2 Mayıs 2009 Cumartesi

Sorularıma Devam Ediyorum..

Yine 24 Nisan! Yine Türkiye'de ABD Başkanı ne dedi kâbusu! Efendim Bay Obama, Türkiye'ye geldiğinde şunu dedi, bunu dedi yani herhalde soykırım ifadesini kullanmayacak, diye kendimizi avutmaktan herhalde çoktan vazgeçmemizin zamanı geldi ama kendimizi avutmaktan bir türlü kurtulamıyoruz. ABD Başkanı Türkiye'ye geldiğinde de söylediği, pek 24 Nisan beyanatından farklı değildi. Kısaca ben inanıyorum veya söz verdim, geri çekilmem mümkün değil, ama! Beyefendiler, beyler, biz sanırım bir şeyi unutmaya meyilliyiz.

ABD'de zaten 42 Eyalet 1915 Olaylarını Soykırım olarak kabul etmiş durumda, bunun bir adım daha ötesi konunun genellemesi. Diyelim ki Bay Obama da önceki Başkanlar Bush ve Reagen gibi "Soykırım" demedi ama Ermenice "büyük felaket" anlamına gelen "meds yeghern" ifadesini kullanarak ağzında bir sürü eveleme geveleme yaptı. Bu bizleri bir yıl daha "eh işte ne yapalım" türü oyalamaktan başka bir sonuca götürmez... İsterseniz bu beyan karşısında "benim katılmadıklarım var", isterseniz "bu politik bir ifadedir" deyiniz, değişen bir şey olmayacaktır. Zira görülen o ki Ermenistan'a siz yakınlaşmak için elinizden geleni yapsanız da, onlar "soykırım" çıkarından yararlanmak için ellerinden geleni yapacak, törenlerde Türk bayrağını yakacak ve katiyetle de geri adım atmadıklarını ispatlayacaklardır. O halde sormak istiyorum,.. Hadi Batı Avrupalıların sömürge hareketlerinde yaptıklarını bir an için unutalım, peki ya kendi ifadeleri ile "bütün ahlâksızlıkları yaparak kurdukları ABD'ye" giden yolda Amerikan kıtasında katlettikleri yerlilerin sayısı ve sonra da, bugün aralarından biri başkanlığa çıkmış olsa bile, siyah derililere yaptıkları acaba "soykırım" dan da öte bir şey değil midir? Bizim siyasilerimizin bunu soracak yürekliliğe ulaşmadığı sürece, bizim birilerinin ağzından çıkacaktan medet ummak, bana doğrusu, en hafif tabiriyle ağır geliyor!

Konu Ergenekon davasına gelince... Hemen herkes tarafından görüldüğü üzere konuda ülke halkı ikiye, hatta üçe bölünmüş durumda. Bilindiği gibi başta Deniz Baykal olmak üzere bir grup, neredeyse yaşananları, buna bulunan silahları bile görmezliğe gelerek "yok böyle bir şey veya olmaz böyle bir şey" demeğe çalışmakta ve daha da ileri giderek "bir nevi savunuculuğa" soyunmaktadırlar. Bir başka bölümü ise konunun darbelerden kurtulmanın bir çıkış yolu olduğunu savunarak kayıtsız şartsız açılan davaları desteklemekte. Bu arada galiba sade vatandaşsa "inanmakla inanmak" arasındaki gelgiti yaşamakta! Ama acı olan bazı medya kuruluşlarının, dün söylediklerinin bugün tam tersini savunurken Türk halkını "kör ve sağır" sanmağa devam etmekte oluşu. İsteseniz çok uzak olmayan bir zaman dilimini hatırlamakta fayda olacaktır. Dönem Ecevit'in Başbakan olduğu ve hastalanarak, bugün Medyamızın gözbebeği olan sn Haberal'ın hastanesine kaldırılarak, orada neredeyse "hayatıyla oynandığı" veya "pasifize edilmek üzere" her şeyin yapıldığının yine bugünün Haberalperest medya gruplarınca ifadelendirdiği, herhalde hatırlarda olmalıdır. Bununla kimseyi suçlamak noktasında olduğumuz söylemek istemiyorum. Ama medyanın meselelere yönlendirici ve ideolojik saplantılı değil, tarafsız bir haber verme niteliği içinde sürdürmesi gerektiğini belirtmek istiyorum. Buradan şuraya gelmek istiyorum. Acaba ülkemizde bozulan insan yapısıyla birlikte bozulan müesseselerden söz edilirken acaba medyamızı hangi sıraya koymalıyız dersiniz?

Konu Ergenekon davası meselesine gelince üzerinde durulması gereken sorulardan biri sanırım şu. Sn Baykal, arkadaşları ve bazı gruplar sorguya alınan veya tevkif edilen kimselerin bazıları için "vatansever ve saygın kişiler" ifadeleri kullanarak bunlar böyle şey yapmazlar demeğe getirmektedirler. Saygın ve vatansever kişiler! Ben izninizle yıllar öncesine, 27 Mayıs 1960 darbesine dönerek, bazı saygın öğretim üyelerinin ve de basın mensuplarının ve hatta o günlere itibarlarıyla damga vurmuş kişilerin, nasıl yalan söylediklerini ve de Yassıada Mahkemelerinde yalan şahitlikler yaptıklarını, sadece hatırlatmak istiyorum. Ve soruyorum. Vatanseverlik ve saygınlık şahıstan şâhısa değişen bir olgu mudur? Yoksa objektif belli ölçütleri mi olmalıdır? Yani her okumuş yazmış veya makam sahibi, mutlaka vatansever ve de saygın mıdır?

Bu aklıma takılan sorudan yola çıkarak da, birden gözlerimin önüne serilen bir davranışın cevaplandırılmasını istemeğe karar veriyorum. 23 Nisan törenlerinde devletimizin üst kademeleri bir araya geldiklerinde, sn Baykal Başbakanın elini sıkmama gibi bir nezaket(!) kuralı uygulayacaktır! Doğrusu şaşmakla, anlayamamak arasında sıkışıp kaldığımı düşünüyorum. Bu nasıl bir demokrasi anlayışı veya siyaset şuuru idi ki, küsçülük oyununa sığınılıyordu. En basit davranışıyla, sadece şeklen de olsa el sıkar ve uzun boylu bir görüşme yapmazdınız ama hiç değilse geleceğin küçüklerine siyaseten bir olgunluk örneği vermiş olurdunuz! Ama galiba yine bir şeyi unutuyorum. Bu CHP'ye nesilden nesil'e intikal eden bir davranış biçimidir. Zira 14 Mayıs 1950 seçimlerinden sonra da, seçilen Cumhurbaşkanı Celâl Bayar'a İsmet paşa ve ekibi TBMM de ayağa kalmayarak saygı    göstermişlerdi!.. Fakat aradan bunca yıl geçtikten sonra biraz daha olgunlaşmak beklenilmez miydi?

Olgunlaşmak mı? Bu da sanırım zamana göre şekil değiştiren bir davranış biçimi. Seçimlere giderken, baktınız ki halkınız "onun değer hükümleriyle hep çatıştığınız için" sizi iktidara taşımıyor.  O halde sosyal hayatın tabii yapısı olan cemaatlere yaklaşır. Onların önderlerinden el almağa çalışır ve hatta yıllarca neredeyse küfrettiğiniz kıyafetler giymiş kimseleri propaganda aracı olarak kullanmaktan kaçınmayabilirsiniz! Fakat aradan sadece kısa bir süre geçtikten sonra, seçimler arkada kaldığı için, yine sn. Genel Başkan "devleti cemaatlere, tarikatlara teslim etmenin yeri yoktur" gibi bir muğlâk cümle kullanmaktan kaçınmaz. Bu, onların tabiriyle, nasıl etik bir davranıştır, dersiniz? Burada geçen hafta sn Genel Kurmay Başkanımıza sorduğum soruyu sn Deniz Baykal'a da sormak isterim. Cemaat kavramınızda sadece dini anlayış mı bulunmaktadır yoksa masonluk, rotaryenlik, lionsluk gibi kökü dışarıda cemiyetler de var mıdır? Çünkü sözlükler cemaat kavramını bu genişlikte anlatmaktadır...

