davranışlarını yönetebilen bir baba veya anne gördünüz mü?


Kurumlarda güvenilirliği sağlamak için öncü rol oynayan insanlara bakınız. İster resmen kurumun başında bulunsun, isterse resmi sıfatı olmamasına rağmen davranış ve tutumlarıyla, liderlik yapan kişilerin en önemli vasfının dürüstlük olduğunu görürsünüz.


Güvenilir olanlar, güven duyabilecekleri ilişkiler yaratırlar.


Sevgi ile verenler, “bir mümin imanı ile” içinde bulunduğu kuruma kendini “adamış” olanlar sıradan yöneticiler değildir. Onlar liderdir. Sıradan yöneticilerin başvurduğu korku ile yönetme tarzına başvurmazlar.


Devamını Oku...

25 Ocak 2008 Cuma

Cer Hocası ve İncir Ağacı

Özellikle köy camilerinde eskiden kadrolu imam pek bulunamadığı için, “cer hocası” denilen bazı kişiler bu görevi yaparmış. Cer hocaları yaptıkları görev karşılığı maaş alamadıkları için köylülerin verdiği para veya erzakla geçimlerini sürdürürlermiş.

1960 lı yıllarda yaşanmış bir olayı aktarmak istiyorum. Gençlik yıllarında aldığı geleneksel eğitimle hocalık yapabilecek bilgilere sahip Ali Efendi, bırakın hocalık yapmayı zamanla yoldan çıkmış, kumar oynamak gibi bazı kötü alışkanlıklar edinmiş.

Zaman zaman kumarda kaybedince parasız kalan Ali Efendi para kazanabilmek için uzak köylere gider, cer hocalığı yaparmış. Bu alanda çok yetenekli olduğu için köylülerin cömert yardımlarına muhatap olurmuş.

Bir gün yine bu maksatla gittiği köy camiinde hutbeye çıktığı zaman bir de ne görsün? Cemaatin içinde onun nasıl bir hayat yaşadığını, kumar alışkanlığını ve yaşantısını bilen tanıdığı bir adam var. Ali Efendi’nin foyasının ortaya çıkması kesindir.

Ali Efendi hemen konuşmasına başlar: “Ey cemaat, siz incir ağacını bilir misiniz?” Cemaat başını sallayarak onaylar. “Bu incir ağacının bilirsiniz ki hiçbir yerinin hatta gölgesinin bile herhangi faydası yoktur. Çünkü reçine akıttığı için altında oturamazsınız.”

“İncir ağacının yaprağını düşünün. İncir yaprağını da ne yemek ne de başka bir maksatla kullanamazsınız. İncir ağacının dalları ve gövdesi de bir işe yaramaz. Bunlardan ne kereste olur, ne de yakacak odun.”

“Fakat kendisi hiçbir işe yaramayan bu ağaçtan öyle nefis, öyle leziz bir meyve çıkar ki, yemeye doyum olmaz. Bu meyve o kadar değerlidir ki, Kur’an-ı Kerim’de ismi zikredilmektedir.”

“Ey cemaat işte ben o incir ağacıyım.”

“Benim kendi özel hayatıma bakmayın, benim ilmime değer verin” mesajını veren bu veciz konuşmadan sonra, köylüler Ali Efendi’ye yine cömert yardımlarını yapmış. İlçeye cebi olarak dönen Ali Efendi, kendisini karşılayan kumar arkadaşlarıyla hemen masaya oturmuş ve bütün paraları kaybetmiş.

Çocukluğumda ilçemde yaşanmış bu hikâyeyi hatırlamama sebep, iktidar partisinde aktif siyasetin içinde yer alan bir dostumun söyledikleri:

“Türk insanı seçimlerde büyük bir heyecanla oy veriyor, seçimlere katılma oranı genelde yüksek oluyor. Ancak seçtiklerimizi denetleme gibi bir alışkanlığımız yok. Oysa ister hükümet, ister belediye yönetimleri bizim günlük hayatımızı ve geleceğimizi ilgilendiren o kadar önemli ve kritik kararlar alıyorlar, bizim paramızı, bizim kaynaklarımızı harcıyorlar, çoğu zaman yapılan olumsuzlukların farkına bile varmıyoruz.”

Toplum menfaatini en üst düzeyde koruması için görev verdiklerimizden bazıları, bulundukları makamların imkânlarını kendilerinin ve yakın çevrelerinin güç ve zenginlik kazanması için kullanıyorlar.

Hatta “kendi şahsi menfaatlerini yabancıların menfaatleri ile birleştirenler” bile olabiliyor.

Daha da esef verici olanı, emanete hıyanet içinde olanlardan bazılarının ağzı iyi laf yapıyor, bizim hassas noktalarımızı çok iyi kullanıyor. Bizleri tekrar tekrar kandırabiliyor.

Yoldan çıkmış Ali Efendiler günümüzde de yaşamaya devam ediyor.

Vatandaş olarak bize düşen, kamu imkânlarını emanet ettiğimiz insanları denetlemek, yoldan çıkmış Ali Efendilere itibar etmemek.

Devamını Oku...

24 Ocak 2008 Perşembe

Lüks Hayat!

Geçen haftaki yazımda sizlere genel olarak bahsetmiştim; ülkemizde "sosyete" olarak tabir edilen ve Batı tarzına yakın yaşam stilini benimsemiş, lüks markaları kullanan, toplumun az bir kesimini oluşturan sosyal tabaka bugün belki de modernleşmenin yeni tezahürü olarak zengin muhafazakâr kesimde de yer bulmaktadır.

Tabii muhafazakar kesimdeki sosyetiklik Doğu tandanslarına yakın hatta denilebilir ki Arap sosyetesine uygun bir biçim seyretmektedir. Arap dünyasındaki sosyetik tiplere baktığımızda çoğunun Batı eğitiminden geçip şekil olarak geleneksel Arap kültürünü yaşattıkları hepimizce malum olan bir durumdur.

Aynı şekilde ülkemizdeki yeni sosyetik muhafazakar kesimin de eğitimini Batıdan alıp şeklen Doğulu olarak yaşadığı görülmektedir. Bilinen lüks markaları kullanan bu kesimin yaşadığı lüks yaşam ise diğer sosyete mensuplarından kendilerini ayıran en önemli fark olan temsil ettikleri "İslami kimliğe" ters düşmektedir.

Çünkü İslam sosyal bir dindir ve İslamiyet'te toplumdaki sosyal tabakalar arası uyuma çok önem verilmiştir. Zekat ibadeti bunun en açık delilidir. Hele bizim gibi gelişmekte olan toplumlarda gelir seviyesi düşer, alt ve üst tabakalar arasındaki fark gittikçe artarken bir kesimin en azı 850 Euro olan ayakkabı giymesi hem dinen hem de ileride toplumda sosyal patlama yaratma ihtimalinden dolayı sakıncalıdır.

Nitekim geçmişte Batı ve Doğu toplumlarında yukarıda izah ettiğim sebeplerden kaynaklanan birçok olay meydana gelmiştir. Ne var ki bizim geçmişimize bakıldığında yöneten kısmın lüks tüketimine dair halk arasında bir isyan çıkmamıştır. Çünkü bizim örfümüz gereği de gösteriş son derece ayıp sayılmıştır.

Söz konusu örfün bir yansıması olarak dönemin Batı ve Doğu saraylarıyla Topkapı sarayı kıyaslandığında Topkapı sarayının ne kadar sade olduğu malumdur. Mesela Fransa'daki Versay Sarayı veya Rusya'daki Kremlin sarayı yanında bizim saraylar son derece sade kalmaktadır. Aynı şekilde kılık kıyafette de ecdatta aynı sadelik mevcuttur. Yani bizler için önemli olan "şekil" değil "öz"dür.

Bir diğer örnek olarak, çok enteresandır, eski Türklerde (hatta bu ritüeli Osman Bey'in de yaptırdığı söylenir) yılın belli zamanında yöneticiler evlerini halka açarak halkın buradan istediği şeyi almasına müsaade ederlermiş. Yani bir nevi göz hakkı gibi algılanabilecek bu uygulama yönetenin halka bakış açısını yansıtması bakımından ayrı bir önem arz eder.

Bugün dünyadaki sermayenin serbestçe dolaşması her ülkede yeni sınıfların oluşmasına, zengin ve fakir arasındaki uçurumun giderek artmasına sebebiyet vermektedir. Nitekim yapılan araştırmalar 21. yüzyılın önemli sorunlarından biri olarak bahsettiğimiz durumu belirtmektedir.

Diğer taraftan günümüzde iletişim ağının yaygınlığı toplumları lüks tüketime hızla yöneltmekte; bu durum özellikle gelişmemiş ve gelişmekte olan toplumlarda çeşitli yönlerde cereyan eden sosyal hareketliliklerin ortaya çıkmasına sebebiyet vermektedir.

Umarım milletimiz geçmişine sahip çıkarak örfünde yer alan "sadelik" temelli anlayışına ve dininde bulunan "israf" prensibine özen gösterir. Çünkü bugünkü durum geçmişte yaşanmamış fakat gelecekte yaşanabilecek toplumsal kaosun habercisi niteliği taşımaktadır.

İyi haftalar!...

Devamını Oku...

Sayın Sirmen'in Mücadelesi

"Sefa Sirmen'in İl başkanlığı Büyük şehir yarışının startıdır." Ben böyle düşünüyorum.

Bu düşüncemden hareketle gerek Sayın Sefa Sirmen'in İl başkanlığını, gerekse yerel seçim mücadelesini kendi kafamda seslendirmek ve yorumlarımı sizinle paylaşmak istiyorum.

Önce şunu söylemeliyim ki sayın Sefa Sirmen İl başkanı olmaya mecbur edilmiştir. Aslında yerel seçimlere yakın bir zamanda gücünü bölmeyi hiçbir siyasetçi istemez. Akıllı kaptan ise gelecek fırtınayı kuşların kanat çırpışından anlar. Sefa bey de on ikiye beş kala kazık yiyeceğini, hem de sivrilttiği kazıkların kendisine batacağını anlamıştır. Ben inanıyorum ki CHP'nin bazı kaşarlılarının Sefa Sirmen'i aday yapmaya niyeti yoktu. Bazıları da iktidar karşısında yegane mücadele verebilecek kişinin de Sefa Sirmen olacağını çok iyi biliyordu. Çift taraflılar hariç mücadele bu iki gurup arasında geçti. Sayın Sirmen adaylığı ile bir taşla iki kuş vurmuş oldu. Birinci yaptığı hiç kimseye müdana etmeden kendi göbeğini kendisinin kesmesidir. İkinci yaptığı ise çıkacağı zorlu mücadele yürüyüşünde arkasındaki Brütüsleri görmesidir.

Sayın Erenkaya'nın Belediye Başkanı olduğu dönemde Ben ANAP'tan rakibi idim. Açıkça söyleyebilirim ki; şayet sayın Sefa Sirmen Büyükşehir Belediye Başkan adayı olmasa idi, sayın Hikmet Erenkaya'nın Saraybahçe'yi kazanabilmesi mümkün değildi. Sayın Erenkaya'nın siyasi istikbalinin mimarı Sayın Sefa Sirmen'dir.Buna rağmen sayın Sirmen'in karşılaştığı tablo siyasetin bir cilvesidir. Bu sözlerim Sayın Fikret Toker içinde geçerlidir.

