2 Mayıs 2009 Cumartesi

Sorularıma Devam Ediyorum..

Yine 24 Nisan! Yine Türkiye'de ABD Başkanı ne dedi kâbusu! Efendim Bay Obama, Türkiye'ye geldiğinde şunu dedi, bunu dedi yani herhalde soykırım ifadesini kullanmayacak, diye kendimizi avutmaktan herhalde çoktan vazgeçmemizin zamanı geldi ama kendimizi avutmaktan bir türlü kurtulamıyoruz. ABD Başkanı Türkiye'ye geldiğinde de söylediği, pek 24 Nisan beyanatından farklı değildi. Kısaca ben inanıyorum veya söz verdim, geri çekilmem mümkün değil, ama! Beyefendiler, beyler, biz sanırım bir şeyi unutmaya meyilliyiz.

ABD'de zaten 42 Eyalet 1915 Olaylarını Soykırım olarak kabul etmiş durumda, bunun bir adım daha ötesi konunun genellemesi. Diyelim ki Bay Obama da önceki Başkanlar Bush ve Reagen gibi "Soykırım" demedi ama Ermenice "büyük felaket" anlamına gelen "meds yeghern" ifadesini kullanarak ağzında bir sürü eveleme geveleme yaptı. Bu bizleri bir yıl daha "eh işte ne yapalım" türü oyalamaktan başka bir sonuca götürmez... İsterseniz bu beyan karşısında "benim katılmadıklarım var", isterseniz "bu politik bir ifadedir" deyiniz, değişen bir şey olmayacaktır. Zira görülen o ki Ermenistan'a siz yakınlaşmak için elinizden geleni yapsanız da, onlar "soykırım" çıkarından yararlanmak için ellerinden geleni yapacak, törenlerde Türk bayrağını yakacak ve katiyetle de geri adım atmadıklarını ispatlayacaklardır. O halde sormak istiyorum,.. Hadi Batı Avrupalıların sömürge hareketlerinde yaptıklarını bir an için unutalım, peki ya kendi ifadeleri ile "bütün ahlâksızlıkları yaparak kurdukları ABD'ye" giden yolda Amerikan kıtasında katlettikleri yerlilerin sayısı ve sonra da, bugün aralarından biri başkanlığa çıkmış olsa bile, siyah derililere yaptıkları acaba "soykırım" dan da öte bir şey değil midir? Bizim siyasilerimizin bunu soracak yürekliliğe ulaşmadığı sürece, bizim birilerinin ağzından çıkacaktan medet ummak, bana doğrusu, en hafif tabiriyle ağır geliyor!

Konu Ergenekon davasına gelince... Hemen herkes tarafından görüldüğü üzere konuda ülke halkı ikiye, hatta üçe bölünmüş durumda. Bilindiği gibi başta Deniz Baykal olmak üzere bir grup, neredeyse yaşananları, buna bulunan silahları bile görmezliğe gelerek "yok böyle bir şey veya olmaz böyle bir şey" demeğe çalışmakta ve daha da ileri giderek "bir nevi savunuculuğa" soyunmaktadırlar. Bir başka bölümü ise konunun darbelerden kurtulmanın bir çıkış yolu olduğunu savunarak kayıtsız şartsız açılan davaları desteklemekte. Bu arada galiba sade vatandaşsa "inanmakla inanmak" arasındaki gelgiti yaşamakta! Ama acı olan bazı medya kuruluşlarının, dün söylediklerinin bugün tam tersini savunurken Türk halkını "kör ve sağır" sanmağa devam etmekte oluşu. İsteseniz çok uzak olmayan bir zaman dilimini hatırlamakta fayda olacaktır. Dönem Ecevit'in Başbakan olduğu ve hastalanarak, bugün Medyamızın gözbebeği olan sn Haberal'ın hastanesine kaldırılarak, orada neredeyse "hayatıyla oynandığı" veya "pasifize edilmek üzere" her şeyin yapıldığının yine bugünün Haberalperest medya gruplarınca ifadelendirdiği, herhalde hatırlarda olmalıdır. Bununla kimseyi suçlamak noktasında olduğumuz söylemek istemiyorum. Ama medyanın meselelere yönlendirici ve ideolojik saplantılı değil, tarafsız bir haber verme niteliği içinde sürdürmesi gerektiğini belirtmek istiyorum. Buradan şuraya gelmek istiyorum. Acaba ülkemizde bozulan insan yapısıyla birlikte bozulan müesseselerden söz edilirken acaba medyamızı hangi sıraya koymalıyız dersiniz?

