29 Mart 2008 Cumartesi

Hukuk’un Siyasi Mücadele İçin Kullanılması

Türkiye siyaseti ve hukuk sistemi “bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete” dedirten bir bilinmez istikamete doğru gidiyor.

“AKP’nin kapatılması davası” ile “Ergenekon Davası” soruşturmaları hukuki süreçler olarak değerlendirilmekten çıktı. Siyasetçiler, yazarlar ve kamuoyu tarafından “tarafların hukuk üzerinden rövanş alma mücadelesi” olarak tanımlanan bir hale dönüştü.

Bu iki davadan birinde “hukuka saygılı olmak gerektiğini” söyleyenlerin, diğer davada “hukukun sindirme ve etkisizleştirme vasıtası olarak kullanıldığını”  söylediğini görüyoruz.

Taraflardan her biri, bir savcıyı savunurken diğer savcıyı yerden yere vuruyor. “Nalıncı keseri” yine hep kendine doğru yontuyor.

“Güçler Dengesi Bozulunca” başlığıyla yazdığım yazıda, hadisenin “hukuki ve sosyal” boyutlarından önce, “siyasi” olduğunu ve alışılmış bir güç dengesinin bozulmasını müteakip, yeni bir dengeye kavuşuncaya kadar olabilecek çalkantılar olduğunu vurgulamaya çalışmıştım.

Bu yazıda yurtiçindeki güç odaklarının durumunu sergilemeye çalışmıştım. Ancak ortadaki mücadelenin görünür taraflarının ötesinde dış boyutları olabileceğini de düşünmek gerek. Gördüğümüz olayların son derece küçük bir bölümü. Bilmediğimiz bildiklerimizden fazla olduğu gibi, bildiğimizi zannettiğimiz şeyler de aslında çoğunlukla kirletilmiş bilgilerden ibaret.

Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Şimşek’in ifadesi iç çatışmanın dış boyutu hakkında ipucu veriyor ve oldukça keskin: “Evet ortada bir savaş var. Bu doğru. Türkiye’de bir güçler kavgası var. Küreselciler ile milliyetçiler kavgası. AK Parti’ye değil, küreselleşmeye karşılar. Biz korumacılıktan yana değil, küreselcilikten yanayız. İşte benim partimin bulunduğu nokta burası.” 

Milli değerlerimizi ve varlıklarımızı koruyarak küresel oyuncu olma gibi bir hedefimiz olamaz mı yani? Küresel oyunculardan hangisi milliyetçi değil?

*********************************************************************

“AKP’yi kapatma davasında” bir iddianame var ve iddialar genellikle Başbakan ve diğer AKP yöneticilerinin çeşitli sözlerinin bir araya getirilip, “laikliğe karşı odak olduğu” sonucuna varan yoruma dayanıyor. “Üniversitelerde türbanı serbest bırakmak için anayasa değişikliği” yapılması bardağı taşıran son damla olmuş.

Bir çeteleşme davası olduğu söylenen, ama ne yazık ki Türk’ün en büyük destanlarından biri olan “Ergenekon” adının verildiği davada henüz bir iddianame dahi ortaya çıkmadı. Ancak soruşturmalar şaşırtan kişilerle genişleyerek devam ediyor. Önce sağcı milliyetçi kimlikleriyle tanınmış kişiler, son olarak ta solcu ulusalcı kimlikli şöhretli isimler gözaltına alındı.

Bu iki grup arasında ortak nokta ne olabilir diye düşünüyorum. Benim bulabildiğim tek ortak nokta “anti-amerikancı” oluşları. Bakalım Savcılar ne gibi ilişkiler ve ortak noktalar çıkarabilecekler?

**********************************************************************

Türkiye’nin istikrarsızlaştırılması (destabilizasyonu) için plan kuranların ciddi başarıya ulaştıklarını, Türk insanını kamplara ayırma konusunda önemli mesafeler aldıklarını ve en önemlisi tarafların hepsinde derin endişe ve karamsarlık yarattıklarını görüyoruz.

Bir yandan “Ekonomide Tehlikeli Sinyaller” yazımda belirttiğim gibi ciddi ekonomik sıkıntıların yaşanabileceğine dair işaretler yoğunlaştı.

Ekonomi bilgisine güvendiğim İlhan Kesici’nin geçen hafta Skyturk kanalında yaptığı açıklamalar ürkütücüydü. İlhan Kesici ekonomik krizin bir çığ gibi gelmekte olduğunu, 2008 de bizi hasta edeceğini, 2009 da ise ölümcül darbe vuracağını ifade ederek şu tavsiyelerde bulundu: “Alacaklılar alacaklarını en kısa zamanda tahsil etmeye, borçlular borçlarını bir an evvel ödemeye çalışsın. Herkes ayağını yorganına göre değil, yorganının yarısına kadar uzatsın.”

Diğer taraftan ABD’nin Afganistan’da Taliban güçleriyle çarpışmak için Türkiye’nin muharip asker vermesi; Türkiye’de “füze kalkanı” oluşturma projesi ve İran’la çatışma halinde ABD ile askeri ve siyasi işbirliği gibi talepleri var. Vakıflar Yasası, Rum Patriğin ekümenik/ evrensel olduğunun kabulü, Ruhban Okulu’nun açılması, Kıbrıs’ta çözüm gibi yoluna girmiş(!) konuları da unutmamak gerek. Tabii ki bir de “Kürt sorununa siyasal çözüm” dayatması var.

Hemen güneyimizde Irak’ın işgal edilmesinden bu yana bir milyon insan öldürüldü, dört milyon insan vatanını terk etmek zorunda kaldı. Türkiye’nin dikkati bu büyük hadiselerin üzerinde değil.

Bütün yazar-çizer, siyasetçi ve bilim adamlarımız hukuk, demokrasi, laiklik konularında derin tartışmalar içinde. Tıpkı İstanbul Fatih’in ordusu tarafından kuşatılmışken Ayasofya’da “meleklerin erkek mi, dişi mi olduğunu” tartışan papazlar gibi.

Devamını Oku...

28 Mart 2008 Cuma

Demokrasi Herkes İçindir

Öğrencilik yıllarından tanıdığım değerli kardeşim Mehmet Gül’e Allah’tan rahmet diliyorum. Ona son görevini yerine getirmek için cenazesine koşan binlerce vefalı dostumuzu düşünmeye ve dıştan destekli iç ihanet ittifakına karşı güçbirliği içinde olmaya davet ediyorum.

Yargıtay Başsavcısının AKP’nin kapatılmasıyla ilgili açtığı dava, ülke gündemine oturuverdi. Ülkeyi yönetenlerin öyle beyanları var ki; açık birer anayasa ihlalidir. Silahlı bölücü ırkçı terörle Kuzey Irak’ta ve ülke sınırları içinde adeta çatışırken;

Sayın Cumhurbaşkanının terör örgütü yandaşı bir partinin yetkililerini Çankaya’da ağırlaması kabul edilebilir değildir. Bir taraftan terör örgütüne karşı askerinizle, polisinizle mücadele vereceksiniz ondan sonra bunları doğrudan veya dolaylı olarak besleyenleri dün Bakanlıklarda, Dolmabahçe Sarayında bugün de Çankaya’da ağırlayacaksınız. Aynı şey İspanya’da yapılabilir mi? İspanya Kralı veya İspanya Başbakanı terör örgütlerini ve onu destekleyen parti olan Batasuna’ya böyle ağırlayıp çelişkili davranabiliyor mu? Dün ve bugün verilen bazı çirkin beyanatlar terör örgütüne destek mahiyetindeki siyasi eylemler, terörle mücadele yasasıyla oynamak, yabancıları yargıya karıştırmak, terör örgütünün siyasallaştırılmasına katkı yapmak, olmadık yerde asker ve güvenlik güçlerini töhmet altında bırakmak, her şeyden evvel şehitlere, gazilere ve bütünüyle Türk Milletine saygısızlıktır.

Hukukun üstünlüğüne ve kendimize, partimize bir takım haksızlıklar yapıldığına inanıyorsak; bizim de önce başkalarına haksızlık yapmamamız gerekir. “Bu iddianame hukukun değil; kin ve garezin ürünüdür” beyanında bulunan Sayın Bülent Arınç, Cumhuriyetle ve Milli Devletle hesaplaşma peşinde olanların kin ve garezinden, Ankara’nın sözde zulmünden kaçıp Brüksel’in şefaatine sığınma meraklılarından habersiz olamaz.

Demokrasi iktidar kadar muhalefete de ihtiyaç duyuran bir fazilet rejimidir. Tenkitten ve aykırı sesten hoşlanmamak demokrasiyi hazmetmemektir. Bu konuda iktidar kötü örnekler vermiştir ve vermeye de devam etmektedir. Gazete ve TV kanalları baskı altına alınmış, ele geçirilmiş, bazı yazar ve yöneticiler görevden uzaklaştırılmış; bazıları da aylardır duruşmaya bile çıkartılmamışlardır. Televizyon ekranlarını partinin yayın organı gibi kullanmak fikir ve düşünce hürriyetini güçlendirmek mi? Yer yer yürütme erki, zaman zaman da basın yargının yerine geçmiş; adeta hükümler verilmiş ve tutuklananlar mahkemeye çıkartılamamıştır. Bu kuvvetler ayrılığına ve demokrasiye saygı mıdır? Sözde çete diye takdim edilenlere tarihi değer taşıyan isimlerin yakıştırılması da bir başka çirkinliktir. Türk kimliğine dolaylı  saldırıdır. Dün bunu aşırı sol yapıyordu, bugün ise, küresel rüzgarların emrindeki sözde ılımlılar, milliyetsiz sağ,  soldan devşirilenler, dış destekliler gerçekleştiriyor.  AKP’nin kapatılma davasının sebebi Kültür Bakanına göre; sözde bir çeteye bağlanıyor. Adeta aydede taşlanıyor.

*                             *                             *

Son günlerde dikkati çeken bir yayını sizlere tanıtmak istiyorum. Gazi Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Çağatay Özdemir tarafından derlenen 2 ciltlik değerli bir eser yayımlandı. “Türkiye’de Sosyoloji ( İsimler- Eserler)Ankara 2008 adını taşıyan bu eser, hayatta olan ve olmayan 68  tanınmış sosyologu hayatları, eserleri ve kültür çevreleriyle bize tanıtıyor. Bu büyük hizmeti gerçekleştirenleri tebrik ederiz. Ayrıca her bir sosyologu hazırlayan geniş ve yoğun bir çalışma ürününü ortaya koyan genç meslektaşlarımızı da kutlarız. Her halde bu 68 sosyologa yeni ciltlerde bazı yeni isimler de eklenecektir.

Eserin birinci cildi 1078; ikinci cildi ise 964 sahifeden meydana geliyor.  Eserde Ahmet Cevdet Paşa’dan Ahmet Rıza Bey’e; Ziya Gökalp’ten Mehmet İzzet, Yusuf Akçura ve Prens Sabahattin’e; Z. F. Fındıkoğlu’ndan Amiran Kurtkan Bilgiseven’e, Mehmet Eröz’den Erol Güngör, Nihat Nirun, Cavit Orhan Tütengil, Baykan Sezer, Cihat Özönder, Mehmet Ali Şevki, Hans Freyer, Orhan Türkdoğan, Niyazi Berkes, C. C. Zimmermann, Tahir Çağatay, Nurettin Şazi Kösemihal, Hamide Topçuoğlu, Mümtaz Turhan, Hilmi Ziya Ülken, Nurettin Topçu’ya kadar bir çok sosyolog hakkında geniş bilgi verilmektedir.

Devamını Oku...

Nasihatü Sultan Murad

Babası : Çelebi Sultan Mehmed
Annesi : Emine Hatun
Doğumu : 1402
Vefatı : 3 Şubat 1451
Saltanatı : 1421 – 1451 (30) sene

Sultan Murat’ın Fatih’e nasihatlerinden ibaret olan “Nasihatü Sultan Murad” her nedense bugüne kadar gözden kaçmış bir eser görünümündedir. Adından da anlaşılacağı gibi Sultan Murat’ın günlük-aktüel birçok düşüncelerine perspektif yaparak küçük yaştaki oğlu şehzade Fatih Sultan Mehmet’e anlayabileceği bir dille yaptığı ahlaki ve sosyal öğütler, bir üçüncü şahsın ağzından nakledilmektedir. Eser insanın his ve duygularına ilk bakışta ürkütücü gelen şeyleri yumuşatıp, sevimli bir şekle sokarak göstermektedir.Sultan Murat’ın geleceğin Fatih’ine yaptığı öğütlerde, dünya ahiret dengesinin tam olarak sağlandığı ve büyük bir imparatorluğun başına geçmeye aday birine yapılması gereken tavsiyeler niteliğinde olduğunu görüyoruz. Eserin orijinali Venedikli Andrea Coscola tarafından II. Murat devrinde kaleme alınmış ve uzun süre işe yaramaz bir durumda kaldıktan sonra Andrea Coscola’nın torunu Marino da Cevali tarafından M.1559(H.967) tarihinde saray tercümanı Murat Bey’e tercüme ettirerek Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman’a takdim edilmiştir.

Ve nasihatler…

Ey oğul! İnsanın başkaları tarafından aldatılması çok seyrek olur. Bu duruma düşen kimse durumu eninde sonunda anlar ve giderilmesi için çareler arar. Fakat kişi kendi kendini aldattığında bunu gidermeyi beceremediği gibi çare teminine de başvurmaz.

Gençlik çağında ortaya çıkan hissiyattan, şiddetle sakınmalısın. Ben, bu çağda duyulan zevk ve sefayı, uyuz hastalığına yakalanmaya benzetirim. Bu hastalığa yakalanmaya tutulanların çoğu ancak kaşındığı zaman rahata kavuşur. Tabii ki, böyle bir kaşınma sonunda daha kötü duruma düşerler. Çünkü tırnak vurdukları yerlerden kan akar. Bu merhemlerde, İslamiyet eczanesinde satılır.

Ben sana kılıcın nerede kullanıldığını, aklın nerede gerektiğini, savaşlarda ve ülke idaresinde hangisinin daha faydalı olduğunu öğretmiştim. Kılıç kuvveti akıl, mantık ve sevgi güçleriyle birleşmese, bir işe yaramaz. İskender’in 40 bin kişilik askerle, İran padişahının 100 bin askerini İran’da bozguna uğrattığını bilirsin. Eğer İskender aklını kullanmasaydı bu sonuca ulaşabilir miydi? Bütün bunlar gösteriyor ki aklın gücü, kılıçtan daima üstündür. Ben nice yiğitlerin akıllarını kullanmadan sırf kılıçlarına güvendikleri için helak olduklarını gördüm. Mesela, dedem Sultan Yıldırım Beyazıt sadece kılıcına güvenmeyip, tedbirini, onunla birlikte alsaydı, Timurlenk hadisesi meydana gelir miydi? Güçlü ve kuvvetli olmak elbet iyidir, fakat kuvvet Hak’ kın ve aklın emrine verilmelidir.