Eğer Sefa Sirmen'i tanıyorsam biliyorum ki o bunları hafızasına depo etmesine rağmen yürüyüşünde hiç dert etmeyecektir. "Siyasette mücadele vardır, fakat düşmanlık yoktur." düsturunu özümsemiş az insanlardan biridir. Bu yönünü yaşayarak öğrenmiş bir kişiyim.

Sefa Sirmen için İl başkanlığı zaruretten alınması gereken bir kale olmasına rağmen, çıkacağı yolculukta bu kale onu hedefe taşımaya yetmeyecektir. Önünde iki zorlu mücadele vardır.

Birincisi kendi partisinden genel merkez bazında gelecek çelmeleri aşmak için verilecek mücadele. İkincisi yorucu ve o derece sıkıntılı yolculukta yanında taşıyacağı güvenilir yandaşları iyi tespit etmek için verilecek mücadele. Bu mücadele İl başkanlığı mücadelesinden zordur. Çünkü bu mücadele oy ile olmamaktadır. Demokratik bir mücadele değildir. Profesyonellere karşı verilecek bir mücadeledir. Çünkü "genel başkanlığı gündeme gelmiş bir adam tehlikeli adamdır. Önü kesilmesi lazımdır." argümanı işletilmeye başlatılacaktır.

Bütün bu oyunların sahneye konmasından sonra Sayın Sirmen CHP den Büyükşehir Belediye Başkan adayı olursa 2.0 galip olacaktır. Sayın Sefa Sirmen in çıkışı Ak Parti den sayın İbrahim Karaosmanoğlu'nun adaylığını zorunlu hale getirmiştir.

Asıl mücadele ise bundan sonra başlayacaktır. Karşısında hükümetin gücü ile donanmış bir iktidar belediye başkanı. Yine karşısında iktidarın gücünü sonuna kadar kullanabilecek bir iktidar partisi yerel teşkilat kadroları. Aynı şekilde iktidarla göreve gelmiş bir kısım bürokrat ve teknokratlar. Aynı şekilde iktidara oy vermiş bir kitle. Kim ne derse desin iktidarın parasal gücü ile yapılmış yerel hizmetler.

Bütün bunlara rağmen şayet sayın Sefa Sirmen seçimi kazanırsa seçimin skoru 1-0 değildir.

O zaman seçimin skoru 10-0 olacaktır. İktidar gücüne sahip olup ta seçim kaybedenin kazanan adayın değil elini ayaklarını bile öpmekten başka yapacağı bir şey yoktur.

Bu bakımdan bu seçim çok zorlu geçecektir. Başka adaylar çıksa bile onlar çaya çerezden başka bir şey değildir. Bu konuda daha çok konuşacağız. Her ikisine o gün karşı karşıya gelebilirlerse şimdiden başarılar diliyorum.

Devamını Oku...

23 Ocak 2008 Çarşamba

Paralı Yüksek Öğretim

Türkiye ne çekmişse; hep ülkesini tanımayan, ülkesine dışarıdan bakan bazı aydınlardan çekmiştir. Bu yabancılaşmış çevreler sürekli Türkiye'yi kendisine uymayan bir kalıba oturtmaya çalışmışlardır. Neticesi hüsran da olsa; bunda ısrar etmişlerdir. Bazı siyasiler ve değişik çevreler de değişik şey söyleyen bu kişilerin peşine takılmışlar; söylediklerinde bir hikmet var zannetmişlerdir. Siyasetçiler ve bürokratlar, on kere düşünüp bir kere dikkatli konuşmak durumundadırlar.

Günümüzde tartışılan "paralı yüksek öğretim" de gerekli incelenme yapılmadan ve tartışılmadan Sayın YÖK Başkanı tarafından ortaya konulmuştur. Eğitim bir sektör gözüyle görülür. Eğitim, bir ülkenin ihtiyaç duyduğu insangücü kaynağının farklı mesleklerde ve alanlarda nitelik ve nicelik olarak yetiştirildiği bir sektördür.

Kısaca, eğitim ve eğitime ayırılan kaynaklar eğer iyi bir eğitim plânlaması yapılmışsa; farklı mesleklerde insangücü arz ve talep tablosu (açık ve fazlalıklar) dikkate alınmışsa; eğitim-istihdam ilişkileri kurulmuşsa; beyin göçünü önleyen kanallar açılmışsa; eğitim en yüksek hasıla sağlayan, artı hasıla sağlayan bir alandır. Bu açıdan baktığımızda, eğitimin yatırım fonksiyonunu ihmal edemeyiz. Eğitime önemli bir yatırım gözüyle bakmak demek; onu sadece bir maliyet unsuru ve basit bir harcama olarak görmemek demektir. Bu doğru yaklaşım eğitim hizmeti sağlayan devlete patron, hizmetten faydalananlara da müşteri gözüyle bakma yanlışından bizi uzaklaştırır.

Diğer taraftan, eğitim sektörü sadece ferdi hasıla yaratan bir alan da değildir. Ferde meslek ve gelir sağlayıcı bir faydası olmakla beraber; topluma ve üçüncü şahıslara dönük ferdin katkılarını ve yaratıcılığını da ortaya çıkarır. Bu bakımdan, kamu harcamalarının ferdi harcamalarla mukayese dahi edilemeyecek olması, ferdi hasılanın sosyal hasıladan daha yüksek olacağını ilk anda bize düşündürtse de; fert topluma dönük faydalar sağlamakta, hatta vergi mükellefi olarak kamuya dönük gelir akımı doğurmaktadır.

Eğitimde fırsat eşitliği sağlamak, alt ve orta tabaka çocuklarına eğitim yoluyla sosyal hareketliliğe uğratmak ve eğitim hizmeti vermek, kamuya Anayasaca yüklenmiş bir sorumluluktur. Devlet eğitim, sağlık ve ulaştırma dahil sosyal sorumluluklardan kendini dışlayamaz. Dışlarsa da devlet olmaz; tüccar olur. Böyle bir anlayış bizim geleneklerimize de aykırıdır. Kaldı ki; 5000 dolar olduğu ileri sürülen fert başına düşen milli gelir ortadadır. Türkiye, fert başına düşen milli gelirin 20.000 hatta 40.000 dolar olduğu ülkeleri taklit edemez. Ancak, son yıllarda iktidarın bazı kamu hizmetlerini özel sektörün bir kısmına ve bazı belediyelere devrettiği görülmektedir. Son dönemde eğitime yapılan sabit sermaye yatırımı kamuda %5,5 azalırken, özel sektör yatırımlarında kamu destekli olarak %26 artmıştır. Türkiye'de eğitim ve sağlık, vatandaşın istismar edileceği bir pazar olmamalıdır. Türkiye, sosyal devlet özelliğini yitiriyor. Ülke gerçekleri karşısında paralı yüksek öğretim, dar ve ufuksuz bir bakıştır. Yüksek öğretimde birçok yerde öğrencinize milli kimliği olan Türklüğünü hissettiremiyorsunuz ve veremiyorsunuz. Eğitim ve kültür politikalarında mutabakatlarınız net değildir. Türkiye, kararsız toplum manzarası gösteriyor. Gençler, "Sadece kendini düşün ve kurtar, ülkeyi kurtarmak sana mı kaldı" gibi sorumsuzluk örneği telkinlerle karşı karşıyadır. Milli endişe sahibi aydınlar yerine meşru-gayrimeşru fark etmeden sadece kazanıp harcamayı düşünen bir zihniyet yerleşiyor. Muhafazakârlık dahil birçok değerin içi boşalıyor. Para eden bilgi, para etmeyen bilgi ayırımları yapılıyor.

YÖK'ün uğraşacağı ve çözeceği başka önemli sorunlar vardır. Bütçeden eğitime ayırılan pay çok azdır. Yabancı dille eğitim-öğretim sorun deposudur. Türkçe'ye saygısızlık yaygındır. Devlet üniversitelerinin içi boşalmaktadır. Maaşlar alay edilecek düzeydedir. Kaliteli mezunlar asistanlığa talip olmamaktadır. Kütüphane, mediko-sosyal, internet ağı hizmetleri iyileştirilmelidir. Köklü geleneği olan üniversitelere mali kaynak aktarılmalıdır. Çalışanlara kurum kimliği (aidiyet) verilememesi, verimi düşürmektedir. Teknik cihaz, malzeme kullanımı ve bakımı sorunları vardır. Çalışan teknokent, dershane, rehberlik, sosyal tesis eksikliği vardır. Akademik ve idari kadrolar için gerçek performans ölçümleri ve buna göre ödüllendirme yetersizdir.

Devamını Oku...

Küresel Köleliğin Gönüllü Halkaları

Kölelik ne İslam öncesi ne de sonrası Türk tarihinde yoktur. İslamiyet de hitap ettiği toplumlardaki köleliği tedricen kaldırma yoluna gitmiştir. Ne var ki adı Müslüman kendi kavmiyetçi devletler eski alışkanlıklarını kolay bırakamadılar.

Birde kronik köleciler ve sınıfçılar var; sıfatıyla müsemma 'Vahşi Batı'. Onlar Kabilimsi bir medeniyetin torunları olarak hayatı sınıf çatışmalarıyla bir algıladılar ve köleliği kendi ruhlarından tüm insanlığa yaymaya çalıştılar.

Siz 1776 Amerikan Bağımsızlık Kongresi'nde veya 1789 İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nde kölelik karşıtı, eşitlikçi ve doğuştan özgürlükçü yaklaşımlar deklare edildi diye 19, 20 ve 21.yy'larda ona uyulacağını mı zannetmiştiniz?

1950'lere kadar siyahlar beyazlarla aynı otobüse bile binemiyordu. Çok şükür şimdi arka tarafta da olsa aynı vasıtada yer alabiliyorlar. 1990'lara kadar her siyasi futbolcu Wembley'de ıslıklanmıyor muydu? Hala da maymun taklidi yapılmıyor mu? Bir siyahın (Barack Obama) Amerikan Başkanlığı tepki doğurmuyor mu?

Bilincinize yediremediğiniz kuralları yazdınız diye secde edecek değiliz. Yada tersinden; sizde zaten var olan değerleri Tanzimat'la (1839) ilan ettiniz diye "Günaydın" diyecek pozisyonlara da düşmek istemeyiz. Aynı filmi (İ.Şaban filmi değil) her yüzyılda bir yemek durumunda hiç değiliz.

Kavramların karşılıkları dünyanın dört bir tarafında aynı mı? Oyunu kuranlar kavramlardan kaos üreterek mi sonuç almaya çalışıyor? Ben çağrışımlarıma güvenerek "Demokrasi: işgal, Özgürlük: kölelik, Barış: şiddet, Adalet: dayatma, Eşitlik:seçkincilik, Teknoloji: put" diye karşılıklasam kimlerle ortak dil kurmuş olacağım? Ve nereye kadar?

Asıl mesele şu: Kavramlar bize ait değil ve hafızasızız. Kamuoyu organizatörlerinin oluşturduğu gündemlerin peşinde gidiyoruz. Bir o yana, bir bu yana..