Devamını Oku...

1 Mayıs 2009 Cuma

Kaderimden Sorumlu Değilim

Ali Bey, dost canlısı, samimi bir insan. Öğretim üyesi, profesör. Bir konferans için gelmiş kentimize. Konferans öncesi oluşan dost meclisinde tanıştık. Sohbetinin bir yerinde şöyle dedi: "Zaman zaman kader hakkında sorular soruyorlar bana. Soranlara diyorum ki: 'Kader konusunda konuşmak saatleri alır, size şunu sorayım. Siz şu an bulunduğunuz konumdan memnun musunuz?' Genellikle hayır cevabı alıyorum. Demek ki sizi birileri getirdi buraya, siz istemeseniz de buradasınız. İşte kader budur." Ben de kendimce düşünmüştüm kaderi; ancak bu kadar veciz anlatamamıştım.

Şehrimizin saygın sağlık kuruluşlarından birinin hem ortağı hem işletmecisi olan Yaşar Bey katıldı sohbetimize. Bir olay anlattı. Olay Pamukova civarında yaşanmış: Bir fabrika işçisi, her gün işine gittiği servis minibüsünü o gün kaçırır. Mesaisine yetişmek zorunda. Bir taksi tutar, taksiciye kendisini servise yetiştirmesini söyler. Birkaç kilometre sonra taksi servis minibüsünün önünde durur ve işçi servisine biner. On dakika kadar gidilir. Karşıdan gelen bir kamyon, işçileri taşıyan servise ortadan vurur. Minibüste bir kişi ölür. O da az önce servisi kaçırdım diye paniklediği için taksi tutan fabrika işçisidir. Sanki eceline taksi tutmuştur rahmetli.

Bu tip olayları her birimiz duymuşuz veya yaşamışızdır. Bilmiyoruz neyin ne olacağını. İşte geldik, işte gidiyoruz. "Kısmetindir gezdiren yer yer seni / Arşa çıksan akıbet yer yer seni." diyen şair gibi. Kaderin adını "kısmet" koymuşuz. Derler ya: Bindik alamete, gidiyoruz kıyamete. "Ben istedim de oldu." diye bir şey yok. Görünmeyen bir elin gücüyle, tenimizi okşamayan rüzgarın yönlendirmesiyle bir yerlerden buralara geldik. Yarın nerede olacağımızı bilmiyoruz. Var mı olacağı yerin garantisini verebilecek kişi? Buna kaderini çizmek denir. Kader haritamızı çizmek, ne yeteneğimiz dahilinde ne görevlerimiz arasında ne da yetki alanımızda...

Hüseyin Bey dostum geldi geçen gün. Yapacağı iş değişikliğiyle ilgili istişare yapmak istemiş benimle. Bildiklerimi, gireceği ortamla ve yapacağı işle ilgili kaygılarımı anlattım kendisine. Her şeye rağmen gelen teklifi değerlendirmesini önerdim. Şunu söyledim: "İnsanın nerede bulunduğu o kadar önemli değil, bulunduğu yerde ne yaptığı önemli. Bulunacağımız yeri biz seçemiyoruz; ancak bulunduğumuz yerde yapacağımız işin kalitesini biz belirliyoruz. Bizi değerli kılan, bulunduğumuz yer değil, orada üzerimize düşeni ne kadar güzel, ayrıcalıklı yaptığımızdır. Budur insanı üstün yapan meziyet." Hüseyin Bey, sanırım ikna oldu, teşekkür ederek ayrıldı.

Her zaman derim: Ya bir işi ilk yapan sen olacaksın ya da yapılan işi en iyi yapan sen olacaksın. İlk yapan olmak, her zaman mümkün olmayabilir, en iyi yapan olmak mümkündür. Bu bir terbiyedir, ahlaktır. Toplum olarak, bu konuda eksik olduğumuzu söyleyebilirim. Atasözümüzde bile, "Üzüm, üzeme baka baka kararır" denmiyor mu? Üzüm, birbirine bakarak niçin ağarmıyor da kararıyor?

Kötüden örnek olmaz. İyiler, daima iyileri örnek almalılar. Kader haritamızı çizemiyoruz; fakat dünya haritasının kaktüsü değil, gülü, lalesi, sümbülü olabiliriz. İşte, imtihan burada başlıyor. İyi olmak ve bir şeyin en iyisini yapmak...

Vicdanları devreye sokmalıyız. Ombudsmanlık görevi vermeliyiz ona. Fikirlerimiz, zihinlerimiz, bedenlerimiz uzak kalıyor vicdanlarımızdan. Bizi erdemli, ayrıcalıklı yapan bu gücü ihmal ediyoruz. Korkuyoruz onunla baş başa kalmaktan. Ayıplarımızı, hatalarımızı, günahlarımızı söylüyor bize. Eleştirilmek hoşumuza gitmiyor. Kusurlu da olsak, haklı görünmek nefsimizi okşuyor. Nefsimiz, bizi bir kurt gibi kemiriyor, farkında değiliz bunun. Yolun sonuna gelince kaderi suçluyoruz. Hepimiz yel değirmenlerine saldıran Donkişot'uz.

Bırakalım kaderle uğraşmayı artık. Kendimize bakalım, içimize bakalım. İyilikler yapmak adına vicdanımızı dost edinelim. Ben, istediğim için gelmedim dünyaya, dünyadan gidişim de bana sorulmayacak. İstediğim için de bu ülkede yaşıyor değilim. Zaman ve mekan bana emanet. Kötü olan, zamana ve mekana ihanet. Bize yakışan letafet. Mekanınız neresi olursa olsun, ameliniz güzel olsun.

Devamını Oku...

Eğitim ve Siyaset

Eğitim cehaleti ortadan kaldırıp gelişmeyi, ilerlemeyi sağladığı için çok önemlidir.
Bunun içindir ki İslam dini eğitime özel bir önem vermiştir. İlk gelen vahiyde eğitimle ilgilidir.

Eğitimin diğer önemli bir özelliği de memleketi idare eden bürokrat ve siyasetçileri yetiştirmesidir. Siyasette önemli bir husustur. Memleketin (milletin) kaderini büyük oranda siyasetçiler belirler. Ya perişan edip süründürürler ya da kalkındırıp yüzünü güldürürler.

Eğitimciler siyasetçileri yetiştirir, siyasetçilerde halkı yönetir. Dolayısıyla bir ülkenin eğitimi ne kadar kaliteli ise siyasetçileri de o kadar başarılıdır. Eğitimle siyaset birbirlerinin aynasıdır.

Eğitimle siyasetin bir benzerliği de hedef kitleleri etkilemek onların üzerinde etkili olmaktır. Şöyle ki;
Eğitimde eğitimci vardır onun verdiği mesaj vardır, mesajı veriş şekli, bu mesajın dinleyenler üzerindeki tesiri önemlidir. Eğer bu mesaj doğru bir yöntemle verilmişse dinleyiciler üzerinde olumlu davranış değişikliği olarak geri yansır. Amaç gerçekleşmiş emek ve zaman boşa harcanmamış olur. Burada sonuç alınamıyorsa ya mesajı veren eğitimcide, ya da mesajı veriş şeklinde bir hata vardır, başarı için mutlaka bu hata doğru tespit edilip düzeltilmelidir.

Aynı durum siyaset ve siyasetçiler içinde geçerlidir.

Siyasetçilerinde mesajı dinleyicilerin anlayıp ikna olabilecekleri şekilde yani doğru bir metotla vermeleri esastır.

Başarılı olan siyasetçiler halkın düşünce ve duygularını iyi bilen mesajını en etkili bir şekilde verendir. Siyasette mesajın doğru verilip verilmediği seçimlerde, sandıkta belli olur. Siyasetin geri dönüşüm kutusu sandıktır. Siyasetçilerin başarı ve becerisi sandıktan çıkan oyla ölçülür.

Eğitimde başarısızlık belki öğrenci seviyesinin düşüklüğü ile açıklanabilir ama siyasette başarısızlığın faturasını halka kesemezsiniz.

