30 Eylül 2008 Salı

Bayram İslam Dünyası ve Biz

Allah(cc) sizin vücutlarınıza ve dış görünüşünüze bakmaz, lakin kalplerinize bakar.

Değerli müslümanlar bugün bayram. Cenab-ı Hak bu bayramı hak edenlerden eylesin. Bu bayramı islam dünyası ve tüm insanlık için hayırlara vesile kılsın.

Kan, zulüm, gözyaşı, anarşi ve terörün olmadığı tüm insanların bayramın engin coşkusunu yüreklerinde hissedeceği bayramlara kavuşalım.

Evladını teröre kurban veren ananın kalbinden geçenleri bir duyabilsen Irak’ta, Filistin’de, Afganistan’da, Pakistan’da kolu bacağı farklı taraflara savrulan insanların ve onların yakınlarınında sevinebileceği bayramlar temennisiyle zalimin zulmünün olmadığı, mazlumun ahının yeri göğü tutmadığı Hz. Ömer’in adaletinin bütün dünyaya hakim olduğu müslim-gayrimüslim herkesin bayramdan nasipleneceği bayramlar özlemiyle yazıma başlamak istiyorum.

Allah’ı çokca zikrederek, emirlerine uyup yasaklarından uzak durarak bu kutlu zaman tünelinden geçip bayrama erişmiş bulunuyoruz. Coşku, heyecan, sevinç elbetteki orucunu tutanların ve zaruretten dolayı tutamayanların hakkıdır. Orucunu keyfi tutmayanlarda bu bayramda sevinç yerine burukluk olur çünkü sevinmeyi hak etmediler. Bayram dolayısıyla geriye dönüp ramazanda yaptıklarımızı ve yapmamız gerekirken yapamadıklarımızı gözden geçirip ramazanın ve geride kalan ömrümüzün bir muhasebesini yapalım.

Ramazan ayı boyunca oruçlarımızı tutup zekât ve fitrelerimizi verdik, cimrilik kirinden temizlenerek cömert olma vasfını kazandık. Cimrilik vasfına tekrar geri dönmeyelim cömertlik özelliğimizide kaybetmeyelim.

Toplumumuzun doğruluk, dürüstlük iş ahlakına evlerimize sevgi, saygı, barış ve huzura kimsesiz insanların selam, güleryüz, tatlı dil ve hoş sohbete ihtiyaç duyduğunu bilelim bunu kendimizden ve başkalarından esirgemeyelim.

Ramazan ayı boyunca Kuranlar okundu hatimler indirildi. İbadet, dua ve zikirle kalplerimizin pası silindi cilalandı. Cilalanan kalplerimizi günah damlalarıyla tekrar eski haline döndermeyelim. Ramazanda kazandığımız güzel hasletleri bayramdan sonra terk etmeyelim. Unutmayalım ki müslüman 365 gün 24 saat müslümandır. Allah’ın emir ve yasaklarından sorumludur. Sadece ramazan müslümanı olmak yeterli değildir.

İman ve ibadetlerde süreklilik esastır. Kuran-ı Kerim’de Ala suresi (14–15–16–17) gerçekten iyice temizlenen ve rabbinin ismini anarak ( bayram ) namazını kılan umduğuna erişmiştir. Siz dünya hayatını ahiretten üstün tutuyorsunuz. Oysa ahiret hayatı daha hayırlı ve süreklidir.

Bayramın gelmesi başka, bayramı hak etmek başkadır. Sizlerin bu bayramı hakettiğinize inanıyorum. Allah bayramı hak eden kullarından eylesin.

Müminler (Sizler) zaten güzel insanlarsınız kırmayan, üzmeyen, onaran, tamir eden, ayrıştırmayan, birleştiren barıştıran şairin dediği gibi;

Mümin hayra koşandır

Engelleri aşandır

Seller gibi taşandır.

Ramazan ayı boyunca açları doyurdunuz, çıplakları giydirdiniz, ihtiyaçları giderdiniz, nefislerinizi dizginlediniz, şeytanı çatlattınız, hayırlı işlerde yarış yaptınız, haramlardan uzak durdunuz. Elbetteki bayramı hak ettiniz. Güzel elbiseler giyip güzel ve hafif kokular sürünerek sabahın erken saatlerinde gelip camiyi doldurup ( cc ) ‘ın misafiri oldunuz. Günde beş defa babanız bile sizi evinde misafirliğe kabul etmezken Allah(cc) sizi her gün beş defa evinde, huzurunda sizin misafirliğinizi kabul edip sizi ağırlıyor. Ne kadar değerli varlık olduğunuzu bilin ve değerinizi koruyun.

Bir hadiste “Bayramlarınızı tekbirle süsleyiniz.” buyuruluyor. Sabahleyin evden camiye gitmek için çıkınca sessizce tekbir getirilmelidir. Ramazan ayı boyunca haramlardan, günahlardan uzak durmak bolca kuran okuyup zikir yapmak suretiyle kalbimizin pasını sildik cilalayıp nurlandırdık. Kalp Allah’ın nazargahıdır. Takvanın, ihlâsın, niyetin ve samimiyetin yeridir. Bir hadiste;

“Şüphesiz ki Allah(cc) sizin vücutlarınıza, dış görünüşlerinize bakmaz lakin kalplerinize bakar.”

Değerli müslümanlar Cenab-ı Hakk’ın nazargahını kirletmeyelim. İşlediğimiz her günah yapmadığımız her ibadet kalp üzerinde bir leke oluşturur. Eğer bu lekeler tövbe ile silinip yok edilmezse, kalp kararır ve katılaşır. Duygusuz ve duyarsız hale gelir. Allah’ın huzurunda hayırsız malın, evladın makam ve mevkinin faydası olmaz. Bize faydası olan tertemiz bir kalp ile O’nun huzuruna çıkabilmektir.

Kalp önemlidir. Kalp kırmamaya hele hele sudan sebeplerle kalp kırmamaya dikkat edelim kalbin tamiri olmaz. Haksız yere kalp kırmak Kâbe-i Muazzama’yı yıkmaktan daha kötüdür. Kabe’nin tamiri mümkündür. Yunus Emre bir beyitinde bu durumu ne güzel ifade ediyor.

Gönül çalabın tahtı

Çalab gönüle baktı

İki cihan bedbahtı

Kim gönül yıkar ise
Hayat yolu hep düz değildir. Bazen yokuşu vardır, bazen inişi vardır. Bazen sevinir bazen üzülürüz. Sevinirken sevindirelim ama üzülürken üzmemeye gayret edelim. İnsanlara hele hele müslümanlara daha çok değer verelim. Karşılaşınca musafaha yapıp halini hatırını soralım. İnsanlara karşı güleryüzlü tatlı sözlü olalım. İnsanlara karşı güleryüz ve tebessümün aynı zamanda sadaka olduğunu unutmayalım. Tatlı dilin birçok sıkıntıyı kırgınlık ve küskünlüğü halledeceğini de unutmayalım. Bir hadisi şerifte; “Mümin müminle karşılaştığı zaman ona selam verir. Elini tutat onunla musafaha yaparsa, ağacın yapraklarının dökülmesi gibi hataları dökülür.”

Birbirimizle ilgi alakayı sevgi ve muhabbeti kesmeyelim, gelmeyene gidelim. Her güzel işte ilk adımı biz atalım. Bayramlar birlik ve beraberliğimizin vesilesi olmalı, ayrılık gayrılıkların aramızda yeri olmamalı, kırgınlık ve küskünlüklerimiz üç günden fazla sürmemeli. Bir hadisi şerifte; “Birbirinize buğz etmeyiniz, birbirinize haset etmeyiniz, birbirinize sırt çevirmeyiniz, birbirinizden alakayı kesmeyiniz.”

Ey Allah’ın kulları kardeş olunuz. Bir müslümanın kardeşine üç günden fazla küs durması helal olmaz.

Bayramda, önce anne baba ve büyüklerimizi ziyaret edip hal hatır sorup ellerinden öpelim hayır dualarını alalım. Unutmayalım ki onların duaları Allah katında makbuldür. Yakınlarımızı, komşularımızı, dost ve arkadaşlarımızı unutmayalım onlarında bayramlarını kutlayalım. Çocukları, yetim ve öksüzleri sevindirelim.

Eve gelen çocuklara bir şeker değilde bir ytl verirsen daha çok sevindirmiş olursun. Şunu bilinki çocuklar şekere sevinmiyorlar size karşı ayıp olmasın diye onları alıyorlar.
Hastaneleri, evindeki hastaları, çocuk yuvalarını, barınma evlerini, huzur evini ziyaret edip hatırlarını soralım, kabristanda ki ölüleride unutmayalım. Ruhlarına Kuran okuyup, onlardan ibret alıp oraya hazırlanalım.  Son pişmanlık fayda vermez.

Bayram vesilesi ile İrak’ta ki, Filistin’de ki, Afganistan ve Pakistanda ki dünyanın her yerinde ki mazlum insanlar için dua etmeyi de unutmayalım.

Bu vesile ile bütün islam âleminin ramazan bayramını kutlar, hayırlara vesile olmasını niyaz ederim.

Bayramınız mübarek olsun. Gerçek bayramlarda buluşmak dileğiyle…

Devamını Oku...

29 Eylül 2008 Pazartesi

Bir Baskül, Bir Çocuk ve Dokuz Boğaz

Ramazan ayının bedenleri sakinleştirirken ruhları dirilttiği zamanı yaşadık öğrencilerimle dün akşam. Gölcük’te ikamet eden, örneği az olmayan yoksul bir aileden söz etmişlerdi bize. Öğrencilerimle paylaştım ailenin profilini. İnsanız, insanlık duygularımız bir kat daha artıyor bu ayda. Ziyaret edebileceğimizi, onlara yardım edebileceğimizi, geçmişte yaptığımızı gibi o aileyle bir iftar saatinde birlikte olabileceğimizi söyledim onlara.

Ön bilgiden sonra pek heyecanlandılar. Temsilciler seçtik aralarından. Bir hafta içinde para topladılar, gıda aldılar, elbise temin ettiler aile için.

Heyecanlı hazırlık salı günü sona erdi. İftar saatinde ulaştık aileye. Yoksulluk diz boyu. Görünürde her şeyleri var; ama hiçbir şeyleri yok. Komşular kullanmadıkları koltuklarını getirmişler. Yerdeki halı ve kilim bilmem kimin hediyesi. Aile durumunu kabullenmiş görünüyor. Tam dokuz can yaşıyor bu evde. Evin erkeği, hanım, yaşlı anne ve görümce. Beş çocuk ailenin hem süsü hem kamburu. Baba, inşaat işçisiymiş. Kaza geçirmiş üç buçuk ay önce. On ay iş yapamayacakmış. Kazada sağ bacağı kırılmış. Nihayet kesilmekten kurtulmuş bacak. Ancak tedavisi hayli pahalıymış. Yüz yaşındaki annenin bedeni de çenesi de sağlam; ama yüreği yanık. Sık sık elektrik çarpması sonucu ölen yağız oğlunun duvardaki fotoğrafını gösterdi bana. Görümce zihinsel özürlü görünüyor, onlara göre meczup. Çocuklardan en küçüğü beyin özürlü. Sanki canlı ceset zavallı; yastık gibi, nereye koysan orada kalıyor. Biraz büyüğü İrem, dünya güzeli. Henüz okula gitmiyor. Biraz büyüğü erkek, geçen yıl geçemediği birinci sınıfı tekrarlıyormuş. Onun büyüğü erkek on dört yaşında ve okuldan geldikten sonra baskülünü alıp üç beş kuruş kazanmak için İzmit’teki üst geçide geliyormuş. İki numaralı kızları ise hem cilt hem beyin hastası. Birikmiş 1000 YTL su, 300 YTL elektrik borçları varmış.

Biri erkek, diğerleri kız beş öğrencimle gittik ziyarete. Yolda aldığımız iftarlıkları, evin hanımıyla, yüksünmeden sofra haline getirdi öğrencilerim. Bir hizmet yarışı içindeydiler. Ev halkını rahatsız edecek hiçbir davranışta bulunmadılar. Davranışlarındaki asalet, samimiyet, “Sonuçta hepimiz insanız, işte geldik işte gidiyoruz.” der gibiydi. Öyle ya, aile yoksullukla sınanıyorsa biz de varlıkla sınanıyorduk. Onlar sabırla kazanıyorsa biz de vererek, paylaşarak kazanıyorduk. Sabırsızlar ve cimriler hep kaybediyor. Üstünlük elbisede değil, şükretmekte. Şükretmenin içinde bir taraf için kanaat ve sabır, diğer taraf için cömertlik var.

Yemek yerken anlattı evin beyi. Dün akşam, yiyecek bir şey bulamamışlar, öylece geçirmişler öğünü. Bu cümleyi duyunca boğamızda düğümlendi yediklerim. Birkaç lokmadan sonra bitirdim yemeği. Yememiz için yaptıkları teşvik, oldukça candandı. Açgözlü nefis, birkaç lokmayla körlenmişti. Buna rağmen günlük hayatta niçin birbirimizi yeriz, anlayabilmiş değilim. O da bir imtihan.

Evin tek gelir kaynağı on dört yaşındaki yavrunun baskülle kazandığı kuruşlarmış. Okul çağında bir yavru, bir baskül ve onun geliriyle ayakta kalmaya çalışan dokuz can, dedim kendi kendime. Utandım, üzüldüm, kahrettim. Öğrencilerim ne düşündüler bilmiyorum; ama onların kirlenmemiş vicdanlarının yaralandığına, öfkeyle sessiz çığlık attığına eminim.

Öğrencilerim, getirdikleri bayram kıyafetlerini çıkardılar torbalardan tek tek. Her kıyafet, siparişle hazırlanmış gibiydi. Evin beyinden en küçük yavruya kadar denk düştü. Hele İrem, pek mutlu oldu bu işe. Evin kadını “Bayram gelmiş, neyime?” der gibiydi. O da haklı; böyle bir ortamda hem kadın hem anne olmak, zor meslek. 

İçtiğimiz birer bardak çaydan sonra izin istedik aileden. Evin yaşlı annesi, beyi, hanımefendisi içtenlikle dua etti yüzümüze karşı. Her şeyin güzellikler içinde, gönlümüzce olmasını dilediler. Dönüş sırasında, öğrencilerimden tek tek yorumlarını aldım. Burak, böyle bir organizasyona öncülük ettiğim için teşekkür ettikten sonra, duygularını anlatmakta zorlandığını söyledi. Elveda’ın, bu sakatlığına rağmen beyefendinin haline şükretmesi, “Bacağım yerine kafam da kırılabilirdi, gözüm de çıkabilirdi, yatalak da olabilirdim.” demesi dikkatini çekmiş. İki Zeynep de bu tür yardım faaliyetlerine devam etmek istediklerini söylediler. Burcu’nun “Üst geçitte insanları tartarak ailenin geçimini sağlayan çocuğu bulalım ve ona yardım edelim, ayrıca bu aileye tekrar gelelim.” önerisini diğer arkadaşları da onayladı. Ben de “Kurban Bayramı’nda gelebiliriz.” dedim.