Mesela sevgili ve hayırlı bir oğul, şefkatli bir babadan verilmesi çok kolay bir şey istese o baba oğlunun arzusunu elbette kırmayacaktır. Ey oğul! Allah böyle bir babadan daha az mı şefkatlidir?

Ben, bu çile ve ızdıraplar dünyasında çektiklerimin mükafatının, Allah tarafından ebedi bir alemde verileceğine bütün kuvvetimle inanıyorum, O’na her an yalvarıyorum…

Kaynakça: A.Kadir KARAHAN, Alınteri Bilim ve Kültür Dergisi, Sayı 2, Erzurum, 2001, S. 31-32

Devamını Oku...

27 Mart 2008 Perşembe

Evimize Hırsız Girmiş

Telefonla haber geldi. Yaz tatilinde kullandığımız deniz kenarındaki evimize hırsız girmiş. Belki, eve girenlerin çalacak fazla bir şey bulamayacağını bilmemin rahatlığıyla, olayı bir süre önemsemedim, hırsızın neler aldığını hiç merak etmedim. Onun ihtiyacına karşılıksa ve çevreye zarar vermemişse aldıklarını helal edebileceğimi düşündüm. Gelen haber öyle değildi. Eşyalar dağıtılmış, evde ayakkabı ile gezilmiş, koltuklar kirletilmiş, sigara izmaritleri yerlere atılmış. Anlaşılan, hırsızlar ihtiyaç sahibi değilmiş. Neler aldıklarını da henüz bilmiyorum; ama bunun bir önemi de yok. Ev, güvenlik açısından korumalı değildi.

Bir hırsızlık eyleminde, çalan ve mağdur olan olmak üzere iki taraf bulunuyor. Hırsızlık, taraflardan birinin izni olmadan ona ait bir değerin gasp edilmesi. Uzun vadeli düşündüğümüzde, taraflardan biri olan hırsızın bu eylemde kazandığı hiçbir şey yok. Mağdur olanın kaybı ise, kişinin çaldırdığı eşyasına verdiği değerle orantılı. Sizin değer ölçüleriniz ne ise, kayıp oranlarınız ve buna bağlı üzüntüleriniz o kadar büyük olacaktır.

Kaybettiğimizde üzüldüğümüz değerlerin türü, bizim kimliğimizi, dünya görüşümüzü ortaya koyar. Paramız var, çaldırabiliriz; eşyalarımız var, çaldırabilir; sağlığımız var, çaldırabiliriz; zamanımız var, çaldırabiliriz; ümitlerimiz var, çaldırabiliriz; inançlarımız var, çaldırabiliriz… Bunlardan hangisinin çalınması bizi üzüyorsa biz hayatımızı onunla biçimlendiriyoruz ve ona göre anılıyoruz.

Bir bebeği aç kalması, bir çocuğu oyuncağının alınması, bir yakınımızı kaybetmek, bizi ağlatabilir. Bizi üzen, ağlatan eşya, olay ve kişiler, hayattaki önceliklerimiz demektir. Önceliklerimiz ne kadar basitse biz o kadar basitiz, ne kadar yüceyse biz o kadar yüceyizdir.

Hastaneler, virüsler tarafından sağlığı çalınan mağdurlarla dolu. Bu mağdurlara biz “hasta” diyoruz. Hastaların, tedavi ile, kısmen de olsa, mağduriyeti giderilebiliniyor. Peki, zamanı çalınanların, ümitleri çalınanların, güven duygusu çalınanların mağduriyeti nasıl giderilecek? Bunun tedavisi yok.

Bilinen hikâyedir: Bir atlı, çölde perişan halde birine rastlar. Ona, heybesinden su verir, ekmek verir. Kendine gelen kişi, adamın eşyalarını atına koyar, bir de onu döverek kaçar. Bu durumu hazmedemeyen yardımsever, eşkıyanın arkasından şöyle seslenir: “Suyu aldın, helal olsun; ekmeğimi aldın, helal olsun; atımı aldın, helal olsun; ama yardımseverlik ve insanlara olan güven duygumu çaldın, bunu sana haram ediyorum.”

Sosyal bir varlık olan insan, birbirinin hırsızı olabiliyor. Bir şirkette ortaklık hukukuna uymamak, yönetimde yetki gasp etmek, günlük hayatta verilen sözlere uymamak, kişilerin hakkına saygı göstermemek, insanların ümitlerini yok etmek, hayallerini yıkmak, zamanlarını almak, adı konmamış hırsızlık türleridir. Çalınan bu tür değerlerin telafisi de mümkün değildir. Taraflar çok kere neler çaldığının ve çaldırdığının farkında bile değildir.

“Sana yapılmasını istemediğini sen başkasına yapma.” öğüdü empatiyi çok güzel özetliyor. Bu, bir ahlak, kültür, idrak meselesi. Şimdi bir daha gözden geçiriniz. Siz nelerinizi çaldırdınız? Benim pek çok hırsızım oldu. Belki onlarla iç içe yaşıyorum. Zamanımı, ümitlerimi, emeğimi, güven duygumu çalan hırsız ya da hırsızları affedebilir miyim? Bundan emin değilim. Başkası da benim için aynı şeyleri düşünüyor olabilir. İyi niyet taşımayan ve nankörlükle nitelenebilen hırsızlara şimdilik hakkımı helal etmek niyetinde değilim.

Size de kendinizi ve ilişkilerinizi gözden geçirmeyi öneririm.

Devamını Oku...

Çekirdekler

Bu gün sizlere büyük depremin ayak seslerinden, Kocaeli afet lojistik merkezinin bu vesile ile daha fazla önem kazanır olmasından, bazılarının siparişle yazdığı ve bize yıllarca okuttuğu tarih kitaplarında hainlerin kahraman, kahramanların ise hain diye tanıtıldığından, siyasi simgelerin türbandan ziyade laiklik, çağdaşlık, gericilik ve ilericilik olduğundan, iktidar mücadelesinin zihniyet mücadelesine dönüştürülmesinden, Aleviliğin din mi, kültür mü, yoksa tarikat mı oluşundan, PKK nın bize yöneltilen düşman tüfeği gerçeğinden bahsetmeyeceğim. Sizleri ve kendimi germeyecek bir konuyu işlemeye çalışacağım.

ALLAH(C.C) tabiatta hiçbir şeyi boşa yaratmamıştır. Duran, yürüyen, yüzen ve uçan tüm canlıların bu dünyada bir görevi vardır. Aynı zamanda cansızlarında bir görevi vardır. (Bizim cansız kabul ettiğimiz bazı nesnelerde hakikatte canlıdır). Dünya nizamı halka şeklinde birbirine bağlı çeşitli zincir kümelerinden meydana gelir.

Bir zincir dizisinin bir halkası koparıldığında o zincir devre dışı kalır. Bu devre dışı kalış sorunları da beraberinde getirir. Bu gün sizlerle duran canlılar içinden çekirdekli canlıları inceleyelim.

Yaratıcımız hiç bir şeyi boşa yaratmadığına göre bir ağaçtaki yüzlerce hatta binlerce çekirdeği de boşa yaratmamıştır. Şayet çekirdeklerin tek görevi toprağa ekildiklerinde yeni bir canlı üretmek olsa idi bir ağaçtaki meyvelerin sadece bir kaçında çekirdek olurdu. Bu çekirdeklerde çoğalmaya yeterlerdi. Çekirdeklerin meyve içindeki dizini bile bir sebebe dayalıdır. Hatta bazı meyvelerin (yeni dünya gibi) çekirdekleri, yumuşak kısımlardan daha fazla hacim kaplamaktadır. Demek ki bu çekirdeklerin çoğalmaktan başka görevleri de var. Ben çekirdeklerin insan yaşamında önemli bir yer işgal edeceğine inanıyorum. Henüz çekirdekler üzerinde odaklanan bir ilmi çalışmayı duymadım. Kimi acı, kimi ekşi, kimi tatlı olan bu çekirdekler muhakkak bir hastalığın şifasıdırlar.

Modern ilaçların kullanılmadığı bazı insan topluluklarında hala daha tabiatın natürel imkanlarından yararlanıldığı bilinmektedir. Hayvanlar bile hastalandıklarında bitki, meyve, yaprak veya kök yiyerek şifa bulmaktadırlar.

Bu bakımdan çekirdekler üzerinde çalışılmalıdır diye düşünüyorum.

Canlılar hakkında da çok bilmediklerimiz var. İlim ve fen ilerledikçe bizler cahilliğimizi keşfediyoruz. Acizliğimizin farkına varıyoruz. Aslında zaman harcamamız gereken o kadar çok konu var ki, insanlığın yararına olacak olanlarla uğraşsak nefes alacak zamanımız kalmaz.

Aslında peygamberimizin övdüğü insanların torunlarıyız. Yine peygamberimizin övdüğü topraklar üzerinde yaşıyoruz. Ne akıl yönünden eksiğimiz var, nede yaşam ortamı açısından eksiğimiz var. Dört mevsimin yaşandığı, bolluklar içerisinde olan bu coğrafya da birbirimizle boşuna sürtüşüyoruz. Bu nimetleri didişmekle koruyamayız. Bir başkaları da bize bizim gibi davranmayacaktır.

Bir ailede kardeşler birbirlerinin nazına nasıl tahammül ederse, millet mevhumunda da tahammül aynıdır.

Bizlerde milletin çekirdekleriyiz. İşimiz sadece üremek değildir. Her birimiz de başkası için şifa vardır. Yeter ki biz arayalım. Birbirimizdeki güzellikleri ve yararları bulmaya çalışalım. Keşfedilmemiş çekirdekler gibi, keşfedilmemiş potansiyel gücümüzü ortaya çıkarmak için gayret gösterelim.

Hiçbir işe yaramaz diye kenara attıklarımız zaman içinde o kadar çoğalır ki iş işten geçtiğinde yalnız kaldığımızın farkına varırız. Hepimiz işe yarayan çekirdekleriz. Bir arada olduğumuzda millet oluyoruz.

Biraz daha kendimize dönelim. Kendimizi keşfetmekle uğraşalım.

Tıpkı keşfedilmeyen çekirdekler gibi…

Devamını Oku...

24 Mart 2008 Pazartesi

Hakimiyet

Böylesi Demokrasi anlayışına sahip bir ülkenin insanı olmak demokrasi adına utanç veriyor. Koskoca bir yargı organı başkanının yaptığını anlamak mümkün değil. İş o hale geldiki dinle ilgili birşey söylemek korkulacak hale geldi. Milletin çoğunluğunun desteği ile iş başına gelmiş bir partinin kapatılma istemleri açıklanınca insanın güleceği geliyor.

Cumhurbaşkanı, başbakan ve milletvekillerinin dini konulardaki düşüncelerini açıklamaları içlerinde Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanımız İbrahim Karaosmanoğlu’nunda bulunduğu Belediye Başkanlarının dini konuları içeren kitap dağıtmaları nedeniyle suçlu ilan edilmişlerdir.

Basından öğrendiğimize göre Karaosmanoğlu bazı kurumlara Kuran-ı Kerim dağıtmış. Seçmenlerinin tamamı müslüman olan bir yerde Kuran dağıtmanın suç olduğu hem de Kuran’ın hurafeler içeren kitap diye nitelenme yapılarak suçlanması olacak işmi? Karaosmanoğlu incil dağıtsaydı acaba yine suçlanacak mıydı? Hem daha önce Sirmen Kuran-ı Kerim dağıttığı zaman neden suçlanmamıştı?

Bu mantıkla hareket edilirse televizyonlarda dini konularda yayın yapmak, gazetelerde yazı yazmak kimbilir camiilerde dinden bahsetmek bile suç olacak. Avrupanın hiç bir ülkesinde böyle bir uygulama görülmemiş. Parti kapatma rekortmeni Türkiye. Son 50 yılda Avrupada ikisi Almanya’da biri İspanya’da olmak üzere üç parti kapatılmış. Almanya’da kapatılan partilerden biri nazist diğeri kominist İspanya’da kapatılan ise terörist parti. Her fırsatta batıcı olduklarını haykıran bizimkiler tam tersine 50 kez parti kapatma davası açıp 24 siyasi partiyi kapatmışlardır.

Bu gidişle siyasilerin camilere gitmeleri yasaklanır. Cumhurbaşkanı veya başbakanlar dini isimler taşıyan islam konferansı gibi kurumların toplantılarına katılmaları partilerin kapatılma nedeni, belediye başkanlarının cami çevrelerini düzenlemeleri görevden alınma nedenleri olabilir.

Bu zihniyet Cumhuriyetin kuruluşunda işbaşında olsaydı meclisin ilk açılış töreninde Hacıbayram Camiinde kılınan namazdan sonra dualar yapılması nedeniyle Atatürk’ün partisine kapatma davası açarlardı. Çanakkale savaşını görselerdi cemaatle namaz kılan komutan ve askerleri görev esnasında ibadet edip, laikliğe aykırı davranıyosunuz diye suçlayabilirlerdi. Daha önemlisi Atatürk’ün Kuran’ın türkçe mealini yapması için Elmalılı Hamdi Yazır’ı görevlendirmesi onu siyasi yasaklı haline getirebilirdi.

Yaşanan bu acayiplikler ülkemizin demokrasisini yaralamış dış dünyada itibar kaybına uğramamıza neden olmuştur. Daha önemlisi ülke ekonomimize büyük darbeler vurmuştur. Bu olayları yaratanlar meydana gelebilecek zararın nerelere varabileceğini düşünmüyor mu hiç? Düşmanın veremeyeceği ziyanı kendi insanımızın vermesi çok yazık. Bunun hesabı kimden sorulacak?

Siyasi partilerin yanlışlarını onları oraya getiren millet değerlendirir. Daha önce de böyle olmadı mı? Dün İktidar olanlar yaptıkları hatadan dolayı bugün mecliste değiller. Millet onların partilerine kilit vurdu. Hakimiyet kayıtsız şartsız milletinse başkaları buna ne karışır.

Devamını Oku...

23 Mart 2008 Pazar

Euro Komünizmden Ilımlı İslâma

Dünyada soğuk savaşın geride kaldığı, küresel sıcak savaş  örneklerinin ortaya çıktığı bir dönemdeyiz. Buna rağmen, Türkiye  üzerindeki soğuk savaş devam ediyor. Soğuk Savaş artık yeni telekulak skandallarıyla beslenen  YOUTUBE internet kanalına yükleniyor. Mevcut iktidar ve dışa bağımlı siyasetle ters düşenler dinleniyor, teşhir ediliyor  ve yıpratılarak devre dışı bırakılmak isteniyor. Çeşitli önleme tedbirlerine rağmen; asker, sivil bazı telefonların dinlenmesi de dikkat çekici… Kuzey Irak harekâtının  48 saat önce duyurulması da… Bu işin içinde yabancı istihbaratlar eğer varsa, dinleyenlerin ortaya çıkarılması da zor.  Demek ki Telekom’un özelleştirilmesi  bu tür sonuçları da doğurabilirmiş.

