30 Ocak 2009 Cuma

Sosyal İnovasyon…(2)

"İhtiyaç sahiplerine sadece balık vermek yetmez, balık tutmayı öğretmekte yetmez, tutulan balıklardan kendi ihtiyacı dışında kalanların ticari hale getirilip, kendisine, ailesine, ülkesine katkıda bulunacak hale, yani  balık endüstrisine girinceye kadar devam ettirebilecek bir projeye dönüştürebilirsek ancak toplumsal gelişimi sağlamış oluruz."

Yaşanan bir dizi değişim ve gelişimle birlikte insanımız; kendisiyle, çevresi ile barışık olmayan tarihini, coğrafyasını bilmeyen bir çerçeve çizmektedir. İnovasyon hepinizin bildiği gibi; yenilik ve bu yeniliklerin uygulanması ile oluşabilecek alanları içerir. Bu yenilikleri yapmak keşif ile olur bu keşif önce insanın kendini keşfetmesi sonra çevre ve çevredeki diğer varlıkları keşfetmesi ile başlar.

Ülkemizde kendine değer vermeyen kendi potansiyeline tanımayan kendi değerlerini bilmeyen veya bilinen değerleri küçük gören bireylerin çoğaldığı bir zamanı görmekteyiz. Hal böyle iken kendini keşfetmek yenilenmenin ön önemli adımıdır. Öncelikle kendimizi ve çevremizi keşfetmeliyiz. Kendimizi tanıdığımızda kendi değerlerimizin de gün yüzüne çıkmasına ciddi katkıda bulunacağız. Bilim adamı önce keşfeder sonra yenilik yapar. Bu cümleden hareketle eğer yenilik yapmak gelişmek istiyorsak kendimizi keşfetmemiz gerekiyor.

Sosyal inovasyon..(1) yazımda da bahsettiğim gibi Dünyada 177 ülke arasında İnsani Gelişme Endeksine göre ülkemiz refah seviyemizin artmasına karşılık refah seviyesi daha düşük ülkelerden bile geride olduğu gözleniyor. Bu aradaki açık ancak ve ancak Sosyal inovasyon projeleri ile aşılanabilinir. Bu projeler de sosyal girişimciler tarafından hayata geçirilebilinir.  Kimdir bu sosyal girişimciler?  Girişimci ruhuna sahip, kendine güvenen daha doğrusu kendini keşfetmiş, bilgi birikimini, zekasını ve geliştirdiği yenilikçi pazarlama yöntemlerini toplumun yoksul ve ihtiyaç sahiplerinin çıkarları doğrultusunda hizmet sunan kişi ve organizasyonlardır.

Sosyal girişimcilerin asıl alanları, devletin elinin uzanamadığı, gelir dağılımının adil olarak dağıtılmadığı kesimler ile özel sektörün, risk alamadığı, karlı bulmadığı yatırım alanlarıdır.  Sosyal girişimci pazardaki süreçlere bakar,  tıkanıklıkları tespit eder, süreçteki aksaklıkları fark eder ve aksaklıkları gidererek iş yapar. Bir başka deyişle, sosyal girişimciler, sadece balık vermek ya da balık tutmayı öğretmekle yetinmez, balık endüstrisine katkı koyuncaya kadar çalışırlar. Ancak süreç o zaman tamamlanır. Sosyal girişimciler kar amacı gütmezler. Hayırsever kişi ve hayırsever guruplar gibi de değillerdir. Sadece yardım yapan kişi hayırseverdir. Sosyal girişimci ise yardım alma konumunda olan kişilere insanların satın almak isteyeceği mal ve hizmetler üretebilme başarısını göstermiş projelere imza atmış kişilere denir.

Yardım kültürünün sulandırıldığı ülkemizde derhal sosyal inovasyon projeleri oluşturulmalıdır. Ayrıca bu projeleri geliştirebilecek sosyal girişimciler ihtiyaç vardır. Dünyada çok konuşulan iki sosyal inovasyon projesinden bahsetmek istiyorum.

Cristobal Colon İspanya'da Psikiyatri okudu, okul bittikten sonra akıl hastası diye bilinen kişilerin tedavilerinde bir hastanede çalıştı. Hastanede çalışırken hastaları meşgul etmek için hazırlanan terapi seanslarının hastaların tevdilerinde yetersiz olduğuna karar verdi. Onların tedavilerinin ancak gerçek bir şirkette iş sahibi olarak çalışarak, üreterek, hayatlarına bir anlam, değer katarak yapılacağı düşüncesi onu daha önceden bildiği mandıra işine girmesine sebep oldu. İspanyada başarılıda oldular. La Fegada markası ile İspanya'da Nestle ve Danone'den sonra en büyük üçüncü pazar payına sahip yoğurt şirketini kurdular.

Farouk Jiwa Kenya'da kurduğu Honey Care isimli bir şirketle sivil toplum kuruluşlarının da katkısı ile mikro kredi ağını kurdu. Bu sayede 2500 yoksul arı yetiştiricisini teknik arıcılıkla tanıştırdı. Onlara yeni yöntemlerle ilgili eğitim verdi. Bu sayede üretici, yetiştirdiği baldan para kazanmaya başladı. Son 5 yılda yerel bal pazarının yüzde 27-30'unu eline geçirdi.

İnanıyorum ki ülkemizde de ciddi keşfedilmemiş bakir alanlar var. Bu alanlar sosyal girişimcileri ve Sosyal inovasyon projelerini bekliyor...

Devamını Oku...

29 Ocak 2009 Perşembe

Soykırım Vahşeti Anıtı Olarak İsrail’in Gazze Katliamı

İnsanlık tarihinde katliamdan geçirilmiş halklar vardır. Ancak hiçbir katliam diğer insanlar görsün ve korksun diye gösterimde tutulmamıştır. Her kes bilir ki, katliam hiçbir kültür tarafından meşru ve insani bir fiil değildir. Katliam yapan katiller, utançlarını tarihten ve insanlıktan her zaman saklamışlardır. Çünkü katliamın hatırlanması ve konuşulması, katilin vicdanının bile kaldıramayacağı, bir azaptır, bir bilinç bunalımıdır. Fakat İsrail devletinin meşru! iktidarı yapa geldiği ve yapmaya devam ettiği, Filistinli katliamı ve soykırımı ile övünmektedir. Yaptığı katliamı bir plana göre işlediğini gururlanarak açıklamaktadır.

İsrail devlet başkanı yaptığı katliam için, "biz hedefimize ulaştık" diyebilmektedir. Bu katliamları, planlı bir eylemin parçası olarak yaptığını açıklamaktadır. Gazze katliamının planlı eylem olarak anlamlandırması, vandalizmin, barbarlığın övünülecek bir davranış olarak gösterilmesidir. Hatırlanacağı gibi, Amerikan askerleri Ebu Garip hapishanesinde yaptıkları işkenceleri, fotoğraflayarak hatıra olarak saklamışlardı. Bu iğrenç ve vahşi davranışlarını övünülecek bir davranış gibi, internet ortamında dolaşıma sokmuşlardı. İsrail'in Gazze'de yaptığı katliamı gösterimde tutması ile Amerikan askerlerinin vahşetlerini gösterimde tutması biri birine benzeyen iki utanç verici davranıştır.

İsrail, öldürdüğü çocukları ve kadınları nasıl öldürdüğünü fotoğraflamakta, yıktığı kenti savunmasız, zavallı insanlara nasıl mezar yaptığını, sürekli medya gösteriminde tutmaktadır. Avrupa kültürlerinde ordulara karşı kazanılan savaşlar için zafer anıtları dikilirdi. İsrail ise, hapishaneye, toplama kampına kapattığı halkı, nasıl katliamdan geçirdiğini anlatan zafer anıtları dikmekte. Bu çok garip bir duygudur. Hiçbir inancın ve kültürün içine sindirebileceği bir davranış değildir. Bu tutum İsrail'in yaptığı soykırımı anıtlaştırması anlamına gelmektedir. Çok korkutucu ve ürkütücü bir zihniyetle, dünyamız karşı karşıyadır. İnsanlık adına utanç verici bir olgu ile karşı karşıyayız.

Katliam yapmak bir suçtur. Üstelik bu suç tarihlerin kaydedebileceği en ağır suçtur. Ancak Gazze'de halen gösterimde tutulan katliam; katliama, soykırıma yeni boyutlar ve eklentiler yüklemektedir. Katliamı yapanlar, toplu öldürmeleri, bir film yapımcısı gibi ayrıntılı bir şekilde göstermektedirler. Hiçbir ölüm, hiçbir cinayet saklı kalmıyor. Belki buna medya etkisi diyenler vardır. Ancak bu katliam görüntüleri ve anlatıları, medya gücüyle izah edilecek kadar da basit değildir. Zira her kes biliyor ki, Siyonist katiller ve onların işbirlikçisi küresel güçler, yaptıkları katliamı, saniyesi saniyesine filme alıyorlar. Gösterimde tutuyorlar.

Bu uygulama insanlık hafızasının alamayacağı kadar saçmadır, absürttür. Bilinen hiçbir din, hiçbir duygu bu kadar ağır bir suçu meşru bir davranış gibi sunumda tutmaya tahammül edemez. Bir çok araştırmacı eski ahit inancı ile bu saçmalığı ve vahşeti açıklamaya çalışmaktadır. Bu açıklama kısmen de olsa doğrudur. Zira Yahudilerin inançlarında onların bu davranışını meşrulaştıran figürler de vardır. Ama mesele, özgün tarihi inançla açıklanacak kadar basit değildir. Çünkü Filistin'deki Siyonist katliam; bir suçlunun infaz edilerek öldürülmesi, bir karşı savaşçının bertaraf edilmesi değildir. Mesele bütün bir halkın kırımdan geçirilmesi ve bu kırımın kahramanlık gösterisi gibi sunuma konmasıdır. Bundan dolayı bu vahşeti işleyen Siyonist katillerin bu davranışı için yeni persfektifler oluşturmak gerekir. Çünkü tarih daha önce böyle bir vahşete ve soykırım uygulamasına şahit olmamıştır. Bu vahşeti işleyenler geleneksel inançlardan ve ideolojilerden beslenmiş olamazlar. Bu Siyonist barbarlara bu vahşeti yaptıran duygu üzerinde ve ideoloji üstünde durmak lazımdır. Bunu açıklamak gerekir. Çünkü hepimiz böyle bir tehlike ile vahşetle karşı karşıyayız. Hepimiz bunu yaşıyoruz. İnsanlığımız mevcut durumu ile tehdit altındadır.

Soykırım üzerinde araştırma yapan H. Arendt, Z. Bauman ve S. Mestrovic eserlerinde soykırım yapma cürmünü, bürokratik ve teknik bir şekilde yapılandırılmış modern toplumun duygusuzluğu ile açıklamaktadırlar. Onlar bu kanaate Nazilerin ve Sırpların yaptıkları soykırım hakkındaki sosyolojik incelemeler sonucunda ulaştılar. İsrail halen sürdürdüğü katliamla Naziler ve Sırplar gibi davranmaktadır. Ancak onlar yaptıkları katliamı gizlemişlerdi. Bu, iğrenç suçlarının görülmesinden ve duyulmasından korkmuşlardı. Utanmışlardı. İsrail ise katliamı onlar gibi bürokratik, teknik bir plan dahilinde yapmakta. Ancak katliamı onlar gibi utanç verici, ürkütücü bir davranış olarak görmüyor. Çünkü yaptığı öldürmeleri, gerçekleştirdiği yıkımları filme çekmekte, gösterimde tutmakta, açıkça biz bu insanları öldürmekle hedefimize ulaştık diyebilmektedir. İşin ilginç yanı bu gün bu vahşi uygulamayı sunumda tutan Siyonist katiller kendilerini de soykırıma uğramış bir halkın temsilcisi olarak tanımlıyorlar. Anlaşılan Siyonist katiller yaptıkları katliamı; güçlerinin, planlarının, kurgularının, iktidarlarının, söylem veya ideolojilerin bir göstergesi olarak sunumda tutuyorlar. Bundan dolayı ürkütücü bir ideoloji ile karşı karşıyayız. Üstelik bu ideoloji örgütlü bürokratik ve dünya çapında güç gösterisinde bulunan bir devlet tarafından yürürlüğe konmuş bulunmaktadır.

Anlaşılan, İsrail denilen, devlet işlemekte olduğu soykırımı gösterimde tutmakla, kitleleri ölüme ve öldürülmeye alıştırıyor. Ürkütücü, korkutucu ve vahşi bir davranışı olağanlaştırmaya ve alışılagelen bir durum şeklinde sunumda tutuyor. Siyonist katiller, bir taraftan soykırım yapıyor, bir taraftan yaptıkları kıyımı gösterimde ve dolaşımda tutuyor, diğer taraftan ise bütün kitleleri zorunlu seyirci konumunda tutmaya çalışarak, duyarsızlaştırmaya, mankurtlaştırmaya çalışıyor.