Yardıma muhtaçlar yalnız bu ayda yok, her zaman var. Ramazan iklimi, onlara ulaşmamız için ortam hazırlıyor. Hayvani hislerimiz biraz daha köreliyor, iyilik melekelerimiz güçleniyor. Nefis zayıflıyor, inanç kavileşiyor. Keşke, yılın her ayı Ramazan olsa, diyor insan. Bu mümkün. Gelin şimdi bir iyilik hareketi başlatalım: “Yeryüzünde bir tane maddi ve manevi yoksul kalmayana kadar mücadele etmek, varlık nedenimdir.” diyelim.

Devamını Oku...

Atatürk ve AB

Geçen hafta AB’ne sunulacak olan Ulusal Program 2008 üzerinde durmuş, programı genel çizgileriyle ele almış, çelişkileri ve hükümet politikası olarak sürdürülen yanlışları belirtmiştik. Aslında, her alanda ortaya çıkan bu yanlış ve çelişkiler, yönetenlerin kendi iradeleriyle yaptıkları yanlışlar değildir. Bu yanlışlar onlara yaptırılıyor. İktidar olmanın ve meşruiyeti dışarıda aramanın bir sonucudur bu.

Ulusal Programda dikkat çeken bir yanlış da; AB sürecinde Kıbrıs’a ve KKTC’ne bakıştadır. KKTC’ni hayali AB üyeliği süreci önünde engel görenler, aslında Türkiye’nin önündeki gerçek engeller olduklarını fark edemeyenlerdir. Bir taraftan Kıbrıs sorunu” Birleşmiş Milletler bünyesinde ele alınmalı denir; diğer taraftan, Ulusal Program 2008’de bu AB’ne havale edilmiş gözükür. Bu ne çelişkidir? Siz adamlara böyle cesaret verirseniz; AB yetkilisi zat da çıkar ve “tam üyelik ve müzakere süreci Kıbrıs’a bağlıdır” deyiverir. Milliyetçilik kimsenin tekelinde değil. Dış dayatmaların önünde eğilerek belki sağcı olunabiliyor; ama, milliyetçi olunamıyor.

Bize göre daha önce de belirttiğimiz gibi; gurur ve haysiyet kırıcı AB süreci Cumhuriyet’in kuruluş felsefesiyle taban tabana zıttır. Bu anlayış, dün de geçerli olsaydı; milli mücadele ile milli devlet ve Cumhuriyet’in kurulmasına da gerek olmazdı. Sömürgeciler de sömürgelerine medeniyet getirmiştir. Bunu ihmal etmemişlerdir. Ama, bu medeniyet milli bağımsızlığı reddeden, milli gurur ve haysiyeti kırıcı ve aşağılayıcı, hükümranlık haklarını reddeden medeniyet nimetine izinle kavuşmadır.

AB söz konusu olduğunda, Atatürk’ün milletimiz için belirlediği “çağdaş uygarlıkla bütünleşme” anlayışından, bazıları sömürgecilerin lütfettiği medeniyet nimetlerini anlıyor. Bu anlamda çağdaş uygarlıkla bütünleşme, uydu olmaktır; milli bağımsızlıktan ve hükümranlık haklarından vazgeçmektir. Bazılarımız bunu böyle anlar olduk. Bazıları soruyor: “Atatürk yaşasaydı; AB’ne karşı nasıl tavır alırdı?” Atatürk’ün beyanlarına bakarsanız; O’ndaki haysiyetli mili çizgi ve tarih şuuru, Brüksel’i veya Washington’u yeni kıble yapanlardan çok farklıdır. Atatürk dönemini 1930 modeli bir arabaya benzetenler ve dogma olarak ifade edenler, zihinlerindeki dogmalardan kurtulmalıdırlar. Bu dönem, modernleşmeye kapalılık değil; kendi değerlerini koruyarak gelişme yolunun açıldığı bir dönemdir. Atatürk döneminin çizgisi, milli bağımsızlık ve milli menfaatlerin evrensel çıkarlara peşkeş çekilmediği bir dönemdir. Pragmatik bakışın öne çıktığı, ideolojik kalıplardan uzaklaşıldığı, Türkiye’nin ihtiyaçlarına ve gerçeklerine göre devletçiliğin bile şekil aldığı bir dönemdir. Özel ve ferdi çalışmalar esas alınmakla beraber; genel ve yüksek çıkarların gerektirdiği işlerde, özellikle iktisadi alanda devletin aktif bir hale getirilmesi esastır. Atatürk döneminin modeli, iktisatta özel teşebbüsün ya da devletin tam egemenliği değildir. Ülke gerçekleri karşısında her ikisinin de birlikte yer almasıdır. 17 Şubat 1923’te toplanan İzmir İktisat Kongresi ve 1929’a kadar süren daha ziyade liberal anlayışın yürümediği görüldükten sonra, I. ve II. Sanayi Plânları ile Türk ekonomisinde yapı değişikliğine gidilmek istenmiştir. (Özyurt, H., Atatürk Dönemi I. ve II. Sanayileşme Plânları ve Türk Ekonomisindeki Yapı Değişikliğine Etkileri / 1933-1938, Sosyoloji Konferansları Atatürk Özel Sayısı, İstanbul 1981, sh. 119-146)

Ulusal egemenliği iktisadi egemenlik olarak anlayan ve karma iktisat sözünü dile getiren İktisat Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un şu sözleri dikkat çekicidir: “Görünüşte ülke bizimdi. Fakat aslında, Türkiye iktisaden bizden çok yabancıların ülkesi, bir sömürgesiydi”. Atatürk’ün siyasi zaferlerin iktisadi zaferlerle tamamlanmamasının eksik kalacağı ifadesi de unutulmamalıdır.     İ. Ü. İktisat Fakültesi’nin kurulması fikri kendisinindir.

Prof. Dr. Afet İnan’a göre; Atatürk liberalizm konusunda çok kesin bir fikre sahiptir ve liberal rejime taraftar değildir. (Ülken, Y., Atatürk ve İktisat, Ankara 1981, sh. 55) Sosyalist sistemden de çok uzaktır. Bazılarının zannettiği gibi Atatürk’te dogma yoktur. “Kesin zorunluluk olmadıkça piyasalara karışılamaz” diyen Atatürk, hiçbir piyasanın da başıboş olamayacağını ifade eder. (Aynı eser, sh. 53) “AB, çözülme yönünde toplumsal bir dönüşüm projesidir. AB’nin ulus-devlet ve üniter yapıya zarar vermemesi gerekir” şeklindeki beyanlar da konuyu yeterince kavrayamamaktır.

Devamını Oku...

25 Eylül 2008 Perşembe

Maneviyatı Kullanmak

Memleketimizin insanı maneviyatına karşı hassastır. Aç kalır, sıkıntı çeker, ezilir fakat maneviyatına zarar gelecekse sesini çıkarmaz ve tahammül gösterir. Şayet bu konuda fedakarlık yapmak gerekirse de çekinmeden yapar.

Yaşadığımız bir çok ekonomik sıkıntıya rağmen Ülkemizin hala dimdik ayakta kalmasının sebebini Avrupalı yıllarca araştırıyor. Ulaşılan sonuç, Türk insanının yardımlaşma hasletinin yüksek olması olarak belirleniyor.

Bu kadar yüksek yardımlaşma duygusu insanımızın kişisel sıkıntılarını büyük ölçüde aşmasına sebep oluyor. Aynı zamanda devletimizin yetişemediği bazı konularda da devlete yardımcı oluyor.

Okulların bir kısmı, Camilerin tamamı bu yardımlaşma duygularıyla meydana geliyor.
Yardım derneklerinin fakir fukaraya yaptıkları yardımlar, insanlarımızın hamiyet duygularının eseridir.

Avrupalının gıpta ettiği, Türk insanının sahip olduğu bu duygular zaman zaman istismar edilmektedir.

Çok ortaklı kar payı ödeyen şirketler, Yurt dışında ve yurt içinde bir çok insanın paralarını topladılar. Faizin haram olduğunu bilen ve buna dikkat eden insanlarımız birikimini İslami görünümlü olan bu sermaye şirketlerine yatırdılar. Bu şirketler bir taraftan maneviyatı kullandıkları gibi, insanlara astronomik karlar vaat ederek ödemeyecekleri paraları topladılar.
Nitekim kel göründü. İnsanlarımız bir kez daha aldatıldı.

İmkanı olup ta bu imkanlarını fakir fukaraya ulaştırmak isteyen hamiyetli insanlar yardımı fakire ulaştıracak güvenilir aracılar aramaktadırlar. Bunda da gayet haklıdırlar. Yardımseverin hayrını, fitresini, zekatını, sadakasını onun adına fakire ulaştırma vaadinde bulunanlar bu görevlerini suistimal ettiklerinde, toplumda itimatsızlık meydana getirerek  bu asil duygulara büyük zarar vermektedirler.

Nitekim bu konuda son zamanlarda basına intikal eden olaylar yardımsever insanlarımızın kafasını karıştırmış, duygularını zedelemiştir.

Hükümetimiz yardıma aracılık eden kuruluşları sıkça denetlemelidir. Aralarında denetleme konusunda ayrıcalık olmamalıdır. Bazıları kayırılıp, bazıları denetleme bombardımanına tutulmamalıdır.

Ülkemizde insanlarımızın manevi hassasiyeti dolayısı ile kötü niyetli insanlar bu hassasiyeti alabildiğince kullanmakta, manevi duyguları sömürerek azami ölçüde çıkar elde etmektedirler.

Bu suretle insanlarımızın yardım duyguları zedelendiğinden, hasıl olan tereddütten fakire yardım konusunda samimi olarak aracılık eden dernek ve müesseselerde zarar görmektedir.

Mesela Türk Kızılayı 17 Ağustos depremini kullanarak kendisine bilinçlice yüklenen bir takım odaklardan zarar görmüştür. Bu zararı da ancak 7-8 yılda tamir edebilmiştir. O günkü eksikliklerin abartılarak kamu oyuna sergilenmesinin amacı daha sonra ortaya çıkmışsa da yaranın onarılması kolay olmamıştır.

Şimdilerde Almanya’da ortaya çıkan olayın Kızılay’a olumsuz bir etkisi olmamıştır. Çünkü  Türk Kızılayı halkımızın güvenini sarsmamaya azami özeni göstermektedir. Devlet tarafından denetlendiği gibi, kendi içinde oluşturduğu müfettişlerce de sıkça denetlenmektedir.

Halkımızın merhamet duygularını istismar ederek elde edilen paralar yanlış yollarda kullanıldığında  gizli kalmamakta, biraz geçte olsa kötü niyetler ortaya çıkmaktadır.

Dürüst olarak hizmet veren kuruluşların, adı ne olursa olsun, sayılarının artmasını arzularız.

Yargı yolu ile yanlışı kanıtlanmayan hiçbir kuruluşu burada töhmet altında bırakmayız.
Sözlerimiz mağdur olan insanların örnek teşkil ederek, diğer insanların yardım duygularını engellememesi içindir. Hükümetin bu konuda gecikmeden denetimlerini sıklaştırması içindir.

Zira bütün bunlardan sonuçta  fakir fukara zarar görür. Dolayısı ile Ülke zarar görür.

Değerli Okuyucular:

Mübarek Ramazan-ı Şerif hızla geçip gidiyor. Önümüzde Kadir gecemiz var. Sizlerinde bildiği gibi bu gece bin aydan daha hayırlı. Bu inanan insanlar için büyük bir şans.
Bu geceyi ihya etmek, Allah’a ve Onun son peygamberi olan Muhammet Mustafa (SAV) ya  inanan insanlara 82 yıllık ibadet sevabı kazandırıyor. Hiç bir dinde böyle bir avantaj yok. Bu gecenin kıymetini bilelim. Cenab-ı Mevla’dan sizleri ve bizleri nice Ramazan-ı Şerifler e sağlıkla, mutlulukla, huzurla ulaştırmasını diler, 27. geceye rastlayan Kadir Gecenizi şimdiden tebrik ederim.

Devamını Oku...

24 Eylül 2008 Çarşamba

Neden Çatışıyoruz?

Merkezi ABD'de bulunan araştırma kuruluşu, PEW’in (Nisan 2008 ayında yapılan) küresel eğilimler anketinin Türkiye sonuçları açıklandı. Türk toplumunun bir fotoğrafını çeken anketten birkaç sonuç üzerinde düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.

Ankete göre, Türkiye en dindar ülkeler sıralamasında Endonezya, Tanzanya, Ürdün, Pakistan, Nijerya ve Mısır'ın ardından 7. sırada. "Hayatımda dinin çok önemli yeri ve önemi var" diyenlerin oranı yüzde 94. Türk kadınlarının yüzde 87'si, Türk erkeklerinin yüzde 81'i "din çok önemli" görüşüne sahip imiş.

“Türkiye'de halkın yüzde 34'ü 5 vakit namaz kılıyor. Günde 1 kez dua edenlerin oranı yüzde 8. Sadece Cuma namazına gidenler yüzde 10. Hiç ibadet etmeyenler (namaz kılmayanlar) yüzde 20. Ramazan'ın tamamında oruç tutan Türklerin oranı yüzde 20. Çoğunda tutanlar yüzde 60. Birkaç gün tutanlar yüzde 9. Hiç tutmayanlar yüzde 9.”

Türkiye'nin 5'te biri oruçlu -anket-

Demek ki ülkemizde vatandaşlarımızdan her üç kişiden birisi İslam’ın namaz ve oruç ibadetleri ile ilgili emirlerini yerine getiriyor. Her beş kişiden biri hiç namaz kılmıyor ancak bunlardan bir kısmı oruç tutuyor.

Anket sonucu bildirilirken “hiç ibadet etmeyenler yüzde yirmi” diye bildirilmiş. Bu cümlede “hiç ibadet etmeyenler” yerine zannederim “hiç namaz kılmayanlar” yazılması gerekiyordu. Çünkü hiç oruç tutmayanlar yüzde dokuz ve oruç ta bir ibadet olduğuna göre hiç ibadet etmeyenler en fazla yüzde dokuz olacaktır. Bunlardan bir kısmı sağlık sebebiyle oruç tutamıyor olacağı için (Hac, zekât gibi diğer ibadetleri de dikkate almasak bile), iradi olarak hiç ibadet etmeyen oranı kesinlikle yüzde dokuzun altında olmalıdır.

Şimdi bu rakamlardan şu sonuçları çıkarmamız mümkündür:

Türk toplumunda gayrimüslim vatandaşlarımız ile inançsız olanlar çok küçük bir azınlık teşkil etmektedir. (Ancak demokratik Türkiye’de sayıları az veya çok bütün vatandaşların kişi hak ve özgürlükleri/inancını yaşama özgürlüğü korunmak durumundadır.)

İslam inancı çerçevesinde olanlar farklı siyasi görüşlere yayılmıştır. Her partinin seçmen tabanı, ibadet etme oranı farklı da olsa inançlıdır.

Başörtüsünü dinin bir emri olarak, hatta cihad duygusuyla savunan da, başörtülüleri kamusal alanda görmekten nefret edenler de özünde İslam inancına sahip, Allah’a inanan, az veya çok dua ve ibadet eden insanlardır.

