27 Temmuz 2008 Pazar

Kriz Döneminde Ne Yapmalı?

Bir ay kadar önce "Ekonomik Kriz Başladı mı?" başlıklı bir yazı yazmıştım. Aralıklı olarak ekonomik konularda görüşlerimi aktarmaya çalışıyorum. Kanaatimce, izlenen ekonomik politikalar, geçmişte yaşanan hatalı politikaların bir tekrarı olup, günü yaşamak uğruna geleceği feda etmek esasına dayanıyor. Hatta girilen riskler geçmiş dönemlerle kıyaslanamayacak kadar büyük, telafisi de çok daha zor.

Benim de katıldığım “ekonomide gidilen yolun sonunun olmadığına” dair görüşlerin adım adım gerçekleşmekte olmasından da büyük üzüntü duymaktayım. Beklenen akıbetin bugüne kadar gerçekleşmemesinin ana etkeni dış ekonomik ve siyasi şartların uygun olmasıydı. Maalesef dış şartlar da artık tersine dönmeye başladı.

****************

Mevcut durumun kötüye gittiğini en bariz göstergelerinden biri olan, “kapanan işyeri sayısı” ile rakamları Şükrü Kızılot’tan aktarıyorum:

“2008 yılının ilk 5 ayında 2007'nin aynı dönemine kıyasla, kapanan işyeri sayısı, yaklaşık yüzde 100 artmış!..”

“5 yıl öncesi ile kıyasladığımızda, 2008'de kapanan işyeri sayısı, 2004 yılına kıyasla yüzde 333 artmış durumda!..”

“2001 krizinde bile kapanan işyeri sayısının, açılan işyeri sayısına oranı 2008 yılındaki gibi değildi!..”

Kapanan işyeri sayısının, son 10 yılın rekoru olduğu bir dönemde, ekonomik tabloya bakıyoruz; o da iç açıcı değil. Enflasyon tırmanışta, yıllık hedefteki yüzde 169 sapma ile "dünya rekoru" Türkiye'de!.. Faiz oranları, sürekli yükseliyor. Dünyada en yüksek faizin ödendiği ülke de Türkiye!.. Uygulanan yanlış para politikası, ülke ekonomisini kısır bir döngünün içine sıkıştırmış durumda. İşsizlik tırmanışta, son 20 yılın en yüksek oranına ulaştı.”

İşyerleri kapanan işverenler ve işsiz kalan çalışanlar için “ekonomik kriz başlamıştır” demek herhalde yanlış olmaz.

**************************

Krize dair ve faillerine yönelik söylenmenin bir faydası olmaz. Sizin için ister kriz başlamış olsun, isterse “ağır bir ekonomik kriz” çok uzakta bir ihtimal olsun, böyle bir durumda ne yapmamız gerektiğine dair bir düşünce egzersizi yapmanın kesinlikle yararı olacaktır.

TV’ de bir yarışma programı veya bir film seyretme süresi kadar bile zamanınızı almayacak böyle bir düşünme eylemi sizin ve ailenizin geleceğini değiştirebilir.

Bir senaryo üzerinden düşünelim. Diyelim ki kriz başladı. Faizler çıldırdı, borsa çöktü, döviz fiyatları hızla yükselmekte. Çok sayıda şirket batmış, işsizlik çığ gibi artmakta. Çek ve senetler karşılıksız çıkmakta, borçlar ödenmemekte. Siz de çalıştığınız işyerinden çıkarılabilir, işletmenizi küçültmek veya kapatmak durumunda kalabilirsiniz. Kurların fırlamasıyla döviz borçlarınızı, faizlerin yükselmesiyle kredi kartı borçlarınızı ödemek bir kâbusa dönüşebilir. Borçlarınızı ödemek için satmayı düşündüğünüz gayrimenkulleriniz para etmez, alıcı bulunmaz olmuştur.

Önceki kriz dönemlerinden hatırladığınız gibi, bazı kişi ve şirketler krizden hiç etkilenmemiş ve hatta krizi bir fırsata dönüştürerek daha fazla büyümüşler. Krizden çıkış için vazgeçilmez eleman vasfını taşıyanlar işlerini korumakta, kriz öncesi tedbirleri almış şirketler, hiçbir çalışanını çıkarmadan krizden sonrası için hazırlık yapmaktadır.

*******************************

Amacım sıcak bir yaz gününde moralinizi bozmak değil elbette. En ağır senaryoya göre hazırlanmak ve hayatınızı buna göre düzenlemek bir tercih meselesi.

Kriz döneminde ne yapmalı sorusuna cevap aramanın ilk basamağı, olabilecek en kötü senaryonun ne olabileceğinin farkında olmaktır.

Durumunuza göre siz karar vereceksiniz. Geliriniz döviz bazında ise dövizle borçlanmak size zarar vermez. Geliriniz YTL olduğu halde siz, nasıl olsa Amerikan Doları gelecek sene de 1,20 paritesini geçmez deyip, düşük Dolar faizi ile borçlanmayı tercih edebilirsiniz. Gerçekten kriz olmaz ve kurlar da yükselmezse kazanacak olan siz olduğunuz gibi, yukarıdaki senaryo gerçekleşirse kaybedecek olan da siz olacaksınız. Bunun gibi, alınabilecek diğer tedbirler de sizin özel durumunuza ve tercihinize göre belirlenecektir.

"Ne yapmalı" konusunu ileride zaman zaman birlikte tartışabilmek ümidiyle.

Devamını Oku...

Algılanması ve Değeri Bakımından Zaman

Zaman, alışılmış veya alışılmamış, acı tatlı, karlı zararlı her türlü hareket ve olayın, değişimin ve başkalaşımın vaki olduğu şeydir. Devletler, milletler, nimetler, felaketler onda ortaya çıkar, onda büyür, onda son bulur, onda kalır.

Zaman, varlıkla yokluk arasında iyi ve kötü, nimet ve bela, genişlik ve darlık, sıkıntı ve hastalık, zenginlik ve fakirlik, kar ve zarar gibi zıtları, türlü şaşılacak şeyleri içerside toplayan akıp giden bir nehir hatta bir gemi gibidir.

“Zamanı bir gemi gibi görüyorum, bizimle ölüme doğru
Akıp gidiyor, fakat hareketlerini göremiyoruz”

Zaman ki, insanın ömrünün en kıymetli sermeyesi oluşu ifade eder. İnsan ne kazanacaksa onunla kazanacaktır. Ömür zamandan bir cüzdür. Ömür zamanla akmaktadır. Hatta insan için zaman, ömründen hatta ömrünün içinde bulunduğu andan ibaret değildir. Karsız geçen her an, o güzel sermayeden heder edilen bir ziyan, bir hüsrandır.

Mutasavvıflar, sofi, ibnü’l-vakt (vaktin oğlu) olmalıdır, yani ömrünün ve özellikle fiilen içinde bulunduğu vaktin kıymetini bilmeli ve onunla yarın ahiret için ne kar, ne hayır elde edebilmek mümkün ise onu kazanmaya çalışmalıdır, demişlerdir.

Ahireti inanmayanlara, “bu günün yarını yoktur”, diye dünya zevkini sürerek gönüllerince kam almak için, “Gün bu gündür, saat bu saattir, ne yapacaksak şimdi yapmalıyız” diyerek, ne olursa olsun vaktini, çıkarını gözetme manasında, ibnü’z-zaman denir.

Vakit bir fırsat ve ömür bütün anlarıyla bir taraftan tükenmek, bir taraftan artmak üzere bulunan nimetlerin asıllarından bir nimet olmak hesabiyle vakit ve zamanın kadrini takdir ile ömrün kıymet ve mahiyetine dikkat nazarını çekmek için asra Allah yeminle söze başlıyor.

İnsan, ömrünün semeresi demektir. Zaman geçtikçe insanın ömrü eksilir ve bundan dolayı kendisinden bir cüz gitmiş bulunur. Nitekim şöyle denilmiştir;

“Her gün geçtikçe benim birazım gider;
Benim için ise ömrümden daha güzel bir şey yoktur.”

O halde o gidenin karşılığında bir çalışma olmaz ise o noksan tam zarardan ibaret olur. İnsan geçen cüzünün yerine ne kazandığını hesap etmez de gün geçtikçe büyüdüğünü sanır. Hatta vakit geçirmekle eğleniyorum, rahat ediyorum diye sevinir. Onun için denilmiştir ki;

“Biz günleri geçiriyoruz diye seviniyoruz;
Hâlbuki her geçen gün ecelden, ömürden bir eksikliktir.”

O şaşılacak olan asr (zaman)a, dehre dikkat ediniz. Çünkü o geçtikçe insan büyüyorum, çoğalıyorum, yaşıyorum zannıyla sevinir, hâlbuki o asır devamlı onun ömrünü yemekte, o geçen gece ve gündüz vücudunu kemirmekte ve bu şekilde o, her an zarar içinde kalmaktadır. “Ancak iman edip de güzel ameller yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka (Onlar ziyanda değillerdir). (Asr, 111/3).

“Hayat bizi aldatıyor, hâlbuki ölümümüz
Onun memesinden sütlerini emiyor.
Böylece kişi, hayatın soluk alıp verişi ile nefesleri arasında
Kendini yaşıyor sanıyor, hâlbuki kefenler dokuyor.”

Yani ölümümüzü emzirip büyüten, kucağında besleyen ana, ölümüm anası hayat iken o bizi aldatıyor. O nefes alış veriş, kefenleri dokuyan mekiklerin hareketinden ibaret iken insan yaşıyorum sanıyor da aldanıyor. Düşünmüyor ki, insanın nefesleri arasında dokunan bedeninin ve derisinin dokuları, kendisini ölüm için saran birer kefen gibidir.

İnsanlar gördükleri fenalıkları, çektikleri sıkıntıları, uğradıkları hüsranları hep dehre, zamana yükleyerek zamandan şikâyet edip, zamanların uğursuzluğundan bahsederler.

“Zaman bozuldu, fesadı var diyorlar.
Zaman bozulmadı, kendileri fesat.”

Fesat, fenalık zamandan değil, insanların kendilerindendir. Asra (zaman) yemin edilmekle zamanın önemi hatırlatılmakta ve o zaman bozuldu iddiasını reddetme manası vardır. Zamanın ayıbı kabahati yoktur, o değerli bir nimettir. İnsanlar zamanın kadrini kıymetini bilip de hepsi iyiliğe çalışmadıkları için iyiliğe çalışmayanlar zarardadır, Allah cezalarını verir.

Bu anlamda, “Bizi zamandan başkası helak etmiyor”(Casiye, 45/24) diyen dehriler yanlış yapmış olmaktadırlar. Zira “İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur”(Necm, 53/39) ve “Herkes kendi kazancına bağlıdır.” Tur, 52/51).

“Elindeyse zamana, dur geçme diye dayat
Bir sigara içmekten daha kısa bu hayat
Necip Fazıl

Göz yum cihana aç gözünü dem gelir geçer
Sen göz yumup açınca bu âlem gelir geçer
Abdülhak Molla

“Farz edelim, bankada bir hesabımız var. Her sabah buraya 86.400 dolar yatırıldığını görüyorsunuz. Ne var ki bu parayı akşama kadar harcamak zorundasınız. Ertesi güne transferi mümkün değil ve geri dönüşü yok. Kullansanız da kullanmasanız da hesabınız ertesi sabah sıfırlanıyor ve yeniden 86.400 dolar yatırılıyor. Nakit cinsinden bir yatırım ve birikme söz konusu değil. Her günkü meblağın harcanması gerekiyor.

Bu parayı ne yaparsınız? Her gün bu kadar yüklü bir miktar ile neleri başarmak geçer içinizden ?!..

Gayrimenkul mü? Ne kadar!
Borsa mı? Ne hacet!
Kumar mı? Kaç zaman!
Hayır hasenat mı? Ne kadar!
Evet!...Hangisi ve neden?!..
Düşünün lütfen!..

Yarın bir bankaya gireceksiniz. Kapısında şöyle bir ikaz bulunan bir banka:

Dikkat!..

Sayın müşterimiz,

Zaman adlı bankaya hoş geldiniz. Her mudi gibi sizin de hesabınızda saniyelerle change edilebilecek 86.400 dolar var. Sabah dolup akşam boşalan hesabınızla bu gün iyi bir yatırım yapın. Kullanmadığınız her doların boşa gideceğini günde beş kez size hatırlatacağız. Güle güle harcayınız!..”(Pala, İskender, Gözgü, L&M, İstanbul 2002, s.60-61).

Özetle farz edelim bankada 86 400 YTL veya dolarınız var ve her gün bunu harcamanız gerekiyor. Bunu nasıl harcarsınız?

Evet, zaman bankaya benzer. Siz onunla iyi veya kötü yatırımlar yaparsınız. Çok dikkatli kullanmalıyız zamanımızı, o bizim lehimize ve aleyhimize tarafımızdan işletilmektedir. Unutmayalım…

“Zaman yönetimi üzerine çalışanların sık sık vurguladıkları bir önerme vardır. Derler ki, bir yılın değerini anlamak için onu, üniversite sınavını kazanamayan bir dershane öğrencisinden sormak gerekir..

Bir ayın kıymetini en iyi anlatacak kişi, sekiz aylık prematüre bebek doğurmuş bir anne olabilir.

Bir saatlik zamanın değerini en iyi, bir saat kulesinin altında, elinde çiçek, aylardır hasret kaldığı nişanlısını bekleyen delikanlı bilebilir.

Bir dakikanın önemini, treni kaçırmış bir yolcudan sormak lazımdır.

Bir saniyenin değerini anlamak için, arabasından yaralı çocuğunu çıkarmaya çalışan kazazede sürücünün içinden geçenleri okumak lazımdır.

Bir salisenin ne kadar kıymetli olduğunu da en iyi olimpiyatlarda gümüş madalya kazanan atlet bilebilir.

İmdi,

Hepimiz iyi birer koşucu olamayız elbette; ancak dikkatli birer sürücü olmamız hususunda bizi engelleyen mi var?!..”( Pala, İskender, age., s.61-62)

Devamını Oku...

“Kullanılma” ve Demokrasi

Mustafa Pehlivanoğlu, Cevdet Karakaş, İsmet Şahin, Fikri Arıkan, Cengiz Baktemur, Ali Bülent Orkan, Halil Esendağ ve Selçuk Duracık…

Bu isimler 12 Eylül 1980 askeri müdahalesinden sonra idam edilen bazı gençlerdir. Bunlar, Türkiye’deki rejimi değiştirmek için ortaya çıkmış, demokrasi karşıtı, Türkiye’yi Türkiye yapan değerlerle kavgalı, milli ve manevi değerlerle çatışan ve darbe aracı olarak kullanılan isimler değildir. Bunlar, belki de faşizmle ilgili yeterli bilgiye sahip bile olmadan peşinen faşist olarak suçlanan insanlardır. Türk milliyetçiliği fikrine inanmışlardır. Asıl suçları, Sovyet emperyalizmine olduğu kadar; Amerikan emperyalizmine de karşı olmak idi. Bunlar, emperyalizmler arasında tercih yapmadılar.