Edilgenlik, pasifizasyon, seyir ve izleyicilik insanoğlunun sürüleştiğinin bir göstergesi. Ne de olsa çoban (kovboy) koyun gütmeyi sever. Televizyon gibi bir hipnoz kutusu, futbol-magazin gibi bir süresiz oyuncak ve tüm beğenilerini inşa ettiğiniz halde "zevkler ve renkler tartışılmaz" repliğiyle özgür olduğunu sanan milyonlarca küresel köle.

Bir elektro-şok.. Bir sosyolojik kırılma.. Yada olağanüstü gelişmeler.. Yoksa yazarak, paylaşarak, tartışarak bir çıkış bulacağımız çok da olası değil.

E, sonuç: 'Söylesem faydası yok, sussam gönül razı değil.'

Devamını Oku...

Bir, Elliden Büyük müdür?


- Üstadım, bir mi büyüktür, elli mi?

- Bu, 1 ile 50'yi nerede kullanacağına bağlı.

- Yani 1, 50'den büyük olabilir mi?

- Oluyor ki soruyorsun Kertenkele!

- Üstadım, sizinle de bir şey konuşulmuyor. Size bir hava atayım, dedim; havamı hemen söndürdünüz. Ne demek istediğimi anladınız.

- Kertenkele, matematik, semboller sistemidir, bir dildir. Matematik, mutlak doğru değildir; doğruları anlatmaya yarayan bir lisandır. Bu lisana göre 50, her zaman 1'den büyüktür. Fakat sosyal bilimlerde işin rengi değişir. Bazen 1 gün, 50 günün anası olur, 1, 50'den önemli ve büyük olabilir. Çevrene bak, üniversite için hazırlık yapan pek çok öğrenci göreceksin. Bunların bir kısmı bir yılı değerlendirirken, bir kısmı da heba ediyor. Bir yılını iyi değerlendirerek yeterince hazırlık yapanlar elli yıllarını kurtaracaklar. Bir yılını israf edenler, üzgünüm ama, bundan sonraki muhtemelen elli yıllarına yazık etmiş olacaklar. Somutlaştırırsak, bir yılını değerlendiremeyenler arabanın altına girer, tamirci olur; iyi değerlendirenler arabanın üstündeki yerini alır, keyifli bir sürüş yapar. Şu halde 1 yıl, 50 yıldan büyüktür, önemlidir. Somut değerlerin büyüklüğü, ona yükleyeceğin soyut değere bağlıdır. Madde, mana ile, kemiyet keyfiyetle büyür, kıymetlenir.

- Üstadım, dediğinizi çok iyi anlıyorum. Bu, davranışlarımız için de geçerli değil mi? Sözgelimi, yanlış gibi görünen ancak yerinde ve zamanında yapılan bir davranış güzel bir sonuç doğurabilir. O davranıştan elde ettiğimiz sonuç, ona yüklediğimiz anlam, davranışın yanlışlığını yanlış olmaktan çıkarabilir.

- Kertenkele, çok güzel konuşuyorsun. Senin bildiğin bir şey olsa gerek. Anlat da dinleyelim.

- Üstadım, haddime değil; ama yeni öğrendiğim bir öykücük geldi aklıma. Bir Amerikalı işadamı ile Japon meslektaşı ormandaki bir otelde düzenlenen seminer arasında ormanda gezintiye çıkarlar. Birden vahşi bir aslanın kendilerine doğru gelmekte olduğunu görürler her ikisi de kaçmaya başlar. Kaçarken Japon aniden durur ve yere oturarak çantasından çıkardığı spor ayakkabılarını giyer. Öne geçen Amerikalı: "O spor ayakkabılarını giyince aç bir aslandan daha hızlı koşabileceğini mi sanıyorsun?" diye bağırarak kaçmaya devam eder. Ayakları hafifleyen Japon fırlar, öndeki Amerikalıyı yakalar sonra da geçer. Aslanın iyice yaklaştığını gören Japon: "Evet, ben bu spor ayakkabı ile aç bir aslandan daha hızlı koşmayabilirim; ama senden hızlı koşarım." diye bağırır.



- Bireysel gelişim adına müthiş bir öykücük. Seni kutlarım Kertenkele. Öykücükten çıkarılacak ders doğrultusunda bir yaşam kuracağını ümit ediyorum.



- Evet, Üstadım. Artık ben de aç kurtlara, vahşi aslanlara karşı yem olarak kullanılmak üzere yanımda bir Amerikalı bulunduracağım. O, beni tam kurtarmasa bile bana zaman kazandıracaktır. En iyi Amerikalı, ormanda vahşi hayvanlara yem olan Amerikalıdır.



- Kertenkele, yine kırık plak gibi takıldın. Öykücükteki sembolleri hayata aktarmanı dilerdim. Cümlelerinin bir şaka olduğunu sanıyorum.



- Üstadım, hemen de kızıyorsun. Demek, insan yaşlılıkta tahammülsüzleşiyor.



- İnsanı yaşlı kılan, ümitsizlik ve inançsızlıktır. Ben inançlarımı ve ümitlerimi hiçbir zaman yitirmedim.



- Üstadım, uzun ve verimli yaşamak için bir de stratejik hareket etmek, risklerden kaçmamak gerekiyor, diye düşünüyorum. Öykücükte Japon'un yaptığı tam bir risk örneği.



- Ancak akıllı insanlar riski artı değere dönüştürebilir. Riski kullanmada, yerindelik esastır. Riske yersiz girmek, ahmaklıktır. Japon'un burada riske girmesinin nedeni, yanında aslanı meşgul edecek birinin olduğunu bilmesidir. Biz buna riski yönetmek de diyebiliriz. Doğru yönetilemeyen riskler, krize neden olur. Japon, geçici de olsa, girdiği riskle bir rahatlama sağlamıştır, zaman kazanmıştır. Hayattaki enstrümanları iyi kullanan, riskleri iyi yöneten, krizleri kazanca dönüştüren, yaşatmak için yaşayan her bir kişi, bu niteliklerden yoksun elli, yüz, bin, milyon kişiden daha büyüktür. Biri elliden büyük yapan, içindeki manadır, taşıdığı keyfiyettir. Sen şimdi sembollere, öykücükteki simgelere takılıp kalma. Soyut anlatımı somutlaştıran ya da bizi amaca ulaştıran araçlara, ancak küçük beyinliler takılır. Özellikle Doğu kültüründe fazlaca kullanılan semboller, manayı anlamamızı kolaylaştırmak içindir.



- Üstadım, inanıyorum ki, ben de bir gün zahirde batını yani görünende görünmeyeni göreceğim. O zaman siz bana Kertenkele diyemeyeceksiniz.



- Tebrikler Kertenkele; bir kertenkele, elli kertenkeleden büyük olacak. Şimdi oldu.



Devamını Oku...

Hayat, Aslında Sevgi ve Umut Dağıtmaktır




Geçen gün bana bir e-posta geldi. Çok etkilendiğimden bunu sizlerle paylaşmak istedim. Olayın kahramanı küçük bir itfaiyeci ve bu olay gerçekten yaşanmış.




Annesi, altı yaşındaki lösemiyle savaşan Bora'ya bakarken dalıp gitmişti. Kalbi, acı içinde olmasına rağmen kararlılık duygusunun da etkisini hissediyordu. Doktorlar, Bora'nın yaklaşık bir aylık ömrü kaldığını söylemişlerdi.




Her anne gibi o da oğlunun büyümesini ve umutlarını gerçekleştirmesini isterdi. Ama bu artık gerçekleşmeyecekti. Löseminin buna fırsat tanıması olası değildi.




Oysa o, oğlunun hayallerinin gerçekleşmesini istiyordu. Bora! "Büyüyünce ne olmak istediğini hiç düşündün mü" diye sordu. "Anneciğim, ben büyüyünce hep itfaiyeci olmak istedim". Annesinin içi burkuldu ama gülümsedi…





Bora'nın dileğini gerçekleştirebilir miyim acaba? diye düşündü. Ertesi gün, Ankara İtfaiye Müdürlüğü'ne gitti. Ve orada yüreği en az Ankara kadar büyük itfaiyecilerle tanıştı.



Onlara, oğlunun son isteğinden söz etti. Ve oğlunun itfaiye arabasıyla şehirde küçük bir tur atmasının mümkün olup olamayacağını sordu. İtfaiye Müdürü, bundan daha iyisini de yapabiliriz. Eğer oğlunuzu Çarşamba sabahı saat sekizde hazır ederseniz, onu o gün şeref konuğu kabul eder ve itfaiyeci kimliğine büründürürüz. Bizimle itfaiye müdürlüğüne gelir, bizimle yemek yer, yangın söndürmeye gelir. Hatta bize Bora'nın ölçülerini verirseniz, ona üzerinde Ankara İtfaiyesi'nin ambleminin olduğu gerçek bir itfaiyeci kostümü diktirir, lastik botları ısmarlarız dedi.



Üç gün sonra, bir itfaiyeci Bora'yı aldı, ona elbisesini giydirdi ve hasta yatağından itfaiye arabasına kadar eşlik etti. Bora, itfaiye arabasına kuruldu. İtfaiye Müdürlüğü'ne doğru yol almaya başladılar. Kendini çok mutlu hissediyor ve içi içine sığmıyordu.



O gün Ankara'da tam üç yangın ihbarı olmuştu. Bora, değişik itfaiye arabalarına hatta İtfaiye Müdürü'nün resmi arabasına da binmişti.



Hayallerinin gerçekleşmesi, gösterilen sevgi ve ilgi, Bora'ya o kadar moral vermiş, onu o kadar etkilemişti ki, doktorların verdiği süre tam altı ay aşılmıştı.



Ancak bir gece Bora'nın bütün yaşam belirtileri, dramatik bir şekilde yok olmaya başladı. Hiç kimsenin yalnız ölmemesine inanan başhemşire, aile bireylerini hastaneye çağırdı. Daha sonra Bora'nın itfaiyede geçirdiği en mutlu günü hatırladı.



İtfaiye Müdürlüğü'ne telefon açıp, Bora'nın bu dünyaya veda ederken yanında özel kıyafetleri içinde bir itfaiyecinin bulunması mümkün mü diye sordu.



İtfaiye Müdürü, küçük itfaiyecinin son anlarını yaşadığını duyunca göz yaşlarına engel olamadı. Titrek bir sesle: Elbette dedi. Hatta bundan daha iyisini de yapabiliriz. Beş dakika içinde oradayız. Ancak, sirenlerin çaldığını duyduğunuzda, paniğe yol açılmaması adına yangın olmadığını, sadece itfaiyecilerin önemli bir meslektaşları ziyarete geldikleri anonsunu yapar mısınız? Ve lütfen sirenleri duyduğunuzda Bora'nın odasının penceresini açınız diye cevapladı.



Yaklaşık beş dakika sonra siren sesiyle birlikte hastaneye çengel ve merdiven taşıyan itfaiye arabası geldi. İtfaiyeciler merdiveni açtılar ve Bora'nın 5. kattaki odasına doğru yaklaştılar. Tam on dört itfaiyeci Bora'nın odasına girdiler. Annesinin izniyle onu kucakladılar ve ona, onu çok sevdiklerini söylediler.