İçki ve uyuşturucu kullanan, zina, faiz, gıybet gibi büyük günahları işleyenler ve hatta bunları alışkanlık haline getirenlerin bile çoğunda Allah inancı vardır. Hayatının zor ve sıkıntılı dönemlerinde yüce yaratıcıdan yardım dilemeyen yok denecek kadar azdır.

“Allah’tan başka ilah olmadığına, Hazreti Muhammed’in O’nun kulu ve resulü olduğuna” inanan herkes Müslüman olduğuna göre, ibadetleri ve dış görünüşleri ne olursa olsun, hiç kimsenin diğerini daha az Müslüman kabul etme hakkı yoktur.

Kaldı ki Müslüman kimliğini öne çıkaranlar arasında gıybet, dedikodu, iftira, kul hakkı ve kamu malı yeme gibi büyük günahları işleyenler hiçte az değildir.

Kul hakkı hariç her türlü günahı affedebileceğini bizzat Yaratanımız bildirdiğine göre, “falanca kişi veya grup iyi Müslüman, falanca kişi veya grup kötü Müslüman’dır” deme hakkı hiç kimseye verilmemiştir.

Bütün bunlara rağmen yukarıda adı geçen anketin bir diğer verisine göre, Türkler arasında kendi ülkelerinde modernleşmeyi savunanlarla radikaller arasında çatışma olduğunu düşünenlerin oranı, uluslararasında açık ara birinci sırada olduğu görülmekte.

Geçtiğimiz yıl bu çatışmanın var olduğunu düşünen Türkler'in oranı yüzde 52 iken bu oran rekor artışla yüzde 68'e yükselmiş.

Bu araştırma, daha önce de yazdığım, 2007 sonunda Tarhan Erdem başkanlığında KONDA araştırma şirketinin yaptığı anket sonuçlarıyla örtüşüyor. Anket “toplumun büyük çoğunluğunun (yüzde 96,8 'inin) "dindar", en azından "inançlı" olduğunu gösteriyordu. İnançsızlık, ateistlikle birlikte yüzde 3 civarında kalıyor.

Tarhan Erdem, toplumumuzda iki aşırı uçtan bahsediyor, bunlardan biri "yobaz sayılabilecek" kesimdir, öbür aşırı uçta ise "bunların tam tersi tarafta bulunanlar" yer alıyor. Erdem, ikisinin toplamının "yüzde 10'u bulmadığını" da belirtiyor. (Milliyet, 9 Aralık 2007) Demek ki, “yobazlarla” “aşırı laikçilerin” toplamı yüzde onu bulmuyor!

Tarhan Erdem ayrıca Türkiye'de geniş muhafazakâr kesimin "kültürel değerlerine bağlı kalarak modernleşmek istediğini" vurguluyor.

Aslında Türkiye’de muhafazakâr kesim de Devletin ve hukukun laik olmasını istiyor, kadın-erkek eşitliğini savunuyor, sadece dini nikâhla yetinmiyor resmi nikâh yaptırıyor, laik miras hukukunu, ceza hukukunu, demokrasiyi benimsiyor... Türbanlılarda bu oranlar yüzde 90'ın üstündedir!

Özetle modernleşmeyi savunduklarını söyleyenler özünde dindar ve inançlı insanlar iken, dindarlığı ön plana çıkarılan insanlarımızın da laik ve modern hayatı benimsedikleri görülüyor.

Öyleyse modernleşmeyi savunanlar ile radikaller arasında var olduğu söylenen çatışmanın sebebi ne?

Anlaşılan her iki kesimden toplamı yüzde onu bulmayan gruba ait kendi inanç ve duygularının farkında olmayan birileri Türkiye’nin huzurunu bozuyor, ekonomik ve sosyal gelişmesini baltalıyor.

 

Devamını Oku...

Denge-1

Müslüman Açısından Dünya Ahiret Dengesi

Bir insan için üç hayat vardır.

  1. Anne karnındaki hayat
  2.  Dünyadaki hayat
  3. Ahiret hayatı

Anne karnındaki hayatın dünya hayatı açısından çok büyük önemi vardır.

Dünya hayatının da ahiret hayatı açısından önemi büyüktür.

Çocuk anne rahminde iken anne sigara, alkol vb. zararlı alışkanlarından uzak durup sağlıklı beslenirse çocuk dünyaya bedenen sağlam gelir.

Baba kazandığı paranın helal olmasına eve getirdiği ekmeği helal parayla almaya, annede helal lokma yemeye dikkat ederse çocuk bedenen sağlam olduğu gibi ruhende, ahlakende sağlam ve dürüst olmuş olur.

Böyle dinine, devletine, vatanına milletine bağlı, anne-babasına saygılı topluma faydalı dürüst insanlar için  ‘’helal süt emmiş’’ tabiri kullanılır.

Helal süt helal lokmadan, helal lokma helal kazançtan elde edilir.

Bunun tersini düşünürsek anne hamilelik döneminde zararlı alışkanlıklardan sakınmazsa, baba kazandığı paranın kaynağını sorgulamazsa sofradaki ekmeğin mideye inen lokmanın helal yada haram olduğu düşünülmezse dünyaya gelen çocuk bedenen de ruhende sakat olur.

Bu tip insanlar dinine, devletine, vatanına, milletine, anasına, babasına, büyüğüne, küçüğüne saygı duymaz, bağlı olmaz. Bugün ülkemizde beş milyon civarında özürlü çocuk varsa burada annelerinin hiç suçu yok mu? Yüzbinlerce tinerci, kapkaççı, vurgun ve soygun işleri ile uğraşan küçük büyük insan varsa burada babaların hiç suçu yok mu?

Sofraya gelen ekmek haram yoldan elde edilirse çocuk anne karnında haram gıda ile beslenirse elbette dünya hayatı da haramla günahla yanlışlarla dolu geçecektir. Bu tip insanları ifade etmek içinde “sütü bozuk” tabiri kullanılır. Sütün bozuk olması çocuğun suçu değil, ona bozuk süt emziren annenin o sütün haram gıda ile oluşmasına sebep olan babanın suçudur. Süt durup dururken bozulmaz. Yemeğe katılan zehir insanın hayatını karartır. Süte katılan haramda insanın hem dünyasını hem de ahiretini karartır.

Dünya hayatının temeli anne karnında atılır. Bu temel sağlam atılırsa, o insanın dünya hayatı için büyük bir avantaj elde edilmiş olur.

Eğer bu temel çürükse o çocuk toplum için bir afet bir bela olur.                                

Ayeti kerimde                                                                                                       

Bilinki (ahiret kazancına yer vermeyen) dünya hayatı, bir oyun, bir eğlence, bir süstür. Aranızda bir öğünüştür, Mallarda ve çocuklarda bir çoğalıştır.

Bunun misali bitirdiği bitkiler ekincilerin hoşuna giden bir yağmur gibidir. Fakat o bitkiler kurur; derken sen onu sapsarı hale getirilmiş görürsün sonrada o bir çor çöp olur.  Ahirette çetin azap vardır. Allahtan bağışlanma ve hoşnutluk da vardır.

Dünya hayatından faydalanmak bir aldanış faydalanmasından başka bir şey değildir. Ebu Hureyreden rivayet edilen bir Hadisi Şerifte de

Şunu unutmayınız ki: Allah’ı zikretmeden onun rızasına uygun işler yapmadan öğrenici ve öğretici olmadan geçirilen bir dünya hayatı ve içindekiler lanetlenmiştir.

Dünya kelimesi yakınlık anlamına gelen ‘’edna’’kelimesinin muennesidir.

Dünya karşıtı olan ahirete göre çok yakındır.

Dünya hayatı gelip geçicidir. Ahiret hayatı ise süreklidir.

Dünya hayatı bir yol  (otoban) üzerindeki tünelin içinde kalınan zaman kadardır.

Bazen tünelin ağzından bakınca öbür tarafı gözükür.

Tüneller birbirine göre bazen kısa bazen de uzun olur.

Gittiğiniz yolun uzunluğuyla kıyasladığında tünelin mesafesi çok ama çok kısa kalır.

İşte dünya hayatı da bir tünel mesafesi kadardır.

Ebedi hayatın saadeti de, felaketi de işte bu zaman diliminde kazanılır. Dünya hayatını iki kategoride değerlendirmek gerekir;

Birincisi: İman-ibadet güzel ahlak ile geçirilen bir dünya hayatı ki anne rahminde iken alınan helal gıdanın oluşturduğu helal sütü emenler dünyada böyle bir hayat sürerler.

İkincisi: Birincide sayılanlardan tamamen uzak, nefsin esiri, şeytanın can dostu olmuş, ahireti unutup kalbi ve  kafası dünya sevgisi ve hırsı ile dolu bir dünya hayatı. Ayet ve hadislerde yasaklanan bu anlayıştaki bir dünya hayatıdır.

Dünya hayatı boşverilecek, önemsenmeyecek bir zaman dilimi değildir. Bilakis özellikle müslümanlar açısından çok önemlidir. Zira hadisi şerifte; “Dünya ahiretin tarlasıdır.” buyurulur. Bu tarlada ilkbaharda ne ekersen sonbaharda onu biçersin. Darı ektiğiniz tarlada mısır biçemezsiniz. Bu hayatta kötülük ekerseniz ahirette iyilik (sevap) biçemezsiniz. Doğum öncesi hayat ile dünya hayatı kıyaslandığı zaman anne karnında geçen zaman, dünyada ki zamana göre otobandaki tünel gibidir. Ancak dünyanın genişliğinden, lüks ve konforundan haberi olmayan insanoğlu orayı terk edip dünyaya gelmek istemezmiş.

Dünyaya gelip bu hayattaki rahatlığı cazibeyi gören bir insan önceki hayatına elbetteki dönmek istemez. Dünya hayatı ahiret hayatı ile kıyaslandığı zaman aynı özelliği gösterir.

Dünyada ki lüks ve konforu görüpte cennetteki nimetlerden haberi olmayan insan dünyadan ayrılmak istemez, ölüm ona acı ve ürpertici gelir. Ama ölüm kaçınılmazdır. Dünyada Allah’ın rızasına uygun bir hayat yaşayıpta ölünce cennete giden bir müslüman oradaki nimetleri köşkleri, sarayları, hurileri görünce dünyadaki nimetler ve güzelliklerin cennettekiler yanında bir kıymet ifade etmeyeceklerini anlayınca orayı bırakıp tekrar dünyaya dönmek istemez.  Dünya ile cennet kıyaslandığında cennet dünyaya göre kıyas kabul etmez.

Peygamberimiz (SAV) bir hadisi şerifinde;

“Dünya (ahiretteki makamlara göre) müminin zindanı, kâfirin cennetidir.“ Çünkü kafirin gördüğü göreceği bu dünyadaki güzelliklerdir. Ahiretteki yerini ise vardığında görür. 

Müslümanın dünya hayatı ile kâfirin dünya hayatı birbirinin aynısı olamaz. Müslüman söz ve fiiliyatında sadece dünyayı düşünerek hareket etmemeli, karar vermemeli bilakis dünyayı düşündüğü kadar ahireti de düşünmeli ona göre hareket etmelidir. Hak ve hukuka saygı gösterip helale harama dikkat etmelidir.

Maalesef bugün müslümanlar hak ve hukuka saygı yönünden gayri müslimlerden çok geridedir. İbrahim Ethem hazretleri bu durumu şöyle ifade ediyor.

Yamadık dünyamızı yırtarak dinimizden

Dünyada gitti dinde gitti elimizden.

Allah bizi böyle bir duruma düşmekten korusun.

Dengeyi iyi sağlayıpta dünyayı da ahireti de kaybetmeyelim.

Yoksa altı uçurum.   

Devamını Oku...

23 Eylül 2008 Salı

Muhasebe

P>Dün gece yatmadan önce eşime “Acaba, Allah’ın kendisinden razı olduğu kullardan biri miyim?” diye sordum. “Sınavı kazandık, sınıfı geçtik mi acaba?” Eşim tuhafladı. “Bu da nereden çıktı?” der gibiydi. Son zamanda okuduklarım, yaşadıklarım, kim bilir, Ramazan ayının insanı saran havası sordurmuş olmalıdır bana bu soruyu.

Allah’ın kendisinden razı olduğu kul olmak, nasıl olunur? Soru kolay, cevabı zor. Buna “Evet.” diyebilmek bile yoruyor insanı. Bunun ölçüsü ne? Elinden, dilinden kimse zarar görmemeli. Herkes senden emin olmalı. Özün doğru, sözün kontrollü olmalı. Kötülüğün düşmanı, iyiliğin dostu olunmalı. Bir tefekkür ve sorgulama seansı olan bireysel ibadetler aksatılmamalı, başkalarını ilgilendiren her eylem, ibadet aşkıyla yapılmalı. İçinde kul hoşnutluğu, Allah’ın rızası gözetilmeyen her eylemden kaçınılmalı.

“Aynası iştir kişinin, lafa bakılmaz.” demiş atalarımız. Aynadaki görüntümüzün düzgün olması için fikrimizin, zikrimizin düzgün olması gerekir. Güzel fikirler üretip güzel zikirler söylemeliyiz. Zikrimize ve işimize şahit olanlar yaşama sevinci duymalı, haz almalı bizden. Varlığımız onlar için zenginlik, yokluğumuz yoksulluk olmalı. Veren elin, alan elden üstün olacağı inancıyla vermeyi bilmeliyiz. Vermenin eksiltme değil, artırma nedeni olduğuna inanmalıyız. Verdiklerimizin reklâmını yapmamalı, kişilerden karşılığını beklememeliyiz. Karşılık beklenen her iyiliğin, iyilik olmaktan çıktığını, menfaat ilişkisine dönüştüğünü kabullenmeliyiz. İnsanlara diyet ödetmenin ahlaksızlığına düşmemeliyiz. İnsanlardan hiçbir beklentisi olmayan ancak insanlara hayat kaynağı olan güneş gibi olmalıyız. Karşılıksız vermenin örnekliğine kendimizi hazırlamalıyız. Isıtmak ve ışıtmak olmalı misyonumuz. 

Öldükten sonra hangi sorularla karşılaşacağımızı düşünüp bu sorulara rahatça cevap verebileceğimiz yaşam standardı geliştirmeliyiz. Evet, nedir bize yöneltilecek sorular? Kaçına eğilip bükülmeden, gönül rahatlığıyla cevap verebileceğiz? Orada toplanacak ürünlerin tohumlarını ekmeliyiz, fidelerini dikmeliyiz dünya tarlasına. Ekip dikmek yetmiyor, ayrıca bunları fitne, çıkar, bencillik, tamahkârlık gibi haşarattan koruyabilmeliyiz.

Bir iyilik hareketi başlatmalıyız dünya durdukça var olacak. İsmimizle değil, misyonumuzla yaşamalıyız  çağlar boyu. Bu misyonun tüzüğünü, yaratılış felsefemiz oluşturmalı. Ziya Paşa’nın işaret ettiği gibi dünyaya düzen verirken önündeki çukuru göremeyenlerden olmamalıyız. Günlük meşgalelerimiz, varlığımızı ayakta tutan eylem diye düşünülmeli, araçların kurbanı olup amacımızdan uzaklaşmamalıyız.