Türkiye’de Türkiye ile çatışan yabancı istihbarat örgütlerini ve siyasi gücü arkalarına alan bazı yazar ve ünvanlı kişiler yıldırma ve yıpratma politikalarında görev alıyorlar. Siyasete yön vermeye çalışıyorlar.

Bir dönem Batı ve ABD; Sovyetlerin desteklediği komünist partilerden ve onların yıpratıcı faaliyetlerinden rahatsız oldukları için;  birçok komünist parti içinde Euro-komünizmi desteklemişlerdi. Aslında Moskova eksenli komünizme  cepheden karşı çıkmak yerine; ABD’ye bağlı bir komünist hareket ortaya çıkarılmıştı.  Bu Batılı komünist partiler üzerinde etkili olmuştu.

Günümüzde komünizm ve Sovyet tehdidi gündemden oldukça düşünce; bu defa aynı oyun  İslâm ve İslâmı en iyi temsil eden ülkeler üzerinde oynanmaya başlandı.  Terör bile İslâmla birleştirildi. Beklenenin tam aksine; Batı ve ABD  lâik sistemleri ve lâikliği desteklemek yerine;  Amerika karşıtı radikal İslâmcı ve farklı tonlarıyla muhafazakâr çevrelerin içinde kendine bağlı  üsler yaratmaya çalıştı. Böylece  radikal ve ABD karşıtı örgütler, partiler, küresel liberal sistemin ve zihniyetin içine çekilerek  anti-Amerikancılıkları törpülendi.  Hedef de bu idi.  Artık  bu tuzağa düşen ister muhafazakâr, ister gayri memnun İslâmcı çevreler ABD karşıtı olmak yerine; onunla yoldaş olmuşlardı. Bu yoldaşlık  küresel gücün çıkarlarına uygun  bir demokratikleşme sürecinde birleşme idi.   

Graham Fuller, 2000 yılında Türkiye ile ilgili yaptığı bir yorumda;  koalisyon partilerinde büyük deprem yaşanacağını, Türkiye’nin iki partili bir sisteme dönüşeceğini, Fazilet Partisi’nden kopan bir grup ılımlı İslâmcının  geniş tabanlı  yeni bir siyasi oluşumu doğuracağını belirtiyordu. O’na göre; Türkiye’de kar topu gibi büyüyüp gelişecek olan ılımlı İslâmcılar  yani  Batı ve ABD güdümündeki Euro-komünizme benzer bir gelişme, Türkiye’nin gündemine oturacaktı.  Böylece Fazilet Partisi’nden kopan bir kısım İslâmcı ve de muhafazakâr yeni yolda birleşecekti. ABD’nin demokratikleştirmek istediği Ortadoğu’da ideal bir örnek vardı: Demokrasi ve İslâmın birlikte yaşandığı Türkiye gerçeği… Türkiye, bugün bunun sancılarını yaşıyor. Vatandaşın şaşkınlığı bundan… Bir tarafta alnı secdeye giden, şeklen de olsa işbirliğine açık bu muhafazakârlar; diğer tarafta  sadece lâikliği esas alan ve onu taassuba dönüştürmüş olanların Cumhuriyet ve rejimden yana tavırları.  Bu çelişki türban ve lâiklik kavgaları ile sürüyor; ama malı yabancılar götürüyor. Aynen dün ideolojik  çatışmalarda olduğu gibi….

Bu olumsuz ortamda geçen hafta Isparta Aydınlar Ocağı açıldı.  Kalabalık bir heyetle Isparta’da canlı bir açılışa katıldık ve çeşitli temaslar yaptık. Aynı gün “Demokrasi ve Sivil Toplum Gerçeği” konulu açık oturumda Prof. Dr. Ömer Aksu ve Dr. Nefi Demirci ile beraber konuşmacı olduk. Demokrasimizin sorunlarını tartıştık. Demokrasinin alternatifinin yine demokrasi olduğunu belirttik. Ancak, küresel güce hizmet eden taklitlerinden de sakınılması gerektiğine işaret ettik. Sivil toplum kuruluşları aracılığı ile ülkelerin iç işlerine karışıldığı ve iktidarların kuşatıldığı üzerinde durduk.  Batı demokrasilerinde hiç de hoş görülmeyen örneklerin Türkiye’de demokratikleşme diye yutturulmaması gerektiğini söyledik. Demokrasinin, vatandaşlığı ve milli kimliği reddeden ırkçı bölücülükle bağdaşmayacağını, ırkçı bölücü terörün reçetesinin daha fazla demokrasi olamayacağını belirttik. Basın ve yürütme erkinin yargının yerine geçmemesi üzerinde durduk. Güvenlik ve özgürlükler arasında denge kurulması gerektiğine işaret ettik. Bu vesile ile kuruluşu gerçekleştiren arkadaşlarımızı tebrik ediyor ve başarılar diliyoruz.

Devamını Oku...

21 Mart 2008 Cuma

Güçler Dengesi Bozulunca

Turgut Özal tek başına iktidar olduğu en güçlü döneminde, kendisine iktidarın yüzde kaçını kullanabildiğini soran bir yakınına, uzunca bir düşünceden sonra yüzde yirmisini diye cevap vermiş.

Hem özel sektörde ve hem de kamuda üst düzey yöneticilik tecrübesi, zekâsı, çalışkanlığı ve yetki alanını sürekli genişletmeye çalışan hırsıyla, Turgut Özal gibi biri iktidarın yüzde yirmisini kullanıyorsa, kalanını kimler kullanıyordu?

Kuvvetler ayrılığı ilkesine uygun olarak yasama, yürütme ve yargının iktidarı paylaşması normaldir. Ancak bizim sistemimizde tek başına iktidara gelerek yürütmeye hâkim olan partinin, yasama organı olan TBMM’de de çoğunluğu elde etmesi siyasi iktidarın ve Başbakan’ın gücünü artırmaktadır. Yürütmenin bir parçası sayılan Cumhurbaşkanlığı makamının en azından teorik olarak tarafsız olması siyasi iktidarın bu gücünü sınırlandırmak içindir.

Seçimle iktidara gelen siyasi partiye ilaveten gerçek iktidar gücüne sadece yargı değil, (yasama, yürütme ve yargıyı dolaylı veya dolaysız etkileme gücüne sahip olan) medya, ordu, sendikalar, meslek kuruluşları, odalar, cemaatler, tarikatlar, dernekler ve diğer resmi veya sivil organizasyonlar belli oranlarda ortak olurlar.

AKP ilk defa iktidara geldiğinde her ne kadar yine tek başına iktidar da olsa, 22 Temmuz seçimlerinden sonra ikinci defa ve daha yüksek oy oranıyla yine tek başına iktidar olması kadar endişelere yol açmamıştı.

AKP birinci döneminden itibaren devlet kadrolarında kritik makamlara çoğunlukla milli görüş ekolünden gelen yandaşlarını getirmeye devam etti.

Devletin elindeki TRT’ye ilaveten, TMSF kanalıyla el konulan gazete ve TV kanallarının yönetimini ele geçirdi. Doğan Grubundan da (iddiaya göre özelleştirmelerde sağladığı menfaatler sayesinde) destek almayı beceren AKP, Türkiye medyasında birkaç cılız muhalifin dışında yüzde doksana varan bir kontrol sağlayabildi.

Hak-İş’ e ilaveten Türk-İş yönetimine AKP yandaşlarının seçilmesini, siyaseten etkili birçok oda, vakıf ve kurumun başına AKP destekçilerinin eline geçmesi takip etti. Zaten cemaat ve tarikatların çoğunun baştan beri desteklediği parti AKP idi.

Bütün bunlara ilaveten, 22 Temmuz 2007 seçimlerinden sonra AKP’nin iki numaralı ismi Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasını sağlayan AKP, alışılmış güç dengesini çok ciddi bir şekilde bozmuş oldu. Çünkü AKP’nin ilk döneminde Cumhurbaşkanı olan, A.Necdet Sezer siyasi iktidarın gücünü ciddi biçimde sınırlandıran bir icraat yapmıştı.

Cumhuriyet Mitinglerine katılanların ve destekçilerinin endişeleri iyice artmıştı. Bir yandan milli varlıklarının üçer beşer yabancıların eline geçmesine kahrolanlar, diğer taraftan laik devletin din devletine dönüşmekte olduğu endişesi içine girenler AKP’nin güç kullanımındaki muazzam artıştan korkmaya ve derin moral çöküntüye girmeye başladılar.

AKP’nin iktidar gücünü sınırlayan iki önemli güç kalmıştı: Ordu ve Yargı.

22 Temmuz 2007 seçimi öncesinde 27 Nisanda, Ordu’nun e-muhtıra yayınlayarak siyasete müdahalesi seçimlerde ters tepti. AKP’nin oy oranını yükselten bir faktör oldu.

Bu defa Yargıtay Başsavcısı AKP’nin kapatılması için dava açtı. Herkes Anayasa Mahkemesi’nin bu davayı ne zaman ve nasıl sonuçlandıracağını merak ediyor.

Dava muhakkak ki hukuki gerekçelerle açılmıştır. Ancak gerek davanın açılması ve gerekse karara bağlanmasında salt hukukun etkili olacağını beklemek ne kadar gerçekçidir?

Medya, davayı açan Başsavcının A.Necdet Sezer tarafından, seçimden ikinci çıkmasına rağmen seçildiğini; Anayasa Mahkemesinin 11 üyesinden 8’inin ve 4 yedek üyenin tamamının yine A. Necdet Sezer tarafından seçilen üyeler olduğunu, iki üyenin Turgut Özal, bir üyenin ise Süleyman Demirel tarafından atandığını neden hatırlatma ihtiyacını duymaktadır? Bu haberi veren medyanın gerekçesi şöyle: “Yüksek Mahkeme üyelerinin profili, mahkemeden çıkacak karar konusunda ipuçları veriyor.”

Dileğimiz Yüce Mahkeme’nin üyelerinin, kendileri hakkında taraftar kimliği ima edenleri utandıran bir objektiflik içinde, hukuki delilleri değerlendirerek ve siyasi sonuçlarını göz ardı etmeden davayı değerlendirmeleridir.

Güçler dengesindeki bozulmanın değiştirilmesinin, yargı kanalıyla yapılmasını arzu edenler bilmelidirler ki, bu yolla istedikleri hedefe ulaşmaları doğru da değildir, mümkün de değildir. Mahkeme sonucu ne olursa olsun AKP’nin iç ve dış desteğinin artması ihtimali artmıştır.

Daha da önemlisi, kendi gücünü korumak isteyecek olan AKP’nin dış destek bulabilmek uğruna yabancılara daha vahim tavizler vermesi ihtimali de artmıştır.
MHP lideri Devlet Bahçeli’nin açıklaması önemli: “Altmışbeş aydır iktidarda olan bir siyasi partinin kapatılması için dava açılması, hukuki yönleri bir tarafa bırakılsa da, çok vahim siyasi sonuçları olacak bir durumdur.” Bu sözler, Türkiye’nin bu krizi de atlatması için MHP’nin inisiyatif alacağının işareti olabilir.

Devamını Oku...

Sosyal Güvenlik Değil Güvensizlik

Hani; ‘Gelecek bize çocuklarımızdan miras, torunlarımızdan emanet’ti? Hani; Türkiye Cumhuriyeti bir ‘Sosyal Devlet’ti? Geleceğimiz çalınıyor, kazanılmış haklar elimizden alınıyor, sosyal devlet ilkesi ortadan kaldırılıyor. Bunun için 14 Mart Cuma günü saat 10 00 ile 12 00 arasında Türkiye genelinde ve ilimizde tüm sendikaların ortak organizasyonuyla “UYARI AMAÇLI ÇALIŞMAMA HAKKINI2 saatliğine kullanma eylemi gerçekleştirildi.

Bu eylem; siyasetin tamamen dışında, işçi – memur tüm kesimlerin, tüm sendikaların ve meslek örgütlerinin (17 kuruluş) ortak feryadıdır. TBMM’de halen görüşülen bu yasayla çalışanların ve emeklilerin ortak nasırına basılmıştır.

Tasarı ile yapılan düzenlemeler, ülkede yaşayan herkesi olumsuz etkileyecek; sosyal sigorta ve sağlık hakları kullanımını engelleyecek ve ağır hak kayıplarına neden olacaktır. Bu tasarının yasalaştığı tarihten itibaren herkes bu yasa kapsamında çalıştığı süre oranında yeni düzenlemelerden etkilenecektir.

Ayrıca, bu düzenlemeyle birlikte;

  • "Emeklilik için kadınlarda 58, erkeklerde 60 olan yaş sınırı kademeli olarak kadın ve erkeklerde 65’e, prim gün sayısı 7 binden 9 bin’e yükseltilmektedir.
  • Malullük ve ölüm aylığı haketmek için aranan 5 yıllık hizmet süresi 10 yıla, 900 günlük prim gün sayısı ise 1800 güne yükseltilmektedir.
  • Aylık bağlama oranı her 360 prim gün sayısı için %2’ye indirilmektedir.
  • Emekli aylıklarının hesaplanmasında kullanılacak katsayının belirlenmesinde refah payının yüzde 100’ü yerine, yüzde 30’u dikkate alınacaktır.
  • Çalışan ve ölüm geliri-aylığı alan çocuksuz dul eş aylığı, yüzde 75’den, yüzde 50’ye düşmektedir.
  • Asgari ücretin 3’te 1’i tutarında, 6 ay süreyle verilmesi kabul edilen süt emzirme yardımı, 1 defaya mahsus bir ödeme olarak düzenlenmektedir.
  • Asgari ücretin 3 katı tutarında verilmesi kabul edilen cenaze yardımı, 1 asgari ücret tutarına indirilmektedir.
  • Yetim kız çocukları için ödenmekte olan evlenme yardımı (çeyiz parası) yetim aylığının 24 katı tutarından, 12 katına düşürülmektedir.
  • Diş protezlerine yaş sınırı getirilerek 18 yaşını doldurmamış veya 45 yaşından gün almamış kişiler protez bedelinin yüzde 50’sini cepten ödeyecektir.
  • Çalışanlar ile emekli dul ve yetimler, özel hastanelerden yararlanmak için sağlık hizmeti bedelinin yüzde 20’sini cepten ödeyecektir.
  • Sosyal Güvenlik Kurumunun oluşturacağı bir komisyonun belirleyeceği tedavi yöntemleri dışındaki tedaviler için, 3 katına kadar fark ödemesi yapılacaktır.
  • Muayene ve tedaviler için şimdilik 2 YTL; protez, ortez ve ilaç bedelleri için yüzde 10 ve 20 oranında değişen oranlarda katılım payı ödenecektir.
  • Genel Sigorta primlerini devletin ödeyeceği kişiler için geçerli olan yoksulluk eşiği, asgari ücretin 3’te 1’i  olarak belirlendiğinden, sağlık sigortası primi ödemeden sağlık hizmetinden yararlanamayacaktır.