12 Eylül 1980 öncesi Türkiye’nin içine düşürüldüğü kanlı terör ortamında ve kargaşada her gün onlarca insanımızın öldürüldüğü ve darbeye yönlendirildiği bir dönemde yaşayan bu gençler; şuurlu vatandaş olmanın bilinciyle milli tepkisini ortaya koyan, devlet otoritesinin kayboluşuna isyan eden isimlerden sadece birkaçıdır.

Bunlar, kullanılmadıkları, basından değişik kuruluşlara kadar imtiyazlı ve hayat boyu torpilli çevrelerin yakınlarında bulunmadıkları için isimlerinden pek bahsedilmez. Zaten aile yapıları incelendiğinde, bunların Türk orta sınıfının bel kemiğini teşkil eden aile ve çevrelerden geldikleri görülür. Bunlar, bazı şehir bölgelerinin şımarık ve yabancılaşmış soyguncu çocukları değildir. Maalesef kullanılmış bazı isimlerden bugün çokça bahsediyorsak ve onlara iade-i itibar peşinde bazıları koşuyorsa; bu, bazı çevrelerin günah çıkarmasıdır. Çünkü; devrim yapacağını zanneden ve yanlış adreste kurtuluş aramaya sevk edilen bu gençlerin asıl katilleri; onları olmayacak yollara sürükleyip kır veya şehir gerillasına soyunduranlardır. Devlet güçleri ile çatıştıranlardır. Bu çevrelerin ve onların bugün devamı olanların bir mahcubiyeti vardır. Günah çıkarma isteği, idam edilen bazı gençleri kahramanlaştırma çabası bundandır.

Türkiye’de sosyalist bir rejim kurarak düzeni düzelteceğini zanneden, istismarın ortadan kalkacağını bekleyen, örtülü bir takım hedeflere varmak için teşvik edilen ve idam edilen gençler çok çirkin bir şekilde kullanılmışlardır. Kullanılanlar ile Türk Milletinin ulvi değerlerine yönelmiş saldırılara, milli bütünlüğü ve Cumhuriyeti hedef almış aşırı soldan beslenen ihanet ve tuzaklara karşı direnenleri bir göremeyiz. Aynı kefeye koyamayız. Ölen ve idam edilen herkes için üzülürüz. Ama, kullanılma kelimesini vatanını sevmekten başka bir sermayesi olmayanlara uygun göremeyiz. Kullanılma kelimesinin vatanın birlik ve bütünlüğü için kalbi çarpan, Türk Milleti ile yabancılaşmamış insanlar için kullanılması çok çirkin kaçmaktadır. Bazıları bunu anlayıp kavramayabilir. Herkesten aynı hassasiyeti de bekleyemeyiz. Kimisi hassastır, tepki gösterir; kimisi ise, her ortama ve şarta kendini uydurabilir ve tepki göstermez.

Bir dönem Sovyet tehdidi ve Leninleştirilmiş Marksizmin Sovyetlerin yayılma aracı olarak kullanılmasının milli devletleri nasıl etkilediği bilinmektedir. Bugün ise; ABD çıkarlarına hizmet anlamına gelen siyasi, iktisadi ve kültürel şekillendirme olan küreselleştirilme, Yeni Dünya Düzenine uydurulma gayretleri ile karşı karşıyayız.

Küresel gücün etkisinin arttığı bir ülkede demokrasi şeklen yaşar hale gelmekte ve kan kaybetmektedir. Bu etkinin artışı demokrasinin gerilemesi anlamını taşıdığı gibi; küresel güce hizmet eden, onunla siyasi gelecekleri için işbirliği yapanları da otoriter ve totaliter bir çizgiye sokar. Tek egemen güç olma yolunda ilerletir. Kuvvetler ayrılığı prensibi gözardı edilir. Hukuk devleti parti devletine bürünür. Güney Amerika demokrasi örnekleri gündeme gelir. Küresel güç için önemli olan; bir ülkede demokrasinin bütün kurum ve kurallarıyla yaşaması, yaşatılması değildir. Önemli olan; işleyen düzenin demokrasi adı altında kendi çıkarlarına hizmet edebilmesi, küresel sermayenin payını arttırabilmesi, iktisadi kaynakların talan edilebilmesi, coğrafyaların vatansızlaştırılarak etki altına alınabilmesidir. Buna emperyal demokrasi de denebilir. Bu sapma yola girmemek, girilmişse bir an evvel bu çıkmaz yoldan uzaklaşmak, milli iradenin tahakkuku ve demokrasinin sürdürülebilmesi için şarttır. Yeterli bir demokrasi tecrübesine sahip ülkeler bu tehlikeyi fark ederek ortak tavır almak durumundadırlar.

Devamını Oku...

Ergenekon’un da adını kirlettiler

Cahiliye Arap toplumunda, Araplar helvadan putlar yaparlar, ona taparlar, karınları acıkınca da yaptıkları putları yerlermiş. Bu olayı hatırladığım zaman yüzümde hep acı bir tebessüm oluşur. İnsanoğlu ne garip değil mi? Önce kendine bir kutsal yapıyor, sonra onu tüketiyor.

Yaptığımız kutsalları bazen yiyor, bazen değersizleştiriyoruz. Aşk gibi yüce bir sözcüğün içini boşaltıyoruz, aşkı basitleştirerek. Mustafa gibi güzel bir ismi Musti ya da Mıstık diyerek, Mehmet gibi manalı bir ismi Memo ya da Memet diyerek bozabiliyoruz. Kutsallık izafe ettiğimiz değerlerimizi, eylemlerimizi tüketmekte, bozmakta kimse elimize su dökemez.

Ergenekon’la, destandaki olaylar akıl dışı da olsa, bir milletin yok olmaya karşı direniş, var olmak için diriliş macerasını anlatırdık öğrencilerimize göğsümüzü kabartarak. Ergenekon destanı ile düşmanın hilelerine karşı uyanık olma gereğini idrak eder, ucunda ölüm de olsa özgürlüğü solurduk ciğerlerimizde derin derin.

Barışık olunduğunda doğanın, insanoğlu için hizmetkâr, tanrının ise kendisine şükredenlere lütufkâr, Türklerin hayvan yetiştirme, toprağı işleme, madeni kullanabilme kültürüne daha ilk çağda sahip olduğunu, böylece atalarımızın gelişmişlik düzeyini anlatırdık çocuklarımıza. Destanların doğası gereği anlatılanlar abartılı da olsa, öğrencilerimiz atalarıyla gurur duyarlardı. Öğrencilerimiz, hayvanları kutsallaştırmanın, kültürel az gelişmişlik olarak destanlar döneminde kaldığını öğrenirler, insanoğlunun bulunduğu gelişmişlik düzeyinden dolayı övünç duyarlardı. Üzgünüm, Ergenekon sözcüğü artık bunların hiçbirini düşündürtmeyecek öğrencilerimize. Onlar da belki, benim acıktığımda putunu yiyen Arapları hatırladığımda yaptığım gibi, acı acı tebessüm edecekler.

Atalarının yeniden doğuş öyküsünün anlatıldığı bir destan değil artık, Ergenekon yeni neslin gözünde. Ergenekon, ideolojisi olmayan derin bir çeteleşme, gayeye varmak için bütün yolların meşru kabul edildiği illegal örgüt demek. Devlete egemen olmak için insan kandırmak, eğitmek, satın almak, öldürmek, bu çetenin yöntemleri arasında. Bürokratlar, öğretim üyeleri, iş adamları, yargıçlar, gazete ve televizyon yöneticileri, muvazzaf ya da emekli askerler, bu çetenin kurucuları ve üyeleri arasında. Hiçbir zaman bir ve beraber olamayacağını düşündüğümüz insanlar, bu örgütün çatısı altında kolayca bir araya gelebilmişler. İnsanları mali, itibari, sosyal durumlarına göre fişlemişler, takip etmişler, kameraya almışlar. Cinayet, suikast, kan, gözyaşı, tehdit, entrika, hile sözcüklerini çağrıştırır oldu Ergenekon. Çocuklar bile kurdukları sokak çetelerine Ergenekon ismini veriyorlar.

Kelimeler, anlamlarını, karşıladıkları eylem ya da kişi ile kazanır. “Gül” sözcüğün güzel olması bu çiçeğin güzelliğindendir. “Batak” sözcüğünün çirkinliği, bataklığın çevreye verdiği koku ve pisliktendir. Edebiyatımızda, bir eylem veya varlığın, taşıdığı özelliklerle isminin paralel olmasına “ismiyle müsemma” denir. Bu açıdan baktığımızda kurulan yüksek rakımlı bu çetenin Ergenekon sözcüğüyle uyumlu olduğunu söyleyemeyiz. Bu çeteye ne ad verilmelidir, bunu bilemem; bu benim işim değil; ama Ergenekon’un mana ve imaj olarak kirletildiğine eminim. Ergenekon kelimesinin yüzlerin buruşmasına, kalplerin hüzünlenmesine, insanların birbirlerinden şüphelenmesine neden olacağından endişeliyim.

Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete. Toprağımızı, havamızı, kalplerimizi kirlettik, birbirimize güvenimizi yok ettik, iletişim aracı kelimelerimizi iğdişledik… Sonumuz hayrola! Allah hepimize akıl fikir versin!

Devamını Oku...

26 Temmuz 2008 Cumartesi

Şöhret Olmaya Özenmek Virüs Gibi Zararlı mı?

İnsanların bir kısmı şöhret olmayı çok arzu ederler. Çünkü gerek TV, gerekse Basın insanları şöhret olmaya özendirir. Ayrıca halkın şöhretli insanlara tutum ve davranışı da bu özentiyi körükler.

Hele hele ekonomik durumu zayıf olan ailelerin çocuklarının, ailelerin çektiği yoksulluk zorluğundan dolayı hayattan beklentileri her zaman normal yollardan olmaz. Kolay yoldan belli imkanlara kavuşmayı hayal ederler. Bu yolların başında da şöhret olmak gelir. Çünkü şöhret olunurken geçilen geçitlerden kimse bahsetmez. O yolda yürürken yaşanılanları kimse anlatmaz. Şöhret kulvarına çıkanların çok azı bitiş ipini göğüsleyebildiğinden bu konudan kimse söz etmez.

Genç insan maceraya yatkın insandır. Adrenalini yüksek sporlara en çok gençler talip olur.

Bu bakımdan gençler şöhret yolunda maceraya atılmaktan çekinmezler. Çünkü kaybedecekleri çok şeyi yoktur. Fakat kazanma ihtimali olan çok şeyleri olacaktır.

Bu yüzden bir çok aile parçalanmıştır. Buna örnek olarak Popstar intiharlarını gösterebilirim. Eroine bulaşarak tenlerini satanları gösterebilirim. Şöhret olma yolunda simsarların eline düşerek kayıplara karışanları gösterebilirim.

Velhasıl şöhret bir virüs gibidir. Bir kere insanın içine girmesin. Ondan kurtulmak çok zordur.

Yukarıda bahsettiğim gibi şöhret tutkusunun sebebi medyanın teşviki ve cazibesidir.

İnsanlar onların yaşam tarzlarına, içinde bulundukları lüks yaşama baktıkça hevesleri artmaktadır. Kısa süre önce yokluk içinde kıvranan bu insanların yeni yaşam tarzları insanları cezbetmektedir.

Onların sözleri, yaptıkları, giydikleri, yedikleri, aşkları, kavgaları olay olmaktadır. Serbest yaşam tarzları halk içinde yadırganmamaktadır.

Aile çevresinde her adımı takip edilip baskı altında tutulan genç şöhret olunca mahalle baskısından kurtulmaktadır. Bu sefer kendi yaptıkları başkalarına örnek teşkil etmektedir.

Reyting adı altında insanlar sürekli magazin ile meşgul edildiklerinden yazılı ve görsel basının gündeminin çoğunu bu renkli hayatlar işgal etmektedir.

Mahalleli bir kızın yabancı bir bankadan sperm alıp çocuk yapması hayal bile edilemez.

Şöhret olduğunda bu yadırganmamaktadır. Mahalleli bir kızın evlilik dışı bir veya birkaç erkekle bir arada yaşaması çok zordur.fakat şöhret olunca bu çok kolaylaşmaktadır.

Ülkeyi modernleştirmek ve çağdaşlaştırmak adına her yapılanın mubah olduğu bu ortamda hiçbir şey yadırganmamaktadır. İşin garibi tanganın en incesi giyildiğinde zariflikten dem vurulurken meme ucu veya kilotun kenarı görüldüğünde “ frikik verdi. Bilerek veriyor. Bu kadarı da olmaz ki.” gibi garip bir eleştiri içine girilmektedir.

Aslında bütün bu yapılanlar Ülkeyi gönlü boşalmış, beyni boşalmış, ailesi dağılmış, yalnızlaşmış insanlar topluluğu haline getirerek millet kavramından uzaklaştırmak içindir.

Bir maharetmiş gibi bu yapılanlara kılıf bulmak için çağdaşlık, modernlik, Atatürkçülük kullanılmaktadır.

Sorarım size Atatürk Ülkeyi Avrupalılaştırmak isterken:

Sırf popülerlik olsun diye normal yollar dururken çocuğunuzu  Amerika da ki bir sperm bankasından edinin dedi mi?

Çok kısa zamanda eş değiştirerek “ben çağdaş kadınım. Bir erkeğe uzun zaman dayanamam” diye insanlara kötü örnek olun dedi mi? (Aynısı erkekler içinde geçerli)

Devlete kazık atarak edindiğiniz servetlerle lüks yatlarda, trilyonluk katlarda, son teknoloji  arabalarda, helikopterlerde, uçaklarda keyfedin. Dedi mi?

Fakir fukara edebiyatı yapın, ama servetinizden kuruşunu fakir fukaraya koklatmayın. Aksine onları ırgat gibi kullanın. SSK sını bile ödemeyin. dedi mi?

Her şeyin en pahalısına sahip olmak için yarışarak ülke ekonomisi konusunda aşırı bir umursamazlıkta bulunun dedi mi?

Daha çok para uğruna bütün değerlerinizi, hatta topraklarınızı, kaynaklarınızı satın dedi mi?

Tabii ki demedi. Ne dedi. “Muasır medeniyet seviyesine çıkın.” dedi.

Acaba bu çıkış aile hayatını, örf ve ananeleri, toplum huzurunu, ahlak ilkelerini, Ülke ekonomisini çökerterek mi olacak? Tabii ki hayır. Tam tersine davranmakla olacaktır.

Sonuç olarak şöhret, Ülkemizde zararlı bir virüs haline gelmiştir. Sanatçısından siyasetçisine,

İş adamından bürokratına bir çok insan bu virüsü halkımıza bilerek veya bilmeyerek bulaştırmaktadır.