Şüphesiz zordur Allah’ın kendisinden razı olduğu kul olmak. Bu yolda size “mecnun” diyecekler, iftiralar atacaklar. Para teklif edecekler, kadın teklif edecekler. Bu durumda “Bir elime güneşi, bir elime ay’ı verseniz yine vazgeçmem davamdan.” deme kararlılığında olmalısınız. Yoksa her an bir çukura düşebilir, bütün birikiminizi tüketebilirsiniz. Kararlılıktır bu işin dönüm noktası. Bir kere karar verirseniz kolaydır gerisi.

Her devrim, diğerlerinden vazgeçmek, yeni bir tercihte bulunmaktır. Bu tercihin mevsimi yok. Ramazan ayı ve tutulan oruç bir başka tefekkür âlemine çekiyor kişiyi. Dış iklimden kurtararak kendimizi, yeni bir iklim yaşatmalıyız ruhumuza. Şimdi, ruhumuzda devrim mevsimi. Unutmayalım, devrimde aslolan, sürekliliktir.

Devamını Oku...

Ulusal Program 2008

P>Aydınlar Ocağı’nın üyelerinden değerli kardeşimiz Kemal Çapraz’ı elim bir trafik kazasında kaybettik. Kendisi, öğrencilik yıllarından itibaren bizimle yakın temasını sürdüren, inandığı ideallerine hizmet aşkı ile bağlı, samimi, gayretli, çalışkan, fedakâr ve vefakâr, sorumluluk duygusuna ve milli endişeye sahip bir Türk’tü. O ülkeyi karşılıksız seven, şahsi menfaat tanımayan bir hizmet eriydi.

  Türk Dünyası O’nun  temel ilgi alanıydı. Kendisi ile Viyana’daki Avusturya-Türk Akademisyenler Birliği Toplantısına birlikte gitmiştik. Salonu dolduran gençlere Türk Dünyası ile ilgili görüntülü bilgi vermiş ve bu hizmetten çok mutlu olmuştu.  Milli ve insani değerleri benliğinde toplamış bu kardeşimizi  rahmetle anar; ailesine, yakınlarına ve kendisini Türk Milletine ve Türk Dünyasına mensup olarak hisseden herkese başsağlığı ve sabır dilerim.

AB hayali üyeliği sürecinde Türkiye ev ödevlerinden birini yine yerine getirdi! Ulusal program hazırlandı. Yandaş ve tanıdık bazı  sivil toplum kuruluşlarına gönderildi. Bugüne kadar sürdürülen teslimiyetçi çizgiden en ufak bir sapma yok. Sadece bundan önce Atatürk ve Atatürk milliyetçiliği gibi ifadeleri Brüksel’den çekinerek metinlerden çıkaranlar, bu defa ona sığınmış olmalılar ki; programın girişinde buna yer vermişler. Belki de istemeyerek… İspanya ve diğer örneklerde olduğu gibi birleştiren değil, milletleri bölen, milli devletleri ufalayan bir nitelik kazanmış olan AB’ne  verilecek bu program bize göre hiç de “ulusal” değildir. Tek yanlı propaganda, tezgâh ve oyunlara rağmen halkın desteği  oldukça düşmüştür. Kel görünmüştür.

Programın ilk 22 sayfasında bazı bilinen ezberler biraz daha millileştirilerek yazılmaya çalışılmıştır. Ancak bazı çelişkiler de dikkat çekmektedir.  Meselâ, bugün Türkiye’nin  “üreten ve geliri  adil paylaşan” yönde çaba sarf ettiği söylenebilir mi?  AB sürecinin Türk tarımını ve sanayiini çökertmediği, özelleştirmeler adı altında ülke sanayiinin yabancılaşmadığı söylenebilir mi?  Terörü engelleyici politikaları AB’nin desteklemediği bir gerçek değil midir? Yapılan  yasa değişiklikleri  terörü azdırmadı mı? 

Bize göre AB süreci Cumhuriyet’in kuruluş felsefesi ile taban tabana zıttır. Milli mücadelenin tacı olan Cumhuriyet,  AB süreci ile paralel olsaydı; zaten milli devlet ve Cumhuriyetin kurulmasına hiç ihtiyaç olmazdı. Bugün baskılarla, tehditlerle Türkiye Cumhuriyeti’nin adeta tasfiyesine giden süreç “Atatürk’ün ulusumuz için belirlediği çağdaş uygarlıkla bütünleşme”  kılıfına sokulamaz; bu büyük bir sahtekârlıktır. Bu çelişki tarihi gerçeklerle doğrulanmamaktadır.  Atatürk  çağdaş uygarlık hedefi derken anti-Türk ve anti-devlet politikalarını mı önerdi? Atatürkçü olmak küreselleştirmenin olumsuz taraflarını   gözden uzak tutmak mı?  Yeni Vakıflar Kanununu çıkaranlar, 301’i değiştirenler, milli kimlik ile oynayanlar kimden yanadırlar?

Raporun baş kısmında “Türkiye’nin tam üyelik hedefine yaklaştığı” ifadesi gerçekçi değildir. AB müktesebatına  uyum  33 fasılda görüşülürken maalesef üyelik bile garanti değildir.  Bu sadece Türkiye’ye uygulanıyor.

Metne sokulan AB tam üyeliği ile “KKTC’nin attığı yapıcı adımlar” ifadesi son derece isabetsizdir. AB yolunda KKTC’yi adak kurbanı  yapmak büyük bir ihanettir.  Nerede KKTC’nin AB’nin değil de; BM’nin bir sorunu olduğu beyanları…

Sayfa 14’de özelleştirme amacı olarak belirtilen husus ekonomide kamunun ağırlığını azaltmak ise; Türkiye’de bu oran AB ülkelerinin çoğunun altındadır. Programda Halk, Ziraat, Vakıflar Bankalarının özelleştirileceği, şans oyunları, elektrik dağıtımı, petro-kimya sanayii, hava ve deniz ulaşımı, lokomotif ve vagon üretimi, et-balık ürünleri piyasası, şeker-tütün ve çay ürünlerinin işlenmesi, IMKB, altın borsası, otoyol-köprü işletmeciliği,  telekomünikasyon, sağlık, eğitim, savunma, radyo-TV yayıncılığı, doğal gaz piyasası,  kömür ve diğer madenlerin özelleştirilmesi vardır.  TEDAŞ, TEKEL, ELEKTRİK  ÜRETİM AŞ. gibi sektöründe belirleyici kuruluşların özelleştirme ile  yerli ve yabancı yeni yatırımcılara açılması  gibi konuların çoğunda Rusya ve Almanya acaba ne yapıyor?  Programda yer alan “AB içerisinde rekabet baskısı ile baş edebilme”, üretmeyen, üretimi engellenen bir ekonomide konuşulamaz. Verimliliğin ve maliyet yapısının  rekabet edebilir hale getirilmesi de  üretimin ve reel sektörün  desteklenmesine  bağlıdır. Onları ithalatçı olmaya zorlama değil…

Devamını Oku...

20 Eylül 2008 Cumartesi

Sağlıkta Neler Oluyor

Yıllardır sağlıktan yakınır dururuz. Zaman zaman sağlıkta dönen suistimaller  gündemi işgal eder. Bir milletin sağlık sorunu var olduğu müddetçe o milletin kalkınmışlığından bahsetmek mümkün değildir. Çünkü “sağlam kafa sağlam vücutta bulunur.” deyimimiz her zaman günceldir. Ülkemizde birkaç yıl öncesine kadar sağlığa ciddi bir yatırım yapılmamıştı. Zaman zaman hastaneler açılmış,sağlık ocakları yapılmış olsa bile köklü bir yatırım ve revizyona gidilmemişti.

Bu hükümet döneminde sağlıkta ciddi atılımlar yapılmış, bir çok kara delik kapatılmış ise de son dönemlerde yapılan değişiklikleri anlamamız mümkün olamamıştır.

Önceleri hastanelerdeki yığılmaların sebebinin, ayakta tedavi edilebilecek hastalardan kaynaklandığı bilinse bile buna karşılık bir önlem alınmamıştı. Son dönemde bu yoğunluğun azaltılması için tıp merkezlerinin açılması teşvik edilmiştir.Bir taraftan devreye özel hastaneler girerken diğer taraftan da ülke genelinde iki bini aşkın tıp merkezi faaliyete geçmiştir. Bu suretle halkımız günlerce kuyruklarda beklemek ve kendi verdiği vergilerle maaşını alan sağlık personeli tarafından horlanmaktan kurtulmuştur. Rekabetin devreye girmesi ile devlet hastaneleri ve dispanserleri de kendilerini yenilemek zorunda kalmışlar, yapılan yatırımlarla bir çok devlet hastanesi modern sağlık merkezlerine dönüştürülmüştür. Hizmet kalitesi artmış, sağlıkta devrim niteliğinde atılımlar gerçekleştirilmiştir.

Son zamanlarda bu güzel hizmetlere gölge düşmüştür. Sağlık bakanlığı Tıp merkezlerini kapatmayı kafasına koymuş, bu merkezlerin hizmet dışı kalması için devamlı yönetmelik değişikliğine gitmiştir. Her ne kadar suistimaller özel tıp merkezlerinin üzerine yıkılmaya çalışılmışsa da gerçek bu değildir. Tabiiki Tıp merkezlerinin tümünü sütten çıkmış ak kaşık olarak göremeyiz. Suistimal yapanlar tabii ki vardır. Fakat bunların boyutları hastaneler kadar değildir. Kadına prostat ameliyatı, erkeğe doğum işlemi, bebeğe bir günde iki bin civarında iğne Tıp merkezlerinde yapılmamıştır.

Büyük bir boşluğu dolduran Tıp merkezlerini devre dışı bırakmak sağlıkta yeni bir kaosun oluşmasına sebep olacaktır. Her ne kadar büyük yatırım yapan büyük hastane zinciri sahibi patronlar tıp merkezlerinin kapanmasını istiyorlarsa da bu istek ülke menfaatine bir istek değildir. Bu istek tamamen acımasız liberal ekonominin acımasız patronlarının daha çok kazanma hırslarının mahsulüdür.

Özel sektörün bu istekleri hükümetçe uygulanmaya başladığında Ülkede yapılan güzel işlerin tamamen çirkinliklere dönüşeceği aşikardır.

Son zamanlarda yapılan yönetmelik değişiklikleri ile özel sektörde tedavi ücretleri alabildiğine kısılmıştır. Muayenehanelerde 100 milyonun üzerinde seyreden muayene ücreti Özel tıp merkezlerinde 15 milyona düşürülmüştür. Vatandaştan alınan 4.5 milyon katkı payı ile de toplam bedel 19.5 milyonu geçmemektedir.Bu rakam sağlıkta çok komik bir rakamdır.
Bu rakamla kaliteli, modern ve hijyenik bir hizmet verilmesi mümkün değildir. Doktorlarımız emeklerinin bu kadar dibe vurdurulmasından mutlu değildir. Nüfusunun %80 nini sağlık güvencesine sahip insanların teşkil ettiği şehrimizde Özel Tıp merkezlerinin sağlık kurumları ile sözleşmelerini fesh etmesi de mümkün değildir.

Bu durumda sistemin zarar görmemesi için sağlık Bakanlığının fikirlerini yeniden gözden geçirmesi acilen şarttır. Özel Tıp merkezleri desteklenmelidir. İki binin üzerindeki tıp merkezlerinin evrakları ile meşgul olmamak için bunları kapatmanın bir anlamı yoktur. Bu Özel hastane patronlarının işine yararsa da eskiden olduğu gibi  vatandaşın çile çekmesine sebep olur.

Halkımız gelecekte karşılaşacağı sıkıntının farkında değildir. Sağlık güvencesi olan halkımız gelişmeleri yakından takip etmelidir. Siyaset yapanlar bu konuda uyanık olmalıdırlar. Bu durum böyle giderse büyük bir fırtınalar kopacaktır. Halkımız mağdur olacaktır.

Yargıtay’ın reddettiği paket program uygulaması yerine acilen yeni bir sistem konmalı, devletin Özel Tıp merkezlerine ödeyeceği vaka başı ödeme artırılmalıdır. Özel Tıp merkezlerinin doktor alarak kadrolarını genişletmelerine acilen imkan sağlanmalıdır.

Tıp merkezlerinin binaları ile alakalı yaptırımlar yeniden düzenlenmelidir.

Sonuç olarak:

Özel Tıp merkezleri halkımızın sağlıkta  sıkıntısız hizmet alma noktalarıdır.Rekabet yönünden tercih imkanı bulduğu sağlık kurumlarıdır. Kaliteli hizmeti ucuza temin ettiği yerlerdir.

Kızılay İzmit Özel Tıp merkezi ise bu saydığım üstünlüklerin doruğa çıktığı ayakta tedavi kurumudur. Şehrimizin medar-ı iftiharı, emsallerinin içinde bir numaralı sağlık kurumudur.

Bu kurumların yaşatılması ve çoğaltılması şarttır.

Devamını Oku...

19 Eylül 2008 Cuma

Dönüşüm

Milletimizin bir asır önceki durumuna baktığımız zaman, o dönemde ülkemize gelen seyyahların yazdığı eserlerde de vurgulandığı üzere, imparatorluk son dönemlerini yaşasa da imparatorluk ruhu diye tabir edebileceğimiz gurur, vatanına olan bağlılık ve ne kadar zor şartlarda olunursa olunsun almadan ziyade vermeye çalışma gibi özelliklerin var olduğunu görmekteyiz.

Yine geçen yüzyılda ülkemiz varolma savaşı verdiği için o dönemin gençliğinin üzerinde durduğu en önemli konu da “bu ülkenin nasıl kurtarılacağına” dair fikir üretmektir.

Ancak 1960’lı yıllardan itibaren ülkemize yapılan dış kaynaklı maddi yardımlar ile tarihte IV. Murat’ın “yardım almaya alışan emir almaya alışır” sözü ile ifade ettiği gibi ülke geleceği dışarıdan gelen emirlere göre şekillenmeye başlamıştır.

Neticede milletimizde geçmişte varolan imparatorluk ruhu maalesef 1960’lardan itibaren gittikçe azalmış 1980’lere gelindiğinde ise dönemin meşhur lafı olan “benim memurum işini bilir” cümlesinin işaret ettiği gibi milleti yozlaştırmaya yönelik politikalarla tamamen kırılma noktasına varmıştır.

1980 darbesi ise o dönemden sonra yetişen gençlerde ülke geleceğine dair fikir üretme ya da siyasete yönelik ilgiyi azaltmış neticede gençlik “biz”den ziyade “ben” düsturu ile yetişmiştir. Dolayısıyla gençler için vatanın ilerlemesine dair ideallerden çok “nasıl kısa yoldan zengin olurum” gibi idealler ön plana geçmiştir.

1990’lara baktığımızda ülkemizde kitle iletişim araçlarının kullanımının arttığı görülür. Bunun sonucunda özellikle televizyon alanında tek kanaldan özel kanallara geçişin başlaması, toplumu etkileyip dönüştürmede televizyon programlarının bir numaraya yerleşmesini sağlamıştır.

1990’ların ortalarından itibaren bilhassa bayanlara yönelik sabah programları ile önceleri Ramazan aylarına mahsus yapılan sadaka programları daha sonra her güne yayılmış, “iste bacım, yetiş bacım” gibi sloganlarla halk hazır yemeğe, dolayısıyla sadaka kültürüne alıştırılmıştır.