Çünkü siyaset halk ile beraber halk için yapılır. Siyasette aradığı, beklediği başarıyı bulamayan yerel yada genel siyasetçiler önce bir durum değerlendirmesi yapıp hatanın nerede ve kimden kaynaklandığını doğru tespit etmelidirler.

Hata ya kendinde yada ekibinde ya teşkilatlarında yada mesajı veriş tarzındadır. Unutmamak gerekir ki on tane mazeret bir tane başarının yerini tutmaz. Yalana ve iftiraya dayalı çamur siyasetinin de başarı getirmeyeceği unutulmamalıdır.

Siyasette kendi fikirlerini, projelerini anlatmayı unutup sürekli başkalarını kötülerseniz seçmen buna prim vermez. Başkalarının hataları sizi yüceltmez. Sizi yücelten sizin doğrularınızdır. Siyaseti pozitif yapmak gerekir. Yani kendi projelerinizle seçmenin karşısına çıkmak, kendini anlatmak gerekir. Zaferle değil, seferle görevliyiz anlayışıyla siyaset yapan dost ve kardeşlerim eğer bekledikleri başarıyı bulamıyorlarsa doğru bir şekilde durum değerlendirmesi yapıp nerede hata yaptıklarını doğru tespit etmeli ve hatalarına son vermelidirler. Bunun içinde mutlaka bir özeleştiri yapmalıdırlar.

Doğru bir görüşü yanlış metot ya da üslup ile anlatıyorsanız hedef kitle üzerinde beklenen etkiyi yapmayabilir.

Unutmamak gerekir ki siyaseti halka rağmen değil, halk ile beraber yaparsanız başarılı olursunuz.  Aksi takdirde davanıza ihanet, dostlarınıza hakaret eder bindiğiniz dalı kesmiş olursunuz.

Eğitimciler ülkeyi idare edenleri yetiştirirlerde, kendileri neden ülkeyi idare etmeyi düşünmezler.

Siyasetteki ayak oyunları eğitimcilerin sendikalarında kooperatif ya da ticari ortaklıklarında olmuyor mu? Yani alicengiz oyunlarına hepten yabancı değiller.

Eğitimdeki tecrübenin siyasette başarı getireceği kanaatindeyim. Eğitimcilerin bu konuyu düşünmeleri gerekir.

Öğrencilerinizin yaptığı işi sizde yapabilirsiniz.

Devamını Oku...

30 Nisan 2009 Perşembe

Bu Sendikalar Ne İşe Yarar?

Bir: Hayatı boyunca herhangi bir sendikanın kapısından içeri girmemiş bir insanın "Bunlar hep yiyici" yada "Sendika ağaları var ya" girizgâhlı cümle kurmalarına yarar.

İki: Milâttan yani İhtilâlden önce oluşan dış kaynaklı hava akımından mirasyedi olarak kulağına bir damla yel kaçan vatandaşımızın "Bunlar siyasilerin arka bahçesi" demelerine yarar.

Üç: "Ben sendikalara inanmıyorum" klişesiyle hayata güvensizlik ve cesaretsizlik bağıyla bağlandığı halde sözde çağdaş bir söylemin günaşırı suyunu sıkmaya yarar.

Dört: Yaşamını sanki çoğulculuk ve katılımcılık yörüngesine oturtmuş da "Birleşsinler de öyle gelsinler" repliğiyle tüm renkleri tek renge çevirmeye çalışan kalıpçıların çevreyi torna tezgâhı gibi kullanımına yarar.

Beş: "Siz gidin dövüşün gelin, benim işim var" marka ve modelli ikinci el tam siper hikâyelerine karşı işbu sorgu - sual yazısını yazılmasına yarar.

PEKİ, YA SENDİKALAR NE İŞE YARAMAZ?

Bir; çalışanların koruyucu şemsiyesi olduğu halde yazın kavurucu sıcağında tatil şezlongu ve güneşliği olmaya yaramaz.

İki; bireysel emeğin nazenin ve kırılgan yalnızlığının mukavim öncü birlikleri olarak ön safta savaştığı halde kahvehanelerdeki can sıkıntısı savaşlarında paralı askerliğe yaramaz.

Üç; 'Yalnızlık Allah'a mahsustur' kaidesi uyarınca meslek guruplarına aerodinamik sosyal üniteler oluşturmasına karşın tek kişilik koroların vokalciliği istihdamına yaramaz.

Dört; 'Testiyi kırmadan önce' düsturuyla ve insan olanın başına her zamana iş gelebilir mantığıyla "Taş düşebilür, ayı çıkabilür" levhalarıyla yol işaretçiliği yaptığı halde 'kendi düşen ağlamaz' şarkısına nota olmaya yaramaz.

Beş; kazanımlardan ve 'Kolaylaştırın, güçleştirmeyin' prensiplerinden muhtelif çap ve markada pilavlar, makarnalar ve salatalar imal ettiği halde malzemesiz/aşçısız kudret helvaları ve bıldırcın eti sofraları kurmaya yaramaz.

"Benim memurum işini bilir" demişti Özal. Biz de 'şair burada ne demek istemiş' diyerekten sorumuzu kamuoyunun takdirine tevcih ediyoruz:

a-) Benim memurum, çoluk - çocuğunun rızkını kazandığı işinin kıymetini bilir ve maaşını hakederek yapar.

b-) Benim memurum, 'neka ekmek, oka köfte' formülasyonuyla iki reklam veya iki geyik arasında yarım ekmek tutarınca iş yapar.

c-) Benim memurum, 'işini aşıran en kahraman' fehvasınca belli bir işten türev ve integral yardımıyla nice işler, biricik taştan nice kuşlar çıkarır.

d-) Benim memurumun işi iş, tuzu kurudur. Ev, bark, hisse senedi, tahvil, kart, kabekart.. ne ararsan var'ın gizli koleksiyoncusudur.

e-) Benim memurum, sendika sürülerinden ayrılarak Hükümetlerin onu daha kolayca ham yapmasını kolaylaştırır.

Sendikalar, ayakkabı çekeceği değildir. Saç kurutma makinesi de değildir.

Sendikalar, birbirlerinin hasımları yada kuyu kazıcıları değildir.

Sendikalar, hayır kurumları veya cami dernekleri değildir.

Sendikalar; demokrasinin kenesi, anayasa güvesi yada toplumsal düzenin defosu değildir.

Tuhaf! Ne olmadığınızı anlatmaktan n'idüğümüzü ve ne işe yaradığımız anlatmaya sıra gelmiyor. Önyargıları parçalamak atomu parçalamaktan, zan ve isnatları parçalamak ise safradaki taşları parçalamaktan daha zor.

Baka Hoca Nasreddin! Sendikalar bindiğimiz dallardan birisidir. Kesmeyegör !

Devamını Oku...

29 Nisan 2009 Çarşamba

Karikatür ve Din

Din, kimsenin ilgisiz kalamadığı bir konudur her zaman.  Yaşayanı da yaşamayanı da dinle etkileşime girmiştir. Kimi teslim olup yaşayarak, kimi direnip saldırganlaşarak... Bu durum karikatürlere de yansımıştır.

Hasan Kaçan, 1970-80'li yıllarda Türkiye'de en çok satan mizah dergilerinde karikatür çizmiş bir karikatürcüdür. Kendisi karikatür çizdiği gençlik dönemlerinde Tanrı'yı reddeden düşünce akımlarının etkisinde kaldığını, fakat daha sonraları kendi deyimiyle "dine yaklaşınca" bu etkiden kurtulduğunu belirtir.

Sanatçı dediğin...

O yıllarda yaşadıklarını ve yorumlarını "Haltt" ismini verdiği bir kitapta topladı. Bu kitabın bir yerinde aşağıdaki satırları yazıyor:
"70'li yılların moda akımıydı devrimcilik. Marks'ın, Engels'in kitapları toplu olarak okunur, arkasından da okunan konular üzerine grup tartışmaları yapılırdı. Marks kafaya takmıştı bir kez; geleneği, aileyi ve dini dünya üzerinden silecek, işçi sınıfının biricik öğretisi 'bilimsel sosyalizm'i getirecekti hesapta.

Devrimcilerin tartışmaları da genelde bu konuları kapsardı. 'Allah var mı, yok mu?', 'Aile, burjuvazinin mallarını satmak için pompaladığı bir kurum mu?', 'Gelenek, yobazlık veya tutuculuk mu?'