Ölümle pençeleşen Bora, İtfaiye Müdürü'ne baktı ve; efendim ben şimdi gerçekten itfaiyeci miyim diye sordu. Göz yaşlarını belli etmemeye çalışarak; bundan şüphen mi var Bora diye cevapladı Müdür. Bu kelimelerden sonra, Bora gülümsedi ve gözlerini sonsuza dek kapattı.



Bora'nın dramından hareketle, başımızı ellerimizin arasına alıp biraz düşünelim.



Varsayalım bir arkadaşımızın bir aylık ömrü kaldığını, onunla kavga eder miyiz? Alay eder miyiz? Kıskanır mıyız? Şikayet eder miyiz? Kısacası onu üzecek en ufak bir söz veya davranışta bulunabilir miyiz? Cevabımız hayır değil mi?



Aynı şeyleri kardeşimiz içinde, anne-babamız içinde düşünebiliriz. Cevabımız yine hayır olacaktır herhalde.



Bu sorulara hayır cevabını vermek için, sevdiklerimizin bir aylık zamanının kalmasını beklemeyelim.



Yedi yüzyıldan uzunca bir süre önce Anadolu'da yaşamış Yunus Emre, bizleri sevgiye, kardeşliğe, anlayışa, dayanışmaya ve barışa çağırır ve



Gelin tanış olalım,

İşi kolay kılalım,

Sevelim sevilelim,

Dünya kimseye kalmaz



diye belirtir.



Bir büyüğüm bana, Hasan'ım, hepimizin doğrusu, yanlışı, eksiği vardır. Önemli olan doğrularla birlikte olmaktır. Eksik ve yanlışları gündeme getirerek bir yere varamayız. Birliği, bütünlüğü, sevgiyi, saygıyı sağlayamayız diye çok yerinde tavsiyelerde bulunmuştu.



Sevgi ve umut dağıtmak için geç kalmayalım. Sonradan pişman olmamak için elimizdekilerin kıymetini bilelim.



Bizleri yönetenler de bu anlayışa sahip olabilse…




Devamını Oku...

Belediyeler hizmet yeri mi, yoksa zulmet yeri mi?




Rahmetli Özal döneminde başlayan, hizmeti yakından gerçekleştirmeyi hedef alan ve nerede ise her mahalleye bir belediye kurulması çalışmaları istenilen maksadı sağlamamıştır.





Beldesine hizmet için gelen Belediye Başkanlarının bazıları kendilerine oy vermeyenleri hizmetlerden mahrum ederek intikam alma yolunu seçmişlerdir. Beldelerde hala daha devam eden kamplaşmalara sebep olmuşlardır. Bazıları ise hükümetin gücüne güvenerek ömür boyu aynı makamda kalacağını sanarak basit olaylarda bile belde insanını mağdur etmekte beis görmemiştir. Hemşeriler ve siyasi yandaşlar kayırılmış, kendine yakın olmayanın işi bir başka haftaya kalarak gerçekleşmeme sürecine sokulmuştur. Dayı ve diğer akrabalar yüzünden insanlar ve hatta kurumların üzerine gidilmiştir. Dürüstlük yapma adına en küçük eksiklikler abartılmış, pire deve yapılmıştır. Hırslarına mağlup olan belediye başkanlarından biri amacına ulaşamayınca kendisinden önce verilen ruhsatları karıştırıp, mantıksız mühür tutanakları düzenleyerek intikam girişimlerinde bulunmakta beis görmemiştir.





Bu tip mevsimlik başkanların şahsi egoları hükümetin gücüne güvenilerek öyle boyutlara çıkmıştır ki, kendilerine oy veren insanlar "keşke ellerim kırılsa idi de o gün oy kullanamasaydım" demeye başlamıştır. Bunların yanı sıra adam gibi Belediye Başkanlığı yapan vasıflı, yerinin önemini ve kutsiyetini bilen Belediye Başkanlarına da haksızlık etmek istemiyorum. Hatta onları kutluyorum. Keşke bir kez daha göreve gelseler.



İşte tam bu sırada Beldelerin birleştirilerek Belediyelerin azaltılması gündeme geldi. Çok isabetli bir karar. Çöp toplama işini bile Büyükşehir'e havale etmiş bazı belediye başkanları ne yapar diye düşünmeye başlamıştım. Bu belediye başkanlarının bir kısmı boş kalınca basında boy gösterme yarışına girdiler. Düğün, dernek, cenaze, doğum günü, açılış gibi organizasyonları kaçırmamaya özen gösterdiler. Şimdi ise koltuklarını kaybetmenin telaşındalar. Bazılarına gerçekten haksızlık ediliyor. Onlar bu söylediğim tablonun dışındalar. Beldelerine hizmet veriyorlar. Hem onlar merkezden uzaktalar. Gerçekten boşluk dolduruyorlar.




Söyleyin Allah aşkına yaptığından emin olan alt belediye başkanı dev panolarla kendi reklamını yapma telaşına düşer mi? Yapılan bir hizmet varsa zaten pahalı broşürlerle bu hizmetlerin reklamı yeterince, hatta abartılarak yapılmıyor mu?. Satılan bir hizmet mi var ki müşterisi artsın diye geniş bir reklam kampanyasına ihtiyaç duyulsun? Mantık ve insaf kuralları içinde bu milletin parasını çarçur etmeme anlayışı içinde yapılan reklam harcamasına itiraz etmiyorum. Fakat şahsi reklamı için millet kesesini kullanan anlayışı hiç doğru bulmuyorum. Bu kişiler hak hukuk ta bilmiyorlar. Sözleri ile icraatları birbirini tutmuyor.



Belediyelere bütçeler şahsi reklam için ve bu maksatla bol kepçe harcanmak için gönderilmiyor. Şayet bu kadar para gönderilmemiş olsaydı nasıl çalışınca olacaktı? Kimi bulup parasız çalıştıracaktınız? Bu kadar hizmeti kimden bedava alacaktınız?




Bu bakımdan bu tip tanıtımların tek elden olması yeterlidir. Bunu da zaten Büyükşehir yapıyor. Misalleri çoğalttıkça bu sütunlar yetmez.



Bu nedenle Belediyelerin birleştirilmesini canı gönülden onaylıyorum.. Hem lüzumsuz masraflar azalmış, hem de bazı mevkiini hazmedememiş ve tesadüfen bu mevkilere gelmiş insanlardan kurtulmuş oluruz.




Devamını Oku...

22 Ocak 2008 Salı

Benzerlik


Ülkemizde acayiplikler devam ediyor. Bu yaşadıklarımız 1400 yıl önceki Arabistan’ı hatırlatıyor. İşin garibi bunu yapanlar modernizmi savunuyor, batılılaşmayı kendilerine mefkure edindiklerini söyleyenler.


İslamiyetin doğuşunun ilk yıllarında o günkü Müslümanların ne eziyetler çektiğini biliyorsunuz. Onca zaman geçmesine rağmen günümüz Türkiye’si ile 14 asır önceki Arabistan arasındaki benzerliklerin varlığını üzülerek izliyoruz.

Bunlardan biri o günkü inanmayanlar ölülerini defnederken alkışlarla ve ıslıklara uğurlarmış, tıpkı bizdeki bazı kesimlerini günümüzde yaptığı gibi…


Bu benzerlik o kadar önemli değil, herkes cenazesini istediği gibi defnedebilir. Bizim asıl üzerinde durmak istediğimiz o günkü ilk Müslümanlarla günümüzdeki bazı Müslüman grupların yaşadıkları dramlardır.


O günlerde İslamiyeti arzuladıkları gibi yaşayamayanlar o denemin Habeşistan hükümdarı Necaşi’nin kendisi Müslüman olmamasına rağmen Müslümanlara din hürriyeti tanıması nedeniyle ülkelerini terk edip Habeşistan’a göç etmeleri ile günümüzde ülkelerinde inandığını yaşayamayan bazı önemli meslek sahipleri ile üniversite öğrenimi yapmak isteyen başörtülü öğrencilerin Avrupa’ya veya bazı yabancı ülkelere gitmek zorunda kalmaları ile arasında fark var mı dersiniz?


O zamanlarda da dinini yaşamak isteyenler ülke değiştirmek zorunda kalmışlardı. Bu günde yukarıda ifade ettiğimiz gruplar yapmak istedikleri faaliyetleri sürdürebilmek için başka ülkelere girmek zorundadırlar. Üstelik o zaman orada Müslümanların sayısı yok denecek kadar azdı. Bugün ise durum tam tersi, ayrıca o gün Arabistan da mutlakiyete dayalı bir yönetim şekli, ülkemizdeki rejimin adı ise demokrasi, o zaman orada çoğunluk azınlığa tahakküm ederken bu gün burada azınlığın çoğunluğa tahakkümü var.


Yeni Anayasa tartışmaları başlarken, günümüzde dindarlığın tehlikeli boyutlara ulaştığını söyleyenler ve bundan rahatsız olanlar gerçekten buna inanıyorlar mı? Bunlar hakikaten samimiler ise ülkenin geleceği adına endişe ediyorlarsa hep başörtülüleri sayacaklarına çıkıp bir baksınlar, modernizmin getirdiği plajlara, gazinolara ve diğer çeşitli eğlence mekanlarının sayısını on yıl öncekilerle mukayese etsinler. O zaman görecekler ki böyle bir tehlike yok, rahat olsunlar.

Devamını Oku...

20 Ocak 2008 Pazar

İzmit’teki Osmanlı Sarayı : Kasr-ı Hümâyûn







Osmanlı Sarayıİzmit Saat Kulesi’nin yanında bulunan yapı, padişahın kullanımı için yaptırılmış olan, iki katlı, küçük bir saray yapısıdır. 19. yüzyılda inşa edilmiş olan saray, bu dönemde inşa edilmiş diğer yapılarla üslup benzeşmesi göstermektedir. Yapıda neoklasik, barok ve klasik Osmanlı sanatı üslup özellikleri göze çarpmaktadır.


Bazı Osmanlı padişahlarına hizmet vermiş, birçok devlet adamı ve önemli şahsiyeti (Mustafa Kemal Atatürk, Fransız Yazar Claude Farrare) ağırlamış olan sarayın, iç ve dış yüzeyleri son derece hareketli bir görünüşe sahiptir. 




28 Haziran 1967’de Müzeler Genel Müdürlüğü tarafından, müze olarak düzenlenmiş olan yapı, bu hizmetini uzun yıllar sürdürmüştür. 17 Ağustos 1999 depreminde büyük ölçüde zarar gören yapı, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından 2005 yılında restore ettirilmiştir.


Mimari Özellikler ve Süsleme Unsurları       


 


Yapının giriş kısmında dışarıya taşkın portal uygulamasına yer verilmiştir. Zeminden yüksekte bırakılmış ana giriş kapına birkaç merdivenle ulaşılmaktadır. Giriş kısmının kenarları ve üst yüzeyleri, ikinci katın cephe yüzey köşeleri ve pencereleri, sütün ve silmelerle hareketlendirilmiştir. Girişteki pencerelerin üzerinde gül bezeklere yer verilmiştir. Bu yüzeyin en dikkat çekici yanı yapının giriş cephesini taçlandıran pencere üzerlerindeki akantus yaprakları ve madalyonlardır. Giriş cephesindeki yatay ve dikey hatların dengesi oldukça orantılıdır.