Konu Ergenekon davası meselesine gelince üzerinde durulması gereken sorulardan biri sanırım şu. Sn Baykal, arkadaşları ve bazı gruplar sorguya alınan veya tevkif edilen kimselerin bazıları için "vatansever ve saygın kişiler" ifadeleri kullanarak bunlar böyle şey yapmazlar demeğe getirmektedirler. Saygın ve vatansever kişiler! Ben izninizle yıllar öncesine, 27 Mayıs 1960 darbesine dönerek, bazı saygın öğretim üyelerinin ve de basın mensuplarının ve hatta o günlere itibarlarıyla damga vurmuş kişilerin, nasıl yalan söylediklerini ve de Yassıada Mahkemelerinde yalan şahitlikler yaptıklarını, sadece hatırlatmak istiyorum. Ve soruyorum. Vatanseverlik ve saygınlık şahıstan şâhısa değişen bir olgu mudur? Yoksa objektif belli ölçütleri mi olmalıdır? Yani her okumuş yazmış veya makam sahibi, mutlaka vatansever ve de saygın mıdır?

Bu aklıma takılan sorudan yola çıkarak da, birden gözlerimin önüne serilen bir davranışın cevaplandırılmasını istemeğe karar veriyorum. 23 Nisan törenlerinde devletimizin üst kademeleri bir araya geldiklerinde, sn Baykal Başbakanın elini sıkmama gibi bir nezaket(!) kuralı uygulayacaktır! Doğrusu şaşmakla, anlayamamak arasında sıkışıp kaldığımı düşünüyorum. Bu nasıl bir demokrasi anlayışı veya siyaset şuuru idi ki, küsçülük oyununa sığınılıyordu. En basit davranışıyla, sadece şeklen de olsa el sıkar ve uzun boylu bir görüşme yapmazdınız ama hiç değilse geleceğin küçüklerine siyaseten bir olgunluk örneği vermiş olurdunuz! Ama galiba yine bir şeyi unutuyorum. Bu CHP'ye nesilden nesil'e intikal eden bir davranış biçimidir. Zira 14 Mayıs 1950 seçimlerinden sonra da, seçilen Cumhurbaşkanı Celâl Bayar'a İsmet paşa ve ekibi TBMM de ayağa kalmayarak saygı    göstermişlerdi!.. Fakat aradan bunca yıl geçtikten sonra biraz daha olgunlaşmak beklenilmez miydi?

Olgunlaşmak mı? Bu da sanırım zamana göre şekil değiştiren bir davranış biçimi. Seçimlere giderken, baktınız ki halkınız "onun değer hükümleriyle hep çatıştığınız için" sizi iktidara taşımıyor.  O halde sosyal hayatın tabii yapısı olan cemaatlere yaklaşır. Onların önderlerinden el almağa çalışır ve hatta yıllarca neredeyse küfrettiğiniz kıyafetler giymiş kimseleri propaganda aracı olarak kullanmaktan kaçınmayabilirsiniz! Fakat aradan sadece kısa bir süre geçtikten sonra, seçimler arkada kaldığı için, yine sn. Genel Başkan "devleti cemaatlere, tarikatlara teslim etmenin yeri yoktur" gibi bir muğlâk cümle kullanmaktan kaçınmaz. Bu, onların tabiriyle, nasıl etik bir davranıştır, dersiniz? Burada geçen hafta sn Genel Kurmay Başkanımıza sorduğum soruyu sn Deniz Baykal'a da sormak isterim. Cemaat kavramınızda sadece dini anlayış mı bulunmaktadır yoksa masonluk, rotaryenlik, lionsluk gibi kökü dışarıda cemiyetler de var mıdır? Çünkü sözlükler cemaat kavramını bu genişlikte anlatmaktadır...

Devamını Oku...

1 Mayıs 2009 Cuma

Kaderimden Sorumlu Değilim

Ali Bey, dost canlısı, samimi bir insan. Öğretim üyesi, profesör. Bir konferans için gelmiş kentimize. Konferans öncesi oluşan dost meclisinde tanıştık. Sohbetinin bir yerinde şöyle dedi: "Zaman zaman kader hakkında sorular soruyorlar bana. Soranlara diyorum ki: 'Kader konusunda konuşmak saatleri alır, size şunu sorayım. Siz şu an bulunduğunuz konumdan memnun musunuz?' Genellikle hayır cevabı alıyorum. Demek ki sizi birileri getirdi buraya, siz istemeseniz de buradasınız. İşte kader budur." Ben de kendimce düşünmüştüm kaderi; ancak bu kadar veciz anlatamamıştım.