Bizim gibi, sanatçı olmak için illa da devrimci olmak gerektiğini sanan gelenekten yetişmiş, Anadolu kökenli yeni yetmelere devrimci ağabeyleri öncellikle metafiziğin bilime aykırı olduğunu, Tanrı diye bir şeyin olmadığını, insanın kolaylıkla ailesini (anasını, babasını, kardeşini, karısını) gözden çıkarabileceğini öğretmekle görevliydiler.

Kolay değildi, yıllarca geleneksel kültür ve geniş aile içerisinde pişmiş bu çocukları tekrardan eğip bükmek... Devrimci ağabeyler okuma seansları, bilinçlendirme seansları, gece dersleri, hakikaten zorlu bir işi becerip, bu hıyar Anadolulular'ı gerçek birer devrimci yapma yolunda ciddi mesafeler katetmişlerdi. Artık bizler (hâşâ) Allah'ın olmadığına, ailenin saçmalığına, ana babanın, geleneğin, insanın karşısında sırf baskı unsuru olarak bulunduğuna inanıyorduk..."

Arabesk devrim

Hasan Kaçan, yazının devamında bu inanışta olmalarına rağmen o yıllardaki bazı arabesk şarkıcıların söyledikleri "Yarabbim sen büyüksün, Yarabbim sen gönülsün...", "Tanrım senden başka kimim var ki! Yok yok yok...", "Tanrı istemezse yaprak düşmezmiş / Tanrı istemezse insan ölmezmiş..." gibi şarkılardaki Allah inancıyla ilgili mısraların "Marks'ın öğretilerini bir anda dumura uğrattığını" ve  içki içip sarhoş olduktan sonra devrimci ağabeylerinin de dayanamayıp bu arabesk şarkıları söylediklerini biraz da mizahi bir dille anlatır.

Peki 70'li yıllardan bugüne devrimci ağabey profilinde bir değişme olmuş mudur? Dikkat edilirse bu profilin özelliği "bilimsel sosyalizm" adı altında  İslâm'ın inanç esaslarını reddetmek ve bu reddedişlerini  yaymak içinde "sanatı"  kullanmalarıdır. Nitekim Hasan Kaçan "Bizim gibi sanatçı olmak için illa da devrimci olmak gerektiğini sanan..." cümlesini kullanır. Yani bir bakıma "sanat" ve "sanatçı olmak" onların tekeli altındadır. Ve bu sanatçıların ilk hedefi de dindir. Türkiye'de ise İslâm Dini. İslâm'ın iman esaslarına, müslümanların bu iman doğrultusunda yaşamalarına ne kadar çok saldırırsan o kadar "büyük sanatçı" olursun!..

Bugün 70'li yılların devrimci ağabeylerinin söylemleri artık yazılı ve görsel medyada fazla yer almıyor. "Bilimsel Sosyalizm" tabiri yerini "Sekülerizm"e (dini kabul etmeyen, dünyacı anlayış) bırakmış ve bunun üzerinden sanat ve sanatçı tanımlamaları yapılmaya başlanmıştır. Seküler anlayışta ateizm (Tanrı tanımazlık) propagandası yoktur. Fakat Batı kökenli bu anlayış da, dinin toplumsal hayattan çekilmesini amaçlamaktadır.

İster sosyalizm adına olsun ister sekülerizm, taraftarları kendilerini dine gösterilen tepki üzerinden kanıtlamaktadırlar. Kullandıkları bir saldırı metodudur. Fakat saldırdıklarını da kabul etmezler.

Savunma ve eleştiri

Bu saldırılara müslümanlar başlangıçta savunma pozisyonuna geçerek tepki vermişlerdir. "Ne olduklarını" değil de "ne olmadıklarını" anlatmaya çalışmışlardır. İftiralar karşısında yazı ve çizgiyle "irticacı, gerici, yobaz" olmadıklarını kanıtlamaya çalışmışlardır.

Günümüzde bu savunma anlayışı yavaş yavaş azalmaktadır. Niyetin üzüm yemek olmadığı anlaşılan saldırılara karşı savunma yapmanın anlamsızlığı ortaya çıkmıştır. Müslüman karikatürcüler de artık işlerinin gereğini yapıp, her tür soruna dikkat çekip çözüm gösterme gayretine girişmişlerdir. Kendisi gibi inanmayanları ve yaşamayanları eleştirdiği gibi, müslüman hayatının iç sorunlarını da ele almaya başlamışlardır.

Müslüman karikatürcü, Allah'a ve Hz. Peygamber s.a.v.'e inanmayanları eleştirir. Yaratılışa masal diyenleri eleştirir. Bununla birlikte müslümanım deyip namaz kılmayanları da eleştirir. Zekât vermeyenleri de eleştirir. Her tür yanlışı eleştirir. Çünkü kötünün çirkin yüzünü karikatürize edip ortaya koymak onun görevidir. Sanatının ahlâkıdır.

Namaz kılmamak kötü bir şeydir. İçki içmek veya kumar oynamak nasıl kötü bir alışkanlık ise ve toplumun tüm kesimleri tarafından eleştiriliyorsa, namaz kılmamak da kötü bir davranış olarak görülür ve eleştirilir.

Nasıl ki vergi vermeyenler veya vergi kaçıranlar karikatürlerde sıklıkla eleştirilir; üzerlerinde başkalarının hakkı olan zekâtlarını vermeyenler de eleştirilir. Daha önce hacı olmamış, hac zamanı geldiğinde de hacca gitmeyip beş yıldızlı otellerde su gibi para harcayarak tatil yapanlar da eleştirilir.

Aslında bu eleştiriler, müslümanların müslüman karikatürcüler üzerindeki haklarıdır aynı zamanda. Kardeşin kardeşini uyarması sorumluluğu vardır.

İyi niyet ve sabırla

Gerçi kendini başka görenlerin, iyi niyetten yoksun saldırılarından da faydalanmak mümkündür. Fakat akılda tutulması gereken önemli bir konu şudur: Her ne kadar iyi niyetten yoksun olsalar da, ülkemizde müslümanların inanç ve yaşayışıyla alay edenler de göğüslerini gererek müslümanım diyen insanlardır. Yaptıkları haksızlığın, çizdikleri karikatürlerin İslâm'ı yeterince bilmemek ve anlayamamaktan kaynaklandığı çok açıktır. Yani cahildirler.

Her yanlışa olduğu gibi onların yaptıklarına da kızmamız normaldır. Fakat kızgınlıktan çok merhamet göstermemiz gerekmektedir. Çünkü bu insanlar hem cahil, hem de tasavvufî tabirle manen hastadırlar. Tedaviye ihtiyaçları var.

Psikologlara giden insanların sayısında zaten büyük artış var. Bu açıdan bakınca karşımıza garip bir tablo çıkıyor; hasta ve zavallı insanlar tablosu. Bu girdaplaşan bir durumdur ve lehte veya aleyhte tavırlarla bu girdaba yakalanma tehlikesi söz konusudur. Sükûnet ve dua hepimiz için faydalı olacaktır. Unutmayalım ki bu ülkede yaşayanlar nihayetinde bizim yakınlarımız, akrabalarımızdır.

Elbette tavrımız, ne adına adına olursa olsun, hangi yanılgıyla gerçekleşirse gerçekleşsin çirkin saldırılara hoşgörüyle bakacağımız anlamına gelmiyor. Hem yazı hem çizgiyle karşı eleştirilerin yapılması medeni bir haktır ve görevdir. Fakat eleştiri ve uyarıların da yapıcı olmasına dikkat etmeliyiz. Hem eleştirip hem yapıcı olmak da artık yazarı ve çizeriyle edinmemiz gereken bir maharettir.
Sözün bu yerinde Türk mizahının piri Nasreddin Hocamızı biraz analım. Hepimiz onun iğneleyip eleştirirken ne kadar yol gösterici olduğunda hemfikiriz, değil mi?