Toplumu yönlendiren bu kesimler yaşantılarına dikkat etmedikçe daha çok yuvalar şöhret uğruna yıkılacaktır. Aykırı sesler çok miktarda yükselmedikçe (yükseltenleri de dinci diye markaladıkça) bu virüs herkesin kapısını çalabilir.

Gerçek Atatürkçülük bu milleti bu virüsten kurtarmaktır.

Lütfen önden buyurun.

Devamını Oku...

18 Temmuz 2008 Cuma

Müslüm Baba Öldü, Müslümcülük Yaşıyor

Ben bir Müslümcü’yüm. Ve Müslümcülük isyankârlıktır. Devrana, dertlere, sevgilere, ezilmişliğe, belirsizliğe, dünyalık hırslara ve yaşamaya, hayata isyan. İsyan bir problemin çığlık olup haykırılmış halidir. Kaportacı çıraklarının, overlokçu kızların, kahvelerde iş sırası bekleyenlerin ve hayattan artık hiçbir şey beklemeyenlerin, ölümle kol kola gidenlerin müziğidir.

Sessiz büyüyen bir devrimdi Müslümcülük. Ve bunun en az farkında olan kişisiydi Müslüm Gürses. ‘Arı balı yapar fakat izah edemez’ misali ne yorum gücünün ne de müziğinin kitleler üzerindeki sağaltıcı gücünün farkındaydı o. Her topluluk – bilhassa ezilmişler – ritmini arar yükselmek için. Bazen ritim de yaşanan hayat gibi ağır ve sislidir.

Müslüm Gürses müziğinin mistik bir yanı vardır. Seans nöbetleri vaziyetinde dinlenir. Her terapi sonrasında güçsüzlüğün anormal gücü ruhlara nüfuz eder. Müslümcülük tarikatı derken mecaz yapılmıyor desek yeri var. Dini teşekküller içindeki Müslüm yasağı da belki bundandır. Mefhum-u muhalifinden ötürü. Dahası bu mistik / müzikal yapının ve sosyal dokunun dini ritüelleri vardır. Cehri zikircilere benzetebileceğimiz ‘Jilet Çekme’ töreni dıştan bakıldığında kanlı, acı verici bir sahnedir. Oysa temel manada bir cezbe, bir kendinden geçiş ve dünyadan sıyrılış halidir.

Jilet atarak kendine acı çektirebilmek aslında tersinden bir meydan okumadır. Feleğin sillesi hikâye, benim kendime verdiğim zarardan daha büyük bir zarar veremezsiniz. Sen de kim oluyorsun? Kendi vücudumda tasarruf hakkına sahibim. Tam bağımsızım. Dahası düşmanın her türlü meşakkatine karşı ve açıktan gıda – güvenlik – gelecek endişesi yaşayan bir insan için psikopatlık veya psikopat adaylığı bir korunma şemsiyesidir. Hatta Milletvekili dokunulmazlığıdır. Müslümcünün toplum dışılık noktasından toplumsal kabule sokulduğu yerdir.

70’li yılların ideolojik, 80’li yılların hayat kavgalarını hissederek en çok yaşayan ve sömürülen kesim bu müzikle var oldu ve varlığını hissettirdi. İsyanın, eylemin, sloganın yasaklandığı; şarkının, türkünün, yumruğun yönünün bile sembolleştiği bir hengâmede hesapları bozdu; sıra dışı ve hesap dışı bir yönelim adresi oldu. Ve sonra geldi çattı değişim. 90’lı yılların Serbest Piyasa Ekonomisi ve 2000’li yılların Küreselleşme teraneleri tüm toplumla beraber Müslüm Gürses’i ve bir kısım Müslümcüleri de değiştirdi. Yokluğa, sevdasızlığa, çileye, kedere, dert çekmeye ve ezilmeye şerbetli olanlar tüküre geldikleri dünyalık metalar için can atar bir noktaya gelmiş / getirilmiş göründüler.

Önce Pop Müzikle buluşturuldu Müslüm. Nilüfer’le, Sezen Aksu’yla, Bob Dylan ’la.. Böylece modalaştırılıp tüketime açıldı. Ardından Rumelihisarı’nda veya sosyete mekânlarında boy göstertilerek ehlileştirildi, legalleştirildi. King Kong’un Afrika’dan New York’a getirilip bir büyük kafeste sergiye çıkarılması durumudur olan biten. Ardı sıra televizyon programlarıyla Müslüm Gürses’in aslında içi boş ve asılsız yani zararsız olduğunun halka arzı gerçekleşti. Böylelikle Müslüm Baba da toplumsallaştı. Zira toplumun da içi boştu. Sıradan ve sürüden olmak toplumun temel karakteristiği idi.

Hususen Müslüm Gürses’i evcilleştiren de sonradan evlendiği Muhterem Nur’dur. Afrika’daki dev gorili bulan ve sonra ona âşık olan gazeteci veya araştırmacının Beyaz Batılı Madam’ı pozisyonundadır Muhterem Hanım. Ve Türk klasiklerindendir. Su akarken küpünü dolduracaksın meselinden.. Kadınların çoğu muhafazakârdır. Hem biriktirmeyi hem de kâr muhafızlığını severler. Erkekler onlara nazaran devrimci sayılır. Amma velâkin onların da bir dönüştürücü özelliği vardır. Tıpkı Türk Toplumu ve Globalizasyon gibi. Yeryüzünün adalet ve şecaat timsali arslan modelli millet hem koyunlaştırıldı hem de sürüleştirildi.

Namerde muhtaç olmamaktan ihtiyaçlara esir olmaya geçiş evrimi. ‘İtirazım Var’ diyen Müslüm, artık ‘İhtiyacım Var’ diyecek ve bir Müslümcünün en fazla tiner çekmek için; o da gece gireceği bir Bankamatiğin de değil bankanın bizzat içine girecekti. Yeni bir elbiseye, uzun bir tatile tüm kitleyi ve koskoca bir maziyi satacaktı. Müslümcülükte yavuklu için, manita için, sevgili için bir başka Müslümcü satılabilir, Müslümcülüğün kitabında da yeri vardır. Ama bunca damar ve bunca jiletten sonra kapitalizme satılacağını rüyasında görse inanmazdı hiç kimse. Gerçi bu Türkiye’nin ikinci ‘Baba’lık macerasının ikinci pazarlama versiyonuydu.

Varoşların öfkesi, lanetli sınıfın sesi, ezilenlerin isyan ifadesi ve kontrol edilemezlerin çılgın iradesi; ezene, zulmedene, murakabe merkezine böylelikle teslim edilmiştir. Ne var ki bu teslimiyet zımnendir. Zira teslim alınan sadece ekole adını verenin simgesel kişiliğidir. Oysa Müslümcülük, Müslüm Gürses’le ilgili fakat yapı olarak ondan bağımsız bir oluşumdur. Arızi duruma karşı toplumsal bir cevaptır. Refleksel olarak sosyo – psikolojik bir dışavurumdur.

Müslüm Baba’yı bundan sonra kaloriferin kıyısında ip kovalayan bir kedi, başını ev sahibinin oğlunun okşadığı bir yavru köpek, bir gazoz kapağı yada bir çöp kutusu olarak da görebiliriz. Popüler kültür iciğine – cücüğüne kadar kullanır (tüketir) ve atar. Sistem potansiyel olarak en keskin muhalifini ve en kontrol edilemez gözükenini Şeytan’ın elma provokasyonuyla birlikte devşirdi, dönüştürdü. Ama Müslümcüler hala ‘tövbe, tövbe’ diyor.

Müslümcülük kendiliğinden oluşan bir tarihi yapıdır. Yapının oluşum sürecindeki zulüm verileri durdukça benzer yapılar farklı adlarla varlığını sürdürecektir. Tersi insan ruhuna aykırıdır, hatta hakarettir. Yarın bir Amerikalıyla beraber bir reklamda veya dizide de görebilirsiniz Müslüm’ü. Ama bu Müslümcülerin Amerikalılarla işbirliği yapacağını göstermez. İşbirlikçiler işgalcilere sınırlı – sorumlu kılavuzluk yaparlar ama her iki tarafında ilk harcayacağı bunlardır.

Sonra Müslümcülük deruni ve meselesi olan insanların hasbelkader kurduğu bir külttür. Bu mesele de kendi içinde aşılacak ve ruh parametresi yeni isyanların açlığını bastıracaktır.

Niecthze’nin ‘Tanrı öldü’ söylemine karşı ‘Nietchze öldü, Tanrı yaşıyor’ cevabı gibi olsun son söz: MÜSLÜM GÜRSES ÖLDÜ, MÜSLÜMCÜLÜK YAŞIYOR.

Devamını Oku...

"Darbe suçu" ve "cumhuriyeti korumak" nasıl ayırt edilir?

"Ergenekon" adı soruşturma kapsamında gözaltına alınanların ihtilal yaparak meşru düzeni değiştirmek gibi bir maksatları ve bu maksada uygun teşkilatlanmaları var mı bilemiyorum. Ancak emekli subayları bırakın, muvazzafların dahi ihtilal yapabilmeleri için uygun bir toplumsal yapının oluşmasının ön şart olduğu herkesçe bilinmektedir.

İhtilal yapmak maksadıyla örgüt kurdukları iddia edilen emekli generaller için, bir an iddiaların doğru olduğunu farz edelim. Bu maksatlarına uygun eylemi muvazzaf iken yani emirlerinde en az iki ordu komutanlığı gücü varken yapmadıklarına göre, şartların uygun olmadığını görmüş olmalılar. Emekli olduktan sonra böyle bir niyet içine girdilerse, güçlerinin azalmış olmasına rağmen, muhtemelen Atatürk’ün Gençliğe Hitabe’sinde belirttiği şartların oluştuğuna inanmış olmalarını düşünmek gerekir.

*******************

Atatürk “Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyeti'ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmek” görevini her ne kadar gençliğe vermiş olsa da, gençlik izafi bir kavram olup kendisini genç hisseden her Türk vatandaşı bu görevin kendisine verildiğini hissedebilir.

Bugün Türkiye’de sadece birkaç emekli subay değil, vatandaşların muhtemelen yüzde 15-20 sinin “aziz vatanın kalelerinin zaptedilmiş, tersanelerine girilmiş” ve “memleketin toprakları ve varlıklarının (özelleştirme ve yabancılara mülk satışıyla) bilfiil işgal edilmiş” olduğuna inanmış olduğunu sanıyorum. Yine büyük bir yüzdede vatandaşımızın “iktidara sahip olanların gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunduğuna, hatta bu iktidar sahiplerinin, şahsî menfaatlerini, yabancıların siyasi emelleriyle tevhid ettiğine” inandığını söylemek herhalde abartılı olmaz.

Halkın yarısına yakınından oy almış bir iktidara karşı, oy vermeyenlerin önemli bir kesiminde böylesine farklı kanaatin oluşması ilginçtir. Ama böyle bir zıtlaşmanın varlığı da gerçektir.

Bir kısım (asker veya sivil) insanımız da, “bu ahval ve şerâit içinde, Türk istiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmak” benim vazifemdir diye düşünmüş olabilir. Bu düşünceyi eyleme geçirenler varsa onları bulup maddi delillerle hukuk önüne çıkarmak emniyet ve yargının meselesi.

Bu yazımızın konusu “Ergenekon” soruşturmasında gözaltına alınanların suçlu olup olmadığını tartışmak değildir. Ancak bu kadar ağır iddialarla yargılananların kamuoyunda ciddi bir tepki görmemesi ve hatta önemli bir kesim (ana muhalefet partisi, medyanın çoğunluğu ve önemli bir vatandaş kitlesi) tarafından “iktidar tarafından mağdur edilmiş kahraman vatan evlatları” olarak kabul edilmesinin sebeplerini anlamaya çalışıyorum.

********************

Gerçekten vatandaşların özgür ve bağımsız olmadığı, ülkenin imkân ve kaynaklarının bir kişi, grup veya yabancı ülkeye aktarıldığı için “fakr ü zaruret içinde” kaldığı bir durum varsa, “isyan veya ihtilal hakkı” doğar mı? Böyle bir hak varsa bu şartların doğduğuna karar verme yetkisi kime ait olacaktır?

John Locke’un (17.yy) “meşruiyetini yitirmiş yönetim karşısında halkın isyan hakkına sahip olduğuna” dair görüşü “Ergenekon” davası sanıklarına gerekçe teşkil edemez. Halk adına meşruiyetin yitirildiği fikrine dayalı bir darbe planı varsa bile, 2007 seçimleri halkın bu fikri doğru bulmadığını göstermiştir.

**************

Demokrasilerde meşru hükümetin icraatından rahatsız olan vatandaşın ilk seçimde oyunu başka partiye vermekten başka seçeneği yoktur. Buna itiraz etmek demokrasinin en temel kuralına inanmamak anlamına gelir. Meşru iktidarı seçim harici illegal bir yolla yıkmaya çalışmak suçtur.

Diğer taraftan, çoğunluğun oyu ile gelmiş ve kurduğu dikta rejimi ile ülkesini felaketlere sürüklemiş (Hitler gibi) diktatörler ve rejimlerini de düşünürseniz, vatandaşların her hal ve şartta meşru idareye (çoğunluğun seçimi ile işbaşına gelse bile) uyması ne kadar gerçekçi ve ne kadar doğrudur?

Bu soruya cevap vermek zor. Ayrıca verilen cevaplar da her zaman aynı derecede doğru olamaz. Atatürk’ün Padişahın emrine karşı çıkması, müfettişlik görevinden istifa ederek milli mücadeleyi başlatması meşru idareye karşı çıkmaktı ve mer’i hukuka göre suçtu. Milli Mücadele başarılı olmasaydı herhalde cezası idam olacaktı. (Tarık Buğra, Küçükağa romanında halkımızın bir kesiminin, meşru ama esir konumdaki idareyi temsil eden Padişah ile o günkü haliyle isyancı çete görüntüsü veren Kuvayı Milliye arasında tercih etmekte yaşadığı kararsızlığı çok güzel anlatır.)

Cumhuriyet döneminde yaşanan iç isyanlar da, Talat Aydemir’in 1963’teki ihtilal teşebbüsü de meşru yönetime karşıydı ve başarısız olarak failleri cezalarını çektiler. Bu hareketleri Milli Mücadele ile aynı kefede değerlendirmek elbette mümkün değildir.

*******************

İhtilalların sadece başarılı olması ve devlet gücünü ele geçirme imkânını bulması meşruiyetini sağlar mı? Büyük ölçüde evet. (Yargıtay Onursal Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun ifadesiyle: “Darbede başarılı olanları yargılayamazsınız. Ancak eyleme geçilmesi suç olur.”)

1982 İhtilalını yapan Kenan Evren ve arkadaşları serbest ve itibar içindeyken, “Ergenekon” davasında gözaltında olanlar “darbeye teşebbüstenyargılanacaklar.

Darbede başarılı olanlar bile uzun vadede halk desteğini almak zorundadır. 1982 darbesi halktan önemli oranda destek almayı başarmıştı.