Sosyal Güvenlik hakları açısından asla kabul edilemez olan bu yasa derhal geri çekilmelidir. Bu noktada çocuklarımızı ve toplumsal barışı düşünüyorsak harekete geçmeliyiz. Yoksa iş, sözün tükendiği yere varacak.

Devamını Oku...

18 Mart 2008 Salı

Mevlid Kandili Kutlu Doğum Haftası

19 Mart Çarşamba günü mevlid kandili yani peygamberimizin doğum yıl dönümüdür. Tüm insanlığa hayır ve mutluluk getirmesi dileğiyle yazıma başlamak istiyorum. Alemlere rahmet olarak gönderilen peygamber (sav) doğmadan iki ay önce babasını kaybetmiştir. O bir yetim olarak dünyayı şereflendirmişti. Altı yaşında annesini kaybedince de hem yetim hem de öksüz oldu. Çocukluğu ve gençliği anne şefkatinden baba sevgisinden mahrum geçmişti. O'nu öpüp okşayan kucaklayıp sevip koklayan ne annesi ne de babası vardı.

O böyle bir ortamda büyüyor tüm insanların sevgi ve takdirini kazanarak "Muhammedül Emin" oluyordu.

Bu emin kişi kırk yaşına geldiğinde insanlığı karanlıktan aydınlığa çıkarmak için peygamberlikle görevlendiriliyordu. O insanları seviyordu, O'na inananlarda O'nu seviyordu.

Ayeti Kerimede "Sizden çabam karşılığında bir şey (ücret) istemiyorum. İstediğim tek şey içerisinde yakınlık olan sevgidir. " İçerisinde yakınlık olan sevginin ne olduğunu anlamak için önce yakınlık olmayan sevgiyi tanıyalım.

Bu sevgi uzak bir sevgidir. Sevdiğini uzaktan sevmektir.
Sevginin bedelini ödememek için sevdiğine uzak durmak bilerek ve isteyerek onun yanında yöresinde önünde ve arkasında yer almamak mücadelesine katılmamaktır. Özetle bedava sevmektir. Günümüzde istisnaları tenzih ederim bizim gibi Müslümanların peygamber sevgisi gibi. Avami tabirle "Kuru kuru kadan alam/ Takır takır kurban olam" böyle işi nenemde yapar dedemde.

Sevgi hayatın bire sonsuz veren en değerli tohumudur. Fakat onu doğru zamanda doğru yere doğru biçimde ekmek gerekir. Ektikten sonrada bakımını ve hizmetini yapmak gerekir. Otunu ayıklamak, sulamak, büyütmek ve beslemek yani emek vermek gerekir. İşte peygambere duyulan sevgi böyle bir sevgi olmalıdır.

Peygamberler insanları Allah'ın dinine çağırmalarını, onların hidayetine sebep olmaları karşılığında ücret istemezler. Onların ücreti Allah'a aittir. Onların istediği içerisinde yakınlık olan sevgidir. Bedeli ödenmiş sevgi seveni sevilene yakın yapar. Seven sevilene yakın olunca Ehl-i Beyt'ten olur. Tıpkı Selman-i Farisi gibi.

Selman ne araptı ne de Haşimoğullarından.
Peygamberimiz(sav) "Selman bizdendir, Ehl-i Beyt'tendir."Buyurmuştur.
Ama Selman bu sevginin bedelini ödemişti. O zamanının hatırı sayılır bilge kişilerindendi. Tanımadığı halde peygambere olan sevgisi onu Medine'ye kadar getirmişti. Malı, mülkü, makamı tüm dünyevi zenginlikleri terk ederek sıradan bir insan olarak Medine'ye gelmişti. İşte peygamberi sevmek ve sevginin bedelini ödemek budur. Her bir sahabenin buna benzer sevgi hikayeleri vardır.

Tıpkı hicret gecesi suikast düzenleneceğini bile bile Resullah'ın yatağına yatmayı göz göre göre ölüme gitmeyi kabullenen Hz. Ali gibi.

Tıpkı Allah yolunda infak emri gelince tüm malını Allah ve Resulü yolunda tasadduk eden Hz. Ebubekir gibi. Artık seni canımdan da çok seviyorum diyen Hz. Ömer gibi. 20 yaşlarında hayatın baharında dar ağacını boylayan Hz. Hubeyb ve arkadaşı Hz. Zeyd gibi. Allah hepsinden razı olsun. Bu sevgi öyle bir sevgi idi ki Taif dönüşü atılan taşlardan peygamberi korumak için vucudunu ona siper edip pervane gibi dönen kan revan içerisinde kalan azaldı kölesi Zeyd gibi.

O'da öyle bir peygamberdi ki kendine ve Müslümanlara yapılan tüm işkencelere rağmen düşmanlara beddua etmiyordu. Çünkü O insanlara rahmet olarak gönderilmişti. İnsanları sever kimseye tepeden bakmaz, kimseyi hor görmezdi.

 Hz. Enes (ra) on sene peygambere hizmet ettim bana bir sefer olsun şunu niye şöyle yaptın bunu niye böyle yapmadın diye kızmadı. İnsanlara değer verir. Onlarla istişare eder, çıkan neticeye uyardı. Ben peygamberim benim dediğim olacak diye bir tavır sergilemezdi. Uhud ve Hendek savaşlarında olduğu gibi. Çocukları sever, onları öper, saçlarını okşar ve onlarla şakalaşırdı. Yanlış yapana kızmaz onlara doğruyu anlatırdı.

Bir gün peygamberimiz ve arkadaşları mescitte sohbet ederlerken bedevinin biri gelir. Mescidin içerisine küçük abdestini bozar. Bunu gören sahabiler kızar Hz. Ömer ayağa kalkarak kılıcını çeker bu ne saygısızlık, bu ne cüret diye bedevinin başını kesmek ister. Bunun üzerine peygamber (sav) Hz. Ömer'e dur ya Ömer der. Bir kova su getirmelerini emreder. Bevledilen yeri temizletir. Bedeviyi de bir daha böyle yapma diye affeder. Bir an için ölüm korkusuna kapılıp da sonra affedildiğini gören bedevi Müslüman olur.

Bizim ecdadımızda görmeden onu sevmiş, sevgisinin bedelini ödemiştir. Rivayet olunur ki Ahmet Yesevi hazretleri 63 yaşına geldiğinde peygamberimiz bu yaşta vefat etti diyip yerin altında kendine bir çilehane yaptırıp kırk küsür sene orada gün yüzü görmeden yaşamıştır.

Peygamberi sevmek onu örnek almak hayatımızı ve yaşantımızı ona benzetmekle mümkün olur. O'nun sünnetine tabii olmakla mümkün olur. O'nun dürüstlük ve güvenilirliğini örnek almakla mümkün olur. Acaba yaşantımız O'nun yaşantısına ne kadar benzer?

Allah (cc) bizi kendisine gerçek manada kul peygamberine ümmet eylesin. Mevlid kandilinizi tebrik eder ülkemize, İslam alemine ve tüm insanlığa hayırlar getirmesini temenni ederim.

93. yıl dönümünde Çanakkale şehitlerimizi rahmetle anıyoruz, ruhları şad makamları cennet olsun.

Devamını Oku...

Çanakkale Savaşı

“Cesaretinizi yitirmeyin ve üzülmeyin. Eğer (gerçekten) inanıyorsanız, mutlaka (insanların) en üstünü olursunuz”(Al-i İmran, 3/139).

Çanakkale harekatı, Almanya, Avusturya-Macaristan gibi ülkelerden oluşan merkezi devletler yanında savaşa giren Osmanlı Devleti’ni saf dışı bırakmak için İngiltere, Fransa, Rusya ve diğer ülke ve milletlerden oluşan İtilaf devletleri tarafından düzenlenmiştir. Bu harekat, I. Dünya Savaşı’nın en önemli askeri faaliyetlerindendir. Osmanlı Devleti’nin Almanya yanında savaşa katılmasıyla İngiltere ve Fransa, Rusya ile doğrudan temas kurmak, Osmanlı Devleti’nin gücün zayıflatmak ve Orta Avrupa’ya hakim olmak amacıyla bu harekatı gerekli görmüşlerdir. Boğazlar’a karşı girişilecek bir deniz harekatı ile İstanbul işgal edilip, Osmanlı Devleti’nin savaş dışı bırakılması amaçlanmıştır.

Nitekim İngiliz ve Fransız deniz kuvvetlerinin bombardımanıyla 3 Kasım 1914’te Çanakkale savaşları başlamıştır. Ancak pek çok başarısız teşebbüsten sonra, tarihler 18 Mart 1915 sabahını gösterdiğinde ise boğaza giren ve tabyaları topa tutan İngiliz ve Fransız filoları, Çanakkale Boğazı’nın iki yakasındaki mevzilerden açılan yoğun ateşin ve dökülen mayınların etkisiyle, büyük zayiat vererek geri çekilmek zorunda kalmışlardır.

Boğazın deniz kuvvetleriyle geçilemeyeceğinin anlaşılması üzere, itilaf devletleri Gelibolu yarımadasının farklı noktalarına çıkartmalar yapmak süretiyle savaşı lehlerine çevirmek istemişler, ancak her defasında da başarısızlığa uğramışlardır. Nihayet büyük hayal kırıklığı ve mağlubiyetle farklı milletlerden ve devletlerden oluşan düşman kuvvetleri, 9 Ocak 1916’da tamamen geri çekilmişlerdir. ( Kurşun, Zekeriya, “Çanakkale Muharebeleri”, DİA, c. 8, s. 205-208).

Kara ve deniz savaşlarında, özellikle Anafartalar muharebelerindeki çarpışmalarda bütün mahrumiyetlere ve mühimmat yetersizliğine rağmen Müslüman-Türk askeri Çanakkale’nin geçilmez olduğunu bütün dünyaya ispatlamışlardır.

Yokluklar içinde ve en zor şartlarda; üzerine saldıran yedi düvele karşı, tarihte benzeri görülmemiş bir destan yazan Müslüman Türk Milleti’nin savaş meydanındaki kahramanlığını ve azmini Başkumandan Gazi Mustafa Kemal söyle anlatıyor: "Karşılıklı siperler arasında mesafemiz sekiz metre idi. Yani ölüm muhakkak. Birinci siperdekiler hiç biri kurtulamadan kamilen şehit düşüyor, ikinciler onların yerine geçiyor. Fakat ne kadar imrenilecek bir itidal ve tevekkülle biliyor musunuz. Şehit olanı görüyor, üç dakikaya kadar şehit olacağını biliyor, en ufak bir fütur bile getirmiyor, sarsılmak yok. Okuma bilenler ellerinde Kur'an-ı Kerim cennete gitmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler Kelime-i şahadet getirerek yürüyorlar. bu, Türk askerindeki imanı ve ruh kuvvetini gösteren şayan-ı hayret ve şayan-ı tebrik bir misaldir."( Ruşen Eşref, Mustafa Kemal Çanakkaleyi Anlatıyor 1981, s. 22).   

Bizler şunu iyi biliyoruz ki, zaferlerin kazanılmasında maddi sebepler gereklidir. Bu sünnetullah gereğidir. Nitekim Allah’ın(c.c.), “Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayınız. Onlarla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve bunlardan başka sizin bilmediğiniz fakat Allah’ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz…” (Enfal, 8/60) ayeti, bu gerçeği çok net bir şekilde ortaya koymaktadır. Ayrıca Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de, ilk Müslümanların  Allah yolunda canlarıyla ve mallarıyla mücadele ettiklerini vurgulamaktadır. “Fakat Elçi ve onunla beraber inananlar, mallarıyla, canlarıyla cihat ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır ve işte başarıya erenler onlardır”.( Tevbe, 9/88).

Ne var ki, Osmanlı Devleti, Çanakkale muharebelerinde deniz, kara ve hava asker sayısı, silah ve teçhizatı yönünden itilaf devletlerine göre çok güçsüz bir durumda idi. Çanakkale’de savaşan kuvvetler arasındaki dengeye bakıldığı zaman, çok büyük tezatın olduğu görülmketedir. Düşman kuvvetleri, bölgeye 18 zırhlı, 12 kruvazör, 27 muhrip, 506 top, 12 denizaltı, 1 uçak gemisi, 1 balon gemisi, 36 mayın gemisi, 2 hastane gemisi, 87 nakliye, 222 çıkarma gemisi ile 42 uçaktan ibaret savaş malzemesi ile İngilizler 400 bin asker (Avustralya ve Yeni Zelanda= Anzak, Kanada, Hindu, Yunan ve Yahudi birlikleri dahil), Fransızlar da 80 bin askeri yığmışlardır.

Türk ordusunun ise, imkanlanları sınırlıydı. Topu, tüfeği  sayılıydı. Mehmetçik yarı açtı durumdaydı. Top yetersizliğinden, düşmana çok görünmesi için soba borularıyla top görüntüsü verilmişti. Kum torbası dahi yeterli değildi. Bazen gönderilen kum torbası, kum doldurulacak yerde askerlerin harap olmuş ve parçalanmış elbiselerinin tamiri için kullanılıyordu.

Ancak Çanakkale geçilememiş ve zafer elde edilmiştir. Maddi güçün zayıflığına rağmen hangi güç zafere ulaştırmıştır? Hiç kuşkusuz bu, Allah’a ve Resulüne iman ve sevgi, vatana bağlılık gibi dini ve milli ulvi değerlerden oluşan manevi güç bir idi.  Zira Savaşan kuvvetler bakımından boğaz ve kara muharebeleri değerlendirilecek olunsa, Çanakkale savaşları; silahla imanın çarpışması anlamına gelmektedir.

Allah yolunda, vatan uğrunda canla ve malla mücadelenin yanında, Allah’a olan imanın ve güçlüklere karşı dayanma azminin (sabır) de zaferlerin kazanınmasında çok önemli bir etken olduğunu aşağıdaki zikredeceğimiz ayet-i kerimeler de idraklerimize sunmaktadır.

“Karşılaşan şu iki toplulukta sizin için bir ibret vardır: bir topluluk Allah yolunda çarpışıyordu, öteki de nankördü, onları, gözleriyle kendilerinin iki katı görüyorlardı. Allah dilediğini yardımıyla destekler. Elbette (bunda) gözleri olanlar için bir ibret vardır. ( Ali İmran, 3/13).