Yazımıza Semerkand Yayınları'nın Tarihi Şahsiyetler Serisi'ndeki Nasreddin Hoca'yla ilgili bir kitaptan alıntıyla son verelim:

Bizim Akşehir'de nâdânın (haddini bilmez, cahil) biri;

Gözüne kestirmiş Hoca fakiri
Şuna takılayım demiş içinden:

Hoca demiş, güçlü imiş nefesin,
Kerametin dilindedir herkesin
Oku üfle bizim karakaçana,
İki nal parası kâr kalsın bana
Senin kerametin kalmasın saklı
Olsun bizim düldül iki ayaklı...

Bir ya sabır çekmiş içinden Hoca,
Yürü, demiş, katma taşı pirince
Doğru git yoluna kızdırma beni
Şimdi dört ayaklı yaparım seni.

 

Devamını Oku...

28 Nisan 2009 Salı

Ergenekon’un Peşindeki İrade Kim İmiş?

Ergenekon Davası ve soruşturmaları hakkında yorumlarımda resmin bütününü görmeye, özellikle de davanın dış boyutuna dikkat çekmeye çalışmaya çalışmıştım. Davanın ve AKP'nin ateşli savunucularından sosyalist-liberal(!) Prof.Dr. Mehmet Altan'ın söylediği benzer sözler kamuoyunda tartışma yarattı.

Star gazetesi başyazarı Mehmet Altan Ergenekon'la ilgili Vatan gazetesinden Sanem Altan'a röportaj verdi. Yeğeni Sanem Altan'ın, "AKP gerçekten Ergenekon'un üzerine gidiyor mu sizce?" sorusuna amca Mehmet Altan'ın cevabı şöyle:

"Bence AKP'ye kalsa Ergenekon kapanır bile. AK Parti'yi aşan bir irade Ergenekon'un peşinde. Siyaset kurumuyla askeri kurumların anlaşmasını önleyen başka bir irade çalışıyor."

"AKP'nin de onayı var ayrıca. Ama onaylamasalar bile bu iş sürecek gibi gözüküyor. Çünkü herkes paralel devletini temizledi Türkiye temizlemedi, Güneydoğu'da kullandı. Ve hastalandı Türkiye."

"Dünya sistemi Ergenekon'u tasfiye ederek Türkiye'yi tedavi ediyor. Ama bunu kendi kendimize yaparak iyileşmemizi istiyorlar."

"Burası NATO ülkesi. Burada NATO'nun ve Amerika Birleşik Devletleri'nin istemediği hiçbir darbe olmaz. Bu sefer darbeyi yapamadılar, çünkü Amerika istemedi."

1-Demek ki, Ergenekon operasyonunun arkasında AKP'yi aşan bir irade (ABD) varmış."Ergenekon Soruşturmasında Yeni Gelişmeler" başlıklı yazımızda aktardığımız şu cümlede de aynı hüküm vardı: İnternet Haber'de Zübeyir Kındıra'nın ifadesiyle, "şimdi, Türk Gladyosu tasfiye ediliyor. Olan bu.. Kim yapıyor bu tasfiyeyi? Savcı Öz mü? AK Parti mi? Hayır! Aslında bizzat kurucu güç tasfiye ediyor. ABD yani. İpi çeken ABD'dir..."

"Türk Gladyosunun Tasfiyesi" başlıklı yazımızda özetlediğimiz gibi, 1950' li yıllarda ABD'nin teşviki ile NATO ülkelerinde daha sonra adı genel olarak "Gladyo" olarak adlandırılan sivil örgütler oluşturulmuştu. Bu kapsamda Türkiye'de de benzeri bir teşkilatlanmaya girişilmişti. "Özel Harp Dairesi, bir yabancı işgalinde istilacılara karşı gerilla yöntemleri ve yeraltı etkinliğiyle mücadele etmek için kurulmuştu. Gerektiğinde kullanılması için de Türkiye'nin bazı yerlerinde gizli silah depoları oluşturulmuştu." "Görevi, 'barış' sırasında 'gayr-ı nizami harp' hazırlığı yapmak, savaşta da o 'harb'in gereklerini yerine getirmekti."

Ergenekon iddianamesinin özü, bu gizli yapılanmada yer alanların, üst rütbeli bazı generallerin ihtilal yapma planlarına sivil alanda kargaşa çıkarıcı eylemler yapmak suretiyle yardımcı olmaya çalıştığı, bu konuda çeşitli STK'lardan, yazarlardan, bilim adamlarından, basından destek sağladıklarına dayanıyor.

Muhtelif yerlerde, son olarak Poyrazköy'de yeraltına gömülmüş silahların da bu amaca yönelik olarak kullanıldığı/kullanılacağına dair yazılan yazılarla dava ve soruşturmanın haklılığı vurgulanmaya çalışılıyor.

2-Mehmet Altan'ın vurguladığı diğer husus, "AKP'nin de bu ABD operasyonunu onayladığı zaten onaylamasa bile bu işin süreceği."

Bu cümlenin açıklamasını Sadi Somuncuoğlu şu cümleleri ile yapıyordu: "5 Kasım 2007'de Bush-Erdoğan mutabakatı yapılınca, "Ergenekon" üzerinde anlaşma sağlanıyor. Bunu da Fehmi Koru duyuruyor.  ABD bu örgütü niçin istemiyor? Büyük Ortadoğu Projesi haritasına göre, Türkiye dâhil bölgemizdeki devletlerin sınırlarının değişmesi gerekiyor.    ABD bu yolda en büyük engel olarak bu örgütü görüyor."

Nazlı Ilıcak'ın Sabah Gazetesindeki (25 Nisan 2009) yazısından bir paragraf: İnternette yayın yapan "Gerçek Ergenekon" isimli web sitesinde anlatıldığına göre, "Amerikancı olan bir derin yapı, 1999'dan itibaren ulusalcı bir kimliğe büründürülmek isteniyordu. Ergenekon'un inandığı tezler şöyle sıralanmıştı: Ulusal bağımsızlık, IMF karşıtlığı, hatta AB muhalifliği, antiAmerikancılık, Amerika'nın dışlandığı bir Avrasya stratejisi, yeniden Kuvay-ı Milliye hareketi."

Ergenekon soruşturmalarını, "Türkiye bağırsaklarını temizliyor" sloganı ile savunanların sıkça kullandığı, "Derin devlet ve çetelere karşı savaş", "demokrasi ve hukuk savaşı", "darbecilerin ve darbe severlerin demokrasimiz üzerindeki gölgesinin kaldırılması" kavramları, bu davadaki dış etkileri gizleyen birer örtü vazifesi görmekte.

Yargılama sürecinin daha başlarında olmamıza rağmen, yandaş medyada "Bütün korkunçluğuyla deşifre olmuş bir suç örgütü" olduğu ifade edilen bu yapılanmanın varlığı ve boyutunu dileriz yargı netleştirir. Ancak sonuç ne olursa olsun, bu dava kapsamında suçlananların hepsi veya büyük çoğunluğu yıllar süren bir yargılama sürecinden sonra beraat etseler bile, toplumda etkin bir sivil muhalefet yapma potansiyeli olan elit bir kitle susturulmuş olacak.

AKP ile ABD arasında Fehmi Koru'nun söylediği mutabakattan AKP'nin beklediği de bundan yani muhalif sesleri kısmaktan ibaret olsa gerektir.

AKP bu anlayışla hareket ediyorsa kendi varlık sebebine aykırı davranıyor demektir. Salt hukuk kuralları ile hareket edilmezse ve milli menfaatler yerini kişi ve parti yararlarına terk ederse, bunun zararı herkese olur. Bugün demokrasi adına yapıldığı söylenen bir operasyonun tarihe aksedecek yönü sadece ABD'nin istemediği bir ekibin tasfiyesi değil, "demokrasi ve insan hakları karşıtı" sıfatıyla anılması halinde bundan hem Türkiye ve hem de AKP zarar görür.

Hukuk dışına çıkan her türlü eyleme karşı, "Türk Yargısı'nın" bağımsız, yönlendirmelerden ve baskılardan uzak, adil bir yargılama yapıyor olmasını hangi Türk vatandaşı istemez?