**********************

Türkiye’de hala darbeci suçlamaları ile ihtilal teorilerini tartışıyor olmak bile üzücü. Vatandaşlarımızın yasal yollardan çıkmadan bilinçli bir şekilde yurttaşlık görevlerini ifa etmeleri dileğimizdir. Herkes, meşru hukuk düzeni içinde siyasi mücadele yapabilir, birey olarak veya sivil toplum örgütleri içindeki faaliyetleri ile kamuoyu oluşturma gibi yollarla beğenmediği iktidarın yerine, beğendiği kadro ve fikirlerin işbaşına gelmesine çalışabilir.

Vatandaşlarımızdan bir kısmı kendini “öz vatanında garip ve parya” gibi görüyorsa.. Veya siyasal ve ekonomik olarak hür ve bağımsız bir Türkiye’de yaşayamamaktan şikayetçi ise.. Kendi inanç ve yaşama biçimine müdahale edilmek endişesinden kurtulamıyorsa.. Bu endişeleri gidermek konusunda öncelikli görev ve sorumluluk siyasal iktidara ve yargı organlarına ait olsa gerektir.

Devamını Oku...

Karacaoğlan’ın Elif’i

Bir gerçeği yanlış öğrenmişseniz yanlış bilirsiniz. Yanlış bilgi, yanlış hükmü ve yanlış öğretmeyi doğurur. Yanlış iliklenen ilk düğmeden sonraki bütün düğmelerin yanlış yerde bulunacağı gibi.

Biz, Karacaoğlanı’ı elinde sazıyla diyar diyar dolaşan, gittiği her yerde gerçek ya da hayali sevgilisi “Elif”i” soran, edebiyatımızda beşeri aşkın temsilcisi halk şairi olarak öğrendik ya da o bize böyle öğretildi. Onun, edebiyata biraz ilgi duyan hemen herkesin kolayca hatırlayacağı “İncecikten bir kar yağar / Tozar elif elif diye / Deli gönül abdal olmuş / Gezer elif elif diye” dörtlüğünü okuyunca şimdiye kadar Karacaoğlan’a haksızlık yaptığımı, onu yeterince keşfedemediğimi düşündüm. Karacaoğlan, sanatıyla, düşünce ve gönül enginliğiyle gözümde yüceler yücesi bir şair oldu.

Şair dörtlüğü semai tarzında, 4 + 4 = 8’li hece ölçüsüyle yazmış. Bu durum, şiirde okuma kolaylığı sağlıyor. Dili, oldukça anlaşılır. İkinci ve dördüncü dizelerde yarım kafiye kullanmış. Aynı dizelerdeki “elif elif diye” redifi ile dörtlük aynı sözcükleri tekrarlamanın lezzetini veriyor okuyucuya. Enstrümansız ahenk, dörtlüğü hafızanızdan silinmez kılıyor. Elif sözcüğünün kendisinde var olan musiki, tekrir sanatıyla sanki hem bu dörtlükte hem şiirin bütününde bir ritim oluşturmuş. Bu ahenk, kişide, şiiri tekrar tekrar okuma isteği yaratıyor; dörtlüğün, bu biçimiyle dilinize pelesenk olduğunu fark ediyorsunuz.

Dörtlükte, “tozmak” ve “gezmek” eylemlerine bağlı iki özne var: Kar ve gönül. Her iki özne aynı nesneyi söylüyor: Elif. “Kar”ı ve “gönül”ü harekete geçiren “elif” ne olabilir, nasıl bir şey olabilir? Varlıklar onu sayıklıyor, insanlar onu sayıklıyor. “Kar”, güzelliğin, beyazlığın, temizliğin, özlemin, saflığın sembolü. Kar söylemiyle genelleştirilen evrendeki her güzel varlık “elif”i sayıklıyor. Elif, her güzel varlığın özlemi olarak algılanıyor. Gönüller de “elif” diyor durmaksızın. “Elif” diyen gönlün bir niteliği var: Deli. Ancak deli olan gönül elif diyebilir. “Deli”nin edebiyatımızdaki karşılığı “mecnun”dur. Mecnun deyince de “Leyla ve Mecnun” hikâyesindeki, gözü Leyla’dan başka varlık görmeyen, soluduğu her nefese, attığı her adıma, selam verdiği her nesneye Leyla’yı soran Kays akla geliyor. Elif, şairi “deli” etmiştir. Şair, kendisi için “deli” sıfatının yanında bir de “abdal” sıfatını kullanıyor. “Elif elif diye” sayıklamasının sebebi “abdal” olması. “Deli” olduğu için mi “abdal”, “abdal” olduğu için mi “deli”; bu çok önemli değil. Her iki sıfat da birbirinin hem nedeni hem sonucu; ancak her iki sıfatın nedeni “elif” özlemi. Abdal, sözlüklerde, “manevi güçleriyle tabiata ve insana hükmeden, sayıları kırk veya yedi olan, kendilerini gizleyen, az yiyen, az içen, az uyuyan, az konuşan, yardıma layık olanlara yardım eden büyük veli” diye tanımlanıyor. Abdal, bugünkü söylemiyle “kötülüklerden arınmış kişi” diyebiliriz. “Abdal”laşmış deli gönlün sayıkladığı tek varlık, dilin söylediği tek sözcük, “elif”. İncecikten yağan kar bile tozarken “elif” diyor, erirken “elif” diyor. Evren orkestrasındaki her enstrümana ayar veren “elif” kim olabilir?

Kimine göre şiirdeki “elif” muhayyel bir sevgilidir ya da bütün güzellerin ortak adıdır. Karacaoğlan’ın gittiği her yerde bir “elif”i vardır; çünkü o, her güzele gönül vermektedir. Böyle düşünmek, Karacaoğlan’a saygısızlık olur. Dörtlükte çizilen kompozisyon, seçilen kelimeler, “elif”in, bu manada anlaşılmaması gerektiğini gösteriyor. Ayrıca, “elif” tesadüfen seçilmiş bir sözcük de değil. Elif, Arap alfabesinin ilk harfidir, rakam olarak da 1’dir. Allah sözcünün Arap harfleriyle yazılışında farklı bir orijinallik vardır. Sondan itibaren atılan her harften sonra çıkan her sözcük yine Allah anlamına gelmektedir, kalan son harf olan elif, yine “Allah” demektir. Sevgili için seçilebilecek pek çok sözcük varken şairin, şiirinde“elif” sözcüğünü seçmesi tevriye sanatından başka bir şey değildir. Tevriye, bir sözcüğü iki gerçek anlamını düşündürecek şekilde kullanmaktır.

Somutlaşan her ilişkimizde ve ihtiyacımızda “elif”in ötesinde bir “Elif” görmek için 17. yüzyılda yaşamak, bir Karacaoğlan olmak gerekmez. “Elif” diye tozuyan karlara, “Elif” diye gezen abdallaşmış deli gönüllere ne mutlu!

Devamını Oku...

17 Temmuz 2008 Perşembe

Neler Oluyor?

Son zamanlarda ülkemiz gündemi o kadar hızlı ve ilginç gelişmelerle dolu ki insan ister istemez neler oluyor bize demekten kendini alamıyor. Geçtiğimiz senelerde ülkemizde bir argümanı sıklıkla duyardık: “Şeffaf devlet ve siyaset.” Her kesimin benimsediği bu argümanın en son geldiği nokta siyasetteki karşılıklı restleşmelerin son derece şeffaf hale gelmesidir.

Nitekim bugünlerde siyasetteki restleşmelerin en şiddetli halini yaşamaktayız. Gelinen nokta itibarıyla yaşanan restleşmenin galibi kanaatimce ülke geleceğimizin belirlenmesi açısından son derece önemli rol oynayacaktır.

Çünkü Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu andan itibaren ülkemizin hem iç politikasında hem dış politikasında yaşadığı sorunlar “şeffaflık” sayesinde son zamanlarda herkesin kendi görüşünü rahatlıkla ifade ettiği bir ortam sağlamış, bu ortam toplumumuzda safların keskin hatlarla belirlenmesine rol açmıştır. Safların keskinleşmesi ise restleşmelerin şiddetini artırmıştır.

Bu restleşmelerin sonucunda bir kazanan ve kaybeden olacaktır. Kanaatimce hangi taraf kazanırsa kazansın ülke içerisinde bir tasfiye söz konusu olacaktır. Ülkemiz için yeni bir dönem başlayacaktır.

Bu dönemde ülke ya eskilerin tabiriyle “istibdad” dönemi yaşayacak, ya da geçmişte yarım kalmış olan “istiklal mahkemeleri” sürecini geçirecektir.

İstibdad dönemi ile ifade etmek istediğim herşeyin tek bir elden yönetilerek bu yönetimi eleştirmenin yasak olduğu bir nevi Ortadoğu devletlerinin yönetim biçimi gibi içeriye karşı dikta ancak dış sermaye ve oyun kuruculara ise son derece açık bir politika içerisine girmiş bir yönetim modelidir.

İstiklal Mahkemeleri süreci ise Kurtuluş Savaşı sırasında ve Cumhuriyetin kuruluş aşamasında yönetime ve rejime muhalif olanların yargılandığı mahkemeler şeklinde özetleyebileceğimiz bir süreçtir. Bu süreci anlamak için tarihimize bakmak yeterlidir.

Değerli okuyucular, bulunduğumuz coğrafyanın gittikçe önem kazandığı, uluslararası dengelerin yeniden oluşturulduğu bir dönemde ülkemizde yaşanan gerginlikler millet olarak geleceğimize dair yapabileceğimiz bir sıçramayı yapmamızı engelleyeceğinden bu süreçte kaybeden yine geleceğimiz olacaktır.

Bu sebeple kendi geleceğimiz için karşılıklı restleşmelerden ziyade millet olarak birlik içerisinde bir kalkınma planı yapmamız, önümüzden geçen trenlere sadece el sallamak yerine binmemize yardımcı olacaktır kanaatindeyim.

İyi Haftalar!...

Devamını Oku...

“Yeni Osmanlıcılık” Tuzağı

Türkiye’de çeşitli kelime ve kavram oyunları, yeni ve çağdaş diye yutturulmaya çalışılan modeller, neticede bir yerde birleşiyor: Milli mücadele ile kurulan Cumhuriyetimizi ve milli devletimizi tasfiye etmek, O’nu tanınmaz hale getirmek… Bunun gerekçesi de; demokratikleşme ve insan hakları örtüsü… Aslında, çeşitli tartışmaların açılmasının temelinde, bazılarının Türkiye’yi Türkiye yapan değerlerle açık bir mutabakatsızlığı yatıyor. Yabancıları anladık da; ismen bizden olanlara acaba ne demeli?

İşin içine bir de küreselleştirme, küresel masallarla esir alma, önü açılan milli devletlerin küresel güç ve bloklarla çatışması ve Dünyanın yeniden şekillendirilmesi girince; bu defa demokratikleşme ve hürriyetler milli devletlere karşı bir silâh olarak kullanılıyor. Dış destekli iç unsurlar açıkça görülüyor. Tabii amaç; milli ve üniter devleti değiştirmek, milli kimliği çokkimlikli hale getirmek, yapınıza uysun uymasın çokkültürlülüğü esas almaktır. Size bunları dayatanlar, kendileri uygulamasalar da…

Zaman zaman Yeni Osmanlıcılık tartışmaları ve Anayasanın veya bazı kanunların (Mahalli Yönetimler Yasa Tasarısı, Kamu Yönetimi Temel Kanun Tasarısı, TCK’nda 301. Madde, Vakıflar Yasası, ekümeniklik vb.) değiştirilerek devletin yapısının bozulma çabaları birbirinden ayrı değildir. Dün Osmanlı düşmanlığı yapanlar, Osmanlı’ya küfredip hain ilân edenler, bazı müttefikleriyle beraber eğer bugün Osmanlı’ya sığınarak Türk ve Türkiye düşmanlığı yapabiliyorlarsa; Türk Milleti yerine, hiç de uygun olmayan bir coğrafyada ve etnik yapıda karmaşık bir Osmanlı Milletini tekrar yaratmak ve bunu Anayasaya taşımak istiyorlarsa; bu sebepsiz değildir. Acaba bugün Türkiye’ye dünün Osmanlı siyasi coğrafyası mı teklif ediliyor? Bu mümkün değil… Küresel güç ve bloklar bunu kabullenemez. Çünkü; bölgesel seviyede ve kıta seviyesinde sağlanacak barış, huzur ve istikrar bunları o bölgelerde barınamaz hale getirir.

Yeni Osmanlıcı akım; “çok hukukluluk ve çok etniklilik” üstü bir siyasi birliktelik ve Avrupa’da gelişen milliyetçilik hareketleriyle kendini feshetmek durumunda kalmış, egemen güçler tarafından parçalanmış, dünün siyasi gerçeği olan Osmanlı’ya yeni bir kılıf biçiyor. Bazılarına ilk bakışta hoş ve sevimli gelse de… Oysa, tarihin köprüsü altından çok su akmış, farklı etnik unsurları adem-i merkezi bir idare ve siyasi rejim vasıtasıyla bir arada tutmayı hedefleyen bu bütünleştirme anlayışı, artık tarihi bir nitelik taşımaktadır. Tarih denen nehir, çıktığı kaynağa geri dönemez. Denize akan bir akarsu, dağa tırmanamaz. Günümüzde geriye artık dönülemez bir şekilde milletleşme ve milliyetçilik yükselmektedir. Bazen milliyetçiliğin hatta ırkçılığa dönüşmüş “mikro”suna da şahit olunmaktadır. Bunun bir çok örneğini ülkemizde yaşıyoruz. Dün Yugoslavya örneği, bugün Belçika’da Brükselli, Valon ve Flaman ayrımı gibi birçok örnek ortadayken; gerçekleri görmemek veya daha da çirkini küresel güç ve blokların taşeronluğuna sığınarak Türkiye’ye yeni elbise denemek, çok çirkin bir işbirlikçiliktir.

Artı ve eksisiyle Osmanlı bizim milli tarihimizin bir parçasıdır. Osmanlı da farklı dönemleriyle farklı değerlendirilmelidir. Bugün milli sınırlarımız dışında kalmış Osmanlı beşeri coğrafyasının unsurlarıyla ilgilenmek, onların demokrasi ve insan hakları sorunlarına eğilmek, Türkiye’nin dış güvenlik çemberini güçlü kılmaktır. Anadolu’ya yönelecek emelleri kırmaktır. ABD ve AB bu konuda bize yardımcı oluyor mu? Bu coğrafyada yaşayan soydaş ve dindaşlarımıza ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapan küresel güç ve AB’nin ayıplarını gizleyerek Türkiye’ye Yeni Osmanlıcılık adı altında bir model tavsiyesi, bize Balkanlar’da ve Ortadoğu’da yeni görev ve ödevler yüklemesi yeni bir tuzaktır. Büyük Ortadoğu projesi’nin asbaşkanı olmak gibi… Ilımlı İslâm ve eyalet sistemi, federasyon, Ortadoğu Birleşik Devletleri, İstanbul merkezli Marmara Devleti örnekleri gibi…

Türkiye’den Somali’ye, Afganistan’a, dün Kore’ye, Lübnan’a asker göndermesi istenir; ama Irak’a istenmez. Balkan ve Ortadoğu ülkelerinin bizden ürkmeleri için her şey yapılır, hatta Irak’tan ileride konfederasyona uygun toprak bile teklif edilir. Ama, Gökçeada ve Bozcaada AB tarafından elimizden alınmak istenir. Kıbrıs’ta KKTC tasfiye edilerek tek devlet, tek vatandaşlılık dayatılır.