“(Allah müminlere yardım eder.) Nitekim Allah, zayıf durumda bulunduğunuz Bedir’de de size yardım etmişti. O halde Allah’tan korkun ki, şükredesiniz. O zaman sen müminlere: “Rabbimizin, size, indirilmiş üç bin melek ile yardım etmesi, size yetmez mi?” diyordun. Evet, sabreder, korunursanız; onlar hemen şu dakikada üzerinize gelseler, Rabbiniz size nişanlı beşbin melekle yardım eder. Allah bu (yardım va’di)ni sırf size müjde olsun  ve kalbleriniz bununla güven bulsun diye yaptı. Yardım, yalnız, daima galip, hüküm ve hikmet sahibi Allah katındandır. İnkar edenlerden bir kısmını kessin ve perişan etsin de umutsuz olarak dönüp gitsinler diye (size yardım eder). (Ali İmran, 3/ 123-127).

Çanakkale muharebelerinde, tek başına bir iman abidesi halinde düşmana karşı duran Müslüman Türk’ün mücahit evlatlarının,  o günün modern silahlarının karşısında iman kuvveti vardı. Mehmetçik, emperyalist Batı’nın gökleri uçak, denizleri donanma ile dolduran gücüne karşı iman dolu göğsünü siper etmişti.  Dünyanın en güçlü orduları karşı, böylesi sınırlı imkanlarla savaşan ve göğsünü kurşunlara siper eden kahraman Mehmetçiğin cephesi sarsılmamıştı. Bu durum, Milli şairimiz Mehmet Akif tarafından şöyle dizelere dökülmüştür:

“Cehennem olsa gelen, ğöğsümüzde söndürürüz!
Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz yürürüz!
Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa…
Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa..
Değil mi cephemizin sinesinde iman bir,
Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir,
Değil mi sinede birdir vuran yürek .. yılmaz!
Cihan yıkılsa emin ol, bu cephe sarsılmaz.”

Düşmanın Akdeniz Kuvvetler Komutanı Hamilton:

“…Sadece bugün 1800 şarapnel attık. Aylardan beri gece gündüz savaş gemilerimiz Türk mevzilerini bombalıyor. Son derece hırpalanmış Türkleri koruyan ALLAH’larından ayırmak için başka ne yapılabilir?...diye sorduktan sonra şöyle diyordu:

“Bizi Türkler’in maddi gücü değil, manevi gücü mağlup etmiştir. Çünkü onların atacak barutu bile kalmamıştı. Fakat biz, gökten inen güçleri müşahede ettik. Sanki biz daha buralara gelmeden, akıbetimiz kararlaştırılmıştı. Ve şimdi de üzerimizde icra ediliyordu”.

Bir İngiliz Amiral de: “…Toprağı şarapnellerimizle delik deşik ettik. Bir kalburun yüzü gibi birbirine temas eden daireler haline getirdik. Artık bu toprakta bir canlının mevcudiyetine müspet ilim ve akıl inanamazdı. Fakat biraz sonra kabarttığımız bu tümseğin altından elinde süngüsü ile bir Türk neferinin “ALLAH!”diye fırladığını görünce aczimizi anladık” diye çaresizliğini belgeliyordu.

Öte yandan bu harekatın fikir babası ve uygulayıcısı olan İngiliz Deniz Bakanı Çörçil ise, o rezil yenilgiden sonra mahkemede baskı altında kalınca çaresiz şöyle haykıracaktır: “Anlamıyor musunuz, biz Çanakkale’de Türkler ile değil, ALLAH ile harp ettik. Tabii ki yenildik…”

Çanakkale’de ölüme meydan okurcasına arslanlar gibi dövüşen ve şaire “Cihan yıkılsa emin ol, bu cephe sarsılmaz” dizelerini söyleten, ateş altında süngüsünden kurduğu mihrap önünde namazını kılarak Kanlısırt’taki  nöbetine koşan Mehmetçik, iman ve vatan destanını, Çanakkale geçilmez diye yazmıştır. Çanakkale destanını öğrenmek ve yeni nesillere öğretmek de Müslüman-Türk milletinin şeref  borcudur.

“Cesaretinizi yitirmeyin ve üzülmeyin. Eğer (gerçekten) inanıyorsanız, mutlaka (insanların) en üstünü olursunuz”(Al-i İmran, 3/139) ilahi beyanın ruhuna sahip olundukça, Çanakkale geçilmez, vatan bölünmez, şehitler ölmez ve toplu attıkça sineler onu top sindiremez.

Devamını Oku...

16 Mart 2008 Pazar

Irkçılık Mikrobu

Hareketli bir haftayı geride bıraktık.  Kuzey Irak’a düzenlenen harekâtın durdurulması sadece içeride değil; yabancı basında da geniş şekilde yer aldı. Çekilmeden bir gün önce ABD  Başkanı ve Savunma Bakanının çirkin beyanları oldu. Adeta emir şeklinde anlaşılan bir an evvel çekilin uyarıları ve ardından 24 saat içinde alınan  daha ziyade siyasi görüntülü çekilme kararı, yanlış anlamalara sebep oldu.  Her şeyden evvel zamanlama çok yanlıştı. Bu yanlış zamanlama bir tarafta dururken, siz “Efendim ABD baskısıyla karar almayız”ı kimseye anlatamazsınız. Bu kararı “ikinci çuval” olayına benzetenler de olabilir. Ancak Genelkurmayın açıklaması esas alınmalıdır.

Dışişleri Bakanı dururken Prof. Dr. Davutoğlu’nun  Iraklı yetkililerle danışman sıfatıyla görüşmeye gitmesi  ve hele doğruysa bu seyahat ABD Büyükelçisi ile görüşülüp yapılmışsa bu büyük bir hatadır.

İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecat’ı Türkiye’ye davet etmekten çekinenler, karar değiştirenler, gecekondu Irak yönetiminden ders almalıdırlar. Irak ABD’ye rağmen bu daveti yapabilmiş ve İran Cumhurbaşkanı da Bağdat’ı resmen ziyaret etmiştir. Son yıllarda o kadar fazla gurur ve haysiyetimizi kırıcı olaylarla karşılaştık ki, toplum üzerinde bunun çok kötü etkileri olmuştur. Dış itibarımız da oldukça zedelenmiştir.

Türkiye’de Tekel’i  1.72 milyar dolara British American Tobacco’ya (BAT) satanlar,  Finlandiya Tekeli’nin 4 milyar dolara  özelleştirildiğinin farkındalar mı? Ismarlama bir Vakıflar Yasası çıkaranlar Yunan’ın çıkardığı yasa ile bizimkini karşılaştırdılar mı?

Kuzey Irak hareketi dolayısıyla “Her şey silahla olmaz, siyasi çözüm  gerekir” diyen özellikle dış çevreler, hangi siyasi çözümlere vardıklarını ortaya koymalıdırlar. Hangi ciddi devlet  terörle mücadelede devlet olmanın gereklerinden vazgeçerek terör örgütünün taleplerini kabul etmiş ve kültürel hakları çoktan aşmış olan talepler önünde eğilmiştir? Dün kültürel haklar diye ortaya düşenler, AB yolunda verilen tavizlerden sonra  “şimdi demokratik özerklik” ten bahsediyorlar. Önce Demokratik Cumhuriyet  yani Cumhuriyetin demokratikleştirilme adı altında altının oyulması, Ankara’nın devre dışı bırakılarak mahalli birimlerin özerkleştirilmesi, egemenliğin paylaşılması peşinde olanlar, şimdi demokrasi kelimesini kirleterek özerklik peşine düşmüşlerdir.  Zaten kültürel haklar gibi masum haklara sığınanların da asıl amacı buydu. Dün Balkanlar’dan Osmanlı’yı çözülmeye götüren süreç; bugün Ortadoğu’dan yapılıyor. Bazıları gerçekleri “paranoya” zannetse de…

DTP mensuplarının beyanları ve eylemleri hukuk devletine sığıyor mu? Bunlardan soyadı Türk olan anti-Türk bir milletvekili demokratik özerklikten bahsediyor. Solcu bir kitle partisine mensup olduğunu söylemesine rağmen; Türkiye’de toplumsal realitenin tek ırk mantığı olmadığına işaret ediyor. Etnikliğe ilkel gözlükle bakanlar, vatandaşlığı ve anayasal olsa da milli kimliği  reddedenlere ırkçılık mikrobu bulaşmıştır. Kimliğin her şeyden evvel kültürel olduğunu kabul etmeyen, ırk arayışındaki ırkçı ve bölücü bir anlayış, terör örgütünü terör örgütü olarak kabul etmeyen bir kafa yapısı, demokrat ve demokratik olabilir mi? Farklılıkların anayasal güvence altına alınması; milli kimliği ve vatandaşlığı bile reddeden bazı imtiyazlı fertler yaratmak değildir. Anayasadaki ifadeyi  değiştirerek “Vatandaşlık bağı ile bağlı herkes Türk değildir” şeklindeki bir beyan; eğer etnisiteyi (kültürel faktörleri) esas almıyorsa; biyolojik gerekçelere dayanıyor demektir. Zaten adı geçen kişi etnisiteye dayalı bir özerklik peşinde olmadığını söylerken açıkça ırkçılık yapmaktadır. Bu yanlış, bilgisizliğe bağlanamaz. Kürt olarak ifade olunan vatandaşlarımızla yapılan birçok araştırma DTP’lilerin görüşleri ile çelişmektedir. Kürtçe (Kırmançca) ile eğitim ve öğretim, kamusal alanda bunu kullanmaktan bahsedenler vatandaşı ne ölçüde temsil etmektedirler? Bunlar, benzer olmasa da; Avrupa ülkelerinde Türkçe’ye uygulanan ambargoları  görmelidirler. Eğer iddia edildiği gibi bir eritme (asimilasyon) alışkanlığımız olsaydı; bugün Türkiye’de  kültürel gerçekleri dışlayan ırkçı, bölücü hareket görülebilir miydi?  Anadil öğrenme yasağı kaldı mı? Kaldı ki kişinin aidiyetini (mensubiyetini) sadece anadil mi belirliyor?

Devamını Oku...

İtiraf Ediyorum

Bir mezar taşında okumuştum. Şöyle yazıyordu;

“Acaba niye buradayım.

Halbuki daha yapacak,

O kadar çok işim vardı ki.”
Evet herkesin yapacak  çok işi var.Hayat modernleştikçe teknoloji geliştikçe insanların yapacak işleri gittikçe artıyor.

Koşturmaca arttıkça zamanın nasıl geçtiği de anlaşılamıyor.

Hiç kendinize sordunuz mu?

“Bu kadar koşturmacanın içinde kendime özel ne kadar zaman ayırdım.”

Bir çoğunuzun cevabının çok az veya hiç olduğuna eminim.

Modern hayat insanlığa konfor sağlıyor ama huzur ve mutluluğunu da alıp götürüyor.

Fiziki ihtiyaçlarımızı sağlamanın peşinde koştururken ruhi ihtiyaçlarımızın olduğunu aklımıza getirmiyoruz.

Kendimizi sevmeyi unuttuğumuz için birbirimizi de sevmeyi unutuyoruz.

Küreselliğin acımasız kurallarına köle olduk.

Kararlarımızı kendimiz veremiyoruz.Birilerinin sahneye yazdığı oyunları oynamaktan kurtulamıyoruz.

Başkaları tarafından sınırlandırılmış bir alanın içinde koşturmaktan yoruluyoruz.

Halbuki Yüce yaratıcı önümüze karşılıksız öyle imkanlar sermiş ki farkında bile değiliz..

Dünyayı kurtarmaya uğraşırken kendimizi kaybetmişiz.

Uzaklara bakmaktan önümüzü göremiyoruz.

Kim bilir kaç kişi sabahın ilk ışıkları ile sahilde rızkını arayan martıları seyredebilmiştir.

Kim bilir kaç kişi çayırlarda yalınayak koşabilmiştir.

Duyuyorum sizi.

Martı seyredecek sahil mi kaldı?

Yalınayak koşacak çayır mı var diyeceksiniz.

Peki yaratanın sunduğu bu karşılıksız nimetleri kim bozdu?

Acaba sorguladık mı?Biz mi bu hale getirdik yoksa,

Dünya böyle mi yaratılmıştı?

Asıl canavar kim?Bizmiyiz?Yoksa yaşamak için sadece doyacağı kadar öldüren hayvanat mı?

Bırakalım şuursuzca koşturmayı.Ruhumuza da bir şeyler sunalım.

Bu dünyada insanca yaşamak için bulunduğumuzu unutmayalım.

Huzuru ve mutluluğu yeniden yakalamak için birazda içimize dönelim.

Kendimizle hesaplaşalım.Eksilerimizin farkına varalım.

Bizim bencilliğimizden başkalarının da zarar gördüğünü bilelim.

Yaratılış gayemizi bulmaya çalışalım.Günlük yaşantımızı sorgulayalım.

Farkındayım bu gün çok derine girdim.Çünkü bende sizin gibiyim.

İddialı olmak,mükemmele oynamak,asla pes etmemek benimde işim.

Benim de zamanım yok,bende çok meşgulüm.

Bedenim yorulup isyan ederken ruhumun istifadesi ne?

Hiç.Kocaman bir hiç.

Geliniz, o kadar meşguliyetlerimiz,gailelerimiz,bitmek bilmeyen projelerimiz içinde boğulmaktan başımızı kaldırarak kendimize zaman ayıralım.

Herkese ödül dağıtmayı vazife edinirken aynı ödülü kendimizden esirgemeyelim.

Aklımıza geleni ertelemeyelim.

Karar verelim  hemen.

Bir argo halk deyimi vardır.Nerde trak orada bırak.

Vücut trak derse iş işten geçmiş olur.

Önümüzde bahar var.Yaz var.Hayata  yeniden merhaba diyen tabiat var.

Ben artık yaşlandım, benden geçti demeyelim.

Her mevsimin güzel olduğu gibi her yaşta bir başka güzeldir.

Yeter ki yaşamasını bilelim.

Ne yapalım yapalım.Kendimize zaman ayıralım.

Sevgiyi önce kendimizle sonra dostlarımızla paylaşalım.

Sevdiklerimizin olduğunu,sevenlerimizin unutulduğunu fark edelim.

Varolan güzellikleri doya doya yaşayalım.

BU DÜNYADAN UCUZA GİTMEYELİM.

Devamını Oku...

14 Mart 2008 Cuma

Yoksulluğun, Çaresizliğin Tavan Yaptığı Yer

Bir ev var orada, yardıma muhtaç sekiz canın barındığı. Barınmak denmez yaşadıkları hayata. Bir sefalet tablosu onlarınki. Yoksulluğun, çaresizliğin tavan yaptığı yer orası. Genç yaşta inşaat işçisi kocasını kaybeden genç bir anne. Derdini anlatmaktan aciz annenin kol kanat gerdiği tam yedi çocuk. Çocukların biri erkek, altısı kız.