Toplumun yarısı bu yargılama sürecine şüphe ile yaklaşıyor. Belki de bunun sebebi, (Irak'ta ve Afganistan'da milyonlarca Müslüman'ın ölümüne sebep olurken eleştirmedikleri), ABD'nin Türkiye'de yaptığı bu operasyonu "ABD Türkiye'yi tedavi ediyor" diye alkışlayan yazarlara güvenmemesidir.

Devamını Oku...

Casuslar Beyinlerimizde

Bugün canım hiç yazmak istemiyor. Sebebi'mi? O kadar çok ki!.. Önce İsrail'in Gazze'de yaptıklarını düşünerek karşı tedbir almaktan kaçınan İslâm dünyasına bakıp içim ağladığı için yazmak istemiyorum. Çünkü içimden geçenleri dile getirmeğe kalksam korkarım kendimle çelişmenin ötesinde günaha da girmiş olurum.

Nasıl olur da aynı zaman diliminde İslam devletleri Katar'da ve Kuveyt'te iki ayrı toplantı düzenleyerek iki ayrı karar doğrultusunda hareket edebilirler! Bu kadar mı beyinleri yıkanmış veya başkalarına karınlarından bağlı hale gelmişler!... Bu duygular içindeyken elim kaleme gittiğinde Türkmenistan'ın can şairi Oraz Yağmur'un " 2'nci Çanakkale" şiirindeki dizelerinin bir bölümü düştü gönlüme... Şöyle diyordu aziz dost...

Hiç hiç duymadın mı?

Biraz önce savaş başlamış

Bomba yok, beyinler patlamış

Bu savaş, en son savaş,

Gizli gizli

Ölüm izli

Kan da yok, ceset de yok

Onurlar, gururlar

Ben benim diyenler

Kaya gibi duranlar

Köle gibi duranlar

Kale gibi ölüyorlar..

 

Sonra hıçkırır gibi davulcuya seslenir şair..

Ey davulcu! Davulcu-u!

Bağırsana!

Casuslar girmiş beyinlerimize!

Dolaşsana, aile aile

Başlamış biraz önce

İkinci Çanakkale!.

 

Bazı liderlerin bu duyguyu anlamaları mümkün mü, diye düşünürken, bir gün kendilerine gelmeleri ümidini yitirmemeğe çalıştım. Ama yine de İsrail'in yaptıklarının hiç değilse "soykırım " olduğunu dile getiremeyen insanlığın utancını taşımanın azabını yaşadım. Soykırım! Yüzyıllardır bağlı olduğu devletine ihanet ederek arkadan vuranların ve buna yataklık edenlerin tehcirini soykırım olarak adlandırmağa  kalkanların sadece tarihi geçmişlerine bakmalarını istemek bile, bugünün şartlarına göre ne kadar da zorlaşmış!.. Çünkü iletişim gücünün beyin yıkama unsurları bütünüyle ele geçirilmiş durumda!  Oraz Yağmur'un dediği gibi "Casuslar girmiş beyinlerine..."

Adı aydındır, okumuş yazmış veya siyasetçidir ama gerçek kimliğini yönlendiren, kendi kimliği, kendi kültürü değil oryantalistlerin bakış açısıdır. Örnek mi istersiniz? Türkiyemizde bir dönem YÖK'ün, yani ilmî kurumların başında bulunmuş olan bilim adamının sözlerine bakmanız bile yeterli. Yaptığı bir söyleşide aynen şunları söylüyor: "Ben Amerikancıyım. Amerikan emperyalizmi palavradır. Dünya barışını ancak Amerika sağlayabilir. "Bütün dünyada olup bitenlere rağmen ABD emperyalizmini görmeyen. Kimseye şaşmak değil, ama onu YÖK'ün başına getirenlere "Pes" dememek mümkün mü!..

İşte bu beyni yıkanmışlar yüzündendir ki Türkiye'yi soykırım,  İslâm'ı da terörle bütünleştiren ideolojik saplantının yatağı çürütülememektedir. Ve birileri oyunun piyonları olarak iplerini Batının finans güçlerine teslim etmiş gölge oyundaki kuklaları canlandırmağa devam etmektedirler..

Adı bugünse Gazze'dir. Dün, şu veya bu! Ama aynı günlerde Gazze faciasının yaşandığı günlerde bilmem ne şeyhi, İngiltere'de sahip olduğu bir futbol takımına İtalya'dan bir futbolcuyu transfer etmek için toplam 150 milyar Euro'yu gözden çıkardığını dile getirmektedir. İnanmakla düşünmek arasında duraksamak bile mümkün değil! Bu zavallı adı şeyh konmuş olan kişinin acaba hiç mi vicdanı yok, diye söylenirken ona başka sıfatlar koymak geçerken içimden nasıl yazmamak baskısından kurtulabilebilirdim ki!... Bu para Gazze'de, Mozambik'te, Gana'da, Gine'de, Afganistan'da ve Etopya'da yaşananlar için kullanılamaz mı? Öldürülen Müslümanların hesabını kim verecek şeyh efendi diye sormak geçmez mi içinizden?

Dünya ekonomik krizle cebelleşiyormuş peki bir futbolcu için İtalyan futbol pazarına aktarılacak 150 milyar Euro'nun ıstırap içindeki Gazzelilere aktarılması şuurunda olmayışa nasıl bir isim verilebilir? Ve İslâmiyette "israf" diye bir mefhum olduğunu bu şeyh  efendi nasıl bilmezden gelir!... Bunun hesabını öteki dünya da vermekten hiç mi endişe etmez!..Bütün bunlar boşuna dile getirdiğimin farkındayım. Eğer böylesi bir şuur olsaydı, İsrail  Arap dünyası üzerinde fasılalarla gündeme getirdiği "soykırım" uygulamalarına cesaret edebilir miydi!..

Soykırım mı dediniz? Amerika kıtasında yerlilere ve zencilere yapılanlara, İspanya'da Müslüman ve Yahudiler üzerinde gerçekleştirilenlere engizisyon uygulamalarına, Avrupa'daki din savaşlarına, 20'nci Yüzyıla damgasını vuran Dünya Savaşlarına ve Afrika'da hâlâ süren etnik temizliklere, Fransanın Cezayir'de yaptıklarına herhalde Oryantalist literatürde "terörle mücadele (!)" ismi veriliyor olmalı!..

Soykırıma gelince bunun faturasını dilediğinize kesmek üzere elinizdeki iletişim araçlarını, medeniyet (!) araçlarını kullanarak yönlendirebilirsiniz. Öyle ki doğru bildiklerini veya soykırım olmadığına inananları bile mahkûm edebilecek kanuni ortamı kurgulayabilirsiniz! Çünkü Batının dünyanın hâkimi olduğuna sadece sizler değil içimizden birileri de inanmaktadırlar. O yüzden sizden biri, Berita F.Waldner, Gazze'de yapılanlar için Hamas'ı suçlarken, bizim içimizden birileri de aynı doğrultuda hüküm vermekten kaçınmamaktadırlar. Çünkü Oraz Yağmur'un dediği gibi... "Casuslar girmiş beyinlerimize!" ...

Devamını Oku...

27 Nisan 2009 Pazartesi

Bilim ve Gelecek Bakanlığı

Bilim ve gelecek bakanlığı Bugün(24/04/2009) gazetelerde bu isimde bir bakanlığın kurulacağı haberini okuduğumda çok heyecanlandım. Lise yıllarımda geliştirdiğim bir sürü projeden en önemsediğim bir proje idi. Hatta ismini de "Bilim ve teknoloji bakanlığı", "Gelecek bakanlığı", "Bilim ve gelecek bakanlığı" olarak koymuştum bile. Aradan 34 yıl sonra bunun gerçekleştiriliyor olması beni gerçekten çok sevindirdi. O tarihlerde ülkenin geri kalmışlığı, demokrasi problemleri ve diğer problemlerin çözümünün; ülkenin önüne koyulacak her alandaki büyük ülkülerle olacağına inanıyordum. Gerçi ülkemiz Planlı kalkınmaya geçmiş Devlet Planlama Teşkilatının(DPT) hazırladığı kalkınma planları vardı. Fakat onların uygulamalarda çok başarılı olmadığını da hep beraber görüyoruz. Ama hiç yoktan iyiydi.