Devamını Oku...

13 Temmuz 2008 Pazar

Bir Dönemin Hatıraları

32 yıllık bir siyasi hayatım var. Siyasetin çeşitli kademelerinde görev aldım. İki dönem Belediye meclis üyeliği yaptım. İl kurullarında görev aldım. Saraybahçe Belediye Başkanı adayı oldum. Bunlar arasında ilk belediyecilik görevim olan 1984-1989 dönemi içinde  5 yıllık  belediye meclis üyesi olduğum günleri unutamam. Beraber olduğum ve daha sonra aramızdan ayrılıp öbür aleme göç eden arkadaşlarım var. Sanki dün gibi hepsi belleğimde.

Bu gün sizlere bu dönemden bahsetmek istiyorum.

Yıl 1984. Genç yaşta Belediye Başkan vekilliği, İmar komisyonu başkanlığı gibi iki görevi birden üstlenmişim. Daha önce hiçbir resmi görevde bulunmamış genç bir İnşaat Mühendisiyim. Yeni İmar kanunu yayımlanmış. Bu kanuna göre imar planları yapma görevi mahalli idarelere verilmiş. Tüm İzmit in İmar planları yeniden ele alınacak.

Aynı zamanda İmar affı kanunu yayımlanmış olup, imara aykırı tüm yapılarında bir kereye mahsus olmak üzere tespit edilerek ruhsata bağlanması gerekiyor.

Bu konu ile alakalı olarak belediyede imar müdürlüğü birimlerinin de dahil olduğu bir komisyon kuruldu. Bu komisyonunda başında ben varım.

Bir tarafta İnşaat Mühendisliği işim, diğer tarafta tüm zamanımı belediye de geçirmeme sebep olan belediyecilik hizmetleri.

Bir İzmit düşünün. Kadastro paftaları ile belediyenin İmar paftaları birbiriyle uyumlu değil.

Caminin duvarı, çeşmenin köşesi gibi nirengi noktaları bularak binaları tespit ediyorsunuz.

Bu günkü gibide modern ve hassas elektronik aletler yok. Haritacıların ellerindeki sınırlı optik aletlerle özveri göstermeleri gerekiyor.

Yeni yerleşme bölgelerinde hiçbir plan yok. Mevcut planlar da merkezi idarece on yıl önce tasdik edildiği için mevcutla hiç bağdaşmıyor. Planda 20 metrelik yol olan güzergah üzerinde yüzlerce bina var.

Bu planların tamamı güncelleştirildi. Yüze yakın pafta yeniden yapıldı.

Vatandaş gelişi güzel şekilde gerek ortak parsellere, gerekse hazine parseline evini yapmış, fakat planda yolu  yok. Bazı yerlerde plan bile yok. Evine başkasının parselinden geçiyor. Sorunlar dağ gibi yığılmış. Meclis gündeminin nerede ise tamamı imar tadilatları ile dolu. Bütün bu yerlerin planlarını yaptık, şuyulandırmalarını gerçekleştirdik.

Zaman zaman her dönemde olduğu gibi muhalefetle çekişmelerimiz oldu. Fakat bu çekişmelerimiz aşırı derecelere varmadı. Bu gün bile muhalefet meclis üyesi arkadaşlarımızla dostane ilişkilerimiz devam etmektedir. Vatandaşın yüzüne bakamayacağımız hiçbir problemimiz olmadı.

Alt yapının acilen elden geçmesi lazımdı. Yer altına yapılacak lağım suyu ana pompaj kollektörü ile arıtma tesisi için Belediye Başkanı Necati Gençoğlu, İller bankası Genel Müdürü ve bazı meclis üyeleri bir masa etrafında toplandık. Hiç unutmuyorum. Şimdi adını hatırlayamadığım bu Genel Müdür Belediye Başkanına dönerek “Necati Necati bu kolektör işi Belediye başkanı yer. Bütçenizin büyük bir bölümü İller Bankası tarafından bu kolektör yapımı için kesilir. Hizmet yapmakta zorlanırsınız. Ona göre kararınızı verin” dedi. Görüşmelerimiz bitince ayrıldı. Biz de aramızda görüşerek “ne olursa olsun yapılması gerekir.” kararını verdik.

Hakikaten yollar yarıldı. Her taraf toz duman oldu. Millet isyan etti. Bütçemizin büyük bir bölümü bu kolektör yapımı için kesildi. Kalan az bir miktar para ile maaş ödemeye ve hizmet vermeye çalıştık. Şimdi atık su için bu hatlar kullanılıyor. Bu alt yapı hizmetleri gerçekten belediye başkanı yiyen hizmetlerdendir.

Demiryolunun Kuzeye alınması Sayın Necati Gençoğlu’nun hayali idi. Çok uğraştı. Üniversite öğretim görevlilerine projeler yaptırdı. Biz meclis üyeleri olarak destek verdik. Fakat yerelde hiçbir yerden destek alamadı. O zamanın Bayındırlık Bakanı Sayın Sefa Giray da destek vermedi. Sahilden geçecek demiryolu hattını destekledi. Dolayısı ile demiryolu sahilde kaldı. Bu acı bir hatıramdır.

Beş yıl uzun bir zaman. Hatıralar çok Bu sütunlara ancak bu kadarı sığıyor. O dönem beraber çalıştığımız bazı meclis üyeleri bu gün aramızda yok.

O gün Salih Eker ağabeyimiz vardı. Şimdi yok. Fahri Tunç ağabeyimiz vardı. Şimdi yok. Orhan Kalelioğlu ağabeyimiz vardı. Şimdi yok. Burhanettin Balkaya ağabeyimiz vardı. Şimdi yok.

Nedret Pınar ablamız vardı. Şimdi yok. Ahmet Tamer kardeşimiz vardı. Şimdi yok.

Hepsine Allah tan rahmet diliyorum. Nur içinde yatsınlar.

1984-1989 dönemi İzmit Belediyesi Meclis üyelerinden gök kubbe altında bir hoş seda kaldı.

Öyle zamanlar vardır ki hayali cihan değer. Bu dönem benim için öyle bir dönemdi.

Hala hayatta olan tüm meclis üyesi arkadaşlarımı gönülden kucaklıyorum.

Kendilerine sağlık ve selamet diliyorum.

Belki bir dahaki sefere hala hayatta olan meclis üyesi arkadaşlarımızdan bahsederiz.

Devamını Oku...

Toplumsal Akıl Tutulması

KAMBOÇYA POL POT DÖNEMİ SOYKIRIMI: Bir TV kanalının ülkeleri tanıtan bir programında Kamboçya tanıtıldı. Bu ülkede 1975-1979 döneminde yaşanan iki milyona yakın insanın ölümüne yol açan, dünya tarihinin en büyük soykırımlarından biri olan korkunç olaylar anlatıldı.

Olaylar, Pol Pot adıyla tanınan Kızıl Kmerler adlı gerilla teşkilatının kurucusu komünist gerillacının (asıl adı ile Saloth Sar), Kamboçya başbakanı olduğu dönemde gerçekleşmişti. (Pol Pot, 1949 yılında Paris'te radyo mühendisliği bursu kazandı. Öğrenimi sırasında komünist oldu ve Fransız Komünist Partisi'ne üye oldu. 1953 yılında Kamboçya'ya döndü ve Kızıl Kmerler olarak bilinen gerilla teşkilatını kurup organize etti.)

TV programında anlatılanları, insanın aklının alması da, içinin kaldırması da mümkün değil. Çocuk yaştaki insanların eline silah verip, en vahşice cinayetleri işleten rejim, bütün okulları kapatmış, bütün öğretmen ve öğrencileri pirinç tarlalarında çalışmaya sevk etmiş, gözlük ve saat gibi en basit teknolojik aletlerin kullanılmasını bile yasaklamış. “Ölüm ağacı” adı verilen ağaçta yapılanları dinlemek bile tüyler ürperticiydi. Ana babaları öldürülmüş bebek ve küçük çocuklar ayaklarından tutulup, başları ağaca çarptırılarak kafatasları parçalanmış, cesetleri ağacın hemen yanındaki çukura atılmış. Soykırım müzesinde teşhir edilen on binlerce kafatası ve hala aynı acıyla yaşayan Kamboçyalılar…

Yıllarca birlikte yaşayan, komşuluk akrabalık ilişkileri olan insanların bu vahşetin içinde rol almasını anlamak kolay değil. Toplumun yaşadığı faciayı herhalde “toplumsal akıl tutulması” olarak tanımlamak mümkün olabilir.

Peki, demokrasi ve insanlık dersi veren ülkelerin tavırlarını nasıl tarif edeceğiz? “Her diktatör gibi Pol Pot’un da ardında yıllar boyunca batılı emperyalistler yer aldı. Normal şartlarda bu adamın işini bir tek günde bitirebilecek olan İngiltere, Fransa, ABD ve BM, Kamboçya'nın 8 milyonluk nüfusunu dört yılda neredeyse yarıya indirmesine karşın Pol Pot'un katliamlarını inatla görmezden geldiler ve onu ülkesinin "yasal lideri" olarak tanıdılar.”

*********************************************

MCCARTHYİSM: 1940’lı yılların ikinci yarısında ABD-SSCB gerginliği, Doğu Avrupa ve Çin'deki komünist gelişmelerin korku yarattığı bir ortamda, McCarty adlı senatörün Dışişleri Bakanlığında komünist kadrolar var diye başlattığı soruşturmalar, yayılarak binlerce kişiyi işinden etmiş, birçoğunun da toplum dışına itilmesine sebebiyet vermiştir. İnsanların komünistlik suçlamasıyla baskı ve kovuşturmaya uğraması, yapılan “cadı avı” ile bu uygulamanın ABD’lileri uyumlu(!) yurttaşlar olmaya zorlamasını ifade eden kavram, siyasal literatürde “McCarthycilik” olarak yerleşmiştir.

Bu dönemde ABD’de yaşananlar da bir “toplumsal akıl tutulması” örneğidir.

**********************************************

Tarihteki diğer iç savaş, zulüm ve soykırım olaylarını siz hatırlayın. Hitler’i, Stalin’i, Mussolini’yi, Mao’yu Miloşeviç’i ve diğerlerini.

Bunların hepsinde ortak yön, psikolojik yönden hasta veya basiretsiz liderler tarafından kitlelerin birbirine düşman hale getirilip, devlet gücünün belli kitleleri yok etmek için ölçüsüz bir şekilde kullanılmasıydı. Yaratılan korku ortamında robotlaştırılmış, düşünemeyen, konuşamayan, yazamayan yığınlar yaratanlar tarihte lanetle anılırken, bu yönetimlere maruz kalmış kitleler büyük mazlumlar sıfatını aldılar.

Çok şükür ki, Türk tarihinde böylesine utanç verici soykırım hadisesi yoktur. Tarihimizde böyle deli ve zalim lider de çıkmamıştır.

Tarihte bizimle ilgili farklı iç çatışma örnekleri var: İslam tarihindeki daha sahabeler hayattayken yaşanan iç savaşlar, Hazreti Peygamberin en yakınlarının (bu arada eşi ve damadının) karşı karşıya savaşmaları… Türk tarihindeki fetret devri, iç isyanlar…

*************************************************

Hemen her ülkede toplumsal akıl tutulmasının yaşandığı zaman dilimleri vardır. Türkiye’de de bu tür dönemler yaşanmıştır. İç çatışma olması için çoğu zaman kışkırtmalara maruz kalan Türkiye, 1980 öncesi yaratılan sağ-sol çatışması yüzünden 5000 den fazla vatan evladını kaybetti. Daha sonra sahneye konulan Türk-Kürt, Alevi-Sünni, gibi ayrıştırma projeleri ise halkımızın müthiş basireti sayesinde, çok şükür ki, iç savaş noktasına gelmedi.

Bugün ise din ve etnik kimlik üzerinden kamplaştırma gayretleri, Türk devletinin en temel organları olan Yargı, TSK, TBMM gibi kurumları güçsüz ve güvenilmez kılacak saldırılar tehlikeli bir çizgiye geldi.

“Ayı izinin kurt izine karıştığı”, “Ergenekon” adı verilen “ihtilalcı terör örgütü” davasının, “Ak Parti’yi kapatma davasına” karşı bir rövanş olduğunun tartışıldığı bu ortam tehlikelidir. Her iki davada da süreç iyi yönetilmiyor. Bir davada kendini mağdur görenler, öbür davada zalim görünmeyi göze alabilecek hatalar yapıyorlar.

Tansiyonun düşürülüp, normalleşmenin sağlanması ancak ve ancak sadece “Hukukun üstünlüğü” kavramının yaşatılması, hukuk devletinin usul ve esaslarına harfiyen uyulması ile mümkün olabilecek.

Halkımızın sağduyusuna inancımız var. Ancak devlet erkini kullanan herkesin sorumluluğunun daha fazla farkında olmasını ve gereğini yapmasını bekliyoruz. Yargı mensuplarının, emniyetin, siyasetçilerin ve bunlara ilaveten medyanın hukukun ve demokrasinin temel kurallarına uymamasının sonuçları çok acı olabilir.

Devamını Oku...

12 Temmuz 2008 Cumartesi

İzmit’in İlk Hava Şehidi Pilot Remzi Bey

Anadolu coğrafyasında hangi şehre giderseniz gidin, Osmanlı kokan eski mezarlıklarla karşılaşırsınız. Çoğunlukla cadde, sokakların bitişiğine, camilerin yanı başına, külliyelerin içerisine yapılmış olan mezarlıklar, oradan geçenlere ötelerden bir şeyler fısıldarlar.

Bizim toplumumuzda mezarlıklar insanlarla öylesine iç içedir ki, herhangi bir yerden bir yere giden kişi mezarlığın içerisinden geçebilmekte, oranın yanı başında durup dinlenebilmekte, mezar taşlarına bakarak uhrevi düşlere dalabilmektedir.

Eski bir Osmanlı şehri olan İzmit’te de bu böyledir. Pertev Paşa Külliyesi (Yeni Cuma Camii), Hüseyin Paşa Camii, daha düne kadar Mehmet Bey Camii (Fevziye Camii) haziresi, Cumhuriyet Parkı’ndaki mezarlık insanların yanı başındadır.

