Yine 24 Nisan! Yine Türkiye'de ABD Başkanı ne dedi kâbusu! Efendim Bay Obama, Türkiye'ye geldiğinde şunu dedi, bunu dedi yani herhalde soykırım ifadesini kullanmayacak, diye kendimizi avutmaktan herhalde çoktan vazgeçmemizin zamanı geldi ama kendimizi avutmaktan bir türlü kurtulamıyoruz. ABD Başkanı Türkiye'ye geldiğinde de söylediği, pek 24 Nisan beyanatından farklı değildi. Kısaca ben inanıyorum veya söz verdim, geri çekilmem mümkün değil, ama! Beyefendiler, beyler, biz sanırım bir şeyi unutmaya meyilliyiz.
Konu Ergenekon davasına gelince... Hemen herkes tarafından görüldüğü üzere konuda ülke halkı ikiye, hatta üçe bölünmüş durumda. Bilindiği gibi başta Deniz Baykal olmak üzere bir grup, neredeyse yaşananları, buna bulunan silahları bile görmezliğe gelerek "yok böyle bir şey veya olmaz böyle bir şey" demeğe çalışmakta ve daha da ileri giderek "bir nevi savunuculuğa" soyunmaktadırlar. Bir başka bölümü ise konunun darbelerden kurtulmanın bir çıkış yolu olduğunu savunarak kayıtsız şartsız açılan davaları desteklemekte. Bu arada galiba sade vatandaşsa "inanmakla inanmak" arasındaki gelgiti yaşamakta! Ama acı olan bazı medya kuruluşlarının, dün söylediklerinin bugün tam tersini savunurken Türk halkını "kör ve sağır" sanmağa devam etmekte oluşu. İsteseniz çok uzak olmayan bir zaman dilimini hatırlamakta fayda olacaktır. Dönem Ecevit'in Başbakan olduğu ve hastalanarak, bugün Medyamızın gözbebeği olan sn Haberal'ın hastanesine kaldırılarak, orada neredeyse "hayatıyla oynandığı" veya "pasifize edilmek üzere" her şeyin yapıldığının yine bugünün Haberalperest medya gruplarınca ifadelendirdiği, herhalde hatırlarda olmalıdır. Bununla kimseyi suçlamak noktasında olduğumuz söylemek istemiyorum. Ama medyanın meselelere yönlendirici ve ideolojik saplantılı değil, tarafsız bir haber verme niteliği içinde sürdürmesi gerektiğini belirtmek istiyorum. Buradan şuraya gelmek istiyorum. Acaba ülkemizde bozulan insan yapısıyla birlikte bozulan müesseselerden söz edilirken acaba medyamızı hangi sıraya koymalıyız dersiniz?
Konu Ergenekon davası meselesine gelince üzerinde durulması gereken sorulardan biri sanırım şu. Sn Baykal, arkadaşları ve bazı gruplar sorguya alınan veya tevkif edilen kimselerin bazıları için "vatansever ve saygın kişiler" ifadeleri kullanarak bunlar böyle şey yapmazlar demeğe getirmektedirler. Saygın ve vatansever kişiler! Ben izninizle yıllar öncesine, 27 Mayıs 1960 darbesine dönerek, bazı saygın öğretim üyelerinin ve de basın mensuplarının ve hatta o günlere itibarlarıyla damga vurmuş kişilerin, nasıl yalan söylediklerini ve de Yassıada Mahkemelerinde yalan şahitlikler yaptıklarını, sadece hatırlatmak istiyorum. Ve soruyorum. Vatanseverlik ve saygınlık şahıstan şâhısa değişen bir olgu mudur? Yoksa objektif belli ölçütleri mi olmalıdır? Yani her okumuş yazmış veya makam sahibi, mutlaka vatansever ve de saygın mıdır?
Bu aklıma takılan sorudan yola çıkarak da, birden gözlerimin önüne serilen bir davranışın cevaplandırılmasını istemeğe karar veriyorum. 23 Nisan törenlerinde devletimizin üst kademeleri bir araya geldiklerinde, sn Baykal Başbakanın elini sıkmama gibi bir nezaket(!) kuralı uygulayacaktır! Doğrusu şaşmakla, anlayamamak arasında sıkışıp kaldığımı düşünüyorum. Bu nasıl bir demokrasi anlayışı veya siyaset şuuru idi ki, küsçülük oyununa sığınılıyordu. En basit davranışıyla, sadece şeklen de olsa el sıkar ve uzun boylu bir görüşme yapmazdınız ama hiç değilse geleceğin küçüklerine siyaseten bir olgunluk örneği vermiş olurdunuz! Ama galiba yine bir şeyi unutuyorum. Bu CHP'ye nesilden nesil'e intikal eden bir davranış biçimidir. Zira 14 Mayıs 1950 seçimlerinden sonra da, seçilen Cumhurbaşkanı Celâl Bayar'a İsmet paşa ve ekibi TBMM de ayağa kalmayarak saygı göstermişlerdi!.. Fakat aradan bunca yıl geçtikten sonra biraz daha olgunlaşmak beklenilmez miydi?
Olgunlaşmak mı? Bu da sanırım zamana göre şekil değiştiren bir davranış biçimi. Seçimlere giderken, baktınız ki halkınız "onun değer hükümleriyle hep çatıştığınız için" sizi iktidara taşımıyor. O halde sosyal hayatın tabii yapısı olan cemaatlere yaklaşır. Onların önderlerinden el almağa çalışır ve hatta yıllarca neredeyse küfrettiğiniz kıyafetler giymiş kimseleri propaganda aracı olarak kullanmaktan kaçınmayabilirsiniz! Fakat aradan sadece kısa bir süre geçtikten sonra, seçimler arkada kaldığı için, yine sn. Genel Başkan "devleti cemaatlere, tarikatlara teslim etmenin yeri yoktur" gibi bir muğlâk cümle kullanmaktan kaçınmaz. Bu, onların tabiriyle, nasıl etik bir davranıştır, dersiniz? Burada geçen hafta sn Genel Kurmay Başkanımıza sorduğum soruyu sn Deniz Baykal'a da sormak isterim. Cemaat kavramınızda sadece dini anlayış mı bulunmaktadır yoksa masonluk, rotaryenlik, lionsluk gibi kökü dışarıda cemiyetler de var mıdır? Çünkü sözlükler cemaat kavramını bu genişlikte anlatmaktadır...