Netice itibariyle sadaka kültürüne alışan halk artık bir çuval kömürle ülke geleceğini belirleyecek hale gelmiştir. Bu durum halkın önemli konularda tavır koymasını engelleyerek doğru karar verme yetisini yıpratmıştır.

2000’li yılları yaşadığımız şu dönemde milletimizin ahvaline bakıldığında toplum dönüşümünün tamamlandığı görülmektedir. Zira ülke geleceğinin hayati konuları olan Kıbrıs, Ermeni sorunu, Irak ve terör meselelerinde milletimiz duyarsızlaşmış, tabiri caizse ülke elden gitse kimsenin kılı kıpırdamaz olmuştur.

Değerli okuyucular, açıkça görüldüğü üzere milletimize yapılan gerek iç gerekse dış kaynaklı maddi yardımların neticesi olan emirlere itaat ve teslimiyet politikası günümüzde son noktasına varmıştır. İşin vahim kısmı odur ki, her ne kadar geçmişte aynı şartlar altında milletimiz düşmana atılan ilk kurşunla toparlanma sürecine girmişse de bu noktadan sonra günümüz toplumunu toparlamaya kanaatimce düşmana atılan makineliler bile yetmeyecektir!

İyi haftalar!...  

Devamını Oku...

18 Eylül 2008 Perşembe

İnananlar Temiz Olmalı

Başbakan R.Tayyip Erdoğan ile medya ve ticaret devi Aydın Doğan arasındaki sürmekte olan söz dalaşı hakkında taraf olmadan da bir şeyler söylemek mümkün.

Doğan grubunun sahip olduğu medya gücünü önemli işleri bitirmek için kullandığı, bunu bundan önceki hükümetler nezdinde de, mevcut hükümete karşı da kullandığı herkesin malumu. Sadece Petrol Ofisi örneği bile, Aydın Doğan’ın haksız rekabet yaratan bu güç kullanımının ekonomik boyutunu anlamak için yeterli olsa gerektir.

Doğan Grubunun Almanya’da gazete tesislerinin açılışında gerçekleşen gizli toplantıdan sonra, Ecevit Başkanlığındaki DSP-MHP-ANAP iktidarının yıkılmasında nasıl etkili olduğunu hatırlamak, kullanılan gücün siyasi boyutlarını da kavramamıza yardımcı olacaktır.

(Toplantıda alınan kararlara göre İ. Cem, K.Derviş, H.Özkan hareketi ile DSP bölünecek, bu hareket ile Mesut Yılmaz/ANAP, Tansu Çiller/DYP ortaklığı ile AB hükümeti adı verilen koalisyon kurulacaktı. Zamansız yapılmak zorunda kalınan erken seçimde ve AKP’nin tek başına iktidar oluşunda Doğan Grubunun bu katkısı inkâr edilemez.)

Ancak şu mübarek Ramazan günlerinde beni asıl ilgilendiren Aydın Doğan’ın Hilton arazisinde imar değişikliği yaptırarak elde etmeye çalıştığı iki üç milyar dolarlık rant veya Ceyhan’da rafineri kurma izni ile kazanacağı servet değil.

Gerçekten gerek Başbakanın ve AKP’nin ve gerekse de “Deniz Feneri Derneği” yetkililerinin herhangi bir usulsüzlük ve yolsuzluğa bulaşmamış olması samimi temennimizdir. Çünkü dindar kimliğini ön plana çıkaran kişi ve kurumların temiz olmaması, dindar insanlara olan güvenin sarsılmasına sebep olurken, aynı zamanda dinin insanları günah ve kötülüklerden koruyacağına olan inancı da sarsmaktadır.

Türkiye’de çok sayıda kişi ve kurum sırf Allah rızası için “iyilik hareketleri” içinde olmakta, tamamen karşılıksız hayır faaliyetleri gerçekleştirmektedir. Siyasetin içinde yer alan insanlarımızın içinde de gerçekten temiz ve sadece hizmet etme arzusuyla çalışanlar da vardır. Son olaylar bu temiz insanlarımıza da şüpheyle yaklaşılmasına sebep olmaktadır.

Doğan grubu ile ağız dalaşına giren, Başbakan ve yandaş medyanın üslubu ve tavrı “tencere dibin kara” tarzındadır. İslami kesimin saygın yazarlarından Ahmet Taşgetiren’in “sevgili dostları”na yaptığı samimi uyarısında ifade ettiği gibi, bize yolsuzluk isnat ediyorsunuz ama siz de şurada yolsuzluk yaptınız’ türünden bir savunma aklanma getirmiyor.”

“Ortaya atılan yolsuzluk iddialarının doğru cevaplanması ve bu işten herkesin alnının akı ile çıkması ya da suçluların varsa ayıklanması gerekiyor.”

Ahmet Taşgetiren’in bu kapsamda aydınlatılmasını istediği sorulardan biri bana çok ilginç geldi: “Fakir - fukara için toplanan paralar, şahsi veya gayrı şahsi anlamda - yani dava aynı dava mantığıyla başka alanlara transfer edildi mi?”

Çünkü bu kesimde benim gözlemlediğim, suça/günaha bulaşan insanların kendilerini en kolay aldattığı gerekçe budur. “Bu aldığım yardım/rüşvet/komisyon asla benim boğazımdan geçmeyecek. Bunu seçimde/ İslami Holdingde/ İslami TV’de kullanacağım” tarzı savunmalarla İslam’ı kullanarak (Allah ile aldatarak), kendilerine haramı mubah gösterenleri biliyoruz. Bu yoldan harama alışanların, gayrı meşru gelirleri şahsi menfaatlerine yöneltmeleri de kolay oluyor.

Bu kesimi çok iyi tanıyan Taşgetiren’in sorusunu sorarken, benim gibi, içi yanarak ancak birçok tecrübesinin ışığında sorduğunu sanıyorum.

İslami Holding” tecrübelerinde, “İhlâs Holding/TGRT” macerasında temiz ve dindar insanlarımızın “İslam’a hizmet, Müslüman’ca yaşamak” gibi maksatlarla yaptığı samimi yardımların nasıl istismar edildiğini biliyoruz.

Deniz Feneri ve Kanal 7 ilişkisinde böyle bir bağlantı çıkarsa, “ucu nereye varırsa varsın” başta hükümet ve yargı olmak üzere herkes, olayın tam olarak aydınlatılması için, üzerine düşen görevi yapmalıdır.

Buna ilaveten A. Taşgetiren’in dikkat çektiği diğer bir olay da önemli: “Sevgili dostlar, TV5 ile CNN Türk arasındaki pazarlık canımı sıkıyor. Hayır, onu da Doğan grubunun alıyor olmasından değil, TV5'in nasıl kurulduğu, bu satış noktasına nasıl gelindiği ve satıştan gelen paranın ne olacağı açısından...”

Pazarlık sonuçlandı ve Necmettin Erbakan’ın, “Teşbihte hata olmaz, Hz. Hamza nasıl tek başına batıla karşı mücadele etmişse TV5’te aynı şekilde mücadele etmektedir” dediği TV kanalının karasal yayın hakkı, Doğan Medya Grubu şirketlerinden CNN Türk’e 12 milyon dolara satıldı.

Deniz Feneri ve Kanal 7 davasında Ak Parti’nin ve Başbakan Erdoğan’ın, TV 5 satışında ise Saadet Partisi ve Erbakan’ın vicdanları rahatlatması, tartışmaların siyasi boyutlarından daha da önemli bir gerekliliktir. Çünkü ben de “insanların kişisel sapmaları varsa, bunun İslam üzerinden meşrulaştırılmasını kabul etmiyorum. Bunun İslam'a büyük bedel ödettiğine inanıyorum.”

 

Devamını Oku...

Teröre Bir Bakış–2

Doğulu olmak…
Teröre bir bakış yazımızın ilkinde genel bir anlatımla terörü ele almıştık. Yazının bu devam kısmında ise terörün doğduğu ve en çok uygulandığı topraklardaki yaşamı, insanları ele almaya çalışacağım. Öncelikle şunu belirtmek isterim ki, bu yazıda yazdıklarım sadece bir bakış açısı, bir yorumdur. Amacım; Doğu’daki yaşamın tarihine inmek, insanların yaşam biçimlerinin oluşma şartlarını incelemek ve terörün bu yaşam şartları ve biçiminden nasıl faydalandığını bir nebze ortaya koyabilmektir.   

Doğulu musunuz? O zaman töre denilen mutlak itaat kanununa tabisiniz. Töre ile kastım; gelenekler ve kültürler değil, insanların yaşamını kontrol eden ve yönlendiren yazılmamış kanunlardır. Bu katı kanunlar, uygulayanları ve uygulananları aynı derecede kontrol eder… Her sohbetinizde bir parça onların yaşamını hissedersiniz. Oradaki yaşam şartlarından bahsederlerken bir tutam ezilirsiniz sizde. Elinizde değildir...

10–15 yıl öncesine kadar…
Sabah olmuştur... Çekilmez boyutlarda çileli bir yaşamın bir gününe daha başlamak üzeresinizdir. Ama önce kahvaltı edeceksiniz. Elinizi yüzünüzü yıkamanız gerek. Boş yere su akan musluklar aramayın. Birkaç yüz metre ilerideki, köyün ortasında bulunan çeşmeye gitmelisiniz. Hazır gitmişken şu otuz litrelik bidonu da doldurmak fena olmaz hani... Ama bir tuhaflık vardır. Her güne böyle çile ile başladığınız halde yüzünüzde bir tebessüm vardır. Asırlardır böyle yaşamışsınızdır ve yaşadığınızın bir çile olduğunun farkında bile değilsinizdir… Hatta orada dünyaya gelmek için bile nice çilelere göğüs germek zorunda kalırsınız. Öncelikle aylarca birkaç metrelik karlar altında kalan kapalı yollarda, annenizin karnında, fedakâr insanların yorgunluktan ölürcesine çektiği bir kızak üzerinde yol almak zorundasınız. Ebeye ulaşabilmek ya da onun size ulaşması bir şanstan öte, çok büyük bir lütuftur sizin için. Bir aksilik durumunda sizin ve annenizin yaşamını kurtarabilecek hiçbir tıbbi imkân da yoktur. İşte doğarken bile böyle bir zulümle merhaba dersiniz dünyaya… Daha doğmak üzere olan körpecik bir bebekken, yaşamın en sert yüzüyle karşılarsınız…

Sonra büyümeye başlarsınız. Aklınıza gelebilecek birçok imkândan yoksunsunuzdur… İlk öğrendiğiniz şey; size ait olmayan tarlalarda fedakârca çalışmaktır. Tıpkı diğer köylüler gibi… Ahırdan bozma bir okulunuz varsa şanslısınızdır… Eğer teröristler tarafından katledilmemişse, bir de öğretmeniniz varsa bunu bir yaşam mucizesi sanırsınız… Çünkü devlet diye bir şey duymuşsanız, öğretmeniniz devletin elinizi tutan en yakın elidir… Ömrünüz boyunca bir doktor görebilmişseniz, kendinizi o kadar çok özel hissedersiniz ki… Devletten o kadar yoksun ve uzak bırakılmışsınızdır ki, çoğu zaman devletin ne olduğunu bilmezsiniz bile... Ve bilmediğiniz, tanımadığınız her şeyden korktuğunuz gibi, devletten de korkarsınız… Asıl acı olan devlet de sizi bilmemektedir…

Büyürsünüz, yaşamınız sizin değildir. Sevdiğinizle evlenemezsiniz… Özgürce konuşamaz, düşünemezsiniz… Birey olamazsınız… Töre denilen ve yaşamınızı doğumdan ölüme kadar yöneten bir kanunla yaşamak zorundasınızdır… Bu mutlak itaat kanununu yönetenlerin ağalar ve uygulayanların aşiret sistemi olduğunu bilmektesinizdir. Kaybedeceğiniz, canınızdan başka sahip olduğunuz bir şeyiniz de yoktur… Bu sistemde yaşayabilmek için tek şansınız vardır. O da kalabalık olmak… Ne kadar kalabalık bir aileyseniz bu şartlarda yaşama karşı savaşmak o kadar kolaylaşmaktadır. Gerçi çok sonradan, sizin yaşamınızdan bihaber olan entelektüellerin, sizi doğum kontrolünü bilmeyen cahil insanlar olarak tartışmaları ne acıdır… Acı olan entelektüellerin düştüğü durumdur. Siz sadece hayatta kalmaya çalışıyordunuz oysa… Rahmetli Kemal Sunal’ın, bizlerin komedi sandığı ama aslında son derece derin olan sosyolojik filmlerinde gördüğümüz gibi, sadece ağanın malısınızdır… Camideki hocanız bile fetvalarını ağaya ve töreye göre verir… Yani, önce töreye aitsinizdir, sonra Allah’a… Aslında ağalarınız da sizin gibi bir kurbandır sadece… Töre onları da yönetir, her verdikleri kararda onlarında yürekleri sızlar… Türküleriniz yaşanmış zulümlerle, sonu infazlarla biten ayrılıklarla doludur… Cildiniz yanıktır, sevdalarınız da… Ve tüm bunları normal bir hayat bilerek yaşarsınız… Dünyadan, devletten, hukuktan, birey olmanın gücünden haberiniz bile yoktur…

Şimdi sorabilirsiniz… Devlet güçlümüdür? Evet güçlüdür… Peki, neden devleti yönetenler doğuyu kaderine terk etti? Hazırsanız fantastik ve kaotik yolculuğumuza başlıyoruz…

Osmanlı döneminden beri ülkemizin doğusu ağalık ve aşiret sistemiyle yönetilmekte… Bu sistemin yazılı olmayan kanununun adı ise töre… Cumhuriyet döneminde de bu sistem devam ettirilmiş, sadece Gazi Mustafa KEMAL döneminde sistem ortadan kaldırılmaya çalışılmış, oluşan onlarca isyan neticesinde başarılı olunamamıştır. Bu isyanları elbette oradaki yaşamları köleleştirilmiş insanlar çıkarmamıştır... Sonraki dönemlerde ise ülkemizi yönetenler buna hiç yeltenmemiştir. Zira işlerine gelmiştir. Osmanlı’dan kalan hastalık nüksetmiş ve insanları ağalar aracılığıyla yönetme sistemi daha da kökleşmiştir… Zamanla öyle bir hale gelmiştir ki, devlet o bölgeye yatırımını bile ağalar aracılığıyla yapar olmuştur… Ağalar ve aşiretler o kadar çok güçlenmişlerdir ki, orada adeta devletleşmişlerdir. Oy peşinde olan siyasetçileri düşünün… Halkla görüşmelerine gerek yoktur o bölgede… Tüm pazarlıklar ağalarla ve aşiretleriyle yapılır… Zaten hiç kimse onların dediğinin dışında birine oy veremez… Bu al gülüm ver gülüm ilişkisinde geçirilen onlarca yıldan ve yaşamları heba edilen nice nesillerden sonra, bu habis ilişkinin yarattığı zafiyetlerin, lanet olası terörün çıkış noktası ve beslenme kaynağı olduğunu anlamak ne kadar acı… Neden mi? Terörü oluşturanların bölge halkına ilk vaatleri bunu açıkça ortaya koyar; “Sizi bu ağaların elinden kurtaracağız, töre denen zulmü yıkacağız, özgür olacaksınız…” Devletin, gerçek hukukun, insan olmanın değerinin ne olduğunun farkında olmayan, nesilleri zulümlerle yaşamış, birey olma hakları olmayan, sevdikleri başkalarıyla evlendirilmiş, canlarından başka dünyada kaybedecekleri bir şey olmayan bir bölge dolusu insan… Siz bir terör örgütü kurmuş olsanız ve yoğun insan gücüne ihtiyacınız olsa, bundan daha mükemmel bir ortam daha isteyebilir miydiniz? Terör örgütünün siyasi kolu olan bölücü partilerin çıkış noktası da budur… Bölge insanının bu yaşamını evirip, çevirip hamur yapmışlar ve ortaya kürt sorunu dedikleri bir format hazırlamışlar… Ana dil + demokrasi + özgürlük + kimlik + özerklik diye özetlemişler… Oysa doğulu insanlarımızın, insan olmak ve insan gibi yaşamaktan başka bir istediği yoktu ki… Onların ezilmişliği eskiden kullanılıyordu, 30 yıldır da terör örgütü ve siyasi kolu tarafından kullanılıyor…