24.07.1963 tarihinde Ülkemizde Bilim ve teknolojiyi geliştirme görevi 278 sayılı kanunla kurulan TÜBİTAK'a verilmiştir. Bugünkü gelişmişlik düzeyine bakıldığında ise bu kurum bilim ve teknoloji adına ne yapmıştır ben çok fazla bilgi sahibi değilim. Soyut Düşünce yazılarımda da belirttiğim gibi "Bilim soyut düşüncenin ürünüdür. Gündelik olaylarla ve hayatla uğraşmak düşünmeye engeldir. Düşünmede ancak soyut kavramlarla bir değer ifade eder ve anlamlı hale gelir. Bilimsel bir bilgi ancak soyut düşünce ile anlaşılır. Soyut düşünceden yoksun kişiler bilimi kavramada zorluk çektiğinden ya bilimi reddederler veya bilimi anlamaktan ve bilimle uğraşmaktan vazgeçerler. Dünyada bilim ile ilgili gelişmeler bakıldığında hangi ülkeler bilimde, fende, felsefede, sanatta ileri iseler o ülkelerde soyut düşünce gelişmiştir. Soyut düşüncedeki gelişmişlik ülkelerin her konu ile ilgili gelişmişliği ile doğru orantılıdır."(Soyut Düşünce(2))

Özel sektörümüz ne yapmıştır. Onlarda bilim ve teknoloji üretme konusunda karnelerinin iyi olduğu söylenemez. Demek ki bu kumaştan iyi elbise olmuyor terziler ne kadar iyi olursa olsun. Bizim önce iyi kumaş üretmemiz için iyi kumaş malzemeleri ve iyi tezgahlar bulmamız gerekiyor sonrada bu kumaşları işleyebilecek iyi terziler yetiştirmemiz gerekiyor. Son yıllarda yapılan yasal düzenlemelerle AR-GE yatırımlarına hem teşvik veriliyor, hem de firmalar bu konuda biraz daha duyarlı gibi gözüküyor.

1990'lı yıllarda bir Bilişim Kurultay'ında özel bir çalıştaya katılmıştım. "Gelecek bakanlığı"  konusu gündeme alınmıştı. Epeyce bir umuda kapılmış, heyecanlı ve verimli bir çalıştay olmuştu. Başlangıçta Başbakana bağlı bir birim olarak kurulsun sonrada bakanlık haline gelsin diye bir sonuç çıkmıştı.

 Kalkınmış ülke olabilmek için temel bilimler konusunda öncelikleri belirleyip, gerekli yatırımları yapmamız gerekiyor. Kalkınmışlığın temel göstergesi teknoloji üretmektir. Bizler ancak ileri teknoloji konusunda akıllı yatırımlar yapabilirsek ülkemizin yaşam kalitesi de artacak aynı zamanda da moral bulacaktır. İnsanımız bu ezilmişlik ve kendini küçük görme duygularından sıyrılıp kendine güvenen, üreten, morali yüksek bireyler olacaktır. Bu da Demokrasinin yerleşmesine bir şekilde ön ayak olacaktır.

Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi (Europen Center for Nuclear Research CERN) dünyanın en büyük parçacık fiziği araştırma merkezidir ve 1954 yılında 12 Avrupa ülkesi (Almanya, Belçika, Danimarka, Fransa, Yunanistan, İtalya, Norveç, Hollanda, İngiltere, İsveç, İsviçre, Yugoslavya) tarafından kurulan bilim araştırma merkezidir. Daha sonraki yıllarda Avusturya, İspanya, Portekiz, Finlandiya, Polonya, Macaristan, Çek cumhuriyeti, Slovakya, Bulgaristan'ın katılımı ile üye sayısı 20'ye çıkmıştır. Türkiye gözlemci üye olarak katılmaktadır. CERN deneylerinde elde edilen bilgilerden pazara yönelik ürünler üretip kurdukları CERN-TECH firması ile de dünya pazarlarında ürünlerini pazarlamaktadırlar.

Bizde CERN'in kuruluşundan iki yıl sonra 1956 yılında Atom enerjisi Komisyonu Genel sekreterliğini kurmuşuz 6821 sayılı yasa ile. Merkezi Ankara'da Başbakanlığa bağlı bir kurum olarak. 1982 yılında da 2690 sayılı yasa ile ismini Türkiye Atom Enerjisi Kurumu adı ile yeniden yapılandırmaya gidilmiş. Her zaman söylediğimiz gibi başlangıçlar güzel ancak sonuçları aynı güzellikte olamamış.

Türkiye'de Bilimin ve teknolojinin gelişmesi için önümüzdeki günlerde "Bilim ve gelecek bakanlığı"'nın kurulması ülkemizin önünü görmesi açısından da çok önemli olduğu gibi sağlıklı öngörülerle ülkemizin hak ettiği seviyeye çıkması bakımından önemlidir. Dünya milletler camiasında daha saygın bir yer edinmesi, halkının daha refah içinde yaşaması adına seviniyorum. İnşaallah gerçekleşir.

Devamını Oku...

Egemenlik Paylaşılamaz

Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramını ve Milli Mücadeleyi zor şartlar altında yürüten Gazi Meclis TBMM'nin açılışının 89. yıldönümünü kutladık. Milli ve dini bayramlarımızı gerektiği gibi anlamak ve değerlendirmek durumundayız. Sadece bayram günlerinde değil; her zaman milli egemenlik ve milli bağımsızlığı vazgeçilmez kabul edebilmeliyiz. Özellikle ülkelerin dayatmalarla, küresel saldırılarla karşı karşıya kaldığı, milli sınırlarının değiştirildiği, milletlerarası hukukun ayaklar altına alındığı bugünlerde...

Milli egemenlik milletin egemenliğidir. Milletin egemenliğinin kalbi TBMM'dir. "TBMM'nin üstünde bir kuvvet yoktur, egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" diyen Mustafa Kemal Atatürk, milletin egemenliğine işaret etmiştir. Amasya Tamimi'nde yer alan "Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır" ifadesi aynı amaca dönüktür.

Türkiye Cumhuriyeti, Türk milliyetçiliği, cumhuriyetçilik ve demokrasi ayakları üzerine kurulmuştur. Aslında I. Meclis son Osmanlı Meclisinin devamıdır. 16 Mart 1920'de İstanbul'un İngilizliler tarafından işgali ile görüşmeler ertelenir; ama Meclis feshedilmez. Nitekim, 24 Nisan 1920 Günü yasalaşan bir kanun son Osmanlı Meclisinden gelmedir. Milli tarih süreklilik gerektirir.

Türk milliyetçiliği kendini Türk olarak hissetmek, ülkesine, milli bağımsızlığına sahip çıkmak, milli değerlerini koruyarak geliştirmektir. Türk milletine mensup olma şuurunun bir tezahürüdür. Aslında milletleşme de mahalliliğin, millet altı dar kalıplarının aşılmasıdır. Etnik sıfatı ne olursa olsun vatandaşlık bilincine sahip olanların ülkesine sahip çıkışıdır. Bu duygulara sahip olarak davranış sergileyen bir Türk Ermenisi, bir Türk Rumu ve Türk Yahudisi de milli kimliğin kapsamındadır. Milletleşme, kültürel bir olgudur. Boy, kabile, aşiret, mezhep ve etnik taassubun aşılmasıdır. Etnik merkezliliğin (etnosantrizm) terk edilmesidir. Dar anlamdaki biz duygusunun milli seviyeye taşınmasıdır. Onun için Türkiye'de tek devlet, tek millet vardır. Bazıları başka arayışlar içinde olsa da.. Milletleşme, farklılıkları kutsallaştırma veya reddetme değil; farklılıklar üzerinde sağlanan kültürel bir mutabakat ve birlikteliktir. Etnik kapalılığın ve ırkçılığın reddedilmesidir. Aslında modern etniklik, milletleşmeyi reddetmez. Her konuya etnik gözlük ve taassup ile yaklaşmak ilkel etnikliktir. Bir millet içinde farklı etnisiteler olabilir. Milliyet ile etnisite birbirine rakip de değildir. Türk, milliyetimizin ve mensup olduğumuz yüce milletin, milli kimliğimizin adıdır. O, etnik bir grup da değildir.  Bu bakımdan, Sayın Genelkurmay Başkanı'nın "Türkiye halkı lafını çekin, oraya Türk koyun bu etnik tanım olur" yaklaşımı uygun düşmemiştir. Milleti ve milli kimliği etniklik dar koridoruna indirerek Türkü etniklik kapsamında görmek sosyolojik gerçekler ile çelişir. TC vatandaşı ve Türk Milletine mensubiyet duygusu içinde olan dini azınlıklarımız gibi, Kürt, Zaza, Çerkez, Gürcü gibi mahalli isimler taşıyan vatandaşlarımız dışlanıyor mu ki onlar Türk kabul edilmiyor? Kendini Türk olarak hissedeni dışlama ve ötekileştirme hakkına sahip değiliz. Yüksek trajlı bazı gazetelerimizin köşelerini işgal edenler önce bunu öğrenmelidirler.