Öldürmelerin sahnelenmesi, işkencelerin gösterimde tutulması, Orta çağda bilhassa Roma'da adaletin bir gereği olarak, hukuki kurallar çerçevesinde gerçekleşirdi. Suçluların ve katillerin cezaları, büyük kent meydanlarında, tiyatrolarda bütün halkın huzurunda yapılırdı. Bu infazlarda işkence veya azap çektirme sahneleri, halk tarafından vahşi saldırgan duygularla, coşkularla izlenirdi. Ancak ölümlerin ve işkencelerin hiç birisi kitlesel değildi. Kişiseldi. Belirli yasal süreçlere göre işlenirdi.

Gazze katliamı, sahnelenmesi bakımından Roma tiranlarının uygulamasına benzemektedir. Ancak zaman bakımından o vahşi infazlardan çok farklıdır. Çünkü bir asırdır her gün ve her saat infaz edilen bir uygulama var ortada. Siyonist katiller, yaptıkları öldürmeleri sürece yayıyorlar, zamana dağıtıyorlar. Bir infazın süreçte tutulması, sürekli tekrarlanması ve hiç bitmeyecekmiş gibi dolaşımda tutulması gibi bir durum var ortada.

Gazze cinayeti öldürülen infaz edilen taraf bakımından da farklıdır. Hukuken hiçbir yasanın ve geleneğin suç isnat edemeyeceği, çocuklara, yaşlılara, özürlülere hasılı bütün bir halka tatbik edilen bir toplu cinayet şeklinde işlenmektedir. Öldürmenin, işkencenin ve şiddetin "kitleselleşmesi", "zamana yayılması" ve "gösterimde tutulması" Filistin'de işlenen soykırıma eklenen üç yeni boyuttur.

Bu üç boyut insanlığın geldiği durum açısından çok ürkütücüdür. Çünkü soykırım bu eklentilerle bir suç olmaktan çıkmaktadır. İşlediği cinayeti tekrarlayan, sahneleyen ve suçlu suçsuz ayırımı yapmadan işleyen bir katiller gruhu var ortada. Üstelik bu katillerin eylemlerini destekleyen küresel sermaye ve küresel askeri güçler, bütün insanlığın gözünün içine bakarak cinayeti ve toplu kıyımı meşrulaştırma yoluna gitmektedir. Cinayeti işleyen gruh ise meşru kabul edilen bir devlettir. Bu devletin yasaları, bürokrasisi ve her türlü meşru organları vardır. O zaman bu vahşet modern bürokratik ve teknik disiplinle yetiştirilmiş ve uygulamaya konmuş bir katliamdır.

Bu katliam bir yüzyıldır şiddetlenerek devam etmektedir. Ancak mankurtlaşarak katliama duyarsız kalanlara baktığımızda karşımıza gerçekten teknik olarak örgütlenmiş yöneticiler ve küresel güçler çıkmaktadır. Medyanın bildik grupları çıkmaktadır. Onların tahmin ettiği gibi halklar duyarsızlaşmıyor. Bilakis Gazzelilerin katliamına ve ölümüne seyirci kalmıyorlar. Direniyorlar. Bu cinayetlere karşı insanlık onuru ve haysiyeti adına meydanları dolduruyorlar. Lanet yağdırıyorlar. İstanbul, Halep, Atina, Paris, hatta İsrail halkı insanlık haysiyetini ve onurunu muhafaza ettiği için, katliama karşı direnmekte, gösteri yapmaktadır. Sokakları doldurmaktadır. Ne mutlu o insanlara ki, Siyonist katillere karşı el ele vererek insanlık adına bir halkın soykırımdan geçirilmesine karşı, sokakları ve meydanları dolduruyorlar. Gladyatörlere ve krallara karşı yürüyorlar.

Devamını Oku...

27 Ocak 2009 Salı

Krizden, Türkiye Neden Çok Etkileniyor?

"2008 Kasım ayında sanayi üretimi ithalatçı ülkelerden ABD'de % 2, İngiltere'de % 3, ihracatçı ülkelerden Almanya'da % 4, Japonya'da % 8 geriledi." Türkiye'de ise toplam sanayi üretim hacmi Kasım ayında bir yıl öncenin aynı ayına göre % 13,9 oranında geriledi. Bu gerileme 2001 krizinden bu yana en büyük düşüş.

Bazı sektörlerde durum çok daha vahim. Otomotiv pazarı kasım ayında %58 oranında küçüldü.

Türkiye, üretimde gerileme açısından, dünya krizinden en çok etkilenen ülke!

"Bu kriz Türkiye'nin krizi değil, dışarıdaki krizin etkisi" avunmasıyla kendimizi kandırmaya lüzum yok.

Cevabını bulmamız gereken soru bu: Reel sektörü krizden en çok etkilenen ülke, neden Türkiye oldu?

Bizim yazılarımızın gayesi, ne hükümete muhalefet etmek, ne de yağcılık yapmaktır. Yazdıklarımızın hükümetin genel ekonomik politikasını değiştirmesi yönünde bir etki yaratmasını bekleyecek kadar saf da değiliz.

Öncelikle "ne olacak bu memleketin hali" konulu entelektüel bir merak benimki. Sonra da ekonomik gelişmeler konusundaki öngörülerine göre, geleceğine dair planlama yapmak isteyen okurlarımızla bir fikir jimnastiği yapmaya çalışıyorum.

Bu çerçevede şöyle bir analiz denemesini dikkatlerinize sunmak istiyorum:

Aşağıdaki her bir maddede açıklanan gelişme sonraki gelişmelere sebep oldu.

  • 1- 2002 yılından bu yana AŞIRI DEĞERLİ TL (Düşük kur, Yüksek reel faiz) politikası uygulandı.
  • 2- Türk mallarının yurtdışına ihracatta ve yurtiçine giren yabancı mallara karşı REKABET GÜCÜ azaldı. Ara malı üreten yerli firmalar rekabet edemediği için kapandı.
  • 3- Rekabet edebilmek için çalışanlara düşük ücret verildi ve çalışan sayısı azaltılmaya çalışıldı. Bu yüzden %7'yi bulan büyümenin gerçekleştiği yıllarda bile, işsizlik oranı düşürülemedi.
  • 4- İç talep daralmasını aşmak için dışarıdan oluk gibi akan para ile bankaların tüketici kredileri kullanımı ve kredi kartı harcamaları teşvik edildi. Vatandaşlarımızın büyük bir kısmı ortalama bir ile üç yıllık geliri kadar borçlanmış durumda. Son beş yılda, (2004-2008) kredi kartı sayısı % 109 oranında artarken, aynı dönemde temerrüde düşen tüketici sayısı ise % 2500 oranında arttı. Bu hafta açıklanan son rakamlara göre, ferdi kredi ile kredi kartı borcunu ödememiş olan kişi sayısı 1 milyon 146 bin kişi.
  • 5- Krizden sonra yurtdışından kredi bulmak zorlaştı, bankalar yeni kredi vermek istemiyor, öncelikle eski kredileri tahsil etmeye çalışıyor. Bugün için imkânı olduğu halde, önünü göremeyen vatandaşlar da harcamalarını ertelemeye devam ediyor.
  • 6- İç talep artırılamıyor. Dış talep küresel kriz sebebiyle daralmış durumda. Talep daraldığı için yurtdışında fiyatlar iyice düştü. Kâr marjı zaten çok düşük olan Türk firmaları, dış piyasa fiyatlarına düşemediği için İhracat yapamaz oldu.
  • 7- Üretim azaldı. Fabrikalar ya kapandı veya Kapasite Kullanım Oranları düşmeye devam ediyor. Aralık ayında, imalat sanayi kapasite kullanım oranı, toplamda yüzde 64.7 oldu. "2001 yılında bile, toplamda bu kadar düşük bir kapasite kullanım oranı ile karşılaşılmadı."
  • 8- İŞSİZLİK çığ gibi artmakta. Her dört gencimizden biri işsiz.

***************************

IMF ile yapılacağı söylenen anlaşma, Türkiye'de devlet harcamalarının daha da kısılmasına yol açacak gibi. 

IMF'nin, krizden etkilenen diğer ülkelerde devlet harcamalarının artırılmasını isterken, Türkiye'de bunun tamamen tersi bir politika dayatması, gerçekten "ümüğümüzün sıkılması" anlamına gelebilir. Yani ekonomideki durgunluğun daha da ağırlaşması, işsizliğin ise tahammül sınırlarının ötesine artmasına yol açabilir.

Hükümet mart ayında yapılacak yerel seçimlerin sonucu alınıncaya kadar, bu politikaları uygulamamak için elinden geleni yapacak. Seçimden sonra IMF şartlarına uymak kaçınılmaz olacak.

Bu durumda ekonomik durgunluk (resesyon) etkisini yaşamaya başlayan halkımızın, seçimden sonra çok daha ağır faturalar ödeyeceğini öngörmek kehanet sayılmamalı.

Keşke yanılıyor olsam.

Dileğim, yedi senede bir yaşamaya alıştığımız bu sıkıntılara tekrar düşmememiz, çekilen ve çekilecek acıları bir daha yaşamamamızdır. Bunun için, "pansuman tedbirler" yerine, ekonomik tercihlerde gerekli olan doğru ve köklü değişimi yapabilecek devlet adamlığı vasıflarının gösterilebileceğini ümit etmek istiyorum.

Devamını Oku...

24 Ocak 2009 Cumartesi

Sosyal İnovasyon…(1)

"Toplumsal gelişimim olmazsa olmazı Sosyal inovasyon projeleridir"

BM Kalkınma Programına göre 2005 İnsani Gelişme Endeksi 177 ülke arasında Türkiye 92'inci sırada yer alıyor. 2008 de açıklanan 2006 İnsani Gelişme Endeksi'nde 84. sırada yer almıştır. Bu yükselme ise esasında GSYİH'nin satın alma paritesine göre doların artması ile oluşmuştur. İnsani Gelişme Endeksi'ne göre Türkiye eğitim ve yaşam beklentisi konularında, iyi bir yerde değildir. Arnavutluk ve Bosna gibi daha yoksul ülkeler, Türkiye'den daha iyi durumdadırlar. Suudi Arabistan ve İran'da olduğu gibi, Türkiye'nin İnsani Gelişme Endeksi'ndeki yeri, gelir seviyesine göre daha düşüktür.

İnsani Gelişme Endeksine baktığımızda Norveç(1), İzlanda(2), Avustralya(3).... Çek Cumhuriyeti(30), Macaristan(35), Bulgaristan(54) ..... Suudi Arabistan(76), İran (96), Sierra Leone(176), Nijerya(177) sıralardadırlar. Bu rapor aslında kazanılan refahın, sağlık ve eğitim alanlarına yatırım yapan ülkelerle bunu önemsemeyen ülkeleri de göstermesi bakımından manidardır.

İnsani Gelişme Endeksi(Human Development Index) , Pakistanlı ekonomist Mahbubul Hag tarafından 1990 yılında geliştirilmiş ve 1993 yılından beridir Birleşmiş Milletler Gelişme Programı tarafından yıllık gelişme raporlarında sunulur olmuştur. Bu endeks kalkınmanın sadece ulusal geliri büyüten değil bireylerin seçim çeşitliliğini artıran bir süreç olduğunu savunuyor. Ülkelerin İnsani gelişiminin üç boyutunu ölçeklendiriyor. Ortalama yaşam süresi, okuryazar oranı, eğitim ve insanca yaşam standardı (kişi başına düşen gelir ve alım gücünün ABD doları cinsinden hesaplanması). Bu üç boyutu ölçen birleşik bir göstergedir. Araştırma sonunda gösterge bakarak; bir ülkenin gelişmiş, gelişmekte olan, gelişmemiş bir ülke olduğuna karar veriliyor.

Buradan da gözlendiği gibi Türkiye AB ülkelerine bile yanaşamıyor. Oysaki AB uyum çalışmaları sırasında AB fonlarından gerektiği gibi istifade edemeyerek, toplumsal kalkınma projelerinin gerçekleşmesinde ciddi sıkıntılar yaşıyoruz. Bu süreci sadece bilim, teknoloji ve ekonomik boyutunda ele almaya çalışıyoruz. Halbuki bu eksik bir anlayıştır. Sosyal boyutu düşünülmeyen hiçbir proje başarıya ulaşamaz.

Bizim ülkemizde inovasyonun oluşturulabilmesi için sosyal farkındalığın oluşması veya oluşturulması gerekir. Ar-Ge'den bahsederken hep sanayi Ar-Ge' sinden bahsettik ve şirketlerin Ar-Ge'ye ayırdığı payların düşük olduğundan veya Ar-Ge yatırımlarının olmadığından yakındık. Sosyal projelerin de bir Ar-ge faaliyeti yapması gerekir diye hiç düşünmedik. Ar-Ge konusunda hükümet ciddi adımlar attı ve Ar-Ge teşvik yasasını çıkardı. Bu yasanın ne olduğunu öğrenmeye çalışanlar olduğu gibi haberi bile olmayan bir sürü şirket var.

Sadece yasa ve yönetmelikleri çıkarmak yeterli değil. Bunun toplum tarafından karşılığının olması çok önemli. Ne gerekli derseniz? Adil bir bilgilendirme, toplumu uygulamaya hazırlamak, uygulama için sebepler oluşturmak v.b.