Bir gün dedim ki öğrencilerime, “Bir aile var, yardıma muhtaç.” Yardımseverlik duygusu öğrencilerim organize olup aralarında para topladılar, kuru gıda aldılar. Ziyarete gittik aileyi. Biraz zor bulduk. Girdik gecekonduya akşamüstü. Heyecanla karşıladılar bizi. Pek sevindiler ziyaretimize. Altı kişiydik.

Çocukların bir kısmı geldi yanımıza, birkaçı gelmekten kaçındı. Gelmeyenler ne düşündüler bilmiyorum, belki hallerinden utandılar. İsimlerini öğrendim sırasıyla. Erkek sekiz yandıydı, ismi Hasan. Evin reisi sensin, dedim ona. Kenarda bir bebeğe ilişti gözüm. Ne kadarlık olduğunu sordum. Yedi aylıkmış. Kalbi delikmiş zavallının. Sürekli tedaviye muhtaçmış ve bedensel olarak gelişemiyormuş. Prematüreden farkı yoktu yetimin. En büyükleri on altı yaşındaymış kızların. Onun bir küçüğü on dört yaşında; ama sağ tarafı hiç tutmuyor; felç olmuş çocukluğunda. Üç numaralı kız menenjit geçirmiş ve zihinsel özürlüymüş. Diğer ikisi sağlam görünüyordu. Babaları bir sene önce kalpten ölmüş.

Yoksulluğun, çaresizliğin tavan yaptığı yer orası. “Ne yer, ne içersiniz?” dedim evin hanımına. Boynunu büktü. Komşulardan ve Ay Işığı Derneği’nden ne gelirse, dedi. “Çocuklarımın beşi okula gidiyor, sabahleyin ne bulurlarsa yiyorlar, saat üçe kadar bir şey yemiyorlar orada. Eve geldiklerinde çay, çorba… Günü iki öğünle geçiştiriyoruz.” cümleleriyle halini anlatmaya devam etti çocukların biçare annesi. Yokluğa rağmen bize neskafe ikram etmekten geri kalmadılar. Gönülleri zengindi.

Yakıt sorunu yaşamışlar kış boyu. Birkaç çuval kömürle idare etmişler. Telefonları borcundan dolayı kesikmiş. Birkaç aydır elektrik ve su parasını ödeyemiyorlarmış. “Ne yapalım, onları da keserlerse kessinler.” cümlesiyle anlattı çaresizliğini evin hanımı.

Büyük kız, bize görünmek ve annesiyle birlikte olmak istemiyor izlenimi edindim. Bir küçüklük kompleksi belki onunki. Belki de ergenlik dönemi sendromu yaşıyor o yavru. Çevresinde gördükleri ile yaşadıkları arasındaki derin uçurumu hazmedemiyor. Bu sendromun, özentiyle tehlikeye dönüşebileceğini düşündüm bir an. Hepsi de kız bunların. Allah korusun, potansiyel birer sosyal yara. Sevap isteyenler, yüksek yardımseverlik duygusunu tatmin etmek isteyenler, alın size adres. Orası sizi bekliyor. Gitmediğin, görmediğin yer senin değildir. Sen onların olmazsan onlar hiçbir zaman senin olamaz.

Muş’tan yirmi sene önce gelmişler. Bu sefaleti yaşamaktansa köylerine dönmelerini söyledim. Çocukları köyü istemiyormuş. Evlerini kısa zaman sonra TOKİ yıkacakmış. Otuz beş bin YTL fiyat biçmiş arsaya. “Ben bu parayla ne yapabilir?” diyor kadın. Evet, ne yapabilir?

Bir Türkiye fotoğrafı; yoksulluğun, çaresizliğin tavan yaptığı yer orası. Sosyal adaletçiler, “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” diyenler, gidip görmeli orayı. İbret nazarıyla bakmalı, kendini sorgulamalı. Öğrencilerim Hande, Yağmur, Dilek, İlker, Rukiye “İyi ki geldik, bundan sonra kozmetiğe para vermeyeceğim, kontörlerimi daha hesaplı kullanacağım, bir harcarken iki düşüneceğim.” dediler. Bu aileyi tekrar ziyaret etmek, çocuklara maddi ve manevi destek vermek için aralarında sözleştiler. Ziyaretten hoşnut olduklarını, ders aldıklarını, huzur bulduklarını söylediler. Bana, sebep olduğum için teşekkür ettiler.

Sözün bittiği yerde konuşmak; ömre ziyandır, söze haksızlıktır. Hep yukarıya bakanlar ve yukarıdakiler, ne olur, biraz aşağıya bakın ve aşağıdakilerle birlikte yaşayın. İnsan olmanın tadını, mihengini uzaklarda aramayın. Yanı başınızda…

Devamını Oku...

Bilgi ve Bilgilendirme Meselesi

Pek çok yazımızda vurguladığımız bir husus var: Doğru bilginin önemi. Doğru bilgi olmaksızın insanın ne kendisini ne de evreni doğru anlaması ve anlamlandırması mümkün değildir.

Nitekim dinimiz insanın anlamlandırılmasının önemli bir boyutunu “bilgi”ye dayandırmak suretiyle bahsettiğimiz noktanın ne kadar ciddiye alınması gerektiğini ortaya koymaktadır. Öyle ki, Kur’an-ı Kerim’de Hz. Adem’in (A.S.) “halife” olarak yaratılmasının ardından Allah-ü Teala ve melekler arasında geçen konuşmada Hz. Adem’e (A.S.) secde edilmesinin temel değerlerinden biri olarak “bilgi” vurgulanmakta, bir anlamda insanın “bilgi” ile kazanacağı seviyeye dikkat çekilmektedir (Bakara 30-34). Bu sebeple dinimizde ilim öğrenmek kadın – erkek her Müslüman için farz olmuş, “irtica”nın önüne prensip olarak önemli bir set çekilmiştir.   

Hal böyle olunca, ilmin ve dolayısıyla bilginin edinileceği kaynakların niteliği ayrı bir önem kazanmaktadır. Zira bilginin doğru ve güvenilir olabilmesi, alınacağı kaynağın aynı niteliklere sahip olması ve bunları bu niteliklere uygun olarak aktarmasına bağlıdır.

Günümüz itibariyle bilginin temel kaynağının “üniversiteler” olduğunu göz önüne alırsak bahsettiğimiz nokta açısından garip bir durum ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki; üniversiteler bilginin tabiri caizse hem mutfağı hem de temel kaynaklarıdır. Yani bilgi temel olarak burada üretilir ve çeşitli kaynaklara aktarılır. Dolayısıyla üniversitelerin temel işlevi, farklı alanlara dair doğru bilginin üretimi ve bu bilginin sağlıklı biçimde dağılımını sağlamaktır.

Söz konusu işlev, mahiyeti itibariyle ciddi bir yoğunluğu beraberinde getirir. Zira hem yeniden üretmek hem de bunu sağlıklı biçimde aktarmak, yoğun bir mesai, toplumu ve dünyayı doğru biçimde takip ve tahlil edebilme kapasitesi, kurumlarla verimli bir ilişki içinde olma gibi pek çok zorunluluğu gerektirir. Bu yoğunluk sebebiyle de haliyle üniversite mensuplarının işlerini layıkıyla yapabilmek adına tabir-i caizse “kafalarını kaşıyacak” zamanlarının bulunmaması, asıl meselelerinin dışındaki konulara harcayacak vakit ve enerjilerinin bulunmaması beklenir.

Gelin görün ki, ülkemizdeki pek çok kurumda olduğu üzere üniversitelerimizin birçoğunun gündemleri asıl değil “tali” yani yan konularla meşgul edilmektedir. Bu sebeple “çözüm” kaynağı olması beklenen bu kurumlar “karmaşa”nın merkezlerinden biri haline gelmektedir.

Acaba neden?
Yukarıda bahsettiğimiz problemlerin varlığına binaen bilgi üretimi doğru biçimde yapılamazsa kavram kargaşasının yaşanması kaçınılmazdır. Kavram kargaşası bilginin doğru üretiminin ve aktarımının yapılamadığının önemli bir göstergesidir.
Bu durum ise bugün gelinen noktada görüldüğü üzere aynı konu etrafında dahi birbirlerinin ne dediklerini anlayamadan tartışan, sapla samanı birbirine karıştıran ve bunun farkında olmayan “uzmanlar”ın (!) toplumu yönlendirmesine ve neticede “çözümsüzlüğün” çözüm olarak sunulmasına yol açmaktadır.
Halbuki üniversiteler bahsettiğimiz problemlerin çözüm yerleridir. Zira bilgi ve bilgilendirme buralardan sağlanır. Ancak üniversiteler bu durumu problem edinip çözüm aramak, yaşadığımız bilgi kirlenmesine son verme yerine tali konuların tartışılma mekanları oldukça içinde bulunduğumuz bilgi ve dolayısıyla fikir kirliliğinin, kavram kargaşasının son bulması mümkün değildir.
Bu sebeple bilginin ve bilgi edinmenin kutsallığına bunu iş edinen herkesin dikkat etmesi, temelsiz fikirlerin “bilgi” hükmünde insanlara aktarılmamasına özen gösterilmesi ülkemizin içinde bulunduğu kritik süreçte hayati önem taşıyan bir insanlık ve vatan görevidir.
Aksi halde, mesela, din kavramının söz konusu olduğu her ortamda bu kavramla “irtica”yı eşleştirerek hüküm ve fikir ileri süren, dolayısıyla dinin prensipleri ile insanların yanlış uygulamalarını birbirine karıştıran “uzman”ların (!) toplumun önemli bir değeriyle çelişerek çözüm yerine toplumsal kutuplaşmaları tetiklemeleri doğal olacaktır… 

Devamını Oku...

13 Mart 2008 Perşembe

Kurtlar Vadisi’ne Kontra: Pars Narko Terör

6–7 yıl önce seans halinde izlenen Kurtlar Vadisi’nin Osman Sınav’dan sonra Pusu, Terör, Irak gibi versiyonları çıktı. Eş zamanlı olarak Yalçın Küçük kitaplarının (Tekelistan, Tekeliyet) peş peşe çıktığı bir hengâmede Türk insanı ilk kez madalyonun arka yüzüne sahici bakışlar göndermeye başladı. Ve bu beyaz ekranda ilk kez yapılıyordu. Lakin zamanla (ve zamanın uzamasıyla) bu formasyon akışı dezenformasyona dönüşüverdi.

Artık her mahallede birer Polat, ikişer Memati, üçer  beşer de Abdülhey ve Erhan bulunuyordu. Her işe el atan, her işten anlayan, “Ne iş olsa yaparım abi”ciliğin ağır abiliğe çevirisi, yurtiçi ve yurtdışı nurtopu gibi bir kahramanımız olmuştu. Oğuz Kağan’dan Polat Alemdar’a devrolunan bir genetik ve mecburi kahramanlık söz konusuydu.

Arada, bu ifşaattan rahatsız olan kesimler; şiddet özendirici olma cihetinden karşı oluşlarını kampanya şekline döndürdüler. Hatta K.V. Terör’ün PKK organizasyonuyla TV’den kaldırımının gerçekleştiği iddia edildi. Neticede diziyle gerçek hayat her tarafından karışmıştı. Sonra K.V. geleneği bu kesimleri de ajite etmeyecek bir formata çevrildi. K.V. Pusu ile herkesin Polat’ı olma başarısını gösterdi.

Dikkat ediyor musunuz bilmem son 1 senedir K.Vadisinin şiddetinden, işkence sahnelerinden kimse şikâyetçi olmaz oldu. Çünkü ana tema o kesimleri de kuşatan, genel olarak Hükümetin ve Devletin icraatlarına derin anlam yükleyen, her işten bir mana çıkaran bir işlev görmeye başladı. Dahası, artık iktidarın icraatlarının temaşa yeri (yayın organı demiyoruz) haline geldi. Ulusalcılık, vatan’cı – millet’çi çakallar, derin çete (Ergenekon), İskender Küçük pardon Büyük, Hırant Dink Cinayeti, misyonerler, Danıştay Saldırısı, Irak’ta olanlar, PKK ilişkilendirilmeleri, hepsi bir tevil ve bir tekil bakışla verilir oldu. Memleket nezdindeki operasyonların hikmet –i harbiyesi Vadi’den anlaşılır oldu. ‘Şair burada ne demiş’ yerine ‘Polat burada ne demiş’ noktasına geldik.

Derin yapılar, dünyanın her ülkesinde simetrik yapılardır. Osman Sınav, eski göz ağrısına büyük bir kontra attı ve Pars Narkoterör’ü Türkiye’nin gözünün içine soktu. Sarkık bıyıklı, Kafkas adlı, Ortaasya soyadlı, Çerkez istihbarat geleneğinin idealisti kahraman, çok büyük bir adanmışlık organizasyonunun basit bir bireyiydi. İşin ilginci Kurtlar Vadisi’nde çökertilmek istenen ve tukaka gösterilen çete; Pars Narkoterör’de Türk Milletinin tarihi geleneğin bakan tek çıkıydı K.Vadisinde şaklabanlaştırılan Ergenekon, Pars Narkoterör`den birkaç bin yıllık bir geleneğin kutsal devamı gibi veriliyordu. K.Vadisi’nde Polat olmak isteyen gençler PKK’cı, ulusalcı, sermayeci tüm çete ve oluşumları yok etmeye kilitleniyor. Narkoterör’ü seyreden gençler ise birer Pars olarak devletin derinliklerine inerek PKK – Uyuşturucu – Bölücülük  üçgenine balyoz indirmek istiyorlar.

Aynı kanalda, birbirinden kopan iki ayrı dizinin kapışmasına tanık oluyoruz. Hem reyting hem de hayran kitlesi. Bu kadar uzun zaman kahraman olarak hayatta kalan Polat’ın şansı sayıca ve artık iktidar üzerinde de etkili olmak noktasında fazla. Lakin Şamil Baturay da cıva gibi ve harekete geçmeye hazır. Polat’ın biraz yağlandığı ve göbek bağladığı düşünülürse, daha hareketli ve halktan olan Şamil’in şansı yükseliyor gibi.

Acaba aynı karede karşı karşıya gelirlerse ne olur? Bence Polat Alemdar zirvede bırakmalı ve sürüye maskara olmamalıdır. Bana soruyorsanız; “Ölüm, ölüm dediğin nedir ki gülüm; ben senin için Perşembeleri silmeyi göze almışım”.

Devamını Oku...

11 Mart 2008 Salı

Ekonomi’de Tehlikeli Sinyaller

Türkiye’nin yakın geleceğinde önemli ekonomik gelişmeler bekleniyor. Bu gelişmeyi iktidara en yakın iktisatçılar bile dikkatli bir üslupla ifade etmeye başladılar. 2001 yılındaki kadar şiddetli olmasa da, adına kriz dememek için gerekli özeni göstersekte, ekonomiden ciddi tehlike sinyalleri geldiği muhakkak.