Yapının pencereleri ince uzun formda düzenlenmiş olup, iç mekânın aydınlatılmasını yeterli derecede sağlamaktadır. Pencereler düz ve yuvarlak formludur.



Saray, dış mekân özelliklerinin yanı sıra, iç mekân özellikleriyle de dikkat çekmektedir. Zemin katın tavan süslemelerinde sitilize edilmiş rumi ve palmet motifleri kullanılmıştır.  İç mekândaki parkeler ise antrolak tarzda yapılmıştır.


Üst katın tavan süslemelerinde alçı kullanılmıştır. Tavanlarda bitkisel ve geometriksel süslemelere yer verilmiştir. Süslemelerde Rokoko üslubu görülmektedir. Tavanda aslan ve geyik figürlü doğa resimleri de bulunmaktadır.



Yapıdaki en dikkat çekici özelliklerden bir tanesi de, aynalardır. Birbirlerine benzerlik gösteren ve alınlıklarla taçlandırılmış olan bu aynalar Ampir üslubun özelliklerini taşımaktadır.



Sarayın tavan süslemeleri de dikkat çekicidir. Geometriksel ve bitkisel karakterli olan tavan süslemeleri, yapı içerisindeki süsleme unsurlarının zirveye çıktığı noktalardır.



Sarayın önemli bölümlerinden bir tanesi de, sarayın bahçesine Saat kulesi yönünden girişi sağlayan taç kapıdır.



Birçok kez onarım geçiren saray yapısının yanında pek fazla göze çarpmamış olan bu taç kapı, oldukça önemlidir. Zira, taç kapı üzerinde yapı ile ilgili bilgilerin bulundu bir kitabe bulunmaktadır. 22 dizeden oluşan kitabede İzmit’le ilgili tarihi bilgiler bulunmaktadır. Taç kapının üzerinde bulunan orijinal tuğra, sonraki dönemlerde tahrip edilmiştir.


İsim Meselesi


İzmit’te bulunan bu saray için çeşitli kaynaklarda farklı isimlerin kullanılmış olduğunu görüyoruz.  Bu isimler arasında en fazla kullanılanı ise; İzmit “Kasr-ı Hümâyûnu”, “İzmit Sarayı”, “İzmit Köşkü”, “Sultan Sarayı”, “Küçük Saray”, “Av Köşkü”, “Avcı Konağı” ‘dır.



Bu adların kullanılmasının birkaç nedeni vardır:



  • İzmit’te inşa edilen sarayın padişahın av organizasyonlarında kullanıldığının düşünülmesi,

  • “Kasr-ı Hümâyûn” ismi yerine, söylenilişinin daha kolay olması nedeniyle “İzmit Kasrı”, “Sultan Sarayı”, “Küçük Saray” gibi isimlerin tercih edilmesi,

  • Bazı araştırmacıların isim noktasında yaptıkları yanlışları, bu konuyla ilgili araştırma yapan sonraki araştırmacıların da tekrarlaması. Bu bilgilerin bulunduğu kaynakların konunun uzmanı olmayan insanlar tarafından doğru addedilerek kullanılması, 

  • Halkın yanlış olarak öğrendiği isimleri sonraki nesillere aktarması, vb.


 

Bu noktada yapılması gereken en doğru uygulama, uzmanlarca yapının tarihinin detaylı olarak araştırılmasıdır. Bunun için arşiv araştırması yapılmalı, 19. yüzyıla ait tarihi kaynaklar incelenmeli, süreli yayınlar taranmalıdır.


Ayrıca isim kargaşasına engel olmak amacıyla, yapı için “İzmit Kasr-ı Hümâyûnu”, “İzmit Sarayı” (İzmit Kasr-ı) gibi isimlerin kullanılmasının yararlı olacağı kanaatindeyiz.


Devamını Oku...

Kuantum’dan İnşallah’a




Daha önceki birçok yazımda, din ile bilim arasında İslam açısından bakıldığında bir çatışma şöyle dursun bir uyum ve destek olduğunu farklı örneklerle vurgulamıştım. Bu uyumun farkında olmanın ise, dini bilgilerle bilimsel bilgilerin arasını açarak dünyaya bakmak yerine ikisiyle beraber bütüncül bir yaklaşımla bakmayı bize sağlayacağını belirtmiştim. Bugün yine aynı konuya, dünyaya bakış açımızı ilgilendiren önemli bir örnek üzerinden temas etmek istiyorum. Bahsedeceğim bu örnek, tarafımdan ele alınmış orijinal bir yaklaşımdır.


Dinimizde önemli bir kavram daha doğrusu prensip vardır: İnşallah. Hatta kimi zaman bazıları "işimiz inşallaha, maşallaha mı kaldı" diye bu yaklaşımla dalga da geçerler. Zaman zaman dalga geçilen ve "akılcı olmayan bir tutum" olarak nitelendirilen bu kavram, bugün bilimin geldiği noktanın ifadesi açısından aslında dinimizde kilit kavram konumundadır.


Nasıl mı?



Fizik bilimiyle ilgili olanlar bilirler. Günümüz fizik yaklaşımı, Newtoncu bir anlayıştan uzaklaşmaya, determinizmin en kuvvetli olduğu alanlardan biri olan fizik alanında da yıkılmasının ardından Kuantum fiziğine yaklaşmaya başlamıştır.


Fizik bilimi, diğer bilimler gibi tarihi süreç içerisinde insanoğlunun dünyaya bakış açısını da etkileyen bir bilimdir. Hatta kimi zaman bu bilimin bulguları üzerinden sosyal olayları tahlil teorileri de geliştirilmiş, sosyal hadiseler de bu bilimin teorileri model alınarak anlaşılmaya çalışılmıştır. Newtoncu fizik anlayışının çift kutuplu, yani siyah beyazcı bakış açısını doğurması, sosyal olayların bu bakış açısından yorumlanmaya çalışılması bu güne kadar hakim olan yaklaşım olarak konuya önemli bir örnektir.


Ne var ki Kuantum fiziği ile birlikte, "kelebek etkisi" adı verilen en ufak ihtimallerin dahi bir olayın seyrini değiştirebildiği, dolayısıyla determinizmin katı bir şekilde geçerli olamayacağı tespiti ortaya çıkmıştır. Bu durumda "grileri" de görmek zorunluluk haline gelmektedir.


İşte tam da bu noktada "inşallah (Allah dilerse)" kavramının önemi ortaya çıkmaktadır. Zira bu kavram bir yönüyle, beklenmeyen ihtimallerin devreye girebilmesinin ve olayın seyrinin değişebilmesinin dinimizde kısaca ifade edilmesidir (Kehf, 24).


Öyle ki, "her şey bitti" denilen bir noktada, bir müslümanın azimle çalışmayı bırakmaması gerektiğinin, tek kişinin bile bir sistemi, bir gidişatı kökünden etkileyip değiştirebileceğinin (ki kuantum fiziğindeki ondalıklarla ifade edilen ihtimaller gibi) ve bu sebeple inancımızı yitirmeden gayret göstermenin, ümitsizliğe düşmemenin temel nedenini bu kelime ifade eder.


Nitekim Çanakkale Zaferi'nde Mehmet Çavuş'un "bitti" denilen bir anda İngiliz gemisini tek başına koyduğu top mermisiyle batırması bu ifadenin gerçekleşmesi değil midir?


Dolayısıyla inşallah kelimesi ve yaklaşımı ile bugün fizik ilminin geldiği ve hayata bakış açımızı, olayları değerlendiriş tarzımızı önemli şekilde değiştirecek Kuantum yaklaşımının paralelliği, din ile bilim arasında bahsettiğimiz uyumun doğru anlaşılmasının bize sağlıklı bir bakış açısı kazandıracağını görmenin önemine işaret eden örneklerden sadece bir tanesidir.


Bu uyum ve destek nedeniyledir ki, dini bilgi bilimsel bilgi ile daha derin anlaşılacağı gibi, bilimsel bilgi de dini bilgi ile daha derin bir boyut kazanacak; insan hem iç hem de dış dünyasıyla bir bölünmüşlüğü değil, bütünlüğü ve tutarlılığı yaşama şansını yakalayacaktır. Yeter ki her iki alanda da doğru ve sağlıklı bilgi edinilsin.



Son olarak eğitim sürecindeki gençlerimize seslenmek istiyorum: Öğrendiğiniz her bilginin, gördüğünüz her dersin sınav geçmekten ziyade bir anlamı olduğunu, her alanın birbiriyle ilişkisi bulunduğunu ve bunları doğru öğrenirseniz hayata doğru bakıp yönünüzü doğru tayin edeceğinizi unutmayın. Hiçbirini küçümsemeyin ve kabiliyetiniz oranında hakkını vermeye çalışın. Önünüze açılacak ufuklara siz bile inanamayacaksınız…



Devamını Oku...

17 Ocak 2008 Perşembe

Liderler ve Takımları


“İsrail'de (Kudüs'te), 10 Ocak'ta ABD Başkanı George W. Bush, İsrail hükümet yetkilileri ve muhalif vekillerin bulunduğu akşam yemeğinde ilginç bir olay yaşandığı ortaya çıktı.”



Bush yemekte, İsrail Başbakanı Ehud Olmert'i övmede ölçüyü kaçırdı. Son dönemde hükümeti sallantıda olan Olmert'e arka çıkması, muhalifleri rahatsız edince Bakan Rice tarafından uyarıldı. Bush, "İçişlerinize karışmak istemem. Ancak Olmert güçlü bir başbakan. Ona sahip çıkın" dedi. Bu sözleri koalisyon ortağı lideri ile muhalefet partilerinin liderlerini rahatsız etti. Bush'un konuşmayı sürdüreceğini gören Rice, bir not yazıp Bush'a uzattı. Notu okuyan Bush, yemektekilere "Bana diyor ki artık konuşma, kapa çeneni!" deyiverdi. Durum salonda gülüşmelere yol açtı.”



Üst kademelerde görevli kişilerin yardımcısı veya danışmanı durumunda olanlar zaman zaman buna benzer müdahaleler yapar. Yani kurumun başında olan “patron” veya “lider” bazen yanlış davranışlarda bulunabilir. Devletin veya kurumun bu hatalardan zarar görmemesi için dışarıdan hissedilmeyecek şekilde ikazda bulunurlar.



Bu haberde farklı olan liderin bu ikazı esprili bir şekilde açıklaması.



Bu haberi okuduktan sonra şu sorular aklıma takıldı:



Acaba benzer bir müdahale Süleyman Demirel’e, Bülent Ecevit’e, Tansu Çiller’e, Kenan Evren’e, Turgut Özal’a, Tayyip Erdoğan’a, Abdullah Gül’e yapılsaydı (mutlaka çok sayıda uyarılar yapılmıştır) onlar böyle bir açıklamayı benzer bir üslupla yapabilirler miydi?



Patrona “artık konuşma, kapa çeneni” diyen Bakan, yardımcı veya danışmanın bu ikazına büyük hoşgörü gösterilmesindeki sebep neydi?



Beni bu açıklamayı yapan Başkan’ın medeni cesareti, özgüveni ve Bakan’ının ihtisas alanına ve iyi niyetine (devleti adına doğru olanı yaptığına) olan güveni etkiledi.