90’lı yıllar…
90’lı yıllardan itibaren özellikle şehirlileşme, kitle iletişim araçlarının ve teknolojinin gelişmesi ile birlikte bölge insanlarında bilinçlenme ve değişim olduğunu görmekteyiz. Bu değişim de bölgeden göç eden insanların da etkisi olduğunu da belirtmek gerekir. 90’lı yılların özellikle ikinci yarısından itibaren, sivil toplum kuruluşlarının oluşması gelişimi tetiklemiştir. Yazımda anlattığım yokluk yaşamının o bölgedeki her insanı kapsadığını söylemem mümkün değil… Kent yaşamıyla, kırsal yaşam ince bir çizgiyle ayrılmıştır. Haberlerde o bölgeyi iki şekilde görürsünüz hep… Ya doğum yapacak bir kadın kızakla çekiliyordur, ya da aşiret düğünlerinde kilolarla altın takılıyordur…  Doğunun hep iki yüzü olmuştur… Ya efendisiniz ya da köle… Ortası yoktur… Oysa yaşamı yaşanılır kılan her şeyin ortası değil midir? Ben Karadenizliyim… Doğuyu yaşamadım ama doğunun yokluklarını yaşadım… Tek bir farkla… Delicesine bir özgürlükle yaşadım yoklukları… Ne bir efendim oldu, ne de bir kölem… Ülkemde devletimden, yüreğimde Allah’tan başka bir güç bilmedim… Benim bahsettiğim özgürlük, bazı habis oluşumların hedeflediği özgürlük değil elbette… İnsan olmanın özgürlüğü… Yokluklara dimdik durabilme özgürlüğü… Birey olma özgürlüğü… Âşık olma özgürlüğü… Hayal kurma özgürlüğü… İnsanı geliştiren, ilerleten, imkânsızlıkları aşmasını sağlayan en önemli donanımıdır hayal kurmak… Oysa doğuda o bile elinizden alınmıştır yüzyıllar önce… Hayal kuramazsınız…

Şimdi ekranlarda, gazetelerde her ortamda bir şeyler söylüyorlar… Kimler mi? Entellerimiz. Efendim terör örgütü bu kadar desteği nasıl buldu? Vs. Onlara bir sorum olacak; Bakınız beyefendiler, ömrünüz de bir gün doğulu oldunuz mu?
Terör örgütünün içinde caniler ve özel yetiştirilmiş teröristler var tabiî ki. Ama birçok terör militanının dağa çıkma nedenini gerçekten biliyor muyuz? Sevdiği kız elini tutu diye katledildiği için terör örgütüne katılan gençlerin sayısı nedir acaba? Ya da sırf birey olabilmek amacıyla yolunu kaybedip terörist olan kaç kişidir? Ya kandırılan? Ya katıldığı örgütün bir terör örgütü olduğunu bile bilmeyenlerin? Ya zorla kaçırılan? Ya katılması emredilen?

Ülkemizde terörle mücadele eden bir silahlı kuvvetlerimiz var, bir de bölge halkı… Ve tüm bedeli de askerimiz, bölge insanımız ödüyor… Ve onlarla birlikte bizler ödüyoruz… Peki, asıl mücadele etmesi gereken siyasiler 30 yıldır ne iş yaparlar? Boş nutuklar atmaktan ve hatta terörü kullanmaktan başka ne yaptılar? Bir şeyler yaptılar elbet seslerini duyar gibiyim… Tamam, o zaman hadi yapın… Söylediklerinizle değil, yaptıklarınızla güçlü olduğunuzu gösterin… Ağalık sistemini yıkın… Toprak reformunu gerçekleştirin… Herkesi birey yapın… Batıdaki yaşam özgürlüğünü oraya da taşıyın… Töre kanunlarını kaldırın insanların yaşamından, insanlar vicdanlarıyla yaşasın sadece… Devletle bölge insanının arasına girmiş olan tüm yapıları yıkın… Bunları söylemek elbette kolay… Peki, yapmak? Kabul ediyorum, çok zor… Neden mi?

Yüzyılların oluşturduğu bu yapıyı ortadan kaldırmak ve yerine başka bir yapıyı entegre etmek hem zor, hem de tehlikeli bir süreç. Hasta bünyeye ağır dozda ilaç vermeye benzer bir anlamda… Bünyeyi iyileştireceğine büsbütün çökertme ihtimali yüksektir. O halde geriye tek çözüm kalıyor… Ortadan kaldıramadığınız bu yapının dönüşmesini sağlamak, daha risksiz bir mümkünlük görünüyor. Açacak olursak; sistemin kötü yönlerini etkisiz kılacak şekilde, yavaş ve boşlukları dolduracak olan değişimlerin sağlanması diyebiliriz… Bölge ve bölge insanında 90’lı yıllardan itibaren doğal değişimler olduğundan bahsetmiştim. Bu değişimler sosyal, ekonomik, kültürel, psikolojik ve eğitimsel değişimlerle güçlendirilirse, bölgenin ve bölge insanlarının kaderinin de değişmesi sadece zaman meselesi olacaktır. Ülkemizin siyasetçilerine, bilim adamlarına, aydınlarına, sivil toplum kuruluşlarına düşen görev ise; bir yandan teröristle birebir mücadele eden, diğer yandan özellikle sosyal alanda değişimleri sağlamaya çalışan ordumuzun omuzlarındaki yüklerin hafifletilmesidir. Yani, ordumuz sadece teröristle mücadeleye odaklanabilmelidir. Bölgedeki değişimler doğru yönetilmezse, değişimlerin kontrolü bugünlerde iyice küstahlaşan habis oluşumların eline geçecektir. Ve bu yeni durum terörden daha yıkıcı ve can yakıcı olacaktır… Bu habis siyasi oluşumun bugünlerde bölgedeki değişimlerin kontrolünü ellerine geçirmek için bir savaş verdiği de aşikârdır…

TEHLİKE…

Değişimler kaçınılmaz… Dünya değişiyor… İnsanlar değişiyor… Birey ve devlet olarak, ya değişimleri kendi haline bırakıp, başka güçlerin şekillendirmesine göz yumup, oluşacak tüm sonuçların bedelini ödeyeceksiniz… Ya da değişimleri ihtiyaçlara göre, kontrollü ve doğru planlamalarla gerçekleştirip, değişimlerin oluşabilecek kötü tesirlerini bertaraf etmiş olacaksınız...
Terör de her şey gibi değişiyor… Ama bu değişim sanıldığı gibi doğal değil… Çok uzun süreli bir planın son aşamasıyla karşı karşıyayız… Durumu daha iyi anlatabilmek adına terörün aşamalarını maddeler halinde sunmak istiyorum…

İlk aşama;
1-Bölgenin yaşam koşullarının kullanarak terör örgütünün kurulması…
2-Bu terör örgütü ile yoğun bir şekilde kanlı eylemler düzenlenerek, bölgenin ülkenin geri kalanından soyutlanması…
3-Devlet ile silahlı mücadeleye girilerek, hem devletin siyasi, ekonomik ve sosyal olarak yıpratılması, hem de bölge insanları ile devlet arasında duvar oluşturulması…
4-Yoğun kanlı ve şiddetli saldırılarla hem bölgenin, hem ülkenin, hem de devletin bıkkınlaştırılması…
5-Silahlı eylemler devam ettirilirken bir yandan özellikle de Avrupa’da meşrulaşmaya çalışılması…
6-Terörün finansmanı için ülkemizde kaçakçılık, uyuşturucu ticareti, haraç vs. onlarca ek suç örgütü kurulması… Yurt dışında ise bu suç örgütlerine ek olarak kurumsallaşmaya çalışılması… Lobi oluşturulması…

İkinci aşama da;
1-Bölgenin ötekileştirilmesi, ülkenin geri kalanından farklılaştırılması…
2-Ayrı bir millet yaratılmaya çalışılması… Bunun için yeni bir tarih, kültür icat edilmesi…
3-Tüm batıda propagandası yapılıp, batı desteğinin sağlanacağı “Kürt sorunu” kavramının icat edilmesi…
4-Bu unsurlara ek olarak, bölge insanının yaşam şartları da kullanılarak siyasi bir zemin oluşturulması…
5-Terör kaynaklı bu siyasi yapının Avrupa tarafından desteklenmesinin sağlanması…
6-Bu siyasi yapının devlete karşı güçlü durması için terör örgütünün bir koz olarak kullanılması…
7-Özellikle Avrupa desteği ile ülke siyasi sistemine yerleşilmesi ve bölge için özerkliğin kapılarının zorlanması, bu sürecin de aynı zamanda kanlı terörle desteklenmesi…

Nihai son amacı;
Türkiye’den özerk ve federe bir şekilde ayrılıp, kuzey Irak’la birleşerek, Kürdistan devletinin kurulması…

Not: Avrupa’nın ülkemizdeki terör ve onun siyası koluyla olan ilişkileri tabiî ki sebepsiz değildir. Ülkemizi Kıbrıs ve Ermeni sorunu ile sıkıştırarak isteklerini kabul ettirmeye çalışan Avrupa’nın, Terör’ü, planlandığı gibi Kürt sorununa dönüştürerek, ülkemizi iyice kıskaca ve baskı altına almaya çalıştığı ortadadır.
“ÜLKEMİZDE YUMUŞAK KARINLAR OLUŞTURARAK, ONLAR ÜZERİNDEN VURMAK, AVRUPA’NIN 250 YILLIK, DEĞİŞMEZ SİYASETİDİR.”

Evet,
Evet, ben Karadenizliyim… Bir anlığına doğulu oldum derinliğim de… Tabiî ki doğulu olmayı tamamen yansıttığımı düşünmüyorum… Sadece biraz farklı bakmaya çalıştım. Yazımın uzamaması adına birçok unsuru da yazamamak durumunda kaldım. Ama bu konuları(töre gibi) ileriki yazılarımda kısım kısım ele alacağımı da belirtmek isterim. Yazıma burada son verirken,  Terörle onlarca yıl tek başına mücadele etmek zorunda kalan ve hatta çoğu zaman siyasilerin yapmak zorunda olduğu sosyal mücadeleyi de gerçekleştirmeye çalışan, arkasına baktığında milletten başkasını bulamayan fedakâr askerlerimize Allah’tan sabır ve güç diliyorum… Ve doğunun cefakâr insanları; terörün en acı yüzünü sizler yaşadınız… Allah’tan dilerim ki, inşallah bu terör bir gün biter ve yaşamınız tüm acılarınızdan arınır…

Bir sonraki yazıda buluşmak üzere; Sağlıcakla kalınız efendim…

“TERÖR UYGULAYARAK HİÇBİR ÜLKEYİ VE MİLLETİ BÖLEMEZSİNİZ… BİR ÜLKEYİ BÖLMENİN YOLU, MİLLETİ YÜREKLERİN DE, BEYİNLERİNDE VE YAŞAMLARINDA BÖLMEKTEN GEÇER. BUNU GERÇEKLEŞTİRECEK UNSUR İSE BÖLÜCÜ SİYASETTİR. TERÖR, BU BÖLÜCÜ SİYASETİN BİR ARACIDIR SADECE...”

“BU TOPRAKLARDA BÖLÜCÜ SİYASET, TERÖR OLDUĞU İÇİN DOĞMADI… BÖLÜCÜ SİYASETİN VE NİHAİ AMACIN GERÇEKLEŞMESİ İÇİN TERÖR YARATILDI…”

Devamını Oku...

16 Eylül 2008 Salı

Kirli Çamaşırlar ve Milli Maç

Bir tarafta Ramazan’ın manevi havasını teneffüs etmekle uğraşan, Ramazan’ın faziletlerinden istifade etmek isteyen geniş halk kitleleri; diğer tarafta bu manevi havayı zedeleyen, çirkinleştiren Aydın Doğan-Recep Tayyip Erdoğan polemiği ve çekişmesi… Karşılıklı ortaya dökülen kirli çamaşırlar… Son aylarda Ergenekon konusuyla gereğinden fazla meşgul edildiğimiz için bazı gerçekleri göremiyoruz. Belki görmemize de fırsat verilmiyor.

Eş, dost ve yakınların devlet imkânlarından nasıl faydalandırıldığını, tepeye vuran yolsuzlukları bazılarımız fark edemiyor. Aslında toplum öyle uyuşturulmuş ve dikkati dağıtılmış ki; bırakın tavizleri ve yolsuzlukları, dışarıda bayrak değişse belki de farkına varamayacak. İnsanların merhamet duygularının ve yardımların nasıl istismar edildiği ve nerelere kullanıldığı bir bir ortaya çıkıyor. Almanya’dan rahatsız edici kokular geliyor. Oradan gönderilen paraların alındığı anlaşılıyor. Bunlar, İslâm’ın faziletini kavramak ve yakalamakla uğraşan genç nesilleri üzüyor ve hayal kırıklığına uğratıyor. Buna herhalde kimsenin hakkı yok. Üstelik İslâm ve muhafazakârlık görüntüsü altında…

Bir tarafta malum iç çekişmeler, diğer tarafta neredeyse hemen hemen her gün binlerce insanın iştirakiyle kaldırılan şehit cenazeleri… Para çarpma yolundaki zekâ ve gayretleri terörle mücadele yolunda göstermiş olsaydık; çok mesafe alırdık. Biz, tersini yaptık. Terörle mücadelede yasaları kuşa çevirdik. Yasal boşluklar yarattık. Topluma uymayan yapay yasalar çıkardık. Dışarıdan aferinler aldık. Çok geç ama, şimdi herhalde fark ettik ki; Sayın Adalet Bakanı terörle mücadeleyi sekteye uğratan yasaların incelenmesi için bir komisyon kurdurdu. Ülkeyi yönetenler, her ne kadar hürriyetleri güvenliğe, güvenliği de hürriyetlere tercih etmedik deseler de; Adalet Bakanı’nın kurdurduğu bu komisyon biraz da dış etkilerle güvenliğin ikinci plâna atıldığını gösteriyor. Keşke bu noktalara gelmeseydik. Terörü yanlışlarımızla bu kadar tırmandırmasaydık.