Ama İzmit’teki mezarlıkların en ilgi çekici olanı ise Bağçeşme mezarlığıdır. Bu mezarlığın, İzmit tarihinde ayrı bir yeri vardır. Bir tarihçi olarak şunu rahatlıkla ifade edebilirim ki, İstanbul için Karacaahmet Mezarlığı ne kadar önemli ise, İzmit içinde Bağçeşme Mezarlığı da o kadar önemlidir.

Zira, bu mezarlık ait olduğu kentin tarihsel süreci içerisinde rolünü oynamış ve tarih sahnesinden çekilmiş nice insanları taşımaktadır içerisinde. Bağçeşme Mezarlığı, İzmit tarihini ve bu tarihle bütünleşmiş birçok şahsiyeti üzerinde yatıran bir yatak gibidir…

Ve nice şahsiyetler vardır Bağçeşme Mezarlığı’nda… Nice şahsiyetler...
Nice kahramanlar, nice yiğitler, nice şehitler, nice manevi dinamikler, nice garipler…

Sizlere Bağçeşme Mezarlığı Namazgâh Şehitliği içerisindeki ebedi istiratgahında yatan bir kahramanı tanıtmak istiyoruz. Türk havacılık tarihinin ilk pilotlarından birisi olan, Remzi Bey’i.

Şehit Remzi Bey’in Hayatı Hakkında

Remzi Bey, 1895 yılında İstanbul’da doğar. 1906’da Küçük Subay Okulu’ndan mezun olur. Yeşilköy Tayyare Okulu’na devam ederek bu okulu başarıyla bitirir ve pilot olur. Bir süre sonra İzmit Üçüncü Tayyare Bölüğü’nde göreve başlar.

28 Şubat 1923 tarihinde bir görev uçuşu sırasında tayyaresi arızalanıp, İzmit Körfezi’ne çakılmasıyla 28 yaşında şehit olur.

Mezarı Mehmet Bey Camii (Fevziye Camii) haziresinde gömülü iken, hazirenin İzmit Namazgâh Şehitliği’ne nakli ile Remzi Bey’inde mezarı taşınır.

Remzi Bey’in Mezar Kitabesi

-Hüvelbaki
-Sevgili şehidimiz Remzi Bey güzel İzmit’in
-Üzerinde ilk taşıdığı sevimli hilalinin tealisine
-Uçarken düştü şimdi ruh-ı mübareki el’an nur
-Hilalile havada fakat kıymeddar vücud bu kitabe
-Altında medfundur
-Sevimli tayyarecimizin
-Ruh-ı mukaddesine
-Fatiha

Fi 28 Şubat 1339 (1923)

Mezar Kitabesinin Önemi

1923 yılında Osmanlıca olarak mermer üzerine yazılan mezar kitabesi, hem yazılış şekli hem de üzerindeki süslemeleriyle oldukça dikkat çekicidir.

Kabartma karakterli olan kitabe üzerinde, ay yıldızlı hilali çevreleyen kartal kanadı süslemesi bulunmaktadır. Havacılık alanında uçmayı temsil eden bu figür, mezar kitabesi üzerinde oldukça başarılı bir şekilde işlenmiştir.

Şehit Pilot Remzi Bey mezar kitabesi, Kocaeli’nde bu formda yapılmış tek ve en önemli örnektir

Vatanımızın birlik ve beraberliğini, bölünmez bütünlüğünü korumak için hayatlarını feda eden bütün şehit pilotlarımızı rahmet ve mağfiretle anıyoruz…


Şehit Pilot Remzi Bey


Pilot Remzi Bey'in namazgah şehitliğindeki mezarı


Şehit Pilot Remzi Beyin Mezar Kitabesi


Tayyare Madalyaları


Cumhuriyetin ilk yıllarında kullanılan uçaklar


Tayyare Cemiyeti İzmit Şubesi yöneticileri

Kaynakça

  • K.D.M Bülteni, Nihat Durak
  • Cemal Turgay, Ben, İzmit, İşte Suretim (Fotoğraflarla Bir Kentin Hikayesi, İstanbul, 2008
  • Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Fotoğraf Arşivi

Devamını Oku...

9 Temmuz 2008 Çarşamba

Nefsin Terbiyesi ve “Biz” Olabilmek

El birliği ile Türkiye’nin krizlere sürüklenmek istendiği bir dönem yaşıyoruz. Rövanş ve intikam hevesleri şuur altına yerleşmiş, bir fırsat kolluyor. Cumhuriyet’in ve milli devletin kuruluşuna dün karşı olanların bugünkü torunları Türkiye’nin varlığından rahatsız. Neticesi hesap edilmeden kurumlar arası çatışma tırmandırılıyor. Yürütme, Yargı erkinin yerine geçici beyanlarda bulunuyor. Etrafımızda olup bitenler de ülkeyi yönetenler başta olmak üzere; çoğumuzu uyandırmıyor. Dirayetsiz, ufuksuz, teslimiyetçi siyasetçiler eliyle ülke kamplaşmalara götürülüyor. Yabancılar ve sömürge müfettişi rolünü üstlenenler de bunu zevkle seyrediyor. Aklıselim, ülke çıkarı, mutedil olma ve soğukkanlılık sözlüğümüzde yer almıyor. Tahrik, çatışma bizzat toplumun tepesinde yer alanlarca adeta teşvik ediliyor. Uzlaşma kültürü ve mutabakatların altına adeta mayın konuyor. Bu çirkin oyunu demokrasi zannediyoruz.

Bir takım siyasi çekişmelerden, birbiri ile uğraşma hastalığından kurtulalım. Türkiye’ye yönelen ihanet ittifakına ve kuşatmaya karşı şerefli ve demokratik bir mücadele verelim. Aynen Milli Mücadele döneminde olduğu gibi…

Basının basın dışı amaçlar için kullanıldığı ve yönetenler tarafından televizyonlar ve gazetelerin ele geçirildiği ve susturulduğu bir ortamda, bir takım menfaat hesaplarını iterek gaflet ve ihanetleri sergilemek, aslında bir ibadettir ve bir fazilet mücadelesidir.

Muhalefet yapılmasına imkân verilmediği, sindirme, bastırma, korkutmanın demokrasinin gereği gibi yutturulduğu günümüzde; askeri darbe edebiyatı yapılarak demokrasiyi tahrip eden birçok sivil darbe gözardı edilmeye çalışılmaktadır. Günümüzde bazı yerli ve yabancı vakıf ve kuruluşların güdümünde rengi turuncuya çalan sivil darbeler yaptırılıyor. Gerekçe de çok basit: “milli irade”“Madem ki halkın oyunu aldım ve çoğunluğu temsil ediyorum, düşündüğüm her şeyi yapabilirim” anlayışı demokrasi ile taban tabana zıttır. Milli iradeye sahip olmak, devletin var oluş ve kuruluş felsefesi ve amacına her türlü saldırı yapılırken; Milli Mücadele ile kazanılmış milli devlete sahip çıkabilmektir. Devleti tanınmaz hale getirmede, ona buna paylaştırmada, milli egemenliği paylaşmada ortaklar aramak ve seyirci olmak, hatta işbirliği yapmak değil…

Bütün bunları yadırgamıyoruz. Türkiye izinle bağımsızlığına kavuşan bir ülke değildir. Ülkemiz daima hedef olmuştur. Önemli olan Türkiye’den, Cumhuriyet’ten, milli devletten ve demokrasiden yana olan aydınlar ve kitleler ne yapmaktadır? Acaba, karşılaştığımız düşündürücü ve acı manzaralardan şikâyetçi olma hakkımız var mı? Birlik ve beraberliğimizi koruyabiliyor muyuz? Hemşehricilik gösterilerinden, grup ve cemaat dayanışmasından, etnik ve mezhep taassubundan sıyrılıp ufkumuzu genişletip ülkemize sahip çıkabiliyor muyuz? Bunun cevabı maalesef olumlu değildir.

Aynı fikre sahip olanların birbirine rakip olamayacağını, birbirini ancak tamamlayabileceğini; ne siyasette, ne üniversitede, ne de dernek faaliyetlerinde öğrenebildik. Ben merkezli davranmaktan kurtulup biz merkezli olamadık. Nefislerimizi terbiye etmeyi öğrenemedik. Herkesin kendini tek başına düşündüğü, kendine üstün vasıflar yüklediği ve kendini aşırı beğendiği bir ortamda dayanışma ve güç birliği olmaz. Bizde herkes başkan, herkes reis, herkes önderdir. Birbirimizle işbirliği ve dayanışma itibar kırıcı zannedilir. Herkes bağımsız faaliyette bulunmayı sever. Dayanışma ve işbirliği peşinde olanlar da dışlanır. Aşiret havasından uzaklaşıp şehirli olmanın olumlu taraflarını yakalayamadık. Bir takım kışkırtmalara, yönlendirmelere, haksız ve temelsiz ithamlara hemen teslim olma ve birbirimizi suçlama gibi kötü meziyetimiz var. Birimize yönelen ihaneti ve tehlikeyi yöneldiği kişiyle özdeşleştirme yanlışı, bir davranış bozukluğudur. Bu da bizde oldukça fazla…

Bazıları 2000’li yılların SS’lerini, kafatasçılarını, kimliği kültürel değil de; burun ve kemik şekillerinde arayanlar arasında bulabilirler. Milli kimliği ve vatandaşlığı bile reddeden etnik ırkçılar varken; kafatasçılığı yanlış adreslerde, eski ezberlerde aramayalım. O ezberler çoktan bozuldu.

Devamını Oku...

Şimdi, Şiir

Şiir hakkında çok şey söylenmiştir. Şiir okuduğumda bazen hafiflediğimi, bazen ezildiğimi hissediyorum. Şair o anlam yoğunluğunu dizelere nasıl sığdırabilmiş, diye düşünüyorum. Bugün Tanpınar’ın “Ne İçindeyim Zamanın” adlı şiirini okudum, bir değil, birkaç kez okudum. Bir münasebetsizlik yaparak dörtlükleri birlikte yorumlayalım:

“Ne içindeyim zamanın, / Ne de büsbütün dışında; / Yekpare, geniş bir anın / Parçalanmaz akışında.” “N” ve “ş” ünsüzlerinin tekrarı, dörtlüğe bir ahenk sağlıyor. Şaire göre zaman, dün, bugün, yarın diye parçalanamaz, yekparedir. Haklıdır şair; çünkü bu kavramlar, izafiyet taşıyan zaman isimleridir. Bugün, az sonra dün olacaktır, yarının az sonra bugün olması gibi. Biz bu süreçte ne yarında ne bugünde ne de dündeyiz.

Önemli olan, zamanın dışına çıkıp zamana egemen olabilmektir. Yarının sahibi olan, hem bugünün hem dünün sahibidir. Şair, ne içindeyim ne dışındayım zamanın derken, kendisini bizzat merkeze oturtuyor. Zamanın merkezinde insan vardır, her şey insan merkezlidir, insanla anlam kazanır.

Tanpınar’ın aynı şiirinin ikinci dörtlüğünü okuyalım: “Bir garip rüya rengiyle / Uyuşmuş gibi her şekil / Rüzgârda uçan tüy bile / Benim kadar hafif değil.” Şairin bu dörtlüğü, yaptığı teşbih yönüyle Servet-i Fünuncuları hatırlatıyor. Hayat, bir rüyadır. Şekil denen kabuller, birer varsayımdır. Eşyanın formatı, zamanın, mekânın, metanın uyuşmasından başka bir şey değildir. Biz, saat ile zamanın, eşya ile mekânın esiri olmuşuz. Bu esaret zincirini de kendimize biz vurmuşuz. Hem zaman hem formatlanmış eşya, bir rüyanın gerçekliği kadar gerçek. Ancak bunu insanlar, rüzgârın önündeki tüyün hafifliğinden öte bir hafiflik içinde olabilirler. Bu, zamandan ve mekândan münezzeh bir özgürlüktür. Bunun bir adım ötesi, belki de ilahi hürriyettir.

Üçüncü dörtlükte “Başım sükûtu öğüten / Uçsuz, bucaksız değirmen; / İçim muradına ermiş / Abasız, postsuz bir derviş;” diyen şair, “baş” ve “iç” sözcükleriyle “akıl” ve “gönül” arasındaki ilişkiye dikkat çekiyor. Zaman, onun içinde eriyip gitmiştir. O, kendini zamanın dışına atmıştır. Kendini, Budistlerin Nirvana dedikleri zaman ötesindeki boşluğa atarak saadete ermiştir. Bu dünyanın öznesi gönüldür. Akıl, ancak zaman ötesini keşfetme görevini ifa ederek işlevini yerine getirmiş olur. Akıl, gönlün vasıtasıdır. Gönlün zengin dünyasına, akıl binitinden inildikten sonra ulaşılabilinir.

“Kökü bende bir sarmaşık / Olmuş dünya sezmekteyim, / Mavi, masmavi bir ışık / Ortasında yüzmekteyim.” dizeleriyle şiirini bitiriyor sair. Bu dizeler, bir bakıma şairin dünya görüşünü, dünyayı algılayış tarzını anlatıyor bize. Dünyanın kökü insandır. Dünyanın zenginliği de yoksulluğu da sevgisi de nefreti de … hep insandır. Dünyaya izafe edilen güzelliğin, çirkinliğin isim babası; yaşanan zorlukların, kolaylıkların müsebbibi; doğrulukların, yanlışlıkların mimarı biziz. İçimizdeki dünya, şaire göre, sıradan bir kök değil; bir sarmaşık. Mümkün değil onu içimizden atmak, dünya her şeyi ile içimizdeki yedi başlı canavar. Bu niteliklere sahip bir dünyadan kendini azade kılamayan şair, ulaştığı iç dünyasının mavi ışıklarında yüzmektedir ya da bunun özlemin duymaktadır.

Şiirin bütününde ses ve mana ahengini çok güzel kompoze eden şairin bu şiiri, birkaç kez okunmaya değer. Şiir, her okunuşunda kişiyi ayrı bir mana dünyasına götürüyor. Yaz mevsiminde şiir iklimini teneffüs ederek, zamanınızı bereketlendirmek hem görevimiz hem ayrıcalığımız olmalı. Şimdi şiiri bir daha okuyalım. Sonra başka şiir…

Devamını Oku...

7 Temmuz 2008 Pazartesi

Acaba İslamlaşıyormuyuz ?

Geçtiğimiz günlerde gazetelerde bir yazı okudum. İran’ın bir yayın organında “ Türkiye İslamlaşıyor.” diye yazmış. Bunun üzerine vehimli köşe yazarları da hemen yazılarını döşemeye başlamışlar. Ülkenin başındakilerin eşlerinin başındakiler Ülkenin İslamlaşmasına yetmişte artmış bile. Artık ülkede yeterli miktarda içki tüketilemiyormuş. Bilhassa belediyelerin tesislerinde Yeşilaycılık hakimmiş. Sahillerimizde haşama ile denize girenlerin sayısı artmış.