Açıklama tarzı Bush’un kendi hatasının farkına vardığını da göstermekte ve muhataplarından diplomatça bir özür dilemeyi de içinde bulundurmaktadır. Bush’u politikaları sebebiyle sevmem. Ancak bir lider olarak bu açıklama tarzını beğendiğimi itiraf ediyorum.



Liderler yardımcılarını yüceltmekle kendilerini küçültmez, bilakis büyütürler.




Güven ve Yetki Devri:



Bir devletin, bir siyasi hareketin, bir sivil toplum örgütünün, bir şirketin, bir ailenin başında gördüğümüz seçilmiş veya atanmış kişiler dışarıdan bakıldığında o kurumun “lideri” olarak algılanırlar. Ancak bu kişilerin bir kısmı gerçekten lider özellikleri taşımasına rağmen, bazıları klasik anlamıyla yöneticilik (idarecilik) yapmaktadır.



Para, maliyetler, bilgi, zaman, araç-gereç, tesis ve fiziksel kaynaklar gibi nesneler yönetilirler. Çünkü seçme gücü ve özgürlüğü bulunmayan nesneleri iyi yönetir ve kontrol ederseniz, klasik anlamıyla iyi bir yönetici olur ve istenen başarıyı sağlarsınız. Ancak “insanlar nesnelerden farklı olarak seçme gücü ve özgürlüğüne sahiptir.” Bu sebeple organizasyonlarda insan ilişkilerini yürüten her kademedeki yöneticinin liderlik etmesi gerekmektedir.



“Bütün kurumlar, en iyileri bile, kesinlikle sorunlarla doludur.” Bu sorunların çoğu (genellikle %80’ i) insan ilişkilerinden, daha küçük bir kısmı (%20’ si ise) nesnelerin yönetiminden kaynaklanmaktadır.



Yöneticiler insan yaratılışına dair yanlış değer sistemi içindelerse, insanların gerçek potansiyellerini ortaya çıkaramayan sistemler uygulamaya başlar. Havuç-sopa paradigması içerisinde, kontrol, kurallar, işten atma, ödül, ceza, eğitim, performans değerlendirmesi gibi sistematik gözüken çözüm yollarının da çare olmadığı görülür.



Bu paradigma (değerler dizisi) güvensizlik esasına dayanır, bu nedenle kontrolü elinde tutmaya çalışan ana-baba/patron/başkan/müdür/bakan bütün yetkileri eline alır. Patron rolünü üstlenen kişinin çıkış noktası aynıdır: “hepimiz için en iyi ve en doğruyu ben düşünürüm. Siz sadece size söyleneni yapın, koyduğum kurallara uyun, düşünmeyi bana bırakın.”



Böylece aileden devlete kadar organizmalar, güvensizlik esası üzerine gelişen böyle bir yapısal sorun içine düşmüşse, ailede iç çatışmalar; şirketlerde piyasa başarısızlığı, zarar etmeler, personel çıkarmalar; siyasi partilerde seçim başarısızlıkları; devletlerde ise kişisel menfaatlerin toplum menfaatinin üzerine çıkması ve vaziyeti idare etme anlayışı gibi çürümeler başlar.



Bu olumsuz duruma düşmemenin veya düşülmüşse kurtulmanın yolu, var olan bu zihniyeti değiştirmekle başlar. İnsanın kendisine güven duyulması ve değer verilmesi ile içinde bulunduğu kuruma mensubiyet duygusunun, özgüveninin, mutluluğunun ve verimliliğinin arttığı görülmektedir. Aile içi mutluluk ve saadetin de, kurumsal bağlılığın da ilk adımları böylece atılabilmektedir.



Ancak bu liderlik görevi sadece kurumun başında resmen var olan “patron”a ait bir sorumluluk değildir. Kurum içinde yer alan bireylerin de sorumluluğu vardır ve bu, patronu eleştirmek değil onu tamamlamaktır.



Türk ailesinde genel olarak, kanunlardan kalksa bile, erkeğin ailenin reisi olduğu kabul edilmekle beraber, kadınların ailenin yönetimindeki etkin tamamlayıcı rolü ve üslubu (ve hatta dışa vurulmayan liderliği) dikkat çekicidir. Ancak, yine genel olarak ifade edelim ki, çocuklarımıza ve gençlerimize yeterince güvendiğimiz ve onları yetkilendirdiğimiz söylenemez.



Kurumlarımızda da resmi liderler, mensuplarına karşı, çocuklarımıza davrandığımız gibi davranmakta, yeterince güven duymamakta ve yetki devrinde son derece cimri bir tutum sergilemektedir.


Devamını Oku...

16 Ocak 2008 Çarşamba

Ekonomide Yol Ayırımı



Devletin borçlandırılarak tavizler koparılmaya çalışıldığı, dış politikada ve iktisadi hayatta çeşitli kamu kuruluşlarına özelleştirme adı altında el konulduğu bir dönemden geçmekteyiz.



Bununla da yetinilmemekte; halk borçlandırılarak sırf borcunu ödemeyi düşünen, kendi dışındaki sorunlarla ilgisiz fertler yaratılmaya çalışılmaktadır. Henüz yeterli alt yapının tamamlanmadığı bir ortamda, devletin sosyal yükümlülükleri dışlanmaktadır. Dış ve iç borç son beş senede %100’e yakın bir artış göstermiştir. Cari açık (döviz gelir ve gider farkı) ve sıcak para girişi ekonomi üzerinde her an krize sebep olabilecek durumdadır. İhracatın 106 milyar dolara yükseldiği ilân edilmekte, ama nedense ithalatın 160 milyar dolara yaklaştığı gözlerden kaçırılmaktadır.



İktidar, yeterli üretemeyen, bilhassa ara malı ithalatına dayalı ihracat ile övünmektedir. Kamu kaynakları bir takım menfaat gruplarına ve bunların insafına ihale edilmekte; kamu görevlileri ve memurlar ile alay eder gibi ücret artışları yapılarak kamuda verimsizlik arttırılmaktadır. Bu yol, kamudan kaçışı hızlandırmaktadır. Belki de amaç; devlet üniversiteleri dahil kamu sektörünün içinin boşaltılmasıdır.




Bu görüşlerimiz özel sektör karşıtlığı değildir. Tam tersine amacımız, özel sektörü yıpratacak, onu kamu yararı aleyhine yanlışlara sürükleyecek, yozlaştırıcı bir anlayışın çelişkilerini ortaya koymaktır. Türkiye’de dün de bugün de özel sektörsüz bir iktisadi hayat düşünülemez. Üretimin dışlandığı, ithalatın prim kazandığı bugünkü zor şartlar altında istihdam yaratan herkese saygı duyulur.



1980 öncesi ülkemiz dövize muhtaç bir görünümdeydi. Bugün ise; Türkiye’de döviz bolluğu var. Yüksek faiz ve düşük kurda ısrar, Türk lirasının değerini aşırı kıymetlendiriyor. Tabii ki ihracatı da baltalıyor ve ucuz ithalatı teşvik ediyor. 1980 öncesi ve 1980’lerde enflasyonun altında seyreden faizler bugün oldukça tartışmalı olan enflasyon oranının üstündedir. Türkiye’de enflasyonun %8’ler dolayında olmadığını ülkeyi yönetenler de biliyor.



Bir dönem sanayileşmeye ve istihdama dayalı nispeten yüksek enflasyonlu büyüme yaşadık. Bugün ise; yüksek faiz-düşük kur, cari açık ve sıcak para ekseninde ithalata dayalı bir büyüme ve ihracat içindeyiz. Sanayileşmeyi ve istihdamı unuttuk.



Bu çelişkinin sebebi, günü kurtarma şeklindeki kısır politikalardır. Türkiye, her alanda yol ayırımındaki bir ülke görünümüne sokulmuştur. Ekonominin dış mihraklarca kıskaca alınması, dış politikada hareket imkânını sınırlamaktadır. İthal bakan Kemal Derviş’in yönlendirdiği 2001 yılı ekonomik krizi ve enflasyonu önleme politikası, enflasyon düşürülmesine rağmen sürdürüldü. Bu zahmetsiz bir yoldu. Ülke aleyhine kısır bir döngü yürütüldü.



Nereden bakarsak bakalım; 2008 yılı ekonomik bakımdan krize gebedir ve kolay geçeceği zannedilmemelidir. 2001 yılında alınan ve olumlu sayılabilecek tedbirler, IMF ile olan ilişkiler 2004 yılında önemli değişikliklere uğramalı ve IMF ile nikâhı sonlandırmalıydık.



Sayın Başbakan’ın “Bizden önceki iktidarlar da IMF’siz olamadı” şeklindeki beyanları haklı sayılamaz. Halkımız iktidarlara şartları düzeltsinler diye rey vermektedir. Yanlışlarda ısrarın ne anlamı var? İktidar ve iktidara talip olmanın gerekçesi nedir? Bütün yanlışlar geçmişte yapıldı; ne yapalım, biz de devam ettiriyoruz demek siyasi bir çözüm müdür?



2004 yılından itibaren yatırımı teşvik eden, iç üretime dayalı, reel dengeleri göz önüne alan, rekabet gücümüzü arttıracak, işsizliği azaltacak bir yapı değişikliği yapılamamıştır. Yanlış ve çelişki buradadır.



İktidar sıcak paranın ve borçlanmanın yanından uzaklaşamamıştır. Oysa, döviz kurlarının gerçekçi bir seviyeye çekilmesi sağlanmadan ekonomi canlanamaz. Ancak, iktidar sıcak paranın yurt dışına çıkmasına ve özel sektörün sürekli artan dış borçlarından dolayı zor duruma düşmesine katlanamamakta ve her geçen gün ülke bundan kaybetmektedir.



Türkiye’de iktidardan ayrılanlar hep aklandığı ve sorumluluktan kurtulduğu için günlük politikalar geçerli olmaktadır. Dış çıkarlara hizmet ederek dış destek sağladığınız takdirde, ülkeyi yangın yerine çevirebilirsiniz.


Devamını Oku...