Geleneksel tanıtım çalışmalarının yetersiz kaldığını görüyoruz. Bunun yerine farkındalık ve bilincin arttırılması gerekir. Birey ancak sosyal ortamlarda, sosyal olaylarla öğrenir. Şok etkisi diyeceğimiz şimdiye kadar hiç yapılmamış veya yapılmış ama duyurulmamış yenilik ve uygulamaların gerçekleştirilmesi toplumun yenilenmesinde büyük bir rol oynar.

Aslında Sosyal inovasyonu anlamak, tanımlamak oldukça zordur. Sosyal inovasyon kavramı ve uygulamaları yenilikçi fikirlerden oluşur. Toplumsal yarar sağlamak maksadı ile gurupların bir araya gelerek ortak hedefler çerçevesinde yenilikçi fikir ve uygulamalar kullanılarak yapılan faaliyetler bütünüdür. Sosyal inovasyon yeni kavram, fikir, metot, strateji ve organizasyonları kapsar. Bütün sosyal ihtiyaçlar, çalışma şartları, eğitim, toplumsal kalkınma, sağlık, katılımcılık gibi akla gelebilecek birçok konu yenilikçi fikirlerle daha verimli hale getirilebilinir.   

Devamını Oku...

Kocaeli’nin Rüzgarları Ekonomi Kokuyor…

Bir zamanlar Avrupalılar  "SEYHAN AKAR TÜRKLER BAKAR" demişler. Şimdi Seyhan yine akıyor ama üstünde üç barajımız, çak sayıda sulama kanallarımız var. Elektrik üretiyoruz, verimli topraklarımızı suluyoruz. Çukurova  bütün Türkiye'yi besliyor, ihracat yapıyor..

Şimdi Avrupa "RÜZGAR ESER TÜRKLER BAKAR" diyorlar. Haklılar. Ülkemiz rüzgar potansiyeli bakımından Avrupa'nın en zengin ülkesi. Kocaeli'de Türkiye'nin zengin rüzgar potansiyeline sahip illerinden birisidir. Ama Kocaeli'nde tek bir rüzgar santralinin kurulduğunu duymadım.

Halkımız, şirketlerimiz ekonomik sıkıntı içindeyken hükümet yeni çözümler üretmesi gerekirken Ergenekon'la yatıp Ergenekon'la kalkıyor. Şimdi bir de Gazze olayları çıktı. Bizimkiler salvolar atan kahraman kesildiler. Neticede binlerce yaralı, binden fazla şehit. üzülüyoruz. Koca başbakan ağlıyor.

Kırım kaybedildiğinde ağlayan padişaha anası - ağla oğlum ağla senin gibi acizlere kadınlar gibi ağlamak yakışır demiş.  Şimdi  bu sözü söyleyecek analar,  insanlar  nerde?..

Kudüs'ün çevresinde  Filistin'de  Suriye topraklarında yatan on binlerce şehidim  bu olaylara ne diyor acaba.?  Osmanlıya başkaldırıp İngilizle, Yahudi ile karşımıza çıkanlar Kudüs'e kol kola birlikte girenlere şimdi ne oldu? Mustafa Kemal Atatürk ordularını Şam'a, Haleb'e , Toros'lara çektiği yılları olayları. birlikte değerlendirilmeli Anadolu  o yıllarda kan ağladı..

Dert söyletir derler. Biz ana konumuza dönelim. Dünyamızda sürdürülebilir kalkınmanın devamı için temiz çevre teknolojilerinin geliştirilmesi ve uygulanması gerekmektedir. Aksi takdirde topraklarımız, yeraltı su kaynaklarımız, akarsularımız, göllerimiz kirlenmektedir. Doğal kaynaklarımız yok olmaktadır.

Bacalardan çıkan sera gazları asit yağmurlarına ve küresel ısınmaya sebep olmaktadır. Asit yağmurları yeşil alanları, ormanları yok etmektedir. Oysa yeşil alanlar ve ormanlarımız Bizim ihtiyaçlarımızı sağlayan ürünler ve olmazsa olmazların başında gelen Oksijen gazını üretmektedir.

Oksijen gazı olmazsa hayat olmaz.  Yüce kitabımız Kuran-ı Kerimin Yasin suresinin 80. ayeti kerimesinde bu husus belirtiliyor. Modern Kimya yeşil ağaçların oksijen ürettiğini son asırda tespit edebilmiştir.

Çevremizin korunması ve sürekli gelişme için başta yapılması gereken iş: enerjiyi temiz kaynaklardan üretmektir. Seyhan nehrinin üzerindeki Hidroelektrik santrali, Rüzgar santralleri gibi temiz enerji üreten santralleri kurmak gerekir. Almanya'da rüzgar santrallerinin üretim kapasitesinin 10,000 MW 'a yükseldiği ifade edilmektedir. Ülkemizde 80,000 MW  Rüzgar potansiyeli olmasına rağmen  kurulu  güç  birkaç  yüz MW civarındadır.

Rüzgar santrallerinde geç kalışımızın en büyük sebebi Hükümetlerimizin bu konuda kanun, yönetmelik, teşvik tedbirleri çıkartmakta gecikmeleridir. Hükümetler ülkemizi doğal gaza bağlamak için gösterdikleri çabanın onda birini  bu sektöre gösterselerdi enerji de dışa bağımlı hale gelmez, halkımız da ısınma sıkıntısına düşmezdi.

Kocaeli'mizin Karadeniz kıyıları da, Dağların tepelerinde esen rüzgarlar, rüzgar santraller kurmak için yeterli gözükmektedir. Bu konuda Türkiye Rüzgar Haritasını ve yerel tecrübeleri incelemek gerekir. Elektik İşleri Etüd İdaresi Genel Müdürlüğü Web sitesi bu konuda en güzel kaynaklardan birisidir.

Ayrıca Googlda  " Rüzgar santralleri " yazıp ve entere basarak Türkiye'mizde bu sektörde yapılanları görebiliriz.

Çevre konularında, İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği konularında www.iso.org.tr den büyük ölçüde yaralanılabilinir.

Doğa bize değil, biz temiz bir doğaya muhtacız.. Muhtacız O'na......

Devamını Oku...

23 Ocak 2009 Cuma

Dalaşmak mı, Dolaşmak mı?

Siz, bir arzunuzu gerçekleştirmek için insan ilişkilerinde hangi yöntemi kullanırsınız? Yoksa bir yöntem sahibi değil misiniz? "Saman altından su yürütmek" deyimi ve "İtle dalaşmaktansa köşeyi dolaşmak yeğdir." atasözü size neyi anlatır?

Şüphesiz, büyük veya küçük, hepimizin bir hedefi var. Sosyal hayatta, hedefe ulaşmamızı engelleyen sebepler pek çok. Bunları bir şekilde ortadan kaldırılmak, işin yasası. Yoksa engellerin altında ezilmek, hedeflerden vazgeçmek tehlikesi bizi bekliyor. Hedefe ulaşmakta tercih edeceğiniz yöntem, çok önemli.

Buna göre amacınıza ya ulaşıyorsunuz ya da pes ediyorsunuz. Seçeceğiniz yöntem, tamamen sizin fıtratınızla, gelişmişlik düzeyinizle, günün konjonktürüyle ilgili. "Elbet varır menzil-ı maksuda aheste giden" diyerek "dolaşma"yı, "Çivi çiviyi söker." veya "Dinsizin hakkından imansız gelir." diyerek "dalaşma"yı seçebilirsiniz.

İslam tarihinde, Hudeybiye Anlaşması'nı hatırlayalım. Müslümanlar müşriklere karşı ya savaşacaklar ya da kendi aleyhlerine gibi gözüken anlaşmaya kabul edeceklerdi. Metanet gösterip sabrettiler ve anlaşmanın bir yıl sonra kendileri için ne kadar olumlu sonuçlandığını itiraf ettiler. Yine ilk umre ziyaretinde Mekke'ye giremeyen inanmışlar, moral bozukluğu ile Medine'ye geri döndüler; ama bir yıl sonraki gelişlerinde büyük bir manevi güçle Mekke'yi inlettiler. Mekke'nin fethine giden yolu açtılar. Her iki harekette de "dalaşma" dediğimiz savaş yöntemi tercih edilseydi İslamiyet doğduğu topraklara gömülebilirdi. Büyük dinlerin doğuşunda, inkılâp hareketlerinin kökleşmesinde peygamberlerin veya inkılâpçıların "dolaşma" dediğimiz, insanları ikna yöntemini kullandığını görürüz.

Dolaşma yöntemi, metaneti, sağlam bir akideye sahip olmayı, güçlü bir iradeyi gerektirir. Dolaşmada en gerekli gereç, zamandır. Zamanın iyi yönetilmesiyle, uygulanacak kısa ve uzun vadeli taktiklerle hedefe mutlaka ulaşılır. Bunun karşıtı dalaşmada ise elde edilmesi muhtemel her galibiyet, yeni bir mağlubiyetin mayası olacaktır. Her tepki, yeni bir tepkinin habercisidir. Dalaşmayla ekilecek tohumlar, dikilecek fideler; kan, gözyaşı, yıkıntı çiçeği olarak açar; intikam ürünü olarak sepetimize düşer. Bu meyve, onu yiyen herkeste hazımsızlığa yol açar.

Hayatımızda, çevremizde, tarihte bu yöntemlerin pek çok örneğini görebiliriz. Uzağa gitmeye gerek yok. Yahudiler, bugünkü dünyada hemen her sektörü ele geçirmişler. Petrol, finans, medya gibi sektörler Yahudilerin veya bu zihniyetteki insanların kontrolünde. Petrol fiyatlarıyla istedikleri gibi oynayabiliyorlar, finansta istedikleri zaman kriz çıkarabiliyorlar, paranın değerini ayarlayabiliyorlar, medya aracılığıyla her türlü dezenformasyonu yapabiliyorlar, değerleri tersyüz edebiliyorlar. Biz insanlar da onların istedikleri gibi yaşamak, düşünmek, değerlendirmek durumunda kalabiliyoruz. Onlar, bu güçlerini asırlar boyu süren zaman içinde dolaşma yöntemini kullanarak elde ettiler. Kutsal kitaplarının öğretileri, gösterdiği hedefleri böyle davranmalarını gerekli kılıyor. Hangi mala el atsanız, Yahudi sermeyesi ile karşılaşıyorsunuz. Tükettiğiniz her malla Yahudi'yi şişmanlatıyorsunuz. İnsanların çoğu bunun farkında değil ya da duyarsız. Ancak, İsrail'in Filistin'de yüzlerce insanı katlederek dalaşma yöntemine başvurması uzun vadede aleyhine dönecektir. Kanla sulanan topraklarda bitecek gülleri hiçbir zaman kan dökücüler toplayamaz. Sessiz ve derinden götürdüğü kan emici politikalarla hedefine varmasına fazla bir mesafe kalmamışken, dalaşma yöntemine başvurmasının kendi aleyhine sonuçlanacağından şüphe yoktur. Dalaşmada zayıf taraf kadar güçlü taraf da yara alır. Dünya ormanının adaletsiz aslanı, kendini yaralamıştır, bu yaranın tedavisi mümkün görünmüyor.

Dalaşanları galip kılacak pek çok silah geliştirilse de zafer, her zaman dolaşma yöntemini tercih edenlerin olacaktır. Evrenin yasası, sosyolojinin mantığı bunu gerektiriyor.

Devamını Oku...

22 Ocak 2009 Perşembe

Kocaeli’de bir Alperen

Geçtiğimiz hafta BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu ilimize gelerek partisinin Kocaeli Büyükşehir Belediyesi ve ilçelerdeki belediye başkan adaylarını açıkladı.

Kocaeli Büyükşehir'de adaylarının Mehmet Korkmaz olduğunu böylece öğrendim.

Diğer partilerimiz de 29 Mart yerel seçimleri için adaylarını açıkladılar. Doğrusu hemen hiçbirisini tanımadığımdan onlar hakkında bir yorumda bulunamayacağım.

Bence hepsi de çok değerli insanlar. Topluma şu veya bu şekilde katkı sağlamış, partilerince ve  çevrelerindeki insanlarca çokça seviliyorlar ki çok önemli bir amme hizmetine aday gösteriliyorlar.

Adayların arasında tanıdığım tek isim yukarıda adaylığını öğrendiğimi belirttiğim Mehmet Korkmaz'dı. Bu vesile ile BBP adayını size bildiğim kadarı ile tanıtayım istedim.

Mehmet bey 1957 yılında Trabzon'un Beşikdüzü İlçesinin cennet yeşili Türkelli köyü doğumlu. Ankara Ticaret ve Turizm Yüksek Öğretmen Okulunu 1979 yılında bitirdi. Öğrencilik döneminde o zaman Ülkü Ocakları Genel Başkanı olan Muhsin Yazıcıoğlu ile birlikte Nizam-ı Alem Davasının mücadelesini verdi.

Beşikdüzü Ticaret Lisesinde öğretmenlik ve Beşikdüzü İlçe Milli Eğitim Şube Müdürlüğü görevlerini ifa etti. Bu dönemde Beşikdüzü'nün ilk yapı kooperatifini kurarak 200 aileyi ev sahibi yaptı.