Ermenistan’la oynadığımız milli futbol maçı, bazı gerçekleri bize gösterdi. Her konuda Türkiye ile kavgalı, dışarının sesi olmuş bazı sözde aydın ve gazeteci takımı nerdeyse Hrant Dink’in cenazesinde olduğu gibi; “Biz de Ermeniyiz” diye bağıracaklardı. Erivan’da neredeyse Taşnakçıların gösterilerine katılacaklardı. Türkiye’nin diplomatik ilişkileri bulunmayan Ermenistan’la maç yapması dahi bir iyi niyet gösterisidir. Aynı durum, daha önce Güney Kıbrıs Rum Kesimi ile söz konusu olmuş ve futbol takımlarımız bu maçlara çıkmışlardı. Ancak, Cumhurbaşkanlığı seviyesinde maç davetine icabet etmek, ne ölçüde doğru olmuştur? Bunu hep beraber göreceğiz ve yaşayacağız. Ancak, yanılan biz olmayacağız. Ermeni politikacılar ve aydınlar, bizim bazılarına göre çok daha ciddi ve idealisttir. Bizim bazı teslimiyetçi ve küreselci sözde aydın ve yazar çizer takımı Sayın Cumhurbaşkanı’na sözde soykırım anıtına ziyareti bile tavsiye etmiştir. Efendim, soykırım anıtının lambaları söndürülmüşmüş. Derhal sınır kapıları açılmalıymış. Oysa, Türk kimliğini taşıdıklarını ifade eden iki futbol takımımızın yetkilileri Erivan’da stadın önünde bunlardan çok farklı konuştular. Doğru, ciddi ve şerefli bir tavır sergilediler. Bunlar Ermeni vatandaşlarımızdı. Ama, ismen Türk olanlardan daha Türktüler. Onlar, Türk Ermenisi olduklarını ifade ettiler. Tabii ki, Türkiye kazansın dediler. Sözde bazıları ise; tarafsızlığı oynayıp iki takıma da başarılar dilediler. Bugünlerde sözde muhafazakâr ve inançlı görünmeyi bir takım menfaatleri kapmak için öne çıkaran bazı sağ etiketli TV kanallarında da sınır kapılarının açılması tartıştırılıyor.

Bu ziyaret Türkiye’yi Ortadoğu’da, Türk Dünyasında ve Kafkaslar’da bir dönem -Mısır’ın İsrail’le ilişkiye zorlanarak- Arap aleminde düştüğü zor duruma düşürmek için mi tertiplenmiştir? Türkiye’ye, Irak’ın kuzeyinde de aynı tuzak öne sürülmüştü. “Ben gideyim, sen karakol ol, ama bu bölgeyi de içine alacak şekilde federasyona geç”.  Kısaca, İslâm alemi karşısında Irak’ta işgalci etiketi taşı. Aynı şey Türkiye’nin Avrasya’dan tecrit edilmesine sebep olabilir. Sayın Gül’ün desteği Türkiye’ye daha yakın duran Petrosyan’ın aleyhine bir iç politika malzemesi olmayacak mı? Karabağ işgalinin arkasındaki Koçaryan ve Sarkisyan ekibi öne çıkmayacak mı? Türkiye, dikkat ve enerjisini Ermenistan’a çekerek pek çok yatırım yaptığı Gürcistan’ı dışlıyor mu? Maalesef, Ermenistan’ın yapması gereken jestler Türkiye’ye yaptırıldı. İşin özü bu…

Devamını Oku...

Okulların Açılışı ve Sonrası

İçim sızlar okulların açıldığı eylül ayının ikinci haftasında. Ümitler beslenir, hayaller kurulur, yürekler erir bu dönemde. Tatlı bir heyecandır gözleri dolduran, bazen öfke. Göynümüşlükle tazelik, kırgınlıkla sevinç iç içedir. Çocuklar heyecanlı, veliler ümitlidir. Maddi sıkıntılarını aşanlar, daha rahattır. Bu heyecan atmosferinde dünün sorgulamasını, yarının planını yapmaya pek vaktimiz olmaz. “Saldım çayıra, Mevla’m kayıra.” kolaycılığıyla rüzgârın önünde kuru yaprak misali sürüklenmek daha hoştur, büyük projelerin mimarı olmaktan.

 

Sorumluluk sarmalı her yanımızı, titremeliyiz sinir uçlarımıza kadar. Neydik, ne olduk? Bulunduğumuz konumda yarınların sahibi bu çocuklarımızın yetişmesinde ne kadar görev üstlendik? Anne baba olabildik mi yeterince? Çocuklarımızı hangi ahlakla eğittik öğretmen olarak? Hizmet sınavını geçebildik mi yönetici sıfatıyla? Kişinin, yalnız kendisinden değil, etkisi alanını giren herkesten, gölgesinden bile sorumlu olacağı ahlakına kaçımız sahibiz? Evlatlarınızı nereden aldık, nereye getirdik? Bedenlerini giydirebildiğimiz, karınlarını doyurabildiğimiz kadar ruhlarını zenginleştirip kafalarını meşgul edebildik mi?

Turgut Özal’ın Başbakan, Vehbi Dinçerler’in Milli Eğitim Bakanı olduğu dönemde Türkiye'ye Japonya'dan bir eğitim heyeti gelir. Bu heyet, Türkiye’de incelemeler yapacak, çeşitli temaslarda bulunacak ve neticeyi yetkililere aktaracaktır. Japon heyeti, yurdumuzun bazı bölgelerinde gerekli incelemelerini yapar. Sonra Bakanlık’ta toplanırlar. Heyetin tespiti ilginçtir: “Sizin çocuklarınızda milli şuur yok.” Bizimkiler şaşırır, “Bizim çocukların damarlarındaki kan milli duygumuzun kaynağıdır.” derler, fakat yine de fazla ses çıkarmazlar. Ne de olsa Japon heyeti misafirdir. Bizimkiler sorar: “Sizin gençlerinizde milli şuur var mıdır? Nelerin yapılması gerekir, bunun için?” Japon uzmanlar anlatmaya başlar: “Çocuklarımız daha ilk mektebe başlamadan biz onlara ‘şok testler’ uygularız. Mesela uçak gibi hızlı giden trenlerimize bindirir, bir tur yaptırırız. Çok katlı yollardan da geçen tren, onları şöyle bir sarsar. Mini mini çocuklarımız teknolojinin bu baş döndürücü neticesini görerek şok olur. Bu şoktan sonra onları Hiroşima'ya ve atom bombasından ölmüş insanların kemiklerinin, fanus içinde yanık tenlerinin bulunduğu müzelere götürürüz. Bölgeyi, cesetleri aynen koruyoruz. Bombalanmış bu bölge ve iskeletler hakkında bilgilendirir; hiçbir bitkinin yeşermediğini, insanların lime lime parçalandığını gösteririz. Ve deriz ki, “Eğer sizler çalışmaz, sizden öncekileri geçmezseniz, vatanınız işte böyle düşmanlar tarafından bombalanır. Hiçbir canlının yaşamayacağı biçimde size bırakıp giderler. Çalışırsanız, bindiğiniz hızlı trenleri bile geçecek yeni vasıtalar yaparsınız. Gerisi sizin bileceğiniz iş.” Çocuklarımız bununla ikinci bir şok daha yaşarlar. Türkiye'de birçok teknik elemanımız bulunmaktadır. Bunların herhangi birine bu konuyu sorabilirsiniz. Bizimkiler: “Peki Türkiye için tespitiniz var mı? Gözlemleriniz nedir?” diye sorar. Japonlar: “Elbette var.” derler. “Bizimkinden çok daha önemli. Bir tanesi Çanakkale Savaşları'nın olduğu bölge. Bu bölge, gençlerinizin şok olması için yeter de artar bile. Bir metre kareye altı bin merminin düştüğü savaşta, Türkler her şeye rağmen galip çıkıyorlar, imkânsızı mümkün hâle getiriyorlar. En son teknolojiye ve donanıma meydan okuyarak, inancın her zaman galip geleceğini ispat ediyorlar. Üstelik karşılarında tek bir düşman değil, müttefik güçler; sizin tabirinizle yetmiş iki millet var.” Görüldüğü üzere Japonlar yaşadıkları acı tecrübeden ibret almayı başarmışlar, Hiroşima’da insafsızca öldürülen atalarının acısını yüreklerinde hissetmişler, düşmanlarını iyi tanımışlardır. Peki ya biz? Biz tarihimizi ya övgü ya sövgü amacıyla kullanıyoruz. Tarih aynasından kaçıyoruz.

Milli bilinç, eğitimin amaçlarından yalnız biridir. Özgüven, erdem, doğruluk, büyüklere saygı küçüklere sevgi, paylaşma, kanaatkârlık, tevazu, çalışkanlık… bireye kazandırılması gereken niteliklerdir. Eğitim, bu bakımdan bir süreçtir, beşikten mezara. İçinde padişahın ve çok sayıda yolcunun bulunduğu gemi denizde yol almaktadır. Yolculardan biri seyahat esnasında sürekli titremekte, korku çığlıkları atmaktadır. Padişah öfkelenir, adamın susturulmasını ister. Uğraşlar sonuç vermez. Gemideki bir bilgeden yardım istenir. Bilge, panik halindeki yolcunun denize atılmasını söyler. Atılır, yolcu feryat figan bağırır, bir süre sonra yolcu denizden çıkarılır, gemiye alınır. Yolcunun bağırması bitmiştir. Padişah bilgeye bunu nasıl başardığını sorar. “O, önceden emniyet içinde olduğu halde bunun kıymetini bilmiyordu, denize atılınca anladı, insanlar ancak yoklukta anlarlar bazı şeylerin kıymetini.” der bilge kişi. Eğitim politikalarını belirlerken yukarıdaki bilgenin eğitim anlayışının da bir değer olduğunu göz önünde bulundurmalıyız.

Karanlıklara küfreden değil, karanlıkları aydınlatmak için bir mum yakan, yüksek ruhlu nesiller yetiştirmek, eğitimin hedefi olmalı. Hayallerimizi bu ölçüye uygun kurmalı, geçmişimizi aynı standart doğrultusunda sorgulamalıyız.

Ben henüz gölgemi bile eğitemedim. Siz ne durumdasınız?

Devamını Oku...

13 Eylül 2008 Cumartesi

Abhazya ve Osetya Yetmez Acarya’yı da Tanımalıyız

“Övemem, kendi yaşamının seyircisisin. Yeremem, davranışlarının kaynağı gerçek.”

Olup olmadığını anlayamadığımız Türk Dış Politikası Irak’tan sonra Gürcistan’da da çuvalladı. Neredeyse son 10 yılın özeti; çuval.

Soros Baba’nın Çiftliği mensuplarından Şaakaşvili’nin uçan süpürgesine 73 milyonluk Türkiye’yi bindirme çabalarına son zamanlarda diplomasi başarısı diyoruz.

Allah hiçbir milleti, liderinin ciğeri beş para etmez oluşunun canlı yayınla servis edilmesiyle cezalandırmasın. ‘İmaj her şeydir’ reklamları iyidir, hoştur ama tüm foyalar yağmura kadar oyalar.

İsteyene buradan bedava kitaplık dersler çıkar ama huzurumuz kaçar. Yine de meraklısına notlar kabilinden:

1– Gürcistan, Amerikan saçması fanatik ve şoven bir lider tarafından yönetilmektedir.

2 – Bu lider, Türkiye’nin 1921’den beri garantörlüğündeki Acaristan’ın özerkliğini tankla tüfekle kaldırma yoluna gitmiştir.

3 – Acaristan Özerk Devlet Başkanı Aslan Abaşidze Türkiye’den yardım istemiş, yüzüne bile bakılmadığından Moskova’ya sığınmıştır.

4 – Acaristan’daki Müslüman Gürcüleri zorla Hıristiyanlaştırma politikası uygulanmaktadır. İslam nüfusunun tarihinde ilk kez bölgede % 50’nin altına düştüğü söylenmektedir.

5 – Acara Gürcüleri Ağaçeri Türkleri olup dil haricinde Hıristiyan Gürcülerle (Kartvel) hiçbir yakınlıkları yoktur. Gürcistan’ın yanında savaşmaktan bahseden bazı dernekler – eğer gaflet içinde değilse – kendi kendine ihanet içindedir.

6 – Türkiye derhal Abhazya’yı ve Osetya’yı tanımalıdır. Artı, Acarya’nın özerkliğine müdahaleyi hukuken suç sayıp 1921 Kars Antlaşması’nın verdiği garantörlük hakkını kullanarak, Rusya’yla birlikte bağımsızlığını talep etmelidir.

7 – Türkiye Cumhuriyeti kendi içinde milyonlarca Gürcü, Abhaz ve Oset kökenli vatandaşlarının sesine kulak vermeli ve isteklerini kendi isteği saymalıdır.

8 – Türkiye, tanıdığı Kafkas ülkelerine karşılık olarak KKTC’nin tanınmasını istemelidir. Eğer Kuzey Kıbrıs’ın Güney’e terki politikası sona erdirilmek isteniyorsa.

9 – KKTC, Abhazya ve Osetya’yı resmen tanımalı, hatta diplomatik temsilcilik açarak mütekabiliyet talep etmelidir.

10 – İslam Konferansı Örgütü, hem yeni Müslüman devletlere hem de şiddetli misyonerlik baskısı altındaki Batum ve Ahıska Müslümanlarına sahip çıkmalıdır.

11 – Türkiye’deki ılımlı İslamcı (!) iktidar; Irak’taki ve Gürcistan’daki Müslümanlık aleyhindeki – dini terminolojiye göre – kâfir yanlısı politikalarına son vermelidir. Hiç yoktan Karadeniz’i peşkeş çekmemelidir.

12 – Allah’ın ipi yerine Amerika’nın ipine sarılanlar Al-i İmran 103’ü acilen hatırlamalıdırlar.

 

Devamını Oku...

Nüfus Tehdidi

Yakın bir gelecekte, Ülkeler nüfusları ve nüfus istikrarları ile anılacaktır.

Öyle ki nüfus, en etkili silah haline gelecektir.

Nüfus silahının etkisi ise, yaşadığı ülkede istihdam edilmesi ile artacaktır.

Mevcut nüfusunu istihdam ile topraklarında tutamayan ülkeler, kendi silahlarının hedefi olmaktan kurtulamayacaktır.

Günümüzde eğitim kaliteleriyle, teknolojik büyüklükleriyle, gelir seviyeleriyle, hayat standartları ile dünya devi olmuş birçok ülke, nüfusunun yaşlı olmasından dolayı adeta tehdit altındalar.

Bu hakikatler ortada iken, yakın bir geçmişte Türkiye Cumhuriyeti Başbakanının “herkes üç çocuk sahibi olsun” tavsiyesine nüfusumuzun artmasından korkan bir takım çevreler karşı çıktılar.

Gönül isterdi ki karşı çıkma sebebi nüfus artışına sebep olma telaşı değil, çocuk sayısının sadece üç ile sınırlanmış olması olsundu.