Son göstergelere göre işsizlik artıyor, enflasyon tekrar yükselişe geçti, büyüme oranı son çeyrekte %1,5 a düştü, 2006 yılında yüzde 32 artan özel sektör sabit sermaye yatırımları 2007'nin aynı döneminde yüzde 2.4' e geriledi,  cari açık yine rekor kırdı.

Bu en temel göstergelerdeki bozulma, henüz ABD de başlayıp bütün dünyayı etkisi altına alması beklenen resesyon (ekonomik durgunluk) etkisinin dışında, çoğunlukla Türkiye ekonomisinin kendi yapısal özelliklerinin sonucu ortaya çıktı.

ABD’den yayılan olumsuz etki nedeniyle dünya ekonomisinde beklenen durgunluk ortaya çıktığı zaman, Türkiye’nin bundan etkilenmemesi mümkün değil.  Son beş yıldır dış dünyadan aldığımız olumlu etkiler, Türkiye’ye akan döviz fazlası, yerini durgunluk ve yabancı sermayenin ülkelerine geri dönüşüne bırakacak gibi. (Bu arada bu sermayenin kaçmaması için dünyanın en yüksek faizini daha da yükselterek vermeye ve en kritik varlıklarımızı yabancılaştırmaya devam edeceğiz.) Bu da demektir ki, göstergelerdeki mevcut bozukluklar daha da derinleşecek, ciddi bir ekonomik kırılmaya doğru gideceğiz.

Beklenen ekonomik sarsıntının 2001 krizi kadar şiddetli olmayacağını, 2001’e göre bankaların yapısının daha sağlam oluşu, döviz rezervlerimizin daha yüksek oluşu ve dövizde dalgalı kurun uygulanması gibi avantajlara dayanarak, söyleyebiliriz.

Şiddeti ne olursa olsun gelecek sarsıntının, üretimin azalması, birçok işyerinin kapanması veya küçülmesi, işsizliğin ve fakirliğin artması gibi ciddi sonuçları olacaktır.

Şubat ayı içinde, 58. ve 59. Hükümetin Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener çeşitli TV kanallarında ekonomide yapılan hatalara dikkat çekti. “2007 yılı rakamlarına bakacak olursak ithalattaki en yüksek artış ara malı ithalatındadır. Artık ara malı ithalatından daha az ihracat yaptığımızı görüyoruz.

Bu vahim gerçeği ekonomik kavramların arkasına sığınmadan söylemeye çalışalım. Türkiye, diyelim ki yüz dolarlık ihracat yapabilmek için artık yüz on dolarlık ithalat yapmak durumunda. Tabiî ki bu durumda (döviz giderleri ile gelirleri arasındaki açığı ifade eden) cari açığın kapanması asla söz konusu olamayacak ve cari açık büyüyerek artmaya devam edecektir. Bu durumda ihracatın artmasının da övünülecek bir tarafı yoktur. Çünkü ithalat daha büyük hızla artmaktadır. Bu gidişin sonu iyidir demek mümkün değildir.

Abdüllatif Şener, ikinci olarak özelleştirmelerin katkısıyla ülke ekonomisinin yabancılaşması ve sonuçlarına dikkati çekti. Şener’e göre yabancı yatırımcı, özelleştirmeler aracılığıyla, önce Türkiye'de kazanıp sonra dışarıya kâr transfer ettiği alanlara yönelmektedir.

Bir süre özelleştirmelerden sorumlu iken Başbakanla özelleştirme politikası hakkında görüş ayrılığına düşerek (kendi isteğiyle mi Başbakan’ın emriyle mi bilemiyoruz) bu görevden ayrılan Abdüllatif Şener, “Türkiye'ye gelen yabancı sermayenin sabit telefon, cep telefonu, bankalar, iş merkezleri ve perakende ticaretine geldiğini” vurguladı.

Otoyolların ve Milli Piyango'nun yanı sıra enerji sektörü ve büyük bankaların özelleştirilmesi konularının gündemde olduğuna işaret eden Şener, 'Bunların hepsi dış piyasalara hitap etmeyen, sadece iç piyasadan kazanan ve bol kazanan fakat özelleştikten (yabancılaştıktan) sonra iç piyasada kazandığını dövize çevirerek dışarıya kâr transfer eden türdendir. Yani dışarıdan döviz getirmediği halde ülkenin cari işlemler dengesinde net açık kalemi oluşturan unsurlar. Dolayısıyla asıl dikkat edilmesini nokta bu diyorum’ diye konuştu.

Bu tespitlerin net sonucu şudur: “Bu tür özelleştirmeler cari açığı büyüten diğer sebeplere ilaveten yeni bir yapısal sorun ekleyecektir.

Bu çıkmaz sokağın sonunda ekonominin duvara çarpmasını kaçınılmaz gören Şener’in, bu vahim sonuç için öngördüğü süre üç yıldır.

Abdüllatif Şener sıradan birisi değil. Hem iyi bir ekonomist ve hem de mevcut iktidarın MKYK üyesi, eski Başbakan Yardımcısı, AKP’nin kuruluşundaki en önemli ilk 3-5 kişiden biri. Şener üç sene içinde bir ekonomik kriz bekliyorsa bunu kimse göz ardı etmemelidir. Özellikle de Hükümet, bari O’nu dinlese de krize giden politikalarında revizyon yapsa ve “parayı veren herkese, her türlü şirketi ve varlığı babalar gibi satarım” zihniyetini terk etse.

Korkuyorum, sanki ekonominin dizginleri bizim elimizde değil. Düşünüyorum ki, ekonomik krizin ötelenmesi dış siyasetle ilgili olabilir. Türkiye ekonomisini dışarıdan yönlendirebilen ABD ve AB’nin baskısıyla çıkarılan “Vakıflar Yasası”nı hiçbir AKP’linin içine sindirebildiğini sanmıyorum.

Ve krize doğru yaklaştıkça, hangi tavizlerin verilebileceğini düşünmekten korkuyorum.

Devamını Oku...

10 Mart 2008 Pazartesi

Mason Yakıştırmaları Ve Muhafazakârlık

Son yıllarda çok geniş arşiv ve araştırmaya dayalı olduğu izlenimini veren bazı kalın kitaplar yayınlanıyor. Bunlardan birinde (Efendi II) Aydınlar Ocağı ile ilgili yanlış bilgiler verilmektedir.

Aydınlar Ocağı, fikri çizgisi ve tüzüğü itibari ile masonlara ve mason kuruluşlarına en uzak kuruluştur. Buna rağmen, Derneğimizle ilgili farklı kesimlerden yöneltilen haksız iddia ve iftiralar sürmektedir. Hatta bir dönem içeriden birkaç Ocak yönlendirilerek bu yapılmıştı. Aslında, dernekler teslim alınmak isteniyor.

Ocağın kadroları arasında sanki masonlar önemli bir miktarda bulunuyormuş gibi bir intiba uyandırılmaktadır. Dünün ideolojik şartlanmasından ve Soğuk Harp ortamından hâlâ kurtulamayanları ibret ve dikkatle izliyoruz. Üzüntümüz, yapılan yanlışların yazılan doğruları da şüpheli hale getireceğidir. Günümüzde emperyalizm, önü açılmış milli devletlerin üzerine küreselleştirme ile geliyor. Milli ve yerli sesler bastırılmaya çalışılıyor.

Adı geçen eserde Aydınlar Ocağı’nın kurucusu olarak gösterilen rahmetli Fethi Tevetoğlu, Ocağın kurucusu olmamıştır. Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay’ın asistanı ve sabetayist olduğu iddia edilen Dr. Mahzar Osman Usman’ın yine Ocakla hiçbir ilgisi yoktur ve kurucu değildir. İsmi karıştırılan kişi, rahmetli doktor Mahzar Özman’dır. Yine rahmetli Aydın Bolak, Ocağın kurucuları arasında yer almamıştır; ama kurucu diye gösterilmektedir.

Yine çok satan ve küreselleşmenin arka plânını ortaya koyan “Sivil Örümceğin Ağında” isimli kitapta da bazı yanlış bilgiler verilmektedir. Aydınlar Ocağı’nın 1991 yılında, öncesinde ve sonrasında Bodrum Yalıkavak’ta herhangi bir toplantısı olmamıştır. Liberal ve Batıcı Prof. Dr. Aydın Yalçın, Aydınlar Ocağı’na ne üye olmuştur; ne de başkanlığını yapmıştır. Soyadları benzerliği dolayısıyla isimler karıştırılmaktadır.

***

Son yıllarda muhafazakârlık kavramı üzerinde duruluyor. Aslında muhafazakârlık, basit bir korumacılık değil; sistemli bir korumacılıktır. Bir milleti diğerlerinden fark ettirici, ayırt edilebilir özelliklerinin korunarak geliştirilmesidir. Dünyada haklı olarak yükselen bir muhafazakârlıktan ve milliyetçilikten bahsedilmektedir. Bazıları hoşlanmasa da…

Özellikle Soğuk Harp sonrası belirsizliklerin ve siyasi istikrarsızlıkların arttığı, din ve inanç dünyalarının, milli kimliklerin tartıştırıldığı ve önü açılmış milli devletlerin yeni bir dünya düzenine zorlandığı bir ortamda; farklı toplumlardan gelen bu milli refleks sosyolojik bir gerçektir. Önemli olan bu akımın şekilde mi, yoksa mana ve düşünce aleminde mi kök bulduğudur. Tehlikeleri ve tuzakları sezen toplumlarda, yazılı ve görüntülü basın yoluyla fark ettirilmese dahi milli tepki doğmaktadır. Ancak, Türkiye’de yükselen, milli hassasiyetten mahrum şekil muhafazakârlığıdır. Muhafazakâr olduğunu zannedenler, çelişkili tavır ve davranışlar sergilemektedirler. Yunanistan’la bizim çıkardığımız vakıf yasaları arasındaki fark budur. Yunanistan muhafazakâr; biz ise, aşırı liberal romantizmin peşindeyiz.  Batı’da yükselen yabancı ve İslâm düşmanlığı, ırkçılık, çeşitli saldırı ve ev yakma olaylarıyla kendisini göstermektedir. Bu ortam Sarkozy ve Merkel’de görüldüğü gibi, siyasetçileri de etkilemektedir. Türkiye’nin hayali AB yolunda karşılaştığı manzara bunun delilidir. AB militanları şimdi suçu AB’ye atarak işin içinden sıyrılmaya çalışmaktadırlar. Dün de AB, Cumhuriyet ve milli devletten dönüşümün adresi idi. “AB, 28 Şubat’ı yenecek” diye yazıyorlardı. Dünün Ali Kemalleri ve Damat Feritleri bugün de geçerlidir. Dün Milli Mücadelecileri eşkıya, maceracı, 3-5 haydut diye suçlayıp “Payitaht merkezi İstanbul’u da mı bize kaybettireceksiniz” diyenler, İzmir’e ve Anadolu’ya çıkan işgalcilere alkış tutanlar, işbirliği yapanlar; bugün Brüksel’in şefaatinden medet ummuyorlar mı? Bağımsızlık ve egemenlik haklarının devrini hatta misyonerliğin serbest bırakılmasını, yabancıların kâr ve ticaret amaçlı yeni vakıflar kurmalarını, Türk yerine Türkiyeliliği savunmuyorlar mı? Irkçı, bölücü terör örgütü önemli kan kaybettiği dönemlerde, bazı sözde aydınlar dışarıdan güdümlü olarak siyasi çözümü seslendirmiyor mu? Bu, psikolojik savaşın bir parçası değil mi?

Devamını Oku...

Bir Cenazenin Düşündürdükleri

Alper, arkadaşlarıyla sohbet ediyordu. Bu esnada Necmi, haberiniz var mı? Galiba doktorun hanımı trafik kazasında ölmüş dedi. Hiç kimse sabah sabah  böyle bir haber beklemiyordu.

Ölüm işte! Ne zaman geleceği hiç belli olmuyor.

Alper daha sonra, doktorun eşinin kalp krizi sonucu vefat ettiğini öğrendi. Herkes birbirinin yüzüne bakıyordu. Acaba kadının bir kalp rahatsızlığı var mıydı?  Arkadaşları, doktordan böyle bir şey duymamıştık diye söyleniyordu. Alper’e göre konuşmalar boşunaydı, çünkü sayılı günler bitmiş, ecel vakti gelmiş diye düşünüyordu.

Alper, ertesi gün cenaze namazına katılmak için camiye vardığında doktora,  taziyelerini  iletti. Doktor, çok bitkin gözüküyordu. Bu duruma hazırlıksız yakalanmıştı galiba.
Cami avlusundaki cemaatte epey kalabalıktı. Vatandaş Ali’den, bürokrat Mehmet’e, milletvekilinden belediye başkanına birçok kişi cenazede yer almıştı.

Alper bir anda musalla taşının üzerindeki tabutta kendini hayal etmeye çalıştı. Hayatı boyunca yaşadıklarını göz önüne getirip bugüne kadar Allah için ne yaptım diye kendini sorgulamaya başladı.

Camideki kalabalığın bir benzerini mezarlıkta da görünce Alper, herhalde doktorun ve rahmetli eşinin sevenleri fazlaydı diye düşündü.

Doktor, kendi elleriyle eşini mezara yerleştirdikten sonra yakınları hızlı bir şekilde mezarın üzerine toprak atıyordu.

Alper bu durumdan da çok etkilenmişti. Düşünün, sevdiklerin, seni mezara koymak ve üzerini toprakla örtmek için birbiriyle yarışıyor, okunan Kur’an-ı Kerim ve yapılan dualardan sonra da oradan hızla ayrılıyordu. Hani bu insanlar seni çok seviyordu, niye hemen ayrılıp gidiyorlar diye düşünmüştü.

Artık şu fani dünyada yaptıklarınla huzura çıkmış bulunmaktasın. Orada torpilde yok, adam kayırmacılık ta.

Bir hafta sonra doktorla karşılaşan Alper, doktoru hayata küsmüş bir halde bulmuştu. Doktor,  Alper’e  hayat boş, sıkıntıları çekmeye, kendimizi fazla üzmeye değmez be, eşim işte dün vardı bugün de yok dedi.

Alper ise, topraktan geldik toprağa gideceğiz doktorum. Siz bunları bizden daha iyi bilirsiniz, önemli olan hazırlıklı olmak. Peygamber Efendimiz bir hadislerinde “yarın ölecekmişiz gibi ahiret için hiç ölmeyecekmişiz gibi bu dünya için çalışmalıyız” buyurmaktadır.