Ne İçin Okumak


Günümüz yazarlarından Murathan Mungan “Tek İşim Kitap Okumak Olsaydı” başlıklı yazısında şunları söylüyor: “Tek işim kitap okumak olsaydı, hayatımı kitap okuyarak kazansaydım. … beni her yıl düzenlenen dünyanın belli başlı bütün kitap fuarlarına götürseler, böylelikle her çıkan yeni kitabı görsem, … Kitapların birçoğunu kendi yazıldıkları dilde okuyacak kadar dil bilsem, fena mı olur? … Sofokles, İbsen, Horatius, Hayyam, Farabi, Shakespeare, Tagore, Mahabarata, Nietzsche, İbni Haldun, Moliere, Konfüçyüs, Çiçero, Tolstoy… bütün bunları kendi dillerinde, dönemlerinin dillerinde okayabilsem. … Bin Bir Gece Masalları’nın Arapçası, İncilin Aramicesi, ipek kâğıtlara yazılan on birinci yüzyıl harikaları, Süryanice dualar, Sümer yazıtları, çivi yazısı, mühürlerde ve paralarda gömülü bütün sözcükler,

lahitlerde saklı sözler, Afrika maskelerinin gizli ve kutsal işaretleri, ceylan derisine yazılmış kitaplar, Pehlevice masallar, Mayaların gün işaretleri, Azteklerin simgeleri, hepsi, hepsi gözlerimin önünde sırlarını bir bir açsalar, Hitit kraliçesi Puduhepa’nın rüyalarını yazdırdığı kil tabletleri okuyabilsem. Medce türkü söyleyebilsem, Kalt dilinde şiirler, aşk ve rüzgar sözcükleri bilsem, Uygurca rüya görsem, Latince ilahiler okusam, Platon’un mağarasında gölgelere karışsam, Arjantin tangolarının argosunu bilsem, Çingenelerin, yüzyılların yollarına bıraktıkları sözcükleri derlesem. Aristo’nun komedyasını bulsam, … Biriktirdiğim bütün el yazmalarından, en yeni kalın ciltli güzel kitaplara varana dek hepsini raflarına dizdiğim bir ilkçağ tapınağına benzeyen kitaplığımın serin, küçük, yeşil avlusunda sonsuz uykuma yatsam, ardımdan insanlar, ne güzel mesleği vardı deseler, yazık, okuyacak ne çok kitabı kaldı geride.”




Murathan Mungan’dan yaptığım bu uzun alıntıya bir de öğrencisi olduğum hocamız Prof. Mehmet Kaplan’dan kısa bir alıntı yapmak istiyorum: “Kitap okumayanlar, belli bir noktada durmuş saate benzerler. Zaman ilerledikçe onlar geriler. Kitapların dünyası, beni boğan ve ezen dar ve kapalı çevreden çok geniş ve derindi… Dünyada bana varlığın sırlarını açacak bir kitap vardı. Yıllarca onu aradım ve maalesef bulamadım.” Keşke, M. Kaplan Hoca, bu itirafı yapmak durumda kalmasaydı!




Bir düşünüre göre de okumak, en faydalı, hoş bir eğlencedir. Kitap, zararsız dosttur, diyenler de var. Bir başkası: “Tanrım! Senden çiçek dolu bir bahçe ile kitap dolu bir kütüphane isterim.” diyor.



Kuran’daki ilk ayetin “Oku” diye başladığını hepimiz biliyoruz. Okumanın yararlı bir eylem olduğuna hatta farz olduğuna kimsenin itirazı yok. Peki ne okumalıyız? Okumak üzerine düşünenler, yazanlar farklı şeyler söylemişler. Kimisi duyduğu hazzı tatmin etmek için, kimisi varlığın sırlarını bulmak için, kimisi zamanı hoş geçirmek için önermiş okumayı. Murathan Mungan ve diğerlerinin okumaları dar bölge müsabakalarına benziyor. Yalnız kendileri için okuyorlar. Mehmet Kaplan’ın okuması varlığın sırrını anlamaya yönelik yani daha derinlikli bir okuma. Ancak, okudukları, maalesef onu bu dünyadayken o sırra ulaştıramıyor. Akıntıya gitmiş emek ve heba edilmiş bir ömür. Yunus Emre, okumanın amacını yedi yüzyıldır haykırıyor: “Okumaktan mana ne / Kişi Hakk’ı bilmektir / Çün okudun bilmezsin / Ha bir kuru emektir”



Bir tarihte “Bütün kitaplar, tek bir kitabı anlamak için okunur.” cümlesini okumuştum. Beni etkileyen bu cümle hafızamda tazeliğini koruyor. Amaç, o kitabı anlamaksa, okumak, kutlu bir uğraş. Mehmet Kaplan’ın ömrü buna yetmemiş, Murathan Mungan’ın böyle bir amacı yok. Ben bu yaşımda bir şey anladım: Okumaya o Kitap’tan başlamak, okuyarak o Kitap’a varmaktan daha doğru.


Devamını Oku...

15 Ocak 2008 Salı

Şekilden Öze: Değerlerimiz



Pek çok aileden duyduğum bir değerlendirme var: “Böyle bir dünyada çocuk yetiştirmek çok zor!”



Söz konusu değerlendirme sebebiyle yine pek çok aile çocuk sahibi olmaktan korkar hale geldi.



Tamamen haksız görmediğim bu değerlendirmeden yola çıkarak bir hal analizi yapmak istediğimizde durum hakikaten vahim görünmektedir.



Türkiye’de gündemi meşgul eden (veya ettirilen) konulara bakıldığında, pek çok ciddi meselenin genellikle yüzeysel biçimde ele alındığı, özden ziyade şekille uğraşıldığı dikkati çekmektedir.




Özellikle din gibi hayatımızı derinden etkileyen bir saha ile ilgili tartışmaların içeriği çoğu zaman bahsettiğimiz yüzeyselliği içermekten öteye geçememektedir. Ve genellikle şekil tartışılmaktadır.



İslam dini şekle de muhtevaya da yani içeriğe de önem veren bir dindir. Ancak şekil muhtevanın önüne hiçbir zaman geçmemelidir. Yani muhtevasız şeklin çok fazla önemi yoktur.



Söz konusu noktadan hareketle bugün Türkiye’de şekle muhtevadan daha fazla önem verilmesinin neticelerinden biri olarak ahlak açısından insanımızın ciddi bir çöküntüye doğru sürüklendiğini üzülerek görüyoruz.




Öyle ki, çoğunluğunun Müslüman olduğunu ifade ettiğimiz ve doğal olarak İslam ahlakının yaygın biçimde yaşandığını düşüneceğimiz ülkemizde, bu ahlaka uygun davranış ve tutumları bulmak gittikçe güçleşmeye başladı.



Üstelik bahsettiğimiz durum ibadetleri uygulamaya dikkat eden pek çok insan için de geçerli olmaya başlamıştır.




İbadetleri vurgulamamın sebebi, İslam açısından bakıldığında ibadetlerin sadece şeklen yerine getirilmesinin değil, bu ibadetlerin insana kazandırması beklenen ahlaki davranışların da ortaya konulmasının gereğidir.



Bu noktadan hareketle bugün Türkiye’de yaşanan ahlaki sıkıntı genel manada dini hayatın doğru anlaşılıp yaşanamadığını göstermektedir ki adam öldürmenin adeta günlük hadise haline gelmesi, haksız kazanç elde etmenin neredeyse kar sayılması, başkasının hakkını gasp etmekten korkanların gittikçe azalması, temel sorunlarımıza hassasiyetin erimeye başlaması maksadımızı açıklayan vakalardan sadece bir kaçıdır.




Aslında sadece ülkemizde değil dünyada da genel manada aynı sıkıntıların yaşandığını göz önüne alırsak, sahip olduğumuz değerlere sahip çıkmanın önemi daha da açık biçimde ortaya çıkacaktır. Zira bu değerler bugün insanlığın içinde bulunduğu bizim de nasibimizi aldığımız ahlaki sıkıntının ortadan kaldırılmasında etkili olacaklardır.




Öyle ki, kul hakkı gibi temel bir değeri anlayan ve yaşayan bir insanın yukarıda bahsettiğimiz yanlışları yapması mümkün mü?




Peki, bugün tartıştığımız dini meseleler içinde bu ve benzeri temel değerleri görebiliyor muyuz?



Dolayısıyla artık şekilden ziyade özü tartışmanın ve bu özün anlaşılıp yaşanılır hale gelmesine vesile olmanın gereği daha da açık biçimde ortaya çıkmaktadır. Ancak bu yolla şekil ve öz birbirini tamamlayarak işlevlerini doğru biçimde yerine getirebileceklerdir.



Sahip olduğumuz ancak neredeyse unuttuğumuz değerlerimizi hatırlamanın ve hatırlatmanın vaktidir. Çok geç olmadan kendimize gelmek dileğiyle…


Devamını Oku...

12 Ocak 2008 Cumartesi

Ruhsal Zekâmızı Geliştirmek


Eskiden insan zekâsından bahsedildiğinde sadece zihinsel zekâ (IQ) anlaşılırdı. “Zihinsel zekâ çözümleme, akıl yürütme, soyut düşünme, dil kullanımı, zihinde canlandırabilme ve kavrama becerimizi” ifade eden bir kavramdı.



Son senelerde bilim adamları farklı zekâ türleri olduğunu anlatan eserler vermeye başladılar. En çok kabul gören tanımlamalar 4 zekâ türü olduğunu; zihinsel zekâ (IQ) yanında fiziksel zekâ (PQ), Duygusal zekâ (EQ) ve ruhsal zekâ (SQ) nın da varlığını ifade ediyor.



Gözlemlerime göre doğuştan gelen bu yeteneklerin zekâ olarak tanımlanmış olması, genellikle kavramların doğru algılanmasını engelliyor. Bu kavramları kullanırken zekâ kelimesinin yetenek veya kapasite anlamında algılanması uygun olacaktır.




Bedenin fiziksel zekâsı (PQ), onun herhangi bir bilinçli çaba olmaksızın yaptığı muhteşem işleri tarif etmektedir. Bedenimizin solunum, dolaşım, sinir sistemleri, korunma ve kendini yenileme mekanizmalarını düşününüz. Bir tek sayfayı çevirmek veya öksürmek gibi basit görünen bir iş için 7 trilyon hücrenin hayret verici fiziksel ve biyokimyasal koordinasyonu gerektiğini hatırlayınız. İşte bedenimizin bu yeteneği, fiziksel zekâ (PQ) olarak tanımlanmaktadır. 



Duygusal zekâ (EQ) kişinin kendisini tanıması, kişisel farkındalığı, sosyal duyarlılığı, empatisi ve insanlarla başarılı iletişim kurma becerisidir. Uzun vadede duygusal zekânın başarılı iletişim, ilişki ve liderlik konusunda zihinsel zekâdan daha doğru bir belirleyici olduğu anlaşılmıştır.



Ruhsal zekâ (SQ) ise sonsuz olanla bağ ve anlam ilişkisini ifade eder. Vicdanımızın parçası olan gerçek ve değişmez ilkeleri ayırt etmemize yardımcı olur. Yani SQ için pusulamız diyebiliriz. Ruhsal zekâmız, diğer zekâ türlerine yol gösterip, yönlendirir. Bu sebeple diğer zekâ türlerinden üstündür.



IQ bilgisayarlarda da bulunur. EQ ise insan haricinde diğer gelişmiş memelilerde de bulunur. Ancak SQ sadece insanlarda bulunur ve insanı insan yapan en temel yetenektir.



Bu yetenekler doğuştan gelir. Ancak geliştirilebilir. Yukarıdaki tanımlamaları aldığım 8. Alışkanlık kitabında yazar Stephen R. Covey bunları geliştirmek için pratik birkaç yol teklif ediyor. Doğuştan gelen 4 zekâ türünün hitap ettiği, yaratılışımızın 4 parçası için birer tane basit (!) alıştırma yapmamızı istiyor:




  1. Beden için – bir kalp krizi geçirdiğinizi varsayın; şimdi buna göre yaşayın.

  2. Zihin için – meslek hayatınızın 4 yıl olduğunu varsayın; şimdi ona göre hazırlanın.

  3. Kalp için – bir başkasının onun için söylediğiniz her şeye kulak misafiri olduğunu varsayın; şimdi ona göre konuşun.

  4. Ruh için – Yaratanla her üç ayda bir baş başa görüştüğünüzü varsayın; şimdi ona göre yaşayın.



Nasıl, alıştırma kolay mı?