1993-1995 dönemlerinde BBP Kocaeli İl Başkanlığını yaptı. Emekliliğinden sonra şu anda Kocaeli'mizin başarılı  iş adamlarımızdan biri olarak hizmet veriyor. Yemek yapma işlerinden anlayan ve eşine gerektiğinde yardımcı olan, bu profili ile klasik "Karadeniz tiplemesine" uymayan Mehmet bey aynı zamanda iyi bir eş ve 3 çocuk 6 torun sahibi olan örnek bir aile reisi.

Mehmet Korkmaz sakin, ağırbaşlı yapısı ile güven telkin eden bir insan. Lider kişiliği ile de asla "ben" demeyen, ekip çalışmasını her zaman ön planda tutan bir çalışma tarzı var.

Zaten bu özellikleri nedeni ile bulunduğu ortamlarda kendisi istemese de ön plana çıkarılmıştır. Geçtiğimiz yıllarda da Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Başkan adayı olduğunu hatırlatayım.

Dışardan gelip te "İzmitli" olmuş nadir insanlardan. Kocaeli'nin problemleri ile hep yakından dertlenmiş, çözümler üretmiştir. Eminim seçim kampanyasını büyük bir ilgi ile izleyeceğiz

Sempatikliği, beyefendiliği ve seviyeli politikacılığı ile Kocaeli siyasetine katkı sağlayacağını şimdiden söyleyebilirim.

Başkan seçilirse şeffaf ve katılımcı yönetimi ile suistimallere meydan vermeyeceğini, kültür yatırımları ile İzmit'i kültürel faaliyetlerin odağı yapacağını, trafik sorununu çözerek şehir merkezini rahat dolaşılabilir bir alışveriş bölgesi haline getireceğini söylüyor her fırsatta..

Mehmet bey Kocaeli'ye hizmet eden herkesi hayırla yad ediyor. Dedikodu ve çamur atma politikası yapmayacağını söyleyerek gerçekten parti yapısına ve kişiliğine uygun bir çizgi çizerek farklılığını ortaya koyuyor.

Yolunuz açık olsun hocam. Sizi izlemeye deva edeceğiz....

Devamını Oku...

Sıkıştırılmış Doğalgaz ( CNG ) Kullanımı

Dünyada ve Türkiye'de Sıkıştırılmış  Doğalgaz (CNG) 'ın araçlarda bir alternatif yakıt olarak kullanımı gündemdedir. CNG'li araçların desteklenmesinin en önemli sebebi ekonomik, çevresel ve insan sağlığı açısından avantajlıdır. Çevre dostu olan doğalgazlı araçlar, petrol türevi yakıt kullanan araçların en önemli alternatifidir.

CNG ''Compressed Natural Gas - Sıkıştırılmış Doğalgaz '' 2000 - 3600 psi basınca kadar sıkıştırılarak basınçlı kaplarda saklanan ve kullanıma sunulan ''yoğunlaştırılmış'' doğalgaza verilen isimdir. CNG genleştirilerek basıncı düşürüldükten sonra doğalgazın kullanıldığı her yerde ve şekilde kullanılabilir. CNG benzin ile kıyaslandığında daha düşük emisyon değerlerine sahip olduğundan yaygın olarak taşıt araçlarında kullanılır. Kullanılan araçların standartlara uygun olarak doğalgaz'a dönüşümü yapıldığı takdirde güvenlik açısından teknik bir dezavantaj sağlamadığı da bir gerçektir.

CNG yakıtını diğer yakıtları ile karşılaştırdığımızda güvenirlilik  sıralaması

1- Dizel         2- CNG         3- Benzin            4- LPG

CNG (Sıkıştırılmış Doğalgaz) 'ın avantajları:

Diğer yakıtlara göre ekonomik ve verimi yüksektir. Çevreci bir yakıttır, yani yanma neticesinde ortaya çıkan zararlı gazların yüzdesi CNG'de diğer yakıtlara oranla daha azdır.

Hangi Araçlar  CNG'ye Dönüştürülebilir?

Doğalgaz sistemi, benzinle çalışan, karbüratörlü ve katalitik akıtma sistemi olan ve olmayan uygun araçlara monte edilebilir. CNG motora zarar vermez. Motorun verimini düşürmez, motorda karbon bırakmadığı için motorun ömrünü uzatır. CNG kullanabilecek araçlar; otomobiller, şehir içi ve şehirlerarası otobüsler, şehir içi taşıma araçları, ağır vasıtalar, askeri ve kamu hizmet araçları, araç filoları, deniz taşıtları, trenler, motosikletler, uçaklar ve bilinen tüm motorlu araçlardır.

Devamını Oku...

21 Ocak 2009 Çarşamba

Türk Gladyosunun Tasfiyesi

Ergenekon Soruşturması kapsamında o kadar çok haber ve yorumla karşılaştık ki. Olay ve dava kapsamı çok geniş, birbiriyle irtibatlandırılması mümkün görülmeyen insanlar aynı torbanın içinde. Bunların içinden anlaşılabilir bir sonuç çıkarmakta zorlanıyoruz.

Şimdi detaylara takılmadan resmin bütününü görmek için, anlamamız gereken bazı temel hususları gözden geçirelim:

  • 1- 1950' li yıllarda ABD'nin teşviki ile NATO ülkelerinde daha sonra adı genel olarak "Gladyo" olarak adlandırılan sivil örgütler oluşturulmuştu. Bu kapsamda Türkiye'de de benzeri bir teşkilatlanmaya girişilmişti. "Özel Harp Dairesi, bir yabancı işgalinde istilacılara karşı gerilla yöntemleri ve yeraltı etkinliğiyle mücadele etmek için kurulmuştu. Gerektiğinde kullanılması için de Türkiye'nin bazı yerlerinde gizli silah depoları oluşturulmuştu." "Görevi, 'barış' sırasında 'gayr-ı nizami harp' hazırlığı yapmak, savaşta da o 'harb'in gereklerini yerine getirmekti."
  • 2- Türkiye uzun süren terör mücadelesinde bir dönem etkin rol oynayan "Özel Harekât Dairesi"nin (başında bir dönem İbrahim Şahin görevliydi), PKK'ya karşı kahramanca bir mücadele örneği vermesine rağmen, zaman zaman hukuk dışına çıkan bir mücadele yöntemi izlediği ve özellikle Güneydoğu'da çok sayıda yargısız infazı gerçekleştirdiği iddia edildi.
  • 3- "Susurluk Kazası"nda (1996 da) ölen Abdullah Çatlı devletin direkt yapamadığı bazı operasyonlarda kullanılmıştı. ASALA'ya karşı operasyonlarda ve Kumarhaneler Kralı Ömer Lütfü Topal'ın öldürülmesinde adı geçmişti. Hüseyin Kocadağ İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı idi. Yaralanan Sedat Bucak, milletvekili idi ve aynı zamanda, A.Öcalan'ın PKK'yı desteklemesi yönündeki bütün baskı ve ısrarlarına rağmen, devletin yanında yer alıp PKK'ya karşı mücadele etmeyi tercih eden Bucak Aşireti'nin lideriydi. Susurluk ismi bir kesim tarafından "devlet-siyaset-mafya" arasında kirli ilişkiler ağını tanımlayan bir kavram olarak kullanılmakta.
  • 4- Türkiye zaman zaman ihtilallar yaşamış bir ülke. Yapılan darbeler tamamıyla TSK bünyesinde muvazzaf subaylar tarafından gerçekleştirildi. 1980 ihtilalı ve sonrası yapılan postmodern darbeler emir-komuta zincirine uygun gerçekleşti. Siyasetin normal gidişatını değiştiren veya yönlendiren (ve Türkiye'ye büyük zararlar veren) bu darbelerin gerçekleşmesi için, ülke genelinde çıkarılan olaylar ile istikrarsızlığın hâkim olduğu bir ortamın oluşturulması gerekiyordu. Yönetiminde emekli generallerin de bulunduğu (Türk Gladyosu olduğu iddia edilen) Ergenekon adlı organizasyonun veya bazı üyelerinin, ihtilala uygun istikrarsız ortamı oluşturmak için olaylar çıkardığı, çeşitli cinayetler işlediği iddia ediliyor.
  • 5- Ergenekon ve Susurluk'la ilişkilendirilenlerin kirli ilişkiler içinde olduğu iddiası doğru ise, son derece büyük bir para gücünü de ele geçirmiş olmaları gereklidir. Oysa bugüne kadar örgütün yönetim kademelerinde en tepelerde gösterilen kişiler de dâhil olmak üzere, hiçbirinde büyük para varlığı ve hareketi tespit edilemedi. Ergenekon'un kasası iddia edilen ve hapishanede hastalanarak ölen kişinin ailesi cenazeyi kaldıracak para bulmakta sıkıntı çekti.
  • 6- Varşova Paktının dağılmasından sonra diğer NATO ülkelerinde lağvedilen, Gladyo türü örgütlerin Türkiye'deki uzantısı olan "Özel Harp Dairesi" benzeri yapılanmaya ihtiyaç var mı? Türkiye'nin birlik ve bütünlüğüne yönelik herhangi bir tehlike kalmadı mı? Ülkemizin en azından bir kısmının bölünmesi ve Irak'ın Kuzeyinde oluşturulan devletle birleştirilerek "Büyük Kürdistan" kurma projesi içinde olanlar yok mu? Bu projenin ikinci aşamasının kurulan devletin "Kuzey İsrail haline getirilmesidir" iddiası bir vehimden mi ibarettir? ABD'nin Irak'ı işgalinden önce Güneydoğu'da istediği üslere ilaveten Trabzon, Sinop ve Kurtköy'ü üs haline getirme talebi hangi anlama geliyordu?
  • 7- Özel Harp Dairesinin görevini Ergenekon Örgütü mü aldı? ABD ve İsrail'in bu projelerine karşı "derin devlet" tedbir mi almaya çalışıyordu? Eğer kazılarda bulunan silah ve mühimmat Ergenekon üyelerinin ise, bunlar "yabancı işgalinde istilacılara karşı gerilla yöntemleri ve yeraltı etkinliğiyle mücadele etmek için" mi konuldu? Yoksa bazı suikastlar ve istikrarsızlaştırma eylemleri için mi kullanılacaktı? Başka bir ihtimal, söz konusu silah ve mühimmat başkaları tarafından davayı yönlendirmek için mi konuldu? Bunları teknik incelemelerden sonra daha iyi yorumlayabileceğiz. Ergenekon, bahsi geçen projeleri yürüten devletler için bir tehlike olarak mı görüldü? Türkiye topraklarında başka devlet kurma projelerinin sahipleri, "derin devlet" diye adlandırılan bu "sivil savunma gücünü" tasfiye etmeye mi çalışıyor?
  • 8- TSK'nın en tepesinde görev alan komuta kademesi istemeden Türkiye'de ihtilal olmaz, olamaz. Ergenekon ihtilallara zemin hazırlamak için kullanılan bir örgüt ise, asıl dikkat edilmesi gereken merci ihtilalı bizzat yapma ihtimali olanlardır. TSK komuta kademesinin demokrasi kurallarına inanmış kişilerden oluşması yeterli teminat sayılmalıdır. İhtilal teşebbüsü içinde olma iddiasıyla bazı emekli generallere yapılanlar, eski Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı'nın ifade ettiği "TSK'yı bölme projesine" hizmet ediyor olabilir mi?
  • 9- 1996'da "Susurluk çeteleriyle" mücadele adına "aydınlık için bir dakika karanlık eylemi" yapanlar, bugün Ergenekon Davası karşısında çekimser, endişeli ve hatta tepkili. O yıllarda Susurluk için yapılan eylemleri, "glu glu dansı" diye niteleyen siyasilerin kampındakiler, bugün Ergenekon tutuklamalarından son derece keyifli.
  • 10- Ülkede kirli işlere bulaşmış çeteler ve bunların devlet içindeki işbirlikçilerinin temizlenmesi herkesin arzusudur. Burada mesele, hukuk devleti ve demokrasi isteyen temiz kitlenin ABD ve İsrail projeleri için maşa olarak kullanılmaması, bunun için gerekli dikkat ve özenin gösterilmesidir.

Görüldüğü gibi cevabını bulamadığımız soru sayısı bildiklerimizden daha fazla. Bu safhada en dikkat edilmesi gereken şey, soruşturma ve davanın bir psikolojik savaş olmaktan çıkarılıp, hukuk kurallarının harfiyen uygulanmasından ibarettir

Devamını Oku...

“Soykırım Tacirleri ve Gerçekler”

Birçok kamu kuruluşumuzda ve çeşitli kamu kuruluşları arasında çeşitli sebeplerle bir hesaplaşmanın olduğu bugün daha iyi ortaya çıkıyor. Bazen tamamen yabancı merkezler adına hesaplaşanlar, kendi ülkelerinin çıkarlarını unutanlar var. Özellikle Ergenekon Davası bu gerçeği ortaya çıkardı. Kamu kuruluşları birbirine rakip değil; birbirini tamamlayan ve bir bütünün parçalarıdır. Ancak, devlet politikasının çoğu kere iktidarlara göre değiştiği, siyasilerin kamudaki kadrolarla basit siyasi hesaplar uğruna uğraşmaları, yapıyı allak bullak etmiştir.