Doktorum, size ayrıca bir şey anlatmak istiyorum dedi Alper. Benim 33 yaşında zihinsel özürlü, yatalak bir kardeşim var. Çoğu zaman ağrısı ve sancısı oluyor fakat anlayamıyoruz. Çünkü kardeşim kendini ifade edemiyor.

Bütün imkanlar ve güç elinizde olsa ne yazar..

Tüm ihtiyaçlarını annem gideriyor. Annem 60 yaşında, şeker hastası bir kadın, yaşı ilerlemiş olmasına rağmen bir gün halinden şikayetçi olduğuna rastlamadım. Bizlere, bu kardeşinize hizmet, inşallah ahirette kurtuluşuma vesile olur, günahlarıma kefaret olur diye hep söyler. Anneme ve kardeşime çok üzülüyorum. Ancak bunlar Allah’ın takdiri. Allah biz kulları bir vesileyle imtihan ediyor.

Önemli olan sırat-ı müstakimdeki imtihanı başarıyla geçmek …

Fotograflar: Philip Greenspun, "Ölü Ağaçlar" galerisi.

Devamını Oku...

9 Mart 2008 Pazar

Değerlerimizi Yaşatmak ve Yahya Kemal’i Tüketmek

J. P. Sartre’ın, düşüncelerini çekinmeden açıklayan, eleştirilerini pervasızca yapan bir yazar ve filozof olduğu bilinmektedir. Onun acımasız eleştirilerine hedef olanlardan bir de Cumhurbaşkanı De Gaulle’müş. Yakın çevresi Sartre’ın eleştirilerine kızar, De Gaulle’ü, ona karşı kışkırtırlarmış. “Sayın Başkan, bu kadarı fazla, kim olursa olsun herkes haddini bilmeli; siz her şeyden önce Fransa’yı temsil ediyorsunuz.” derlermiş. Bir gün De Gaulle, bunların hiç beklemedikleri ve düşünmedikleri cevabı vermiş: “Evet, ben Fransa’yı temsil ediyorum; ama J. P. Sartre de Fransızları temsil ediyor.”

De Gaulle’ün cevabı, her türlü takdirin üzerinde. Bu cevapta derin bir tarih bilinci, asil bir hoşgörü, engin bir ufuk var. Bu anlayış olduğu içindir ki Fransa bugün Fransa’dır, Sartre Fransa’nın ve insanlığın büyük değerleri arasındadır.

Her büyük sanatçı, önce yetiştiği toprağın, sonra insanlığın ürünüdür, değeridir. Büyük değerler; ayrıştırmaz, kaynaştırır; öldürmez, yaşatır. Onlar, toplumların, insanlığın ortak ruhudur, kutbudur. Homeros, Yunus Emre, Beydeba fikirleriyle insanlık için bir kılavuzdur.

Yahya Kemal Beyatlı; sanatıyla, siyasi duruşuyla, medeniyet anlayışıyla, pratik zekâsıyla, estetik algılamasıyla, etkisiyle, hayatında geçirdiği değişikliklerle bilinmesi gereken milli değerlerimizdendir. Ölümünün 50. yılı olan 2008, Yahya Kemal Yılı ilan edilmiş. Ülkemizin değişik yerlerinde ünlü şairle ilgili programlar yapılıyormuş. Kocaeli Kültür Müdürlüğünce yapılan programa davetliydim. Davete icabet edenler salonu doldurmamıştı. Programda bir emek olduğu gözleniyordu. Ancak benim tanıdığım Yahya Kemal, fotoğrafıyla ve birkaç kitabıyla orada mevcuttu. Bol şarkılı programa gelenler, Yahya Kemal’i tanımaktan çok, söylenen şarkılarla eğlenmiş oldular. Bestelenen şiirlerinden verilen örnekler onu anlamayanlar tarafından seslendirildiğinden kulaklarımız ve vicdanlarımız rahatsız oldu. Program, bildik fıkralarla süslenmek istenince bir hayli seviye kaybetti. İyi bir kumaşın güzel bir elbiseye dönüşmesi için usta ve duyarlı bir terzinin elinden geçmesi gerektiğini bir kez daha anladık. Yahya Kemal, mezarından çıksa, arka sıralardan birine oturup kendisiyle ilgili yapılan programı seyretseydi herhalde kahrolurdu. En azından şunları derdi: “Nerede beni ben yapan annemle ilgili hatıralarım? Nerede ben o dönemin aydın olma modası sosyalistken Fransa’da Albert Sorel’in “Fransa’yı Fransa yapan bin yıllık Fransız toprağıdır.” sözünü derste dinledikten sonra kendime gelişim, kırılma noktam ve yaşadığım düşünce buhranım? Nerede bayram namazına gitmeyen biri olarak Süleymaniye Camii’ne namaz için gidenleri görünce duyduğum mahcubiyet ve bunun üzerine yazdığım Süleymaniye’de Bayram Sabahı isimli şiirim ve bunun hikâyesi? Nerede, düşüncelerindeki değişimi bir türlü tamamlayamayan Ziya Gökalp’e Türk tarihi ile ilgili tesirim, onu yönlendirmelerim? Nerede “Bu dil, ağzımda annemin sütüdür.” diyerek aşkla sevdiğim Türkçeyle ilgili düşüncelerim? Nerede bir medeniyet merkezi olan İstanbul’la ilgili hissiyatım? Nerede şiirimize getirdiğim estetik ruh ve bunun örnekleri?” Her biri bir tez konusu olacak bu sorulardan hiçbirinin cevabını bu programda bulamadık. Bulduğumuz şu: Yahya Kemal Beyatlı; çok yemek yiyen, obur, hafifmeşrep, biraz nüktedan, megaloman bir adam.

Toprağı sevmeyen kişi, çiftçi; koyunu sevmeyen şahıs, çoban; kumaşı sevmeyen fert, terzi olamaz. Malzemesiyle özdeşleşmeyen, onun ruhunu okuyamayan hiçbir usta kalıcı ürün ortaya koyamaz. İnancımızın, tarihimizin, kültürümüzün mimarı, temsilcisi olan değerlerimiz de onlara layık kişiler tarafından, onların ruhunu rahatsız etmeyecek programlarla tanıtılmalıdır. Onları yaşatmak vefa borcumuzdur. Borç, tüketerek ödenmez.

Güzel bir hüsn-i ta’lil sanatıyla “Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden, /  Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden.” diyen Yahya Kemal’in, gittiği yerden memnun olmasını arzularız. Ruhu şad olsun.

Devamını Oku...

6 Mart 2008 Perşembe

Patlamaya Hazır Bomba: Vakıflar Kanunu

İşbu yazı TBMM’de görüşülen bir yasayı, yeni Vakıflar Yasası’nı protesto etmekten çok Lozan’ın ve Misak-ı Milli sınırlarımızın vazgeçilmezliğini işaretlemek için yazılmıştır.

Zira değiştirilmek istenen, Lozan Antlaşması ve Atatürk Döneminde çıkarılan 2762 sayılı Vakıflar Yasası’dır. Malumunuz; azınlık vakıfları Lozan’da mütekabiliyet esasına göre düzenlenmiştir. Batı Trakya Türkleri daha müftülerini bile seçemezken ve Türk kelimesiyle dernek bile kuramazken biz yeni kanunla azınlık vakıflarının her yönüyle önünü açıyoruz.

10. Cumhurbaşkanınca veto edildiği halde Hükümetin bu konudaki ısrarcılığını ve yasanın çıkması konusundaki azami gayretinin arkasındaki nedenlerin AB ve ABD’nin ısrarlı talepleri olduğunu tahmin ediyoruz. Ülkemizin geleceğini ipotek altına alan ve hükümranlık haklarını tartışmalı hale getirebilecek böylesi bir düzenlemenin hiçbir tarihsel gerekçesi yoktur. Kamuoyu Başörtüsü ile meşgul edilirken asıl tehlike halktan gizlenmiştir.

Sevr'i adeta geri getiren Vakıflar Yasası ile ilgili Tasarı metnine baktığımızda şu ibretlik gerçeklerle karşılaşmaktayız:

  • Yabancıların misyonerlik faaliyetlerine kurumsal bir kimlik kazandırılmaktadır.
  • Hiçbir makam ve mevkiden izin almadan; mal edinmeleri, Uluslararası işbirliği yapabilmeleri, istedikleri üst kuruluşa üye olmaları sağlanmıştır.
  • Vakıflar yabancı kuruluşlardan yardım alabilecektir. Türk kuruluşu sayıldıkları için sınırsız mülk edinebileceklerdir.
  • En önemli konulardan biri ise vakıflar arasında mal değişiminin önünün açılmasıdır. Azınlık Vakfı olarak tanımlanmış olan 161 vakfın bu anlamda neler yapabileceğini, ne denli güçlü hale gelebileceğini izaha bile gerek yoktur.
  • Vakıfların malları haczedilemeyecek ve kamulaştırılamayacak, yöneticileri sadece mahkemelerce görevden alınabilecektir.
  • Akıl almaz bir diğer husus ise yabancıların vakıflarda görev alabilmelerinin önünün açılmasıdır.

Acaba tüm bunlar Fener Rum Patrikhanesi’nin ekümeniklik hayallerini gerçekleştirmesi için mi yapılmaktadır? Vakıflar yasası bu şekilde yürürlüğe girdiği takdirde Türkiye’de vakıf kurmak isteyen yabancıların pek çoğu da küresel sermayenin önde gelen isimleri olacaktır. Yunan ve Rum lobisinin kışkırtıcı faaliyetleri artarak sürerken, İstanbul’u başkent olarak her zeminde dillendiren Yunanistan’a, bu talebini gerçekleştirmesi için davetiye mi çıkarılmaktadır?

Bu yasa ile Gökçeada ve Bozcaada’nın Yunanistan’a bağlanmasına zemin mi hazırlanmaktadır? Yıllardır Türk Milleti Ayasofya’nın Cami olarak açılmasını arzularken, Rum ve Yunan lobisi Ayasofya’nın kiliseye çevrilmesi için imza toplayarak dilekçelerini AB’ye göndermektedir.

İadesi istenen 2500’ün üstündeki mülkün değeri 150 trilyon YTL civarındadır. Şu ana kadar 364 mülk iade edilmiştir. Sadece İstanbul Sur içi’nde 297 adet gayrimenkulün iadesi istenmektedir. Yani II. Vatikan olma yönünde Patrik Barthlemeos’un önü açılmıştır.

Azınlık vakıflarının üzerinde hak talep ettiği binlerce mülk arasında Ayasofya ve Fatih Camii de bulunuyor.

Amma velakin bizler; milli direnç unsurları olarak İstanbul’un Konstantinopolis olmasına izin vermeyeceğiz. Ve Misak-ı Milli sevdamızdan asla vazgeçmeyeceğiz.

Devamını Oku...

Vakıflar Yasası

Geçtiğimiz günlerde vakıflar yasası TBMM’de onaylandı. Yasanın içeriğine baktığımızda görüyoruz ki azınlık vakıflarının daha önce sahip oldukları malların iadesini ve bu vakıfların dışarıdan maddi ve manevi yardım alabilmelerini öngörmektedir. AB’ye girme koşulu olarak öne sürülen ve 2004 yılından itibaren ABD’nin de kabulü noktasında baskısını hızlandırdığı bu yasa taslağında gelecekte ülkemiz için ciddi sorunlar oluşturacak bir çok madde mevcuttur.

Bu yasanın yaratacağı en önemli sorunlardan biri Fener Rum Ortodoks kilisenin ekümenlik yolunda atacağı ciddi adımdır. Çünkü kendileri ve AB hali hazırda 2500’ün üzerinde mülkün iadelerini istemektedir. Bu mülklerin 297’si sur içi İstanbul’da yer almaktadır. Bunun sonucunda Fener Rum Patrikhanesi bir nevi vatikan gibi devlet içinde devlet olma yolunda hızla ilerleyecektir.

Mecliste onaylanan vakıflar yasasının maddelerinin içeriği ise şöyledir:

  • Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün şu günkü hesaplarına göre, Azınlık Vakıflarına iade edilecek mülklerin değeri 150 trilyon liradır.
  • Vakıflar Genel Müdürlüğü Türkiye’de Rum Ortodoks, Ermeni ve Yahudi vakıfları başta olmak üzere toplam 161 Azınlık Vakfı tanımaktadır. 161 vakfın tanınması ve yapılan yasal düzenlemeler sonucu şu ana kadar 364 mülk iade edilmiştir.
  • Tasarının amaç ve kapsamını düzenleyen ilk iki maddesi, hukuki bünyeleri birbirinden tamamen farklı eski ve yeni vakıfları aynı statü içerisine dâhil etmektedir.
  • Tasarıya göre; Vakıf kurmada sermaye sınırlaması, malları edinme amaçlarının belirtilmesi şartı kaldırılıp, bunların başka amaçlarla kullanılabilmesi ve vakıflar arasında mal değişimine imkân verilmektedir.
  • Tasarıyla, yabancılar vakıflarda görev alabilecek, uluslararası kuruluş ve vakıflardan yardım alınıp verilebilecek ve şirket kurulabilecektir.
  • Vakıfların malları haczedilemeyecek ve kamulaştırılamayacak, yöneticileri sadece mahkemelerce görevden alınabilecektir.
  • Vakıflar yabancı kuruluşlardan yardım alabilecektir. Türk kuruluşu sayıldıkları için sınırsız mülk edinebileceklerdir.
  • Tasarıda vakıflara herhangi bir ayrım yapmadan sınırsız şube açma imkânı tanınmaktadır.
  • Tasarıyla yabancılara ülkemizde vakıf kurma hakkı tanınmaktadır.

Yukarıda kısaca aktardığım vakıflar yasası ile ülkemiz kendi bölünmez bütünlüğünü kendi elleriyle baltalamıştır. Tarihe baktığımızda memleketimiz ne zaman ekonomik açıdan Batı’ya bağımlı olsa ve ülke bütünlüğü tehlikeye girse yukarıdaki gibi azınlık haklarına önem veren yasalar çıkarmaktadır. Mesela 19. yüzyılın başlarından itibaren ilan edilen Tanzimat Fermanı da bugünkü gibi Batılıların istekleri doğrultusunda o dönemki yöneticiler tarafından çıkarılan bir nevi anayasadır. O dönem de yapılanların ülke bütünlüğünü korumada ve Batı’ya entegre olmada başarı sağlamadığı hepimizce malumdur.

Tarihte aynı şartlarda aynı olayların aynı sonuçları doğurduğu dikkate alındığında günümüzde mecliste onaylanan vakıflar yasası da geçmişteki sonuçları doğuracağını görmek zor değildir. Millet olarak tarihimizi ne kadar bildiğimiz aradan yüzyıllar geçmesine rağmen aynı hataları yapmamızdan aşikardır. Umarım bu sefer millet olarak uyanık olup devletimize sahip çıkarız.

İyi Haftalar!...

Devamını Oku...