Bazı aklı evvellere göre, haşama şort mikrop yayıyor imiş de bermuda şort giyince mikrop yaymıyor imiş. Birbirinden ne farkı var? Yıllarca Tereyağı kolesterol yapıyor yalanını bize yutturmadılar mı?

Maalesef Ülkemizde uzun yıllar Osmanlılaşma ve İslamlaşma korkusu üretildi. Bir taraftan aleviler kışkırtılmaya çalışıldı. Diğer taraftan Kürtler ayaklandırılmaya uğraşıldı. Bu provokasyonlara da Ülke içinden ciddi destekler geldi.

Ülkenin kaynakları çarçur ediliyor kimin umurunda? Yabancılar Ülkemizde toprak edinme yarışına girmişler kimin umurunda? Bankalar ve sanayi kuruluşları yabancıların eline geçmiş kimin umurunda?

Bu bankalar vasıtası ile çiftçi borçlandırılıyor, malı mülkü haczediliyor kimin umurunda?
Ülke içindeki ajanlar vasıtası ile Türkiye’nin komşuları ile olan ilişkileri bozulmaya ve Ülke yalnızlaştırılmaya çalışılıyor kimin umurunda?

Düşük kur sıcak para ile sürekli borçlanan ekonomi, Ülkeyi giderek borç batağına sürüklüyor kimin umurunda? Geçmişte beş sente muhtaç olan Ülkemiz bu konumundan kurtulurken beş metrekareye muhtaç bir Ülke haline mi geliyor? Kimin umurunda?

Bu ve buna benzer konular tartışılması gerekirken insanlar farklı konulara yönlendiriliyor.

Bir zamanlar açalım da ifsat edelim bu zıkkımları demişlerdi. Düşündükleri gibi olmadı.

Şimdi de kapatalım bu zıkkımları diyorlar.

Ülke insanının milli ve dini yapısı üzerinde oynamaya çalışıyorlar.

Birlik ve beraberliğinin bozulmasına uğraşıyorlar.

Detaylara bakacak olursanız. Gerçekten İslamlaşıyor muyuz hemen görebilirsiniz.

Kutladığımız yılbaşı, kestiğimiz çamlar. Onlara bağladığımız çanlar, Noel babalar, İslami mi? Hayır. Okullarımızda gelenek haline gelmiş kep törenleri İslami mi? Hayır.

Yabancı müzik eşliğinde kıydığımız nikahlar, gelinle damadın sahneye çıkışı İslami mi? Hayır. Gelinlerin giydiği gelinliğin modelleri İslami mi? Hayır.

Verdiğimiz davetlerde yemek usulleri ve kokteyl adeti İslami mi? Hayır.

Yine protokol yemeklerinde çatal sol elde bıçak sağ elde ve yemeği sol elle yemek gerekliyse bu İslami mi? Hayır.

Bindiğimiz vasıtalar, kullandığımız teknolojik aletler, ev eşyaları İslami mi? Hayır.

Giydiğimiz ceket, pantolon, etek, ayakkabı, kravat, palto vs. bunlar İslami mi? Hayır.

Modayı İslami yayın organlarından mı takip ediyoruz? Hayır.

Gemileri denize indirirken patlattığımız şampanyalar İslami mi? hayır.

Çocuklarımızı iyi ki doğdun şarkıları ile dünyaya getirip, ölünce şakşaklarla uğurlamak İslami mi? Hayır.

Öğrencilerimizin okul yaşamları, kız erkek aynı evi paylaşmaları, giyimleri, partileri, eğlenceleri, Gençlerimizin, Hatta yetişkinlerimizin  flörtleri, ön evlilikleri, evlilik dışı yaşamları İslami mi? Hayır. Kutladığımız doğum günleri, anneler günü, babalar günü İslami mi? Hayır.

Sanatımız, sergilerimiz, sergilediklerimiz, İslami mi? Hayır.

Dükkanlarımızın üzerindeki tabelalarda yazılanlar, İmalatlarımızın isimlerinin çoğu İslami mi? Hayır. Dinlediğimiz müzik İslami mi? Hayır.

Peki bizim bunlardan bir şikayetimiz var mı? Hayır.

O halde nasıl oluyor da İslamlaşıyoruz. Biri çıkıp ta bana anlatabilir mi? Hayır.

Siyaset sahnesindeki dalaverecilere baktıkça, ticaretimizdeki sahtekarlıkları gördükçe, halkımız arasında gittikçe bozulan ahlak yapısını izledikçe, azınlığın çoğunluğa tahakkümü devam ettikçe, milletin istemedikleri milletin efendisi olmaya uğraştıkça, Avrupai bir uçurumun içine yuvarlandığımızı dehşetle müşahede ediyoruz..

Yukarıda sıraladıklarımın neticesi  rahatlıkla diyebilirim ki;

Biz ne İslamlaşıyoruz. Ne de millileşiyoruz. Aksine,

Biz gittikçe Bizanslaşıyoruz.

Devamını Oku...

5 Temmuz 2008 Cumartesi

Siyaset - Yargı Çıkmazı

Siyaset kelimesi, tek başına bile insanın psikolojisini bozmaya yeter hale geldi.
Nasıl bozmasın; o kadar kirlendi ki, bilinen tüm deterjanlar (!), iyi niyetli gayretler,
az sayıdaki masum, temiz siyasetçiler etkisiz hale geldi.
Temizlenmiyor, temizlenemiyor.
Çarşı o kadar karıştı ki, siyaset ne, siyasetçi kim, hangi konuşma siyasi, kafalar karıştı gitti.

Sarf edilen sözler suç mu, değil mi?
Sarf edilen sözün hiç mi hiç önemi yok, söyleyene bak!
A partisinin mensubu söylemişse büyük suç, B partisinin mensubu söylemişse, ya sempatik bir konuşmadır, ya da yanlış anlaşılmıştır (!)
Şu anda Türkiye’de kim veya kimin fikri iktidar, kim muhalefet, var mı net bilgi?

Onu bunu bilmem ama insan düşünmeden geçemiyor;
Acaba en büyük muhalefet, dolaylı da olsa, bir zamanların adalet bakanı olan Mehmet Moğoltay’mı acaba?
Hani “Baykal iktidar olsun intihar etmezsem namerdim” demişti ya, işte o adam.
Hani SHP’nin Adalet Bakanı; "Hükümetten 4 bin kişilik kadro çıkarttım.
Bu kadroları örgütüme vermeyip de MHP'ye ve RP'ye mi verseydim?
Yaptığım suç ise, bu suçu işlemeye devam edeceğim" diyen vatandaş.
İşte o vatandaşın o gün atadıkları, bugünkü en güçlü muhalefet gibi.
Hem de Aslanlar(!) gibi mücadele ediyorlar!
Hem de temsil ettikleri Anayasayı sanki biraz da çiğneyerek.
Öyle ya, ortada bir kapatma davası var.
Ve bu davayı etkilemekten pek de çekinilmiyor...
Var mı bu intiba ya varmayan?
Ee nerde kaldı “Dava sürecinde konuşulmaz” edebi?

AKP kapatılır mı bilmem ama bu vesileyle AKP’ye sempatinin arttığı bir hakikat.
Son anketler de bu görüşü doğruluyor.
Malum söz konusu parti mağdur duruma düşürülmüştür.
Mağdurun yanında yer almak da bizim genlerimizde var.

İşin garibi; Sayın Moğoltay’ın eski arkadaşları, bugün hasbelkader Meclisteler ve uzun süredir yüksek sesle hükümete “Kadrolaşıyorsunuz” diye, büyük bir telaşla veryansın edip duruyorlar.
Tabii bu telaşın sebebi, zamanla dava arkadaşlarının yerleştirdikleri kadrolar adına düştükleri endişe olmalı...
Mevcut Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay üyeleri ve Rektörler bu vatandaşların kadrolaşma sevdasının ekibi değil midir?
Hepsinin aynı istikamette düşünmeleri tesadüf olabilir mi?

İşte bizim en büyük sıkıntılarımızdan biri bu.
İşe; ehil değil, siyasi görüşe göre atama yapıyoruz.
Önce adamın sağcı mı, solcu mu olduğuna bakıyoruz.

Zaten bu ülkede sağ niye var, sol niye var aklım ermiyor ya.
Ne gereği var ve bugüne kadar ülkemize bir getirisi mi oldu?

Devamını Oku...

Kentlileşme

Kentlileşmenin kısa bir özeti hemşehri derneklerinin rolü

Kentlileşme, bir toplumsal değişmeyi, uyum ve bütünleşme sürecini anlatmaktadır. Kısaca, kente göç eden nüfusun yeni koşullara uygun ilişkiler biçimi geliştirerek kentin bir öğesi olma sürecidir

Hemşehri dernekleri; kırdan gelenlerin kentsel yaşam biçimini, değerler sistemini ve davranış kalıplarını anlama sürecinde kurulan örgütlerdir.

Hemşehri dernekleri hem geleneksel toplum yapısının motiflerini üzerinde taşırken bir taraftanda değişimin ve gelişimin yaşanmasında önemli rol oynarlar.

Kent nedir? ve Tarihsel gelişmesi

Günümüzün iklim koşulları 14 bin yıl kadar önce oluşmaya başlamış, dünyanın hemen her yerinde insanlar mevcut teknolojileri ile , değişen doğal çevre ortamına uyum sağlamaya çalışmıştır. Bu süreçte Anadolu da dahil olmak üzere Yakındoğu’da gerçek anlamı ile “köy” olarak tanımlayabileceğimiz bir yerleşme türü ortaya çıkmıştır.

19.Yüzyıldan itibaren toplumların yapısında meydana gelen en önemli değişikliklerden biri nüfusun aşırı artışından, ulaşım imkanlarının verdiği kolaylığın etkisi ile göçlerden kaynaklanan kentleşme olgusu olmuştur.

Türkiye’de 1950’lerden sonra kalkınmaya paralel olarak eğitim ve istihdam imkanlarının kentlerde toplanması,ulaşım ve haberleşme araçlarındaki gelişmeler şehrin çekiciliğini artırırken; tarımda makineleşmenin etkisi ile köylerde işsizliği artırması, miras ve ekonomik faktörler gibi sebeplerle arazilerin küçük parçalara bölünmesi ve dolayısıyla tarımsal faaliyetlerin ekonomik olmaması gibi nedenler ise köylerin iticiliğini artırmıştır.

Bunlara paralel olarak o dönemlerde kentlere ve dış ülkelere göçler başlamıştır. Zamanla göç edenlerin ekonomik yapılarının iyi olması diğer kırsal alanda kalan bireylerinde kente göçünde etkili olmuştur. Böylece köylerin iticiliği kentlerin çekiciliği artmıştır.

Kent,Tarihin farklı dönemlerine ait fiziksel, sosyal ve kültürel katmanların üst üste kurulması sonucu oluşan fiziksel, mekansal, ekonomik, sanatsal ve sosyal bir ortamdır.

Kent sadece fiziksel bir mekan değildir.

İbni Haldun’a göre ise; kalabalık halk topluluklarını bir arada toplayan Kent hayatı medeniyetin ilk aşamasıdır.

Şehirleşme devleti değil, devlet şehirleşmeyi yaratır. Devlet olmadığı sürece Kentleşme de olmaz. Devletin varlığı ile Kent hayatı özdeşleşir.

Kentlilik nedir?

Kentlilik, kentte yaşayan bireylerin , kentte yaşamanın gerektirdiği ekonomik, sosyal, kültürel ve kentin oluşturduğu değerleri anlamasına, benimsemesine ve yaşama geçirmesine ait süreclerin tamamlanması sonucunda oluşan bir olgudur.

Kentlilik bilinci hakkında genel bilgi

Kentte yaşayan bireylerin kente özgü tavır ve davranışlar sergilemeleri, birer kentli birey olduklarının farkında olmaları buna uygun davranış göstermeleri anlamına gelir.

Kentlilik bilinci Nasıl oluşturulur?

Kent-birey ilişkisi iyi kurulmalıdır. Kentle ilgili verilecek her türlü kararın altında o kentte yaşayanların onayı olması gerekir yani katılımı olması gerekir; Neden derseniz kent kenti yönetenlerden daha çok orada yaşayanlarındır da ondan.

Kentlilik bilinci Nasıl oluşturulur?

Birey kentin biçimlenmesinde ve yönetim süreçlerinde kendisinin olduğunu gördüğünde sahiplenme duygusu ile hem kente hem kent için yapılan projelere sahip çıkar. İşte burda sivil toplum kuruluşları (STK) olan Hemşeri derneklerinin önemi ortaya çıkmaktadır. Kırsal kesimden gelenlerin kendilerini ve önceden oraya göç edenlerin ötekileşmemiş olduğunu hissettiğinde “kentli birey” gibi davranma eğilimine girer. Kendini o kente ait hisseder ve daha rahat eder, kendini yabancı hissetmez,kendini güvende hisseder.

Çevreye ve kentin getirdiği sosyal anlayışlara daha pozitif bakar. Bu nedenledir ki Kent konseyleri kent yönetim organisazyonları kurulmaktadır. Günümüzde bu neyi sağlar, bireyin kentin bir parçası olduğunu düşünüp kendisine düşen sorumlulukların farkındalığını oluşturur. Katılımcılığı artırdığından Demokratikleşmeye büyük katkı sağlar.

Kentleşme olgusu gelişmiş ülkeler açısından gelişmenin, sanayileşmenin göstergesi gibi gösterilmesine rağmen, aynı oluşumun, azgelişmiş ya da gelişmekte olan ülkeler için geçerli olduğu söylenemez.

Sosyal ve kültürel zenginlikleri kentlilik bilincinin çoğalmasında kullanılmasıyla, tüm toplumsal kesimlerin kent yaşamına katılmasıyla, kentin kentliyi hayatın içine çekmesiyle kentlileşme sürecinde önemli bir mesafe alınacaktır. Kentteki bu aktif yaşam döngüsü kent kültürünü oluşturacaktır. Kent kültürü harmanında yetişmiş birey kendini daha iyi ifade edebilecek, kent için yapılan her konuda fikrini söyleyebilecek, sivil toplum kuruluşlarında yer alabilecek, toplumsal duyarlılığı olan ve toplumsal dayanışmaya önem veren “kentli birey” olarak kentlilik bilincinin oluşmasına katkı sağlayacaktır.

Kentlilik bilinci oluşmasını tehdit eden gelişmeler.

Mekansal ve kültürel siteleşme, “Biz” ve “Öteki” ayrımını daha da derinleştirerek, “atomize” hayat alanları oluşturmakta, dolayısıyla anomik ve yabancılaşmış bir sosyal dokuyu paradoksal biçimde üretme tehlikesi taşımaktadır.