Sağ ve sol şeklindeki tasnife günümüzde küreselci-teslimiyetçi ve milli-yerli ayrımı ilâve olmuştur. Ayrıca, hemşehrilik adına yapılan gülünç kollamalar, seçilenlerle tayin edilenler arasındaki yarış, başka sosyal hastalıklarımızdandır. Aslında fikir üretemeyen, verimli olamayan, görevini tam yerine getiremeyenler birbiriyle uğraşmaktan başka bir iş yapamazlar.

Ergenekonla ilgili gözaltılarda eski YÖK Başkanı Kemal Gürüz'ün "Ben Amerikancıyım. Amerikan emperyalizmi palavradır" şeklindeki beyanları Yüksek Öğretim gibi bir kuruluşun ne kadar yanlış kişilere bir dönem teslim edildiğini göstermektedir. Bu zatın "Türkçe ilim dili değildir" şeklinde yabancı dille eğitim öğretimi savunmasını da yadırgamamak gerekirdi. İster sağdaki, ister soldaki Amerikancı çizgi önemli farklar göstermemektedir.

Aslında ben size bir kitap tanıtma toplantısından bahsedeceğim. İngilizce baskısı geçen yıl yayımlanan "The Genocide of Truth" isimli eser, bu defa "Soykırım Tacirleri ve Gerçekler" adıyla Türkçe neşredildi. Milli endişe sahibi, idealist bir araştırmacı ve aydın olarak gerçekleri ortaya çıkarmayı bir görev bilen "çılgın Türkler"den biri olan Sayın Şükrü Server Aya'ya teşekkürü bir borç biliriz. Türk olmanın şuuru ile vatandaşlık görevini yerine getirmiştir. Kendisi eseri hazırlarken objektif bir takım belge ve kaynaklara gitmiş, aleyhte ve tarafsız yabancı belgelere de dayanarak Ermeni  diasporasının yalanlarını ortaya koymuştur. Eserin basılmasına İstanbul Ticaret Üniversitesi Rektörlüğü ve bizim kitaplarımızı da basan DER'İN yayınevi destek olmuştur.

Tanıtma toplantısına öğretim üyeleri, Dışişleri mensupları, gazeteciler, yazarlar ve iş adamları dahil değişik kesimlerden iştirakler oldu. Bizim için yüz karası teşkil eden, vicdanı tek taraflı sızlayan, malum özürlü ve dıştan destekli grup artık pek ortalarda dolaşamıyor. Bu gruptan bazı kişilerin ABD'nde rahmetli Gündüz Aktan ve Yusuf Halaçoğlu'nu konuşturmamak için nasıl engellemeler yaptıkları ibretle ortaya kondu. Obama'nın başkanlığa seçilmesiyle beraber yapay soykırım iddialarının tekrar gündeme getirileceği anlaşılmaktadır. Oysa; gerek 1910'lu yıllarda Bölgede bulunan, gerek daha sonra ABD'li resmi görevlilerin ifadeleri bugün soykırımı tanıma eğilimiyle ters düşmektedir. ABD Senatosu 1922'de aldığı kararla sözde soykırımın olmadığını ortaya koymuştur. ABD Kongre zabıtları açıktır. Yine 2004 yılında bazı Ermeni gruplar Avrupa Adalet Divanı'nda dava açmışlardır. Bu dava reddedilmiş ve temyiz edilmesine rağmen; mahkeme kararı onaylanmıştır. AB Parlamentosu'nun 1998 yılında aldığı karar siyasidir ve mahkemeler tarafından kabul görmemiştir. Türkiye'nin AB üyeliğinin soykırımın kabul edilmesine bağlı olduğu da unutulmamalıdır.

Toplantıda, değerli bir Türk vatandaşı olan Avukat Keğam Karabetyan'ın konuşması da oldukça önemliydi. Kendisi Türk olmakla övündüğünü ve bu vatanın bir çocuğu olduğunu ifade etti. Herhalde kendisini Türkiyeli gören birçok vatansız ve milli kimliksiz insanımıza göre daha fazla ülkesine bağlıydı. Kolay ve basit genellemelerden daima kaçınmak gerekiyor.  

Herkes gerekli hizmeti yapmadığı için birbirinden şikâyetçi; ama çoğunluk da biri diğerinin ne yaptığını bilmiyor. Demek ki; herkes birbirine kapalı. Sadece Dışişlerinin pasifliğinden şikâyetçi olmak da yetmiyor. Birçok genç bilim adamı gerekli puanı alabilmek için yabancı bir yayın organında gerçekleri ortaya koyamıyor; çünkü makaleleri yayımlanmıyor. Basının da önemli bir bölümüyle görevini yaptığını söyleyemeyiz. Gerçekler ve ülke çıkarları karşısında tarafsız kalmak, meziyet sayılmış. Genç nesiller ise; bilgisiz yetişiyor. Kendi ülkelerini suçlamaya hazırlar.

Toplantıda Dışişlerinde önemli görevler yapmış bir Büyükelçi; Türkiye ve Ermenistan ilişkilerini düzeltmek uğruna ABD Büyükelçiliği'nin önemli bir bütçe ayırdığını söyledi. Ancak, Ermenistan'daki ABD Büyükelçiliğinin bu konuda ayırdığı bir bütçenin bulunmadığını belirtti. Gerçekleri ortaya koyan eserlerin yurt dışındaki kütüphanelerden çalındığı, birçoğunun satın alınarak yakıldığı da işin ayrı bir yönüdür.

Devamını Oku...

20 Ocak 2009 Salı

Bu Savaş Bitmez

Bazen, "Kime, neyi, nasıl anlatacaksın?" diyerek çaresizliğimizi ifade ederiz. Atalarımız, "Hayvan yularından, insan sözünden tutulur." demiş. Bir kişiye söz geçiremiyorsak o insanı neyinden tutabiliriz? Kendisine hiçbir madde veya mana ile sahip olamadığımız varlığın türü ne olabilir? Bakar mısınız, İsrail devleti, teolojideki adıyla Yahudiler, "Ben yaptım, oldu. Bana kimse karışamaz." efelenmesiyle günlerdir savunmasız Filistin halkını katlediyor, akan kanı, gözyaşını görmüyor, feryatları işitmiyor, dünyayı ciddiye almıyor.

"Bir gün gelecek, bütün Yahudileri niçin yok etmedim diye bana kızacaksınız." dediği rivayet edilen Hitler'in haklı olduğunu söylemek istemiyorum. Ama adamın bir bildiği varmış, demekten de kendimi alamıyorum. Irk düşmanlığı yaparak, antisemitist olmak de istemem. Önyargıdan, vebadan kaçar gibi uzaklaşmak isterim. Fakat tarihi hakikatlerle bugün yaşananlar arasında büyük paralellik bulunduğunu görmezden gelemem. Siz ister bir ırk olarak değerlendirin ister bir düşünce sistemi olarak değerlendirin, bakınız, Kuran-ı Kerimde Yahudiler için ne deniyor: "Yahudilerden bir kısmı kelimeleri yerlerinden değiştirir, dillerini eğerek, bükerek ve dine saldırarak (Peygambere karşı) "İşittik ve karşı geldik", "Dinle, dinlemez olası", "râinâ" der. Eğer onlar "İşittik, itaat ettik, dinle ve bizi gözet" deselerdi şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olacaktı; fakat küfürleri (gerçeği kabul etmemeleri) sebebiyle Allah onları lânetlemiştir. Artık pek az inanırlar." (Nisa / 46) Bu ayetten sonra onlar hakkında söylenecek ne kaldı? Lanetlenmek, ne kadar aşağılık bir durum. Ötesi yok.

Yahudiler, tarihin her döneminde herkesle savaş halinde olmuşlar. Onların savaşları yalnız Filistin halkıyla değil, onlar peygamberlerle savaşmışlar hatta Allah'la savaşa kalkışmışlar. Allah'a iftira atmışlar. Maide suresinin 64. ayetinin bir bölümünde "Yahudiler, Allah'ın eli bağlıdır (sıkıdır), dediler. Hay dedikleri yüzünden elleri bağlanası ve lânet olasılar! Bilâkis, Allah'ın elleri açıktır, dilediği gibi verir..." denmektedir. Allah'a iftira atmak, bir Yahudi ahlakı, karakteri olsa gerek. Yahudilerin hiçbir sözünde dürüst olmadığını bilen Allah, onlara Cuma suresi 6. ayetinde, "De ki: Ey Yahudiler! Bütün insanlar değil de yalnız, kendinizin Allah'ın dostları olduğunuzu iddia ediyorsanız, bunda da samimi iseniz, haydi ölümü temenni edin (bakalım)!" diyerek meydan okumakta ve samimi olmaya davet etmektedir.

İsrail'in şu an yaptığı, kokuşmuş bir ahlakın tezahürüdür. Niçin kokuyor diye pisliğe kızamayız. O koku, pisliğin karakterinde vardır. Her varlık, orijinindeki rayiha ile kendinden söz ettirir. Gülü yücelten de bu niteliği değil midir? Yahudiler, bırakın başkalarına saygılı olmayı, kendi dinlerine bile saygılı değiller. Yahudi inancına göre cuma akşamından cumartesi akşamına kadar geçen süreye Şabat (Sebt) günü denir. Şabat, Tanrı'nın dünyayı altı günde yaratıp yedinci günde dinlenmesini hatırlamak ve o günü kutsamak içindir. Şabat günü Yahudiler için dinlenme günü olduğundan ateş yakmak, paraya dokunmak, arabaya binmek gibi her türlü dünya işi yasaktır. Ancak son katliam, bir Şabat günü başlatıldı.

Şu an, dünya siyasetinin, maliyesinin, medyasının Yahudi egemenliğinde olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu egemenlik, yüzyıllardır yapılan mücadele ile elde edildi. Bunun için localar, örgütler, lobiler kuruldu, savaşlar yapıldı. Peki, Yahudileri buna zorlayan nedir, onlar hangi hesaba göre hareket ediyorlar? Her büyük buhranın temelinde bir Yahudi ile karşılaşıyoruz. Bunun izahı var mı? İzahı; ahlaktır, fıtrattır, karakterdir.

Lafı uzatmaya, gevelemeye gerek yok. Yahudi ahlakı olduğu sürece dünyada, İsrail yaşadığı sürece Ortadoğu'da huzur olmaz. Herkes kendine bir rol biçsin.

 

Devamını Oku...

İş Yapmak mı? Gönül Yapmak mı?

Partiler adaylarını kesinleştirmeye başladı.Bir çok partinin adayları tamamlandı. Bazılarınınki ise bugün yarın tamamlanır. Partiler bazı Belediye başkanlarını tekrar aday gösterdi. Bazılarını ise aday göstermedi. Tekrar aday gösterilenlerin, tekrar aday gösterilmeyenlerle aralarındaki fark daha çok iş becerisi değildir. İşi zaten profesyonel kadro yapıyor. Teklifleri başkanın önüne getiriyorlar. Başkanda önüne getirileni onaylıyor veya onaylamıyor.

Bazı başkanlar eskisi gibi Ankaralarda para peşinde koşturmuyor. Bakanlığın projelere ayırdığı fondan nasıl bir incelik yaparımda belediyeme daha çok kaynak aktarırım diye çabalamıyor. Maliye Bakanının, mahalli idareler genel müdürünün peşinde koşturmuyor. Başbakanı kaynak temini için günlerce, hatta aylarca kovalamıyor. Şıkır şıkır gelen kaynakları harcıyor. Bazen de fazla gelen kaynakları har vurup harman  savurup duruyor. Çünkü zamanının çoğunu düğüne, eğlenceye, basına daha çok çıkma yarışına harcıyor. Asıl işini yapamıyor. Bir taraftan sosyalleşme adına düğün dernek kaçırmazken diğer taraftan vatandaşın taleplerini karşılamakta çok acımasız davranıyor.

Belediye başkanı her talebi tabii ki olumlu olarak karşılayamaz. Muhakkak ki yerine getiremeyecekleri olacaktır. Fakat bunları yerine getirememe esnasında vatandaşa takındığı tavır çok önemlidir. Vatandaşa işinin olamama sebeplerini güzellikle izah ederek gönlünü almak çok önemlidir.

Belediye Başkanları yaptığı işlerin çokluğu ile yeniden seçilmiyor. Kazandığı gönüllerin çokluğu ile yeniden seçiliyor.

Her görevin bir sonu vardır. Hiç bir görev sonsuz değildir.

Belediye başkanları koltuklara hizmet adına aday oluyorlar. Vatandaşa kapılarının ardına kadar açık olduğundan bahsediyorlar. Adaletten, dürüstlükten bahsediyorlar. Vatandaşa oy için adeta yalvarıyorlar. Seçildikten sonra bir kısmı dününü unutuyor. Bazıları vatandaşla içi içe olurken, bazıları belediye duvarlarını kale duvarı sanıyor. Vaatlerde bulunduğu, oy isterken şekilden şekle girdiği vatandaşına karşı arasına kalın duvarlar örüyor. Mesafeler koyuyor.