Şehrimizin saygın sağlık kuruluşlarından birinin hem ortağı hem işletmecisi olan Yaşar Bey katıldı sohbetimize. Bir olay anlattı. Olay Pamukova civarında yaşanmış: Bir fabrika işçisi, her gün işine gittiği servis minibüsünü o gün kaçırır. Mesaisine yetişmek zorunda. Bir taksi tutar, taksiciye kendisini servise yetiştirmesini söyler. Birkaç kilometre sonra taksi servis minibüsünün önünde durur ve işçi servisine biner. On dakika kadar gidilir. Karşıdan gelen bir kamyon, işçileri taşıyan servise ortadan vurur. Minibüste bir kişi ölür. O da az önce servisi kaçırdım diye paniklediği için taksi tutan fabrika işçisidir. Sanki eceline taksi tutmuştur rahmetli.

Bu tip olayları her birimiz duymuşuz veya yaşamışızdır. Bilmiyoruz neyin ne olacağını. İşte geldik, işte gidiyoruz. "Kısmetindir gezdiren yer yer seni / Arşa çıksan akıbet yer yer seni." diyen şair gibi. Kaderin adını "kısmet" koymuşuz. Derler ya: Bindik alamete, gidiyoruz kıyamete. "Ben istedim de oldu." diye bir şey yok. Görünmeyen bir elin gücüyle, tenimizi okşamayan rüzgarın yönlendirmesiyle bir yerlerden buralara geldik. Yarın nerede olacağımızı bilmiyoruz. Var mı olacağı yerin garantisini verebilecek kişi? Buna kaderini çizmek denir. Kader haritamızı çizmek, ne yeteneğimiz dahilinde ne görevlerimiz arasında ne da yetki alanımızda...

Hüseyin Bey dostum geldi geçen gün. Yapacağı iş değişikliğiyle ilgili istişare yapmak istemiş benimle. Bildiklerimi, gireceği ortamla ve yapacağı işle ilgili kaygılarımı anlattım kendisine. Her şeye rağmen gelen teklifi değerlendirmesini önerdim. Şunu söyledim: "İnsanın nerede bulunduğu o kadar önemli değil, bulunduğu yerde ne yaptığı önemli. Bulunacağımız yeri biz seçemiyoruz; ancak bulunduğumuz yerde yapacağımız işin kalitesini biz belirliyoruz. Bizi değerli kılan, bulunduğumuz yer değil, orada üzerimize düşeni ne kadar güzel, ayrıcalıklı yaptığımızdır. Budur insanı üstün yapan meziyet." Hüseyin Bey, sanırım ikna oldu, teşekkür ederek ayrıldı.

Her zaman derim: Ya bir işi ilk yapan sen olacaksın ya da yapılan işi en iyi yapan sen olacaksın. İlk yapan olmak, her zaman mümkün olmayabilir, en iyi yapan olmak mümkündür. Bu bir terbiyedir, ahlaktır. Toplum olarak, bu konuda eksik olduğumuzu söyleyebilirim. Atasözümüzde bile, "Üzüm, üzeme baka baka kararır" denmiyor mu? Üzüm, birbirine bakarak niçin ağarmıyor da kararıyor?

Kötüden örnek olmaz. İyiler, daima iyileri örnek almalılar. Kader haritamızı çizemiyoruz; fakat dünya haritasının kaktüsü değil, gülü, lalesi, sümbülü olabiliriz. İşte, imtihan burada başlıyor. İyi olmak ve bir şeyin en iyisini yapmak...

Vicdanları devreye sokmalıyız. Ombudsmanlık görevi vermeliyiz ona. Fikirlerimiz, zihinlerimiz, bedenlerimiz uzak kalıyor vicdanlarımızdan. Bizi erdemli, ayrıcalıklı yapan bu gücü ihmal ediyoruz. Korkuyoruz onunla baş başa kalmaktan. Ayıplarımızı, hatalarımızı, günahlarımızı söylüyor bize. Eleştirilmek hoşumuza gitmiyor. Kusurlu da olsak, haklı görünmek nefsimizi okşuyor. Nefsimiz, bizi bir kurt gibi kemiriyor, farkında değiliz bunun. Yolun sonuna gelince kaderi suçluyoruz. Hepimiz yel değirmenlerine saldıran Donkişot'uz.

Bırakalım kaderle uğraşmayı artık. Kendimize bakalım, içimize bakalım. İyilikler yapmak adına vicdanımızı dost edinelim. Ben, istediğim için gelmedim dünyaya, dünyadan gidişim de bana sorulmayacak. İstediğim için de bu ülkede yaşıyor değilim. Zaman ve mekan bana emanet. Kötü olan, zamana ve mekana ihanet. Bize yakışan letafet. Mekanınız neresi olursa olsun, ameliniz güzel olsun.

Devamını Oku...