Sanayi sonrası toplumlarının oluşturduğu büyük kentlerin merkezleri, yüzyıldan beri sürekli kent merkezlerinin dışına doğru itilmiş yığınların “hücumu” ile karşılaşmaya başlamıştır. Buna karşılık, yüzyıldan beri kent merkezlerini iş ve ikamet alanları olarak tasarruflarında bulunduran, “kentli” kesimler ise merkezi terk etmekte, merkezdeki bazı bölgeleri yine tutmakla birlikte, asıl olarak “kent dışında” inşa edilen “iş merkezleri”ne ve kendilerine mahsus yeni inşa edilmiş mahallelere ya da özel sitelere yerleşmektedirler.

Kentteki riskler

Kırdan kente yoğun ve düzensiz göçler, kentte tutunamayanların istismara da açık şekilde, şiddet ve suç eylemlerine katılmalarına neden olabilmektedir. Günümüzde de anomik kentleşme, şiddet hareketlerine ve suç oranlarının artmasına neden olabilmektedir. Dolayısıyla, siyasal ve ekonomik bunalımın bir bakıma değişmez göstergesi olan “sağlıksız kentleşme”, Türkiye’de şiddetin önemli kaynaklarından birini meydana getirmektedir.

Anomik kentleşme, mafya ve terör örgütlerinin de artmasına neden olmaktadır. Gökçe’nin ifadesiyle “Mafya ve terör örgütleri geçiş halindeki toplumlarda ya da gelişmekte olan toplumlarda, özellikle toplumsal eşitsizlik bulunan ortamlarda kendini hissettirmektedir. Çünkü kendisini destekleyecek belli bir tabana ihtiyaçları vardır. Toplumsal eşitsizlikler bu tabanın büyümesine ve korunmasına imkan sağlar.

Kırdan kente göç, yani kentleşme oranının yüksek olduğu ülkemizde kır-kentler (gecekondu mahalleleri) bu eşitsizliğin yaygın olarak görüldüğü ortamlardır. Kırdan kente büyük beklentilerle gelen yığınların, beklentilerine cevap verecek hizmeti bulamaması, ya da eğitim, sağlık, iş ve güvenliği gibi hizmetlerin yetersizliği, bu insanları, özellikle gençleri yani ikinci ve üçüncü kuşağı yasal olmayan örgütlerle karşı karşıya getirir.

Ülkemizde hızlı kentleşmenin doğurduğu sorunlar çerçevesinde önlemler alınmamıştır. Günümüzde, özellikle büyük kentlerimizi çevreleyen kır-kentlerde yaşayanların hemen hepsinde; altyapı sorunları, kamu hizmetlerinin eksikliği, işsizlik, çevreye uyum ve güvenlik gibi sorunlarla karşı karşıya kalan bireylerin akraba-hemşeri dayanışmasının ötesinde başvuracakları örgütlü bir yapıya ihtiyaçları vardır.

Gettolaşma

Gettolar, hem mekansal hem de kültürel açıdan kentten soyutlanmış bölgelerdir.

Bu bölgeler farklı servisler tarafından kullanıma açık yerler olduğundan ciddi riskler teşkil ederler.(Fransa’da Araba yakma olayları Türkiye’de Gazi olayları gibi)

Çeşitli bakış açılarından Kentlilik

Ekonomik olarak Kentlilik

Kentte yaşayanların geçimini tamamen kentte veya kente özgü işlerle sağlıyor duruma gelmesiyle gerçekleşir. Ekonomik faaliyetleri daha çok sanayi ve hizmet sektörleri karşılamaktadır.

Sosyal açıdan kentlilik

Aile içi ilişkilerde demokratik tutumlar egemendir. Eğitime önem verilmekte olup, kendinin ve ailesinin gelişip toplumda bir statü elde etmesi için daha çok pay ayırır. İş yaşamında geri kalan serbest zamanlarını kişisel ve toplumsal faydaya dönük sosyal faaliyetlerde kullanır.

Siyasal davranışlar açısından kentlilik

Siyasal toplumsallaşma öne çıkar ve bireyler kentli kimliğini benimser, kent yaşamı içindeki haklarının ve sorumluluklarının bilincindedir. Kent yönetimine ve sivil topluma özgü organizasyonlara destek verir, yerel yönetimlerin yetki, imkân ve sundukları hizmet düzeylerinin yükselmesi için sorumluluk alırlar. Kente, ülkeye ve insanlığa ilişkin sorunlara karşı duyarlıdırlar.

Psikolojik davranışlar açısından kentlilik

Boş zamanlarını bilinçli bir şekilde kendisini geliştirmek için belli faaliyetlerin içersinde geçirir. Kendini ve güvenini geliştirici olarak, farklı bilgi kaynaklarına ulaşmada isteklidir. Kentli olmanın ve cemiyet içinde yaşamanın gereklerine dikkat eder, kentteki normlara uyar ve geçmişini iyi bir şekilde değerlendirip geleceğiyle ilgili planlar yapar.

İnançsal davranışlar açısından kentlilik

Kendi inancının gereğini yerine getirirken gösterişe kaçmaz, diğer grupların inanç ve uygulamalarına saygı duyar, dinin mesajlarını anlamaya çalışır. Din dışı batıl inançları sorgular. Kent yoksulluğuna karşı hemşerilerinin mücadelelerini maddi manevi olarak destekler. Komşuluk ve hemşerilik ilişkilerinin doğru bir düzlemde yürütülüp, ilişkilerdeki kendi sorumluluğunun varlığına inanır.

Estetik davranışlar açısından kentlilik

Oturduğu konutun, sokağın, mahallenin ve kentin yaşam alanlarındaki çirkinliklerden rahatsız olur ve bu mekânların güzelleştirilmesi için gayret gösterir. Dilini özenle kullanır, argo ve yabancı kelimelerden uzak durur. Beden sağlığına önem verir, beden bakımını düzenli yapar. Kentli olmanın bir gereği olarak sanata önem verir ve sanatsal faaliyetlere katılımcı veya izleyici olarak destekler.

Evrensel bakış açısından bireyin gelişim hakkı

Birey, gelişmenin temel öznesidir ve birey gelişme hakkına faal olarak katılır ve bu haktan yararlanır.

Gelişme hakkının tam olarak kullanılmasını ve geliştirilmesini sağlamak için, ulusal ve uluslararası düzeylerde politikaların formüle edilmesi, kabul edilmesi ve uygulanması, yasal ve diğer tedbirlerin alınması için gerekli işlemler yapılır.( Gelişme hakkına dair bildiri)
Türk Dil Kurumuna göre birey;

Kendine özgü nitelikleri yitirmeden bölünemeyen tek varlık, fert;

Bireyin önemi

Bireyin öneminien güçlü ifade eden söz Şeyh Edebali’nin Osman Gazi’ye yaptığı nasihatte var; “Mülkiyet, saltanat sende diye insanları hor görme. İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın”.

Bireyin günümüzdeki durumu

Tüketim nesnelerinin ve kullanım değeri biçilmiş ilişkilerin (cinsellik, bilgilenme, konuşma vb) büyüsüne kapılan (çılgınlaşan) insan kendisini merkeze alarak yaşamaya başlıyor. Kendisini ve ailesini ‘kurtarmaya’ yönelen, düşünsel olarak karşı çıkmasa bile eylemleriyle dayanışma ilişkilerini reddetme noktasına gelen insan konuşmalarına birinci tekil şahıs (BEN) olarak başlıyor. Tüm istem ve yargı cümleleri ‘ben’ veya ‘ben im’e çıkıyor.

Bireylerin Biz diye düşüncesi olan organisazyonlara katılımı

İşte böyle bir bireyden Sivil Toplum Örgütlerine ve hemşeri derneklerine bireylerin katılımını sağlamak çok zordur. Bu örgütlenmeyi sağlayan özellikle hemşeri dernek yöneticilerini kutlamak gerekir.

Hemşehri dernekleri hem geleneksel toplum yapısının motiflerini üzerinde taşırken bir taraftanda değişimin ve gelişimin yaşanmasında önemli rol oynarlar.

Bireyin katkısı

Bireyin ancak bir gelişme hakkına sahip olduğunu ve bunun onun üzerinde oluşturacağı pozitif etkileri somut olarak anlatarak bu konu ile ilgili farkındalılığı oluşturabilirsek ve arkasından bireyin taleplerine cevap verebilecek organisazyonlar oluşturabilirsek bireyin kentli olmaya katkısını en üst düzeye taşırız.

Sonuç olarak,

Bireyler bir arada yaşama ve barınma ihtiyaçlarını karşılayarak kentleri oluşturmuşlardır. Kentte bir arada yaşayan bireyler hayatlarını kolaylaştırmak ve bir düzene sokmak adına ticaret, sosyal, sanatsal ve bir takım davranış kalıpları geliştirmişlerdir.

Davranış Kalıpları

Diğer insanlarla birlikte olduğunu unutmaması

Kentte oluşturulan kurallara yöneticilerin de uyması

Kendi özgürlük sınırının diğerinin özgürlük sınırının başladığı yerde bittiği erdemini kabul etmesi

Sorunlarını barışçı ve hukuksal zeminlerde çözme eğilimlerinin oluşması gibi bir çok davranış biçimi sayabiliriz.

Davranış Kalıpları

Selamlaşma

Yayaların sağdan yürümesi

Toplu taşıma araçları beklerken ve binerken tekerteker ve birbirlerine saygılı davranılması

Çöplerin sokaklara caddelere gelişi güzel atılmaması

Trafik kurallarına uyulması

Gerekli gereksiz klakson çalınmaması

Maç sonrası yapılan aşırıya kaçan sevinç davranışları gibi

Devamını Oku...

2 Temmuz 2008 Çarşamba

Hilecilik ve Şehirciliğimiz

Falih Rıfkı Atay, “Çankaya” adlı eserinde Ankara’nın başkent olarak imar ve inşasını anlatırken, milletlerarası bir müsabaka ile seçilen şehir plancısı Profesör Yansen’in, Atatürk ile ilk görüşmesinde şu suali sorduğunu aktarır: “Bir şehir planını tatbik edecek kadar kuvvetli bir idareniz var mıdır?”

Bu söze Atatürk kızmıştır. Ancak uygulamada arsa spekülasyoncuları ile devlet kademelerindeki yetkililerin rant paylaşımı, şahsi menfaatleri için planı delmeleri, ilk gecekondulaşma hareketine göz yummaları gibi sebeplerle, modern bir başkent kurma fırsatının kaçırıldığını anlatan Atay, şu hükme varmıştır: “Sabit olmuştur ki, Mustafa Kemal, şapka ve Latin harfleri devrimlerini başarabilecek kadar kuvvetli bir idare kurmuş, fakat bir şehir planını tatbik edecek kuvvette bir idare kuramamıştı.”

Türkiye Cumhuriyetinin en başarısız olduğu alanlardan birinin şehircilik olduğunu düşünüyorum. Ekonomik ve sosyal olarak sadece bizden daha gelişmiş ülkelerin değil, bizden çok daha geri olan devletlerin şehircilik anlayış ve uygulamalarının, bizden çok ileride olduğu açık bir gerçek. En büyüğünden en küçüğüne kadar (bir kaç istisna hariç) hangi şehrimize giderseniz gidin, cadde boylarında sıralanan binaların diziliş şekli, farklı kat yükseklikleri, bina kimlikleri, ulaşım imkânlar ve yeşil alan eksikliği utandırıcı boyuttadır. (Bu konuda istisna olan şehirlerimizin başında Kayseri geliyor. Modern şehircilik anlayışını yaşatan Kayserililere tebrik ve teşekkürlerimi sunuyorum.)

Cumhuriyetin 85 yıllık macerasında şehirleşme konusunda vardığımız sonuç hiç te iç açıcı değil. Vatan savunmasında eşsiz fedakârlıklar gösteren bir nesil, torunlarına hür bir ülke bırakmak konusunda gösterdiği başarıyı, düzenli ve yaşanabilir şehirler bırakma konusunda neden gösteremedi?

Cumhuriyet tarihimiz boyunca maddi açıdan zengin olarak tanımlanan kişilerden acaba yüzde kaçının zenginliği ranta dayalı veya devlet imkânlarının istismarı sonucudur?

Galiba Türkiye’nin bu durumunun temelinde ahlaki bir zafiyetin yattığını itiraf etmemiz gerekiyor. Toplum olarak “iyi, güzel, doğru, helal ve haram” kavramlarında bir sosyal mutabakatı sağlayamadığımız veya en azından bu kavramları içselleştiremediğimiz ortada. Daha da kötüsü bu zafiyetimiz azalmadığı gibi gittikçe artıyor.

Osmanlı’nın son dönemlerinde şairin, “selam verdim almadılar, rüşvet değildir deyu” şeklinde, şikâyetçi olduğu halin düzeldiğini söyleyebilir miyiz?

“2004 yılından bu yana İstanbul Büyükşehir Belediyesi yaklaşık 4 bin imar planı değişikliği onaylamış ve bu sayı önceki dönemlerde onaylanan tüm imar planı değişikliklerinin birkaç katı” imiş. Sokakta bir anket yapsak, vatandaşlarımıza “bu değişikliklerin kaç tanesi daha iyi bir şehir yaratmak amacıyla yapılmıştır?” diye sorsak, alacağımız cevapların ne olacağını düşününüz. Sadece “Dubai Towers”, “Trump Towers” gibi büyük projelerde değil, ilave kat izni vb yollarla kaymaklı rant imkanı sağlanan bütün imar değişikliklerinde, tarafların dürüstlüğüne ve kamu yararına inanabiliyor musunuz?

“The Wall Street Journal, Türkiye ve Rusya'yı da kapsayan 16 Avrupa ülkesinde hile veya aldatma üzerine bir araştırma yaptırmış. Türklerin yüzde 93'ü vergi hilesinin, yüzde 86'sı sporda şikenin, yüzde 89'u aşk ilişkisinde aldatmanın, yüzde 92'si ise iş ilişkisinde hilenin ciddi bir sorun olduğuna inandığını söylemiş.”

“Araştırmaya göre, Türklerin çoğunluğu Avrupa ülkeleri arasında hilenin en yüksek olduğu ülke olarak önce kendi ülkelerini, ardından İtalya'yı görüyor. Ayrıca yüzde 72'si de hile ve aldatmanın 10 yıl öncesine göre daha yaygın olduğuna inanıyor. 20 bin kişi üzerinden gerçekleştirilen araştırma, hilenin son 10 yılda hızlı bir artış gösterdiği inancının hâkim olduğunu gösteriyor.”

Bu türlü istismarları kanuni ceza korkusu ile önleyemediğimiz gibi, (kendi kimliğini tanımlarken Müslüman olduğunu vurgulayanlar da dâhil), günah korkusunun da caydıramadığını görüyoruz. Kamu yararına karşı, şahsi rant sağlayanlara toplumun bir ayıplamasının da artık kalmadığı, “iş bilenin kılıç kuşananın” şeklinde tanımlanarak, haksız kazanç elde edenlerin saygı bile gördüğü toplumda şehirleşmemiz de düzelmez, gelir dağılımındaki bozulma da iyileşmez.

Devamını Oku...