Demek ki yeniden seçilmenin yolu, ödül kazanmaktan değil  gönül kazanmaktan geçiyormuş.

Hizmet bu alemde iz bırakmak için, öbür alemde sevap kazanmak için yapılır.

En büyük insan, insanlara hakkıyla hizmet eden insandır.

Adaletsiz davranan, hısım akraba kayıran, kin ve nefretle dost arkadaş dinlemeden onları mağdur eden, kendi ile kavgalı olduğu halde, barışık lafları eden, toplumun her kesimi ile ters düşen insanları günü geldiğinde kapının önüne koyarlar.

Yapılanların siyasette cevabı bu ise de, halkın cevabı henüz bu kişilerce hissedilmemiştir. Halk bu işi bu kadar kısa kesmez. Zannetmeyin ki yeniden aday olamadınız diye mağdur ettiklerinizle aranızdaki hesap kapanacak. Zaman zaman onlarla karşılaşacaksınız. Aradan geçen zaman içinde siz onları unuttuğunuz halde onlar sizi unutmamış olacaklar. Alacağınız tepkileri şimdiden görür gibiyim. On sene belediyecilik yaptım. Benim tanımadığım veya aradan geçen zamanda simalarını  unuttuğum bazı insanlarla karşılaştığımda; "Ben sizi belediyeciliğinizden tanıyorum." dediklerinde yüreğim hopluyor. Acaba bu adamın bir işini görmedikte kendisini incittik. Şimdi milletin içinde sitemmi edecek diye terliyorum. Çok şükür şimdiye kadar hiç böyle bir şeyle karşılaşmadım. Hep dua ettiler. İsterim ki görevi bitenler  içinde böyle olsun. Tersi olursa emin olun bu azap çekilmez.

Kabir azabı gibi bir türlü bitmez.

Not: Görevini hakkı ile yapıp ta tekrar aday olamayanlar, halkın gözünde hak ettikleri değeri yaşayarak görürler. Onlar mutlu insanlardır.

Devamını Oku...

19 Ocak 2009 Pazartesi

Gaz Müslümanları ve Gaz’ze

"Ey İslam Ümmeti! Birinci vazifen zulmi durdurmaktır."

Filistin dramının son naklen vahşet sahnesine farz-ı ayn duruşunu sergilediniz ama ya diğer zulümler?

Cizre'de hapşırsanız Telafer'den duyulur. Felluce sallansa Şırnak hisseder. 5'inci senesinde Irak zulmü, Bosna zulmünü 5'e katladı, gidiyor. Kayıplar 2 milyona, yetimler 4 milyona, evsizler 6 milyona yaklaştı. Ve yüzbinlerce sistematik tecavüz..

Mostar Köprüsü vurulunca yutkunamaz olmuştuk. İmam-ı Azam Camii, Hz.Ali Türbesi vurulurken maç seyrediyorduk. Irak'taki kardeşlerimizin bir El - Fetih'i, bir Hamas'ı bile yok. Lakin Nazi zulmünün bir benzeri olan Irak zulmünde kalp ve kafa olarak yokuz.

Oysa 'Müslümanın kafirle cihad edenine Türk denir' derdi İsmet Özel. Ne kadar zulüm ayeti var; Kur'an okuyan Müsüman yok mu? Yoksa 'abiler en iyisini bilir' veya 'efendibaba gereğini yapar' deyip maç seyrini sürdürüyor muyuz?

Yahudilere ve Siyonizme karşı taşan tepkimiz iş ABD olunca nasıl bıçak

gibi kesiliyor?

Komünizme karşı yapılan cihad Kapitalizme karşı niçin sökmüyor?

Müslümanın imanının anten ayarlarıyla kim oynuyor?

Amerika deyince dizlerinin bağları gevşeyen Müslümanlar, ABD'ye zati

ve subuti sıfatlar yüklemiş olmuyorlar mı?

'Oku' diye başlayan bir dinin okumayan mensupları hakkında hüküm

nedir?

Ve en önce biz varacağız Arasat'a kerdeşlerim

Gideceğiz ve en önce biz

Havzın başında bekleyen Peygamber'in yanına

Çünkü biz cihadı alnımızın çatına vurduk

Her sabah şehadeti koyduk dualarıızın başına

diyen İbrahim Sadri'lerimiz ne işle meşgul?

Zulme en büyük destek tepksizliğimiz (sonuncusu hariç). Zulme en büyük ders ve direniş; b-o-y-k-o-t. Hani hiç yapamadığımız.. hani olay olunca 'İsrail şaşırma, sabrımızı taşırma' diye bağırdığımız ama hadiseler küllenince Ariel'le yıkandığımız..

Bırakın tüm yabancı ürünleri sadece Şer Üçgeni'in (ABD, İsrail, İngiltere) ürünlerini almayalım, zulüm kesilir dedik; alışkanlıklarını terkeden olmadı. Bir Marlboro'yı bile bırakamayan, bir Coca Cola'dan bile vazgeçemeyen dünyanın kötü gidişine neyle ve nasıl nizam koyacak?

Anlaşılan o ki İslam inancı Müslümanlara bir numara büyük geliyor. Onlar hala particiliği İslamcılık zannediyor. 40 yıldır verilen maya tutmuş; zahiri bizden, batını ecnebilerden bir tür oluşmuş. Camide tadil-i erkan, piyasada Kapitalist racon.

Aldatan bizden değil, zulmeden bizden değil, zulme ortak olan bizden değil; iyi de biz kimiz? Asr-ı Saadet'te kimin izdüşümüyüz? Fitne ve nifak iliklerimizin neresine kadar yükselmiş?

Bize ne lazım: 220 voltluk bir elektro - şok mu yoksa Amerikan uçaklarının İzmit'i ve İstanbul'u bombalaması için mektup mu? Veyahut sıradışı ilahi bir tokat mı?

Gaz'la çalışan tüm Müslümanlar adına, Gazze'nin yükselttiği tansiyonumuz düşmeden boykotla bedenimizi ve vicdanımızı temizleyelim. Onlar sırayla bizi temizlerken biz de onların necaset markalarını bu toptaklardamn temizleyelim. İran'ın Ayetullahı bile 'haram' fetvası verdi; yok mu arttıran?

Abiler, ablalar.. Efendibabalar, hocaefendiler.. 90'lı yılların meşhurlarından Patagonya'nın Sesi Radyosu'ndan sizin için bir istek parçası çalıyorum:

"Yürü bre yalan dünya

Senin aslın Amerika

Etekliğin basma olsa

Kefen bezin Amerikan"

Devamını Oku...

Etnik Irkçığın Üstündeki Örtüler

Ergenekon, ülke gündemini adeta devre dışı bırakıyor. Ergenekonla yatıp Ergenekonla kalkıyoruz. Böylece aslında ülkemizde var olan bir de dışarıdan ithal ettiğimiz krizin çapı, yoğun işsizlik ve Deniz Feneri gibi açıklanan ve açıklanmayan birçok yolsuzluklar unutturuluyor. Suçun ferdi olması gerektiği bir tarafa itilip kişiler ve mensup oldukları kurumlar suçlanıyor; TSK başta olmak üzere birçok kuruma kan kaybettirilmeye çalışılıyor.

Aslında dışarısı da farklı bir şey istemiyor. Irak'ta askerimizin başına çuval geçirilmesi, Ordunun itibarını zedelemekti. Askeri hastanelerden bir takım sağlık raporlarının dışarı sızdırılması da... TSK Türk Milletinin ordusudur. Onu Güney Amerika ordularıyla karıştırmayalım. Siyasetçi yanlış yapsa TBMM'nin feshi mi gerekir?

Türkiye kurumlararası zıtlaşmadan kurtulmalıdır. Başta iktidar olmak üzere;  Yargıdan elini ve sözünü çekmelidir. Sayın Başbakanın geçen haftaki beyanlarının Yargıya müdahale olmadığını söylemek mümkün müdür? Savcı ve hakimlerin yerini bazı basın ve TV'lerin, köşe yazarlarının almadığı söylenebilir mi? Herkesten önce bunlar gizli kalması gereken belgelere ulaşmakta ve yargısız infazlar yapılmaktadır. Bunlara fırsat verilmemeliydi. Suç, ferdidir ve suçlu da cezasını çekmelidir. Herkes hukuk devletini korumalı ve hassasiyet göstermelidir. Yıllardır Yargı, Yürütme tarafından hedef olarak gösterilmiştir. Bu, kuvvetler ayrılığı prensibinin zedelenmesi, hukuk devletinin yıpratılmasıdır.  Geliniz el birliğiyle ülkenin yararına davranalım.  Rakip ve hedef zannettiğimiz değer ve kurumların altını oymayalım. Bu konuda dış destek de almayalım.

Komplo teorileri ortaya koyup darbe edebiyatı yapacak yerde, Necip Hablemitoğlu'nun katillerini bulamaz mıydık? Alman Vakıflarının PKK ile olan ilişkilerini neden örtüyoruz? Uğur Mumcu'nun katilleri nerede? Aklımıza gelen her yeri delik deşik edip hazine arar gibi silâh ve mühimmat arıyoruz. Tozsuz, çamursuz ve oksidi olmadan tertemiz karton kutularda bulunan bu mühimmat da kafaları karıştırıyor. Sayın Pamukoğlu'nun da dediği gibi bütün NATO ülkelerinde bulunan bu malzemenin tahta kutuları nerede? Basit naylon örtüler ve yumurta kabı köpükler neyin nesidir? Sonra neden sadece TRT çekim yapıyor? Özgürlük bu mu? İktidar, anlaşılan seçim propagandası için yeni malzemeler buluyor ve kullanıyor. Bu kadar uğraştıktan sonra bari altın ve benzeri bir şeyler bulabilseydik. Alman dostlarımızın her ne kadar el altından üretimi engelleyecekleri bir gerçek ise de...

Elimde bir rapor var. Türkiye ile başkaları adına kavgalı bir Vakfın sözde Kürt sorununun çözümüne dair bir çalışması bu. Raporu hazırladığı ileri sürülen göstermelik bazı isimler dışında yoğun bir ekip çalışması yapıldığı görülüyor. Raporu TESEV mi hazırladı, yoksa PKK araştırma bürosu mu pek fark edemedim. "Türkiye toplumuna bir duyuru" olarak nitelenen bu çalışmayı nedense hazırlattıran vakıf da ona tam sahiplenemiyor. Vakıf, aracıymış. Demokratikleşme çözülmenin vasıtası mı? Önemli çelişkiler bunlar. Kürt sorununu bir terör sorunu olarak görüyorlar. Ama sadece terör de değil. Kürtlerle devlet arasında bir siyasal sorun genellemesi dikkati çekiyor. Bütün Kürtler demek ki devletiyle kavgalı. Pozitif ayrımcılık (ücretsiz elektrik, su, doğalgaz, kira ve maaş yardımı) ile eşit olmayan haklar talep edilerek Anayasanın 10. Maddesi ile ters düşülüyor. Kürt sorununun çözümünde terörist başının İmralı'daki tecridinin sona erdirilmesi, siyasi haklar, koruculuğun kaldırılması, Bölgedeki bütün mayınların temizlenmesi, operasyonların durdurulması, PKK'nın silâh bırakması için Kürt sivil toplum temsilcilerinin ve siyasi partilerinin aracılığına başvurulması, sicil affını kapsayan geniş bir af, milletlerarası antlaşmalardaki çekincelerin ve zorunlu askerliğin kaldırılması, vicdani ret hakkı da isteniyor. Türkiye'de siyasi partiler etnik merkezli mi kuruluyor? Kürt illeri denen illerimiz Türkiye Cumhuriyeti'nin illeri değil mi? Raporda ötekileştirme ve etnik ırkçılık görülüyor. Resmi dil dışındaki dillerde kamu hizmetlerinin alınması, Kürtçe vaazlar, anadilde eğitim ve öğrenim talep ediliyor ve yoksulluk etnik boyuttan ele alınıyor. İşbirliğini ifade eden Ermenistan sınır kapısının açılması talebi de ihmal edilmemiş. Yasaklar kaldırılmalı derken medyaya müdahaleden bahsediliyor. Kürt kadınları, Kürt çocukları ve Kürt illeri dışında rapor hiçbir şeyi görmüyor. Siyasiler sık sık Kürt kelimesini kullanmalıymış. Var mı yok mu etnik taassub...    

Siz Anayasayı ve TRT Kanununu çiğneyerek ve bazı mahalli dilleri birleştirerek Kürtçe adı altında TV yayınına geçerseniz; bu talepler az bile sayılır.            

Devamını Oku...

18 Ocak 2009 Pazar

Yanlızlığın Kucağındaki Gazze

Dünya, büyük bir vicdan imtihanını çok kötü geçiriyor.

Soru; (Müslüman) Çocukların katledilmesi normal midir?

Gerçek vicdan sahiplerinin soruya cevabı, elbette ASLA' dır.

Hem de en yüksek perdeden.

Ancak parantezin içindekinden dolayı, Yahudi, Yahudi asıllı vb. tüm Yahudi türevleri ve Hıristiyan âlemi için soruya YANLIŞ cevap verilmektedir.

Çünkü bu zevatların nazarında bir kişinin Müslüman olması, katledilmesi için yeterli sebep ve çocuk olması, kadın olması da hiç fark etmiyor.