Eğitim ve Siyaset

Eğitim cehaleti ortadan kaldırıp gelişmeyi, ilerlemeyi sağladığı için çok önemlidir.
Bunun içindir ki İslam dini eğitime özel bir önem vermiştir. İlk gelen vahiyde eğitimle ilgilidir.

Eğitimin diğer önemli bir özelliği de memleketi idare eden bürokrat ve siyasetçileri yetiştirmesidir. Siyasette önemli bir husustur. Memleketin (milletin) kaderini büyük oranda siyasetçiler belirler. Ya perişan edip süründürürler ya da kalkındırıp yüzünü güldürürler.

Eğitimciler siyasetçileri yetiştirir, siyasetçilerde halkı yönetir. Dolayısıyla bir ülkenin eğitimi ne kadar kaliteli ise siyasetçileri de o kadar başarılıdır. Eğitimle siyaset birbirlerinin aynasıdır.

Eğitimle siyasetin bir benzerliği de hedef kitleleri etkilemek onların üzerinde etkili olmaktır. Şöyle ki;
Eğitimde eğitimci vardır onun verdiği mesaj vardır, mesajı veriş şekli, bu mesajın dinleyenler üzerindeki tesiri önemlidir. Eğer bu mesaj doğru bir yöntemle verilmişse dinleyiciler üzerinde olumlu davranış değişikliği olarak geri yansır. Amaç gerçekleşmiş emek ve zaman boşa harcanmamış olur. Burada sonuç alınamıyorsa ya mesajı veren eğitimcide, ya da mesajı veriş şeklinde bir hata vardır, başarı için mutlaka bu hata doğru tespit edilip düzeltilmelidir.

Aynı durum siyaset ve siyasetçiler içinde geçerlidir.

Siyasetçilerinde mesajı dinleyicilerin anlayıp ikna olabilecekleri şekilde yani doğru bir metotla vermeleri esastır.

Başarılı olan siyasetçiler halkın düşünce ve duygularını iyi bilen mesajını en etkili bir şekilde verendir. Siyasette mesajın doğru verilip verilmediği seçimlerde, sandıkta belli olur. Siyasetin geri dönüşüm kutusu sandıktır. Siyasetçilerin başarı ve becerisi sandıktan çıkan oyla ölçülür.

Eğitimde başarısızlık belki öğrenci seviyesinin düşüklüğü ile açıklanabilir ama siyasette başarısızlığın faturasını halka kesemezsiniz.

Çünkü siyaset halk ile beraber halk için yapılır. Siyasette aradığı, beklediği başarıyı bulamayan yerel yada genel siyasetçiler önce bir durum değerlendirmesi yapıp hatanın nerede ve kimden kaynaklandığını doğru tespit etmelidirler.

Hata ya kendinde yada ekibinde ya teşkilatlarında yada mesajı veriş tarzındadır. Unutmamak gerekir ki on tane mazeret bir tane başarının yerini tutmaz. Yalana ve iftiraya dayalı çamur siyasetinin de başarı getirmeyeceği unutulmamalıdır.

Siyasette kendi fikirlerini, projelerini anlatmayı unutup sürekli başkalarını kötülerseniz seçmen buna prim vermez. Başkalarının hataları sizi yüceltmez. Sizi yücelten sizin doğrularınızdır. Siyaseti pozitif yapmak gerekir. Yani kendi projelerinizle seçmenin karşısına çıkmak, kendini anlatmak gerekir. Zaferle değil, seferle görevliyiz anlayışıyla siyaset yapan dost ve kardeşlerim eğer bekledikleri başarıyı bulamıyorlarsa doğru bir şekilde durum değerlendirmesi yapıp nerede hata yaptıklarını doğru tespit etmeli ve hatalarına son vermelidirler. Bunun içinde mutlaka bir özeleştiri yapmalıdırlar.

Doğru bir görüşü yanlış metot ya da üslup ile anlatıyorsanız hedef kitle üzerinde beklenen etkiyi yapmayabilir.

Unutmamak gerekir ki siyaseti halka rağmen değil, halk ile beraber yaparsanız başarılı olursunuz.  Aksi takdirde davanıza ihanet, dostlarınıza hakaret eder bindiğiniz dalı kesmiş olursunuz.

Eğitimciler ülkeyi idare edenleri yetiştirirlerde, kendileri neden ülkeyi idare etmeyi düşünmezler.

Siyasetteki ayak oyunları eğitimcilerin sendikalarında kooperatif ya da ticari ortaklıklarında olmuyor mu? Yani alicengiz oyunlarına hepten yabancı değiller.

Eğitimdeki tecrübenin siyasette başarı getireceği kanaatindeyim. Eğitimcilerin bu konuyu düşünmeleri gerekir.

Öğrencilerinizin yaptığı işi sizde yapabilirsiniz.

Devamını Oku...