Şimdi istenen her bir alıştırmanın başka kelimelerle ifade edildiğini hatırlayalım:


İnsana kendi bedeninin bir emanet olduğunu ve korunması gerektiğini; elinizde bir fidan var ve kıyamete bir fidan dikecek kadar zamanınız varsa, o fidanın dikilmesi gerektiğini söyleyen; hakkında konuştuğun kişi hakkında bırakın gerçek olmayan şeyler söylemeyi (iftirayı), hoşlanmayacağı gerçekleri dahi söylemeyi (gıybeti) yasaklayan bir kültürün içinden geliyoruz. Bu kültürün temelini teşkil eden İslam’ın günde beş defa yaratıcıyla baş başa görüşmeyi (namazı) neden farz kıldığını bir kere daha düşünelim.



Öyle anlaşılıyor ki 4 zekâ türünü geliştirerek “sıradan insan” olmayı değil “büyük insan” olmayı seçmek istiyorsak, “evrensel insanlık ilkelerini” uygulamak gerek ve biz bunun için çok uygun bir kültürel iklimde yaşıyoruz.



Bizi “büyük insan” olmaya götürecek, yukarıdaki alıştırmaları basit hale getirecek olan, içimizde bulunan adına vicdan denilen ahlaki duygu veya içimizdeki ahlaki yasa ile davranışlarımızın birleşmesidir.



“Ruhsal zekâ”nın temel bileşenlerinden olan dürüstlük, yani kişinin kendi yüce değerleri ve vicdanına sadık olması “büyük insan” olmanın ilk şartıdır.


Hazreti Mevlana’nın “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol” sözünün bütün dünyada sevilmesi, insan vicdanında yansımasını bulan evrensel dürüstlük ilkesinin bir sonucu değil midir?



Ey Müslümanlar şimdi kendinizi bir dürüstlük testine tabi tutunuz. Camilla Badr’ın şiirinde söylediği gibi “Hazreti Muhammed sizi ziyarete gelseydi” bugün yaşadıklarınızın ne kadarını O’nun yanında yaşayabilir, dostlarınızın ne kadarını O’na tanıştırmaya cesaret edebilirdiniz? “Can atar mıydınız kalsın diye sizinle,/ Ta sonsuza kadar./ Yoksa... Derin bir nefes mi alırdınız,/ Sonunda gitti diye.



Ve siz Atatürkçüler. Tam bağımsızlık ülküsünün öncüsü M.Kemal Paşa sizi ziyaret etseydi, bugün savunduğunuz neo-mandacı, neo-himayeci fikirlerinizi O’na anlatmaya cesaret edebilir miydiniz?



Kendini “en iyi Müslüman” sanan tarikat ehli kardeşler, Şah-ı Nakşıbend, Abdülkadir Geylani, Mevlana Celaleddin sizleri ziyarete gelse, birçoğunuz Onların Müslümanlıklarını beğenmez bir kısmınız da onlara benzemek için mevcut halini değiştirmez miydi?



Aynı sözler Hacı Bektaş Veli’nin ziyaret ettiği Bektaşiler, Hazreti Ali’nin ziyaret ettiği Alevi kardeşlerimiz için de geçerli. Bu zatların yanında mevcut fikir ve davranışlarınızın ne kadarını savunabilirdiniz?



“Öyle elbiseler gördüm içinde adam yoktu; Öyle adamlar gördüm üstünde elbise yoktu” diyor Hazreti Mevlana. Şimdi bu evrensel ilkelerin ışığında, önce kendimize sonra da elbiselerine bakmaksızın “adam” saydığımız herkesi yeniden değerlendirelim. İçimizdeki “büyük adamı” dışarıya çıkaralım. Sosyal hayatımızda da “büyük adam”ları arayıp bulalım. Sadece gerçekten büyük ve değerli olanları önemli yapmaya çalışalım.


Devamını Oku...

Kısa Hac Anıları


Sevgili Dostlar,

30 Kasım 2007 de Marmara Balık restoranda güzel bir uğurlama yemeği ile sizlerle vedalaşmıştık. Her arkadaşımız ayrı bir tarihte hac görevi için Suudi Arabistan’a hareket etti.

Önce Mekke’ye gittik.

Bilindiği gibi bayrama doğru Hüccac Mekke’de toplanmaya başlar. Dolayısıyla tavaf için Kabenin gittikçe kalabalıklaşacağını biliyorduk ve elimizi çabuk tutmalıydık. Arefe günü Arafat’a çıkana kadar Temettü haccı için niyet edenler önce umre yaparlar.. Bizde umremizi yaptık. Arkasından yapabildiğimiz kadar tavaf yapmaya gayret gösterdik.

Kardeşiniz daha önce 1999’da bekar olarak Hac görevini yerine getirmişti. Bu sefer hanımımla beraber olarak bu görevi yapmaya gittik. Tabi şimdiden bir tavsiye mahiyetinde söylüyorum, şimdi niyetlensem önce umre yapardım. Tecrübemi öyle kazanırım. Hem hacda kuyruk var. O zaman tabi 30 günden kısa hac imkanı yoktu. Bugün imkanlar çok fazla 14-15 günden başlayan kısa hac yapmak mümkün. Eskiden yemekli değildi. Şimdi gittikçe hüccac maddi imkanına bağlı olarak iki kişilik odaları tercih ediyor. Tabi otel sayısı çok artmış. Hergün de artıyor.


Gelelim Mekke’ye. Orada Mustafa Toka Bey’le ve başka arkadaşlarımızla görüşme imkanı da bulduk. Mekke’de hava genellikle gündüzleri 28-30, geceleri de 21-22 derece idi. Dolayısı ile mükemmel denecek hava şartları mevcut idi.

En çok koktuğumuz Arafat’a çıkıldığında geceleri geçen senelerde olduğu gibi üşüme ihtimali idi.Böyle olmadı. Mükemmel bir hava vardı ve hemen hemen çoğu hüccac hiç rahatsızlanmadan haccın bu farzlarını yapabildi.

Haccın Farzları Arefe günü İhram giyinilmesi ile başlar. İhramdan sonra iki rekat namaz kılınır ve hacca niyetleniş yapılır. Diğer ibadetlerde olmayan bir şekilde Cenab-ı Hak’tan Haccı kolay kılması ve kabul edilen Haclardan eylemesi dilenir. Daha sonra Arafat’a çıkılır otobüslerle. Arafat’ta her ülkenin çadır yerleri ayrılmıştır. Bizde bize ayrılan çadırlara gittik. Öğlene kadar telmiye, tekbir getirildi, zikirler yapıldı, vaaz, Kuran-ı Kerim dinlenildi. Öğlen namazı vakti girdiğinde öğlen ve ikindi cem edildi. Bir süre sonra vakfeye duruldu. Bu hayatın en önemli anlarından biri. Çoğu kimse gözyaşı içinde. Sadece kefen gibi iki havlu içinde herkes eşit ve Rabbiyle baş başa…

Akşam vakti girince Otobüslerle Müzdelife’ye hareket edildi. Burada Mina sınırına yakın bir çadırda konaklama yapıldı. Yatsı namazı vakti beklenildi. Akşam namazı zamanında kılınmayarak yatsı vakti girdiğinde yatsıyla cem edilerek kılındı. Tabi cemaatle. Bir süre sonra Vakfeye duruldu. Dualar, zikirler. Birkaç senedir Diyanetin aldığı karar doğrultusunda Hüccac sabah saat 06’ya kadar büyük şeytanı taşlayarak bu bölgeden uzaklaşıldı.

Şeytan taşlamada üç kat halinde geniş yollar yapılmış. Tek yönde hareket mümkün. Yollarda oturma ve çadır kurma kaldırılmış. Artık izdiham bitmiş denebilir. Yani geçmişteki sıkıntıların uzun bir süre yaşanmayacağı kanaatindeyim. Haccın teknik altyapısı gittikçe iyileşiyor. Böylece daha huzurlu bir ibadet yapma imkanı artıyor. İlk gün müzdelife’de topladığımız 72 taştan (Bunlar nohut ile bakla arasındaki büyüklükte) 7 adedi sadece büyük şeytana atılıyor. Burada amaç gönülden samimi duygularla sembolik olarak şeytanı taşlamaktır. Kimi terliklerini fırlatıyor veya taşların hepsini kızgınlıkla birden fırlatıyormuş. Bunlar yanlış. Daha sonra Haremi-şerifte farz olan ziyaret tavafı yapıldı. İki rekat tavaf namazına müteakip Safa ve Merve tepeleri arasında say yapıldı. Otelimize döndük Her vakit namazımızı ıskalamadan Kabe’nin etrafında Haremde kılmak nasib oldu Allah’a şükür. Kurban kesilme haberini alır almaz traş olup ihramdan çıktık. İkinci ve üçüncü günlerde üç şeytanı da taşlamak gerekiyor. Mekke’den ayrılmadan önceki son tavafınız veda tavafı olmuş oluyor.
Mekke’den Medine’ye otobüslerle gidiliyor. 466 Km.7-9 saat arası sürüyor. Orada havalar biraz daha soğuktu .Geceleri 8 derece. Burada Peygamber efendimizin mezarı bulunuyor. O’na aldığımız selamları ulaştırdık. Ravza’da ibadet çok heyecan verici. Medine Mekke’ye göre çok daha planlı ve temiz. Gerçi eskiye göre temizlik her geçen gün daha artıyor.

Hacıların da kalitesi yükseliyor. Oraya dünyanın her yerinden insan geliyor. Muazzam bir iletişim oluyor. En eğitimli hacılar; Endonezya , Malezya, Mısır, Türkiye hacıları idi diyebilirim. Tabi az da olsa batılı hacılar çok farklı. Türk hacılar da gençleşiyor. Hatta çok sayıda bebek ve çocuklu hacı gördüm.

En üzüntü verici gelişme Mekke’de Haremin çevresinde dev otellerin çok yakınlara yapılması. Hem Kabe’ye üstten bakılması, hem de namaza duruş mekanını çok sınırlaması kötü.Para için bunlar yapılmamalıydı.Manevi havaya tecavüz olmuş. Bu iş İslam konferansının müdahalesini gerektirir diye düşünüyorum.

Tavaf yerinde de sıkışıklık oluyor.


Kişisel kanaatim Osmanlı revaklarının bir kısmı (Altınoluk ve müezzinlik tarafı) yıkılmalı. Böylece tavaf yeri bir miktar rahatlar.

Arabistan’a dünyanın her yerinden mal geliyor. İsteriz ki Türkiye’den alınanların artması için gayret gösterilsin. Muazzam bir Pazar var. Her şeyi Çin ele geçirmiş. Çin’den Doğu Türkistan’dan da epey hacı gördüm. İnşallah sayıları artar.

Orada yakınlarımızdan başlayarak ülkemiz ve İslam alemi için dualar ettik. Gönlü olan herkesin Hacca gidebilmesini Cenab-ı Hak nasib etsin. Aklından geçmeyenlerin gönlüne düşürsün inşallah.

Sevgi ve muhabbetlerimle.

Devamını Oku...