Başta Almanya olmak üzere Avrupa'nın tüm BARIŞ bezirgânlarının suskunluğu bundandır.

ABD'nin alenen VUR demesinin sebebi de bundandır.

Hepimiz duymuşuzdur;

Eskiden savaş alanlarında yeşil sarıklılar görülürdü, havuzlarda şehitlerimizi temsilen savaşan yaralı balıkların varlıkları konuşulurdu.

Hatırlıyorum da, sanıyorum 1980'li yıllardı. ABD askerleri, İran'daki esirlerini kurtarmak için harekete geçmiş ve ABD Helikopterleri havada çarpıştığından dolayı, hareket hezimete uğramıştı.

Son akıl almaz olaylardan biri de, Beş Parmak Tepesindeki Tank...

Bu galiba son kerametti.

Şunu demek istiyorum;

Acaba o zaman dualarımız kabul görüyordu da, şimdi artık kabul görmüyor mu?

Çok mu günahkâr olduk?

Öyle ya, İslam ülkelerinde İslami kurallar yasaklanıyor,

İslami yaşantı sürdürenler Devlet kapılarından kovuluyor,

Ülke Kamusal alan, şahsi alan, özel alan vs adında parsellenerek, inancı doğrultusunda hareket edenler, bu alanların tümüne girme hürriyetinden mahrum bırakılıyor.

Kazançlarımızın içinde rüşvet var, faiz var, yetim hakkı var, Serhat DUYAR kardeşimin yazdığı gibi Talih Kuşu(!) var.

Komşumuzun aç mı, tok mu'ya gelince;

Komşumuzla tanışmıyoruz ki...

Hal böyle olunca "Neden dualarımız kabul olmuyor" sorusunun cevabı da kendiliğinden ortaya çıkıyor galiba.

Ancak, hiç bıkmadan, usanmadan önce tövbe, sonra dua etmeye devam etmeliyiz.

Bu arada Yahudi katillerin kullandıkları teknolojiyi de göz ardı etmemek gerek.

Allah'ın sevgisini, rızasını, affını kazanma gayretinin yanında, verdiği akıl nimetini de müspet doğrultuda kullanmak suretiyle, teknolojik alanda da kendimizi geliştirmemiz lazım.

İşte o zaman katledilen masum bebeklerin katliamını durdurmamız mümkün olacaktır.

Ve o zaman, katliamı durdurmak için gayri Müslimlerin kapısında merhamet dilenmemize de gerek kalmayacaktır.

O zaman bebeklerin aşağıdaki çığlıklarını değil, sevinç naralarını duyacağız;

Yaşamak adına hayallerim küçüktü,

Üzerime düşen bomba, benden büyüktü.

Bomba değil üzerime, güller yağaydı,

O bomba bana değil, tüm insanlığaydı.

Devamını Oku...

Dostluk İpi

Genç adam iyi bir terziymiş. Bir dikiş makinesi ve küçücük bir dükkânı varmış. Sabahlara kadar uğraşıp didinir ama pek az para kazanırmış. Çok soğuk bir kış gecesi dükkânı kapatırken elektrik sobasını açık unutmuş ve çıkan yangın onun felaketi olmuş. Artık ne bir işi varmış ne de parası.

Günler boyu iş aramış ama bulamamış. Yük taşımış, bulaşıkçılık yapmış, yine de evinin kirasını ödeyecek kadar para kazanamamış.

Sonunda ev sahibinin de sabrı taşınca, küçük bir bavula sığan eşyalarıyla sokakta bulmuş kendini. Mevsim kış, hava ayaz olsa da genç adamın köşedeki parktan başka gidecek yeri yokmuş. Bir sabah iş arayacak derman bulamamış bacaklarında.

Açlıktan ve soğuktan bitkin bir şekilde bankta otururken, kocaman bir araba yanaşmış kaldırıma. Arka kapıyı açmaya çalışan şoförü kızgınlıkla yana itmiş arabadan inen yaşlı adam,

'Yalnız bırakın beni, parkta dolaşırsam belki sinirim geçer' diye söylenmiş.

Zengin bir işadamı olduğu her halinden belli olan ihtiyar, birkaç adım attıktan sonra bankta titreyen terziyi görmüş.

Terzi, adamın üzerindeki paltoya bakıyormuş dikkatle. Birden siniri Geçiveren ihtiyar, 'Zavallı adamcağız kim bilir nasıl üşüyordur, Ona nasıl yardım etsem acaba?' diye düşünmeye başlamış.

Oysa terzinin düşlediği paltonun sıcaklığı değilmiş. O, çok kalın ve kaliteli bir kumaştan üretilen bu paltonun sahibine hiç de yakışmadığını ve onun vücuduna uygun şekilde dikilmediğini düşünüyormuş.

Yaşlı işadamı terzinin yanına yaklaşıp,

'Ne o evlat, bu ayazda parkta donmuşsun. İstersen paltomu sana verebilirim' deyince, 'Hayır, teşekkür ederim. Ben sadece bu paltonun size göre olmadığını düşünüyordum. Kumaşı fazla kalın ve sizi olduğunuzdan şişman göstermiş'

Diye yanıt vermiş terzi. Yaşlı adam bu cevabı alınca hayli şaşırmış. Çünkü o da üzerindeki paltoya onca para ödediği halde Kendisine bir türlü yakıştıramıyormuş.

'Soğuktan titrerken nasıl böyle bir şeye dikkat edebiliyorsun?' Diye soran yaşlı adam, 'Ben terziyim' yanıtını alınca 'Benimle gel, hayat hikâyeni yolda anlatırsın" diyerek arabaya bindirmiş.

Bizim terziyi. Bu karşılaşma, terzinin hayatındaki dönüm noktası olmuş. Böyle yetenekli bir insanın işsiz ve evsiz kalmasına çok üzülen iyiliksever yaşlı adam, terziye bir dükkân açmasına yetecek kadar para Vermiş. Bunun karşılığında tek istediği kendi giysilerini bu genç adamın dikmesiymiş.

Terzi yeniden bir işe hem de kendi işine başlamanın heyecanıyla deliler gibi çalışmaya başlamış. Bu arada yaşlı işadamı da desteğini esirgemiyor, Onu kendi çevresinden zengin kişilerle tanıştırarak yeni siparişler almasını sağlıyormuş.

Küçük dükkân önce kocaman bir modaevine dönüşmüş, sonra da pek çok ünlü marka için üretim yapmaya başlamış. Terzi artık 'ünlü işadamı' diye anılır olmuş. Bir gün ihtiyar adam onu ziyarete gitmiş. Terzi çok büyük bir iş bağlantısı yapmak üzere yurt dışına gidecekmiş ve uçağa yetişmesine az bir zaman varmış.

Biraz sohbet ettikten sonra yaşlı adam birden fenalaşmış, kalp krizi geçiriyormuş. Hemen bir ambulans çağırılarak hastaneye kaldırılmış. Yeni işadamımız ise büyük işi kaçırmak istemediği için uçağa yetişmiş.

Yaşlı adam krizi atlatmış ve uzun sure hastanede yatmış, bir yandan da sadece bir kez telefon ederek durumunu soran terziyi bekliyormuş. Fakat terzi daha çok para kazanmak için oradan oraya koştururken bir türlü yaşlı adamı ziyarete gidememiş.

Aradan o kadar uzun bir süre geçmiş ki bu sefer de utancından yaşlı adamın kapısını çalamaz olmuş. Bir süre sonra terzinin işleri yolunda gitmemeye başlamış. Fabrikalarını kapatmak zorunda kalmış ve elinde kala kala yine küçücük bir dükkân kalmış. Utana sıkıla yaşlı adama koşmuş hemen nerede hata yaptığını sormak için. Son derece kırgın olan ihtiyar yine de onu kabul etmiş ama anlatacağı öyküyü dinledikten sonra hemen çıkıp gitmesini istemiş.

Ve başlamış anlatmaya:

'Bir zamanlar fakir bir oduncu varmış. Ormandaki bir kulübede yaşar ve odun keserek hayatını kazanırmış. Bir gün kulübesinde yangın çıkmış ve bu yangın bütün ormanı kül etmiş. O çevrede kimse ona güvenip iş vermeyince, çıkınını alan oduncu, eşeğine binip yola koyulmuş.

Ağaçların arasında yürürken birinin kendisine seslendiğini duymuş. Başını kaldırınca konuşanın bir bülbül olduğunu görmüş. Bülbül ona 'Senin haline çok üzüldüm, şimdi öyle bir büyü yapacağım ki eşeğin çok güzel şarkı söylemeye Başlayacak, sen de onunla gösteriler yapıp çok para kazanacaksın'

Demiş. gerçekten de eşek birbirinden güzel şarkılar söylemeye başlamış. Oduncu o şehir senin bu kasaba benim dolaşıp eşeğine şarkı söyletiyor ve herkes onları izlemek için birbiriyle yarışıyormuş. Oduncu ve şarkı söyleyen eşeği bütün ülkede ünlenmişler. Bir gün yine bir gösteriye yetişmek için koştururlarken, bülbülün yardım isteyen sesini duymuş oduncu.

Bir kedi bülbülü yakalamış ve yemek üzereymiş. Şöyle bir duraklamış ama gösteriye gitmemeyi, onca parayı kaçırmayı gözü yememiş, arkasına bakmadan kaçmış oradan. Gösteri başladığında ise eşeği her zamanki gibi güzel şarkılar söylemek yerine  Sadece bir eşeğin çıkarabileceği sesleri çıkarmış. Oduncu kendisini şarlatanlıkla suçlayan izleyicilerin elinden canını zor kurtarmış. İşte o zaman bülbül ölünce büyünün bozulduğunu anlamış.

Ben de senin bülbülündüm ve sen beni öldürdün, büyü de o yüzden bozuldu. Keşke güzel giysiler dikerken dostluk ipliğini koparmasaydın...' Öyküyü dinleyince hemen çıkıp gitmiş terzi, çünkü söyleyecek bir sözü yokmuş...

DOSTLUK İPLERİNİZİ KOPARMAMANIZ DİLEĞİYLE.......

Devamını Oku...

17 Ocak 2009 Cumartesi

Ergenekon Soruşturmasında Yeni Gelişmeler

Ergenekon soruşturması eski MGK Genel Sekreteri Tuncer Kılınç, eski Yargıtay Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, eski YÖK Başkanı Kemal Gürüz, emekli orgeneral Kemal Yavuz ile bazı muvazzaf subaylar ve eski Özel Harekât Dairesi Başkan Vekili İbrahim Şahin'in de bulunduğu kişilere sirayet etti. İbrahim Şahin'in evinde bulunduğu iddia edilen krokilere göre yapılan kazılarda ele geçirilen silah ve mühimmatın, davanın seyrini ve kaderini değiştirecek önemde olduğu vurgulanmakta.

Bu olaylar üzerine daha önce de yazılmış bir bilgiyi,  "bizzat Bülent Ecevit'ten dinlediği" bir hatırayı son olarak Can Dündar yeniden gündeme getirdi:

"Başbakan olduğu dönemde, Türkiye'nin 'Sismi'si (İtalyan Gladyosunun bir organı) sayılabilecek Özel Harp Dairesi'nden tesadüfen haberdar olduktan sonra hemen bir brifing istemişti Ecevit... Başbakanlıktaki brifingi Özel Harp Dairesi Başkanı General Kemal Yamak vermişti. Orada Ecevit'e şunlar söylenmişti:

"Özel Harp Dairesi, bir yabancı işgalinde istilacılara karşı gerilla yöntemleri ve yeraltı etkinliğiyle mücadele etmek için kurulmuştu. Adları gizli tutulan bazı 'vatansever gönüllüler' bu örgütün sivil uzantısı olarak çalışmak üzere ömür boyu görevlendirilmişlerdi. Gerektiğinde bunların kullanması için de Türkiye'nin bazı yerlerinde gizli silah depoları oluşturulmuştu."

"Ecevit duyduklarından dehşete düşmüştü. O günden sonra her kanlı olayda bu örgütten şüphelenecek, ancak örgütü açığa çıkaramadan Başbakanlığa veda edecekti."

Ergenekon davasında sanıklar ve tutuklananlara bakılırsa, devletin en üst mevkilerindeki etkili ve yetkili bazı kişilerin resmi görevlerinin yanında "derin devlet" adıyla anılmalarına sebep olan gizli görevleri de olduğu anlaşılıyor.

Devletin açıktan yapamadığı bazı işleri bu "derin devlet" aracılığıyla yaptırdığı ifade ediliyor.

Komünizm tehlikesinin var olduğu bir dönemde NATO ülkelerinde ABD tarafından kurdurulan bu örgütlere genel olarak Gladyo adı verilmişti. İtalyan gladyosu mafya ve mason locasının kontrolüne girip, kirli işlere girişince, SSCB'nin propagandasının da etkisi ile tasfiye edilmişti.