Zira birçok toplumun, dünya zevkinden taviz vermemek için çocuk sahibi olma zahmetine katlanmadığı bu dönemde, Dünyanın belirli bir nüfusa ihtiyacı olacaktır.

Bu nüfusun çoğunluğunun Türk olması, Müslüman olması kötümü olur?

Yakın geleceği bugünden gören birçok Hıristiyan ülke, din, mezhep, uyruk, ırk gözetmeden nüfusunu artırmak için her yolu denemekten geri durmuyorlar:

İnternet sitelerinde, muhtelif vaatlerle ülkelerine göçü sağlamak için reklamlar veriyorlar.

Hatta çocuk olsunda varsın gayrimeşru olsun gibi ahlaksızca yollara bile razılar.
(Fransa nüfusunun gayrimeşru oranı %52’dir. Yaşantıları ve davranışlarından da belli zaten.)

İngiltere’nin Bosna Hersek’ de Sırp alçaklarının tecavüzleri sonucu dünyaya gelen çocuklara talip olmasının altında bu hakikat var.

Birçok AB ülkesinin göçü kolaylaştırıcı kanunları çıkarmalarının altında bu hakikat var.

Muhtelif ülkelerin büyük oranlarda doğum parası ödemesinin altında bu hakikat var.

Rus Başbakanı Putin’in Moskova Müftüsü Sayın Talgat Tacettin’ne, Rusyadaki Müslümanların nüfus artışı konusunda teşvik edilmesi için yalvarmasının altında da yine aynı hakikat var.

Ayrıca nüfus artışını teşvik ve katkı için bizim çok önemli bir gerekçemiz daha var;
O bir Hadisi Şerif,

“Çok sevimli ve çok doğuran (kadın)larla evlenin; zira (diğer) milletlere ben sizin çokluğunuz ile övünürüm” (Seçme Hadisler sayfa 184)

Sayımız çok olsun, Dünyada etkinliğimiz artsın.

Artsın da Dünyayı helak olmuş kavimlerin akıbetinden kurtaralım.

Zira gidişat çok kötü.

Devamını Oku...

Mübarek Bir Millet Olduğumuzun Farkına Varmak

Rahmet ve bereketin bol olduğu, on bir ayın sultanı ramazan ayına ulaşmış bulunmaktayız. Bu ayın manevi kalkınmamız için de bir fırsat olmasını diliyorum.

Manevi değerleri sürekli ön planda tutan Osmanlı Devleti, yüzyıllar boyunca dünyaya liderlik etmiş ve örnek bir yönetim tarzı göstermiştir.

Bunu da yanlarında sürekli ağırladıkları, devrin manevi değeri büyük mürşitlerle olan münasebetlerine ve onlara karşı sergiledikleri sevgi, hürmet ve saygıya borçludurlar. Yıldırım Beyazıd Emir Sultan Hazretlerini, 2. Murad  Hacı Bayram-ı Veli’yi, Fatih Sultan Mehmed Akşemseddin’i, Yavuz Sultan Selim Zembilli Ali Efendi’yi, Kanuni Sultan Süleyman Ebussuud Efendi gibi manevi mimarları yanı başlarından hiç ayırmamışlardır.  

Günümüzde ise manevi yönü güçlü insanlarla olan diyalog suçlanmak için yeterli sebep teşkil etmektedir. Hatta birazcık ileri gidildiğinde irtica yaygaralarının çok yoğun bir şekilde koparıldığına şahit oluyoruz. Geleceğimizi artık George’den, Angela’dan, Nicholas’dan gelecek tavsiyelere bağlıyoruz.

Anlatacağım hadise son okuduğum İsmail ÇOLAK’ın Osmanlı’nın Gizli Sırları adlı kitapta geçiyor. Neslimizin, Peygamber Efendimizin (S.A.V) övgülerine mazhar olduğuna, ilham kaynağımızın ne olması gerektiğine iyi bir örnektir.

Hadise, 1928 yılında geçiyor. Ülkemizden kutsal topraklara giden bir zat ile Medine- i Münevvere’de Peygamber Efendimizin türbedarı  arasında geçiyor.  Türbedar, tam bir Osmanlı hayranıdır. Osmanlı ile yatıyor, Osmanlı ile kalkıyor. Halbuki ne Osmanlı kalmıştır ortalıkta ne de esamesi. Türkiye’den giden zat, dayanamayıp bir gün sorar türbedara?  Niçin bu Osmanlı muhabbeti? Neden, Allah ve Resulü’nün muhabbeti Osmanlıyı sevmeyi gerektirir?  Türbedar hemen cevaplar: Osmanlı’yı İslam namına sevmek için şu hatıram sizlere yeter de artar! der ve anlatmaya başlar.

1915 haccına, Hindistan ulemasından Allah dostu bir zat da gelmişti. Hacdan evvel Resulullah’ı ziyaret için Medine’ye teşrif etmişti. Kendisiyle tanıştık ve uzun uzun sohbet ettik. Fakat bir türlü hüznü ve gözünün yaşı dinmiyordu. Türbedar alim zata “Burası cennet bahçesi, Resulullah’ın mescidi, makamı neden üzülüyorsunuz diye sorar? Hindistan’lı alim şu cevabı verdi. Keşke gözyaşlarım, gönlümün sevincini yansıtıyor olsaydı. Bunca yıl sonra nasip oldu . O, Güzeller Güzeli’ni ziyarete geldim. Yanında, yakınında özlem giderecektim. Fakat müşahede ettim ki Resulullah makamında değil…  Resullullah niçin burada değil, yoksa benim kalp gözüm mü körelmiş? Resulullah’ın varlığını neden hissedemiyorum? İşte geldim geleli bu düşüncelerle meşgulüm.

Alim zatın bu sözleri üzerine türbedar şoke olmuştu. Bu düşüncelerle gece geç vakitte yatağına uzandığında, rüyasında Hz. Peygamber’i gördü. Gün boyu kafasını meşgul eden düşünceler, Hz. Peygamber’in açıklamalarıyla dağılacaktı. Hz. Peygamber şöyle diyordu:  Evet, hissedilen doğrudur. Ben, şimdi Medine’de değilim, Çanakkale’deyim… Çok zor durumda olan asker evlatlarımı yalnız bırakmaya gönlüm razı olmadı. Şimdi onlara yardım ediyorum.

Bu hadiseyle bağlantılı olarak 1955 yılında devrin başbakanı Adnan Menderes Hindistan’ı ziyaret eder ve bu alim zata da uğramak ister. Alim zat, genelde yanına gelen çoğu kimseyi kabul etmez ve görüşmeden geri gönderirdi. Türkiye Başbakanı’nın kendisini ziyaretini kabul eder. Menderes, uzaklardan geldiklerini ve alim zattan dua talep ettiklerini söyler. Hintli alim söylenenlere itibar etmez ve dua merkezinin İstanbul’da “Eba Eyyub-el Ensari’nin makamı” olduğunu söyler ve ekler: O, Resulullah’ın mihmandarıdır, seçkin sahabelerden biridir, İstanbul’un manevi fatihi ve sahibidir. Siz, gidin o mübarek zatın himmetini isteyin, onun şefaatine sığının…  Siz, Güzeller Güzeli’nin himayesini görmüş bir millete mensupsunuz. O, Sizi Çanakkale’de, İstiklal Harbinde ruhaniyetiyle korumuştur. Bunun şuurunda olunuz,  der.    

Manevi kalkınmasını tamamlayamamış milletlerin sonunun ne olduğunu etrafımızda çok iyi görüyoruz.

Geçmişte devlet adamlarımız kimlerin fikirlerine değer verirdi, şimdi ise kimlere önem veriyor. Allah sonumuzu hayreyle…

Devamını Oku...

11 Eylül 2008 Perşembe

Kandıra’daki Türkmen Beyi “Akçakoca”

Hayatı Hakkında

Uzun bir süre Roma ve Bizans’ın egemenliği altında kalmış olan Kandıra, Osmanlı Sultanı Orhan Gazi tarafından 14. yüzyılın ikinci çeyreğinde fethedilerek, bir Türk yurdu haline getirilmiştir.

Orhan Gazi’nin emrinde, Akçakoca, Konuralp, Turgutalp, Saltukalp, Samsa Çavuş, Gazi Rahman, Köse Mihal gibi tanınmış komutanlarla birlikte gerçekleştirilen bu fetihler, Osmanlının kuruluş aşamasında oldukça önemliydi.

Kandıra ve çevresinin fethedilmesinde görev alan Akçakoca Bey, Ertuğrul Gazi, Osman Gazi ve Orhan Gazi’nin silah arkadaşı ve yoldaşıydı. İlk devir Osmanlı tarihi yazarlarının eserlerinde adı geçen bu alp-erenin, kendisi ve ailesi hakkında bilinenler oldukça kısıtlıdır.  

Öz Türkçe olan “Akça” ismi Kayı geleneğinin izlerini taşımaktadır. Ak-ça’dan oluşan bu isim “oldukça/hayli beyaz” anlamındadır. “Koca” ise kocamış fiilinin kökü olup, “büyük/ihtiyar” anlamındadır.

Tarihi hafızamızı yoklayacak olursak bu ismin Türk tarihinde sadece bu komutan tarafından kullanılmış olduğunu görürüz. Akçakoca Bey’in, baba veya büyük babasının Süleyman Şah ile Ertuğrul Gazi’nin yakını olması kuvvetle muhtemeldir.

Akçakoca Bey’in doğum tarihi 1234 yılı civarı olmalıdır. Torunu Gebze Kadısı Fazlullah’ın Ekim 1434 tarihli vakfiyesine göre babasının adı Abdülmelik oğlu Abdülfettah’tır.

Fetihleri

Sapanca gölünde İzmit’e, İzmit’ten Kandıra’ya kadar olan yerlerin fethini Akçakoca Bey üzerine aldı. Sapanca Gölü kıyısında Ayan Köyü’nü üs edinerek İzmit bölgesine doğru akınlarda bulundu. Bizans tekfurlarıyla gazalarda karşı karşıya geldi. Akova, Akçaköy, Kaymas, 1326’ya doğru Kandıra ve civarını Osmanlı Beyliği topraklarına kattı. Tarihe bilhassa “Kandıra Fatihi” olarak geçti. Ayrıca, Konuralp ve Gazi Abdurrahman ile beraber Kartal civarında Aydos’u, kuzeydeki Samandıra bölgesi kendisine mülk olarak bağışlandı.

Yukarıda bahsedilen yerlerin alınışıyla ilgili bilgileri birçok tarih yazıcısının eserlerinde görmekteyiz. Âşıkpaşazâde ve Hoca Sadeddin gibi tarihçilerin bizlere aktardığı şu bilgiler oldukça önemlidir:

“Konur Alp Akyazı ve Konrapa İlini ve Bolı’yı ve Muturnı’yı ve ol vilayetleri tamam ve müsahhar ve mukarrer itdi ve kendüye döndürdi ve girü Karaçepiş’e ve Absuyı’na geldi ve Gazi Rahman’ı anda koyup kendüsi gine gitdi. Bu tarafda Akça Koca dahı Kandırı’ya ve İrmen’e erler kodı berkitdi. Maksudı Samandıra’ya varmak oldı…( Âşıkpaşazâde)”

“Söz konusu edilen yılda, durağı Cennet olan Osman Gazi’nin ölümü üzerine Orhan Gazi, baş ve buğluk davulunu vurdurmuş, sadasını gök kubbeye ulaştırmıştı.

Yarlığayan Tanrının çağrısı ulaşınca Osman’a

Erişti şimdi beylik nevbeti oğlu yiğit Orhan’a

İlk iş olarak bu beyliğin töreleri gereğince, komutanları beylerin her birini yine gaza ve cihat yolunda görevlendirmişti. Bu yıl kendini gösteren hoş bir rastlantı şu oldu: Osman oğullarının devlet fidanlığında, Orhan Gazi’nin ikbal dalında olgunlaşan bir meyve yere düştü. Şimdiye kadar bu ayarda bir mahsul alındığı kimsenin kulağına erişmiş değildi. Mutluluk getiren yeni doğan, Murad adıyla şeref buldu ve sonraları Gazi Hüdavendigâr diye tanındı. Bu yıla rastlayan başka bir olay ise, Konur Alp’in Tanrının rahmetine kavuşan Osman zamanında, Bolu, Konrapa, Akyazı ve Mudurnu illerini İslam devletinin uğuruyla baştan başa açmış olmasıdır. Yine aynı yıl içinde Akça Koca savurduğu kılıçlarla Kandıra, Ermeni Pazarı (Akmeşe) ve Ayan Gölü’nü ele geçirmişti… (Hoca Sadedin)” 

Ölümü

Akçakoca Bey, İzmit üzerine sefere çıkacağı sırada Kandıra’da vefat etmiştir. 1328 yılında 94 yaşında vefat eden Akçakoca Bey’in, Türk töresine uygun olarak otağının bulunduğu yere gömüldüğü bilinmektedir. Nasıl öldüğü ile ilgili elimizde herhangi bir bilgi bulunmamaktadır.

Tarihçilerin yaptığı araştırmalar bu yerin Kandıra’ya bağlı Baba Köy’de bulunan Baba Tepesi olduğunu göstermektedir. Burada bulunan çandı türbesinin yerine 1974 yılında Kocaeli Valisi Ertuğrul Ünlüer’in desteğiyle, Kocaeli Anıtları Koruma Derneği tarafından otağı andıran planda yeni bir anıt mezar inşa edilmiştir. Bilecik Söğüt’te de makam türbesi bulunmaktadır.

Akçakoca Bey’in soyundan gelen birçok kişi, hem Osmanlı döneminde hem de, Cumhuriyet döneminde bazı devlet görevlerinde bulunmuşlardır. Oğlu Hacı İlyas Bey ve torunu Gebze Kadısı Fazlullah Osmanlı Devleti’nde önemli görevler yapmışlardır. Akçakoca Bey’in adını soy isim olarak taşıyan, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) Eski Başkanı Engin Akçakoca torunlarından birisidir.

Tarihçi Hadidi’nin şu mısralarıyla Kocaeli ilimize adını veren Türkmen Beyi Akçakoca’yı, bir kez daha rahmet ve mağfiretle anıyoruz…

         “Hem aldı Kandıra’yı Akça Koca
            Koca-ili’n eyledi feth ucdan uca…”


19 yy akçakoca beyin candı türbesi ve mescidi


1974 yılında yapılan otağ şeklindeki anıt mezar


Akçakoca Bey, Konuralp ve Osman Gazi'yi gösteren temsili resim


Akçakoca'nın torunu Engin Akçakoca


Baba tepesinin daha yakından görünümü


Babaköy yakınlarında bulunan Baba Tepesi

Kaynakça
- Ferudun Emecen, “Akçakoca”, DİA, Cilt:11
- Âşıkpaşazâde, Tevârih-i Al-i Osman, (Haz:N.Atsız), İstanbul, 1947
- Hadîdî, Tevârih-i Al-i Osman, (Haz:N.Öztürk), İstanbul, 1991
- Hoca Sadeddin Efendi, Tacü’t-Tevarih, (Haz:İ.Parmaksızoğlu), Ankara, 1999
- Atilla Çetin, Kocaeli Tarihinden Sayfalar, İzmit, 2000   

 

Devamını Oku...