Sadi Somuncuoğlu'nun yorumu bizi bir başka pencereden bakmaya zorluyor: "1990'da Sovyetler Birliği dağılınca, ABD bu örgütün tasfiyesini düşünmeye başlıyor. 1995'ten itibaren de, Türkiye'ye SSCB dağıldığına göre bu örgüte de ihtiyaç kalmadı, tasfiye edilmeli diyor. NATO kanalıyla askerler üzerinden yürütülen bu istek kabul görmeyince siyasi kanallara yöneliyor. 5 Kasım 2007'de Bush-Erdoğan mutabakatı yapılınca, "Ergenekon" üzerinde anlaşma sağlanıyor. Bunu da Fehmi Koru duyuruyor.  ABD bu örgütü niçin istemiyor? Büyük Ortadoğu Projesi haritasına göre, Türkiye dâhil bölgemizdeki devletlerin sınırlarının değişmesi gerekiyor.    ABD bu yolda en büyük engel olarak bu örgütü görüyor."  

"Özel Harekât Dairesi" böyle bir örgütün kendisi veya parçası ise İbrahim Şahin'in evinde bulunduğu iddia edilen krokiye dayanılarak bulunan silah ve mühimmatın, yürürlükte olan yasalara göre "suç teşkil eden" ancak "devletin birliği ve bekası için gerekli gördükleri" bazı eylemlerde kullanılmış olması ihtimali vardır. Tabii ki burada anlaşılmayan husus "kuvvet komutanlarının bile evinin arandığı bir iklimde Susurluk sorumlusu gösterilen ve sürekli izlenen biri nasıl olur da evinde silah deposu krokisini saklar? Böyle bir kroki var idiyse İbrahim Şahin saklayacak başka yer mi bulamadı? Belli ki işin içinde başka işler var!..

"Yeniden gündeme getirilen "Susurluk" hadisesindeki kayıp silahlarla öldürülmüş olabileceği ifade edilen kişilerin, genellikle uyuşturucu, silah kaçakçılığı ve kumarhaneler işletmeciliği ile kazandıkları kirli paralarla, PKK'ya finans ve silah desteği sağladıkları iddia edilmekteydi. Ayrıca aynı dönemde PKK örgütlenmesi içinde etkin olan, ancak mahkemelerde bu durumun hükme bağlanmadığı, bazı kişilerin de faili meçhul bir şekilde öldürüldüğü haberlerini hatırlıyoruz.

Bu dönem PKK ile mücadelede "örgütün eyleminden sonra takip etme" metodu yerine, onun eylem yapmasına fırsat vermeden proaktif bir mücadele yapma tercihini uygulamaya geçirdiği dönem olmuştu. Bu dönemde devletin terör örgütüyle mücadelede başarılı olduğu genel olarak kabul ediliyor.

Önyargısız bir şekilde aşağıdaki soruların cevabını ve ihtimallerden hangilerinin doğru olduğunu anlamaya çalışacağız. Ancak yaşadığımız süreçte, önümüzde bilinenden daha çok bilinmeyenin olduğu kanaatindeyim.

Zamanında "düzensiz ordu"lara karşı düzensiz ve illegal örgütler kurmakla görevlendirilen asker-sivil bu kişilerin tasfiye edilmesi, "hukuk devletinin önündeki engellerin kaldırılması" anlamına gelecek midir?

İddianameye göre, bu kişiler görevleri sona erdikten veya emekli olduktan sonra da "Türkiye'yi istikrarsızlaştırarak ihtilal yapacak ortamı oluşturmak" suçunu işlemiş olabilirler. Bununla ilgili mahkemeye sunulacak delilleri, savunmaları ve kararı beklemek durumundayız.

  • 1- İnternet Haber'de Zübeyir Kındıra'nın ifadesiyle, "şimdi, Türk Gladyosu tasfiye ediliyor. Olan bu.. Kim yapıyor bu tasfiyeyi? Savcı Öz mü? AK Parti mi? Hayır! Aslında bizzat kurucu güç tasfiye ediyor. ABD yani. İpi çeken ABD'dir..." İddianamenin ana kaynağı Tuncay Güney'in karanlık kimliği ve ABD'den beslenenlerin tavrı bu görüşü kuvvetlendirmekte.
  • 2- Davada Hükümetin "siyasi intikam" ve "muhalifleri susturma" gibi bir amacı ve yönlendirmesi var mıdır? ABD ve Hükümet karşıtlarının bu vesileyle sindirilmesi ve cezalandırılması mı söz konusu olacak? Yoksa salt hukuk kuralları çerçevesinde kalınabilecek midir?
  • 3- Tasfiye edilmekte olan ekibin yerine yenisi gelecek mi? Yoksa tam bir hukuk devleti içerisinde kalmayı ve terörle mücadeleyi başarabilecek miyiz? Yeni bir ekip gelirse ABD'nin kontrolünde olma ihtimali nedir?

Gündem uygun olursa yargılamanın hukuki boyutunu başka bir yazıda değerlendirmek istiyorum.

Devamını Oku...

Dünyanın Çivisi Çıkmış

Rasim Özdenören, bir denemesinde, Oktavya Paz'ın bir Meksika eğlencesini şöyle betimlediğini yazar: "Bu eğlencede düzen kavramı tümüyle ortadan kalkar, onun yerine kargaşa gelir ve her şeye izin verilir. Her şey başkalaşır, toplumsal, cinsel, kültürel, ırksal ve tecimsel ayrımların ortadan kalkmasıyla geleneksel katmanlar yıkılır. Erkekler kadınlar gibi giyinir, efendiler kölelere, yoksullar zenginlere dönüşür. Askerlerle, rahiplerle, yasalarla alay edilir. Kutsal şeyler çalınır, dinsel ayinlere küfürler savrulur. Her önüne gelenle cinsel ilişki kurulabilir. Bazen de eğlence bir "kara ayine" dönüşür (kara ayin, yani, şeytanın, kötü ruhların kutsandığı ayin). Kurallar, alışkanlıklar, gelenekler çiğnenir.

Kısacası toplumun normal haldeki düzeni alt üst olur. Güya böylece toplum eğlence yoluyla kendini zincirlerinden kurtarır, benliğini yadsımış olur. İyi ile kötü, gün ile gece, kutsal olanla kutsal olmayan... her şey karşıtıyla birleşir."Geçenlerde Amerika başkanı W. Bush, Irak'a gitmiş, orada kendisine bir gazeteci ayakkabı fırlatmıştı. Bu olay için Bush'ın eşi, "Başkan, ayakkabı fırlatma işine çok güldü, yaralanmadı, çok çevik, bildiğiniz gibi o bir sporcu." demiş.  Meksika'daki eğlenceyi nasıl yorumlamak, Bush'un tepkisini nasıl değerlendirmek gerekir? Dünyanın çivisi çıkmış.

Yaşadığımız coğrafyada ayaklar baş, eşkıya efendi olmuş. Fırsatçılığın adı demokratlık, emperyalizmin adı yardımseverlik olmuş. Beyaz yoğurdu siyah algılayanlar medyaya, siyasete egemen olmuş. Biz, hayvanın, yularından; insanın, sözünden tutulduğunu bilirdik; ama sözün, kendisini bağladığı insan, ortada kalmamış. "Dün dündür, bugün bugündür." sloganı, yaşam felsefesi haline gelmiş. Olması gerekenler olmadığı gibi, olmaması gerekenler olur hale gelmiş.

1940'larda bir zihniyetin sahibi saf Türk'ü bulmak için kafatası ölçmeyi öneriyordu. Ayni zihniyet, şimdi günün teknik gelişmesine uyum sağlamış olmalı ki, DNA testi öneriyor. Bu zihniyetin Siyonist patentli olanı da bir soyu yok etmek adına yıllardır Filistin halkına esaret hayatı yaşatıyor. Gasp ettiği toprakların gerçek sahiplerini çoluk çocuk, kadın erkek, genç veya ihtiyar demeden her fırsatta yaralıyor, öldürüyor. Bu işi yaparken hiçbir değer tanımıyor. Evleri, ibadethaneleri, hastaneleri, yardım merkezlerini acımasızca bombalıyor. Ekmek kuyruğunda bekleyen günahsız çocukları, potansiyel tehlike olarak gördüğü için, vahşice katlediyor. Kendilerine sağlık ve gıda malzemelerinin ulaşmasını ısrarla engelliyor. Bu zulmü, bir ibadet aşkıyla yapıyor, ortaya koyduğu facianın bir hak olduğunu yüzsüzce söyleyebiliyor. Evladını yitiren annelerin haykırışları, yerdeki yaralı ve cansız bedenler, bu yüzsüz zihniyetin pişmanlık duymasına, özür dilemesine yetmiyor. Belki de bu hukuksuz kararı alanların, bombayı atanların her biri, kendini, bütün değerlerin ters yüz edildiği, Meksika'daki eğlencede zannediyor. Önemli değil, onların nasıl olsa, atılan ayakkabıya gülebilen bir babaları var. Bizde böyleleri için şöyle denir: Al birini, vur öbürüne.

Bu ortamda karamsarlığa gömülmek, "Elden ne gelir ki?" demek bize yakışmaz. Tercihimiz, karanlıklara küfretmekten yana değil, bir mum yakmaktan yana olmalı. Her koşulda, yapılacak bir eylem vardır. Gücü yetenler eliyle, yetmeyenler diliyle her haksızlığa, yanlışlığa müdahalede bulunmalı. Üçüncü grupta kalmak beni korkutuyor. Sizin yeriniz neresi?

Devamını Oku...

16 Ocak 2009 Cuma

İnovasyon

İnovasyon yenilik oluşturabilme kabiliyetidir. Yeni fikirlerin (hizmet, ürün veya metot) bir değer haline dönüştürülmesi hareketidir. Yenilik oluşturma; belirli bir metot dahilinde yapılması durumunda ancak etkin olabilmektedir. Aynı zamanda  yenilik oluşturma  kabiliyeti, yeniliğin hangi hızda oluşturulduğuna da bağlıdır.

İnovasyon sürecinin iki önemli basamağı vardır. Birincisi yeni ve farklı fikirlerin ortaya çıkmasıdır. İkinci basamak ise ortaya çıkartılan fikrin ticarileşmesi katma değer oluşturan ürün, metot veya hizmete dönüştürülme sürecidir.

Küreselleşme sürecindeki dünyada her konuda rekabet son derece önem arz etmektedir. Sıkı rekabet koşullarında var olma mücadelesi veren işletmeler üretim maliyetlerinin getirdiği yükü hafifletmek için inovasyon projelerine önem vermelidir. Ancak bu projelerle rekabet fırsatı yakalayabilirler.

Ülkemizde de bu konular gündeme bir şekilde gelmekte ancak firma kültürü haline dönüşmeyen sadece söylemde kalan bir düşünce olarak kalmaktadır. Neler yapılmalıdır yenilikçi fikirleri insanlar ürettiğine göre öğrenciler girimci ve yenilikçi düşünce yapısı kazandırılması için buna uygun programlar oluşturulması gereklidir. Konu ile ilgili kurumların İşletmelerin inovasyon yapmasını kolaylaştıracak, onları destekleyecek, yeni bir yapılanmaya gitmesi gerekir.

İnovasyon sürecini beş kısımda inceleyebiliriz. Fikir, konsept, prototip, üretim, pazara arz.

Fikir: En önemli olanı yenilikçi fikirlerdir. Yenilikçi fikirler her birimden her bireyden gelebilir ortamda yenilikçi fikirlerin rahatça söylenebileceği ortamı hazırlamak gerekir ve her fikre saygı duymak gerekir. Önemli olan bu fikirler arasından doğru fikri bulup çıkarmaktır.

Konsept: İnovasyon fikirleri çeşitli parametreler kullanılarak ince eleyip sık dokunarak ve bir tane kalıncaya kadar çalışma yapılır. Fikir üzerinde teknik, Sosyal ve mali fizibilite çalışmaları yapılarak projelendirilmelidir.

Prototip: Kağıt üzerinde projelendirilen fikir, fiziksel hale getirilir. Ürünün test aşamalarında iyi ve kötü yanları tespit edilir ve kötü yanları minimize edilerek prototip oluşturulur. Burada en önemli husus üretim planlarının hazırlanması ve üretime hazır hale getirilmesidir.

Üretim: üretim otomasyona uygun seri üretim haline getirilebilirse işletmeye bir değer katar. Bir ürünün prototipini oluşturmak onun ekonomik olarak üretildiği anlamına gelmeyebilir. Bir çok prototipler seri üretime uygunsuzluğundan, ekonomik ve/veya teknik uygunsuzluklarından piyasaya arz edilmeden prototip aşamasında kalır.

Pazara arz: En önemli safhalardan biridir inovasyon fikrinin başarısı buradaki performansla doğrudan alakalıdır. Modern bir pazar stratejisi izlenmesi gereklidir.

Son krizle birlikte her alanda ciddi inovasyon projelerine önem veren şirketler işletmelerinin devamını sağlayarak işsizliğin önüne geçmeye ve krizi asgari düzeyde atlatma yoluna gitmişlerdir. İnovasyonun asıl amacı mevcut potansiyeli en verimli hale dönüştürmekten geçer. Aslında inovasyonun dolaylı olarak hedefi toplumların refahının artması ve bu refah düzeyinin yaygınlaşmasına katkı sunmasıdır.

Devamını Oku...