Milli egemenlik, milliyetçilik ve demokrasi birbiriyle iç içe olan kavramlardır. Her biri bir diğerini tamamlar.  Demokrasinin uygulanabilmesi için; milletleşme sürecinin gelişmesi, milli bağımsızlık ve milli devlet gerekir.  Demokrasi şuursuz ve mutabakatları gelişmemiş kalabalıkların değil;  neden ve niçin bir arada bulunduklarını kavrayan milletleşmiş toplumların rejimidir.

TBMM'nin bizzat yürüttüğü Milli Mücadele; 2-3 millet veya devlet için yapılmamıştır. Kimsenin ön izniyle de gerçekleştirilmemiştir. Türkiye Cumhuriyeti de bir kavimler ittifakı değildir.  O bir milli hareket olarak; işgale ve emperyalizme karşı mazlum milletlere ışık tutan manda ve teslimiyet fikirlerini yırtan şerefli bir mücadeledir. Bugün olduğu gibi o dönemde de "İngilizler bize medeniyet getirecek", "Yunan birliklerinin başarısı için dua ediniz" deme küstahlığında bulunan ve Milli Mücadeleyi küçümseyen işbirlikçileri vardı.

Egemenlik milletindir, etnik mülahazalarla bölünemez ve devredilemez, hisselere bölünüp paylaşılamaz.  Pozitif ayrımcılık yapılamaz. Bağımsız bir devlet egemendir. Milli egemenliğin tecellisi, dış baskı ve dayatmaları dışlayabilme gücüdür. Egemen bir devlet, kendi içinde kendinden daha üstün bir gücün ve gücün paylaşılmasının varlığını kabul edemez.

Türkiyelilik içi boş, çıplak bir mekan birliğidir; kimlik olamaz. Kaldı ki Türk Milleti kökü belli olmayan basit bir kalabalık değildir. Göç ülkesi olduklarını reddeden Almanya ve Fransa gibi ülkelerde çok kültürlülüğün bir gereği olarak etrafında farklı milliyetlerden gelmiş insanları gören bir Alman veya Fransız "Almanım" ve "Fransızım" demekten vaz mı geçiyor?

 

Devamını Oku...

26 Nisan 2009 Pazar

Afet Deposunun Son Hikayesi

Değerli okuyucularım.

Lütfen senin afet deposu kabak tadı verdi demeyin. Bu proje sadece bizim şehrin değil, çevre illerinde sıkıntı anında imdadına yetişecek can suyu projesidir.

Hikayemiz üç buçuk yıl önce başladı. 1999 depreminde elinde malzemesi bulunmayan Kızılay İzmit şubesinin düştüğü duruma bir daha düşmemek için bir depo arayışına çıktık. Öncelikle arsa temin etmeli idik. Arsa arayışı sürerken, kafamızda bu depo olgusunu Afet lojistik merkezine dönüştürüp, Kocaeli'ne mal etmek düşüncesi belirdi. Uzunçiftlik Belediyesi hudutları dahilinde 30 dönüm yer bulduk. Yer büyük olunca düşüncemizde büyüdü. Burada lojistik merkezi ile kriz merkezini de bir arada yapalım diye düşündük. Konuyu Vali beye götürdük. Görevlendirdiği Vali yardımcısı ve Sivil savunma Müdürü ile yere baktık. Yeri beğendiler. Bilahare Milli emlak Genel Müdürlüğünden il Özel İdaresine geçici tahsis yapıldı. Tahsis işlemi aylarca sürdü. Neticede işlem tamamlandı. Bu arada bizim fikrimiz biraz daha genişledi. Adını AFET MERKEZİ koyalım dedik. Bu alan içinde Afet Koordinasyon Merkezini (Bir anlamda  Afet Kriz merkezini), Afet Lojistik Merkezini, Afet eğitim Merkezini ve Afet Haberleşme merkezini bünyesinde bulundursun istedik. Teferruatlı bir proje düşünce taslağı ortaya çıktı. Bu Merkezde olması gerekenleri Kızılay İzmit şubesine ait dergide ayrıntılı olarak yazdık.

Kocaeli'de olabilecek afet karşısında Türk Kızılayı'na ait 50 km mesafede bulunan Kartal'daki depolardan her türlü malzeme yardımı yapılması imkanı vardı. Fakat konu İstanbul olunca durum değişiyordu. Bu deponun bütün imkanları İstanbul için kullanılacaktı. Kocaeli ise deprem geçirmiş,bu yüzden hassasiyeti olan bir şehir olduğundan İstanbul da ki bir deprem karşısında her hane sahibi sokağa çıkacaktı. Ciddi manada barınak gerekeceğinden Kızılay bu seferde 17 Ağustosta olduğu gibi  bir bedel ödemek zorunda kalacaktı. Bunun için adeta çırpındık. Bu aşamaya geldik. Konu artık İl Özel İdaresinin uhdesinde idi. Aradan aylar geçti. İstanbul'da beklenen depremle alakalı gazetelerde haberler çıkınca yüreğimiz ağzımıza geliyordu. Gecikmeye tahammülümüz yoktu. Acele ediyorduk.

İstiyorduk ki bu projenin finansörü olacak  olan Kocaeli Valiliği ve Büyükşehir Belediyesi üst yetkilileri bir araya gelip ön protokol yapsınlar. Aradan geçen uzun süreye rağmen bu gerçekleşmedi. Valilikten bu konuda bir adım atılmadı. İl Özel İdaresi yetkilileri bu konuda mevcut Afet depolarını da gezemediler. Biz ise birkaç aydan beri bir Mimar arkadaşımıza  taslak bir proje hazırlatıyorduk Bu proje aslında taslaktan da ötede idi. Ciddi bir çalışma yapılıyordu. Proje üç boyutlu sunulacak hale getirilmişti. Basını ve afette görev yapan sivil toplum örgütlerini bir araya getirerek Afet Merkezi Projemizi kamuoyuna açıkladık. Bilahare Yaptığımız temasta İl Özel İdaresi tarafından proje aşamasına gelindiğini öğrendik. İl Özel İdaresi Genel sekreteri ile görüşerek taslak projemizi sunduk. Bu proje ile alakalı CD yi kendisine verdik. Bu proje yalın olarak bir Mimarın kendi gayreti ile sonuçlandırılacak bir proje değildir. Bu projenin yarışmaya çıkarılması veya bir kaç Mimardan taslak teklif alındıktan sonra ihaleye çıkarılması gerekir.

Birine "al yap" denilecek bir proje değildir. Bayındırlık bünyesinde de halledilecek bir proje değildir. Büyükşehir yetkilileri bu projeye gönüllü destek vermektedirler. Finansmanın kendilerine düşen payını karşılayacaklarını beyan ediyorlar. Bu bizim için sevindirici bir beyandır. Şimdi sayın Valimize  sesleniyorum.

Bu yatırım yaklaşık 5 milyon TL lik projedir. Bu bedeli tek başınıza karşılayacaksanız, saygı duyar şapka çıkarırız. Şayet Büyükşehir Belediyesi ile ortak yapacaksanız, niçin bir araya gelemediniz? Büyükşehir Belediye Başkanı ile bu konuda bir araya gelerek prensip protokolü yaparsanız,. kamuoyunu da rahatlatmış olursunuz.

Kızılay İzmit şubesi olarak Büyükşehir Belediyesinden kendi  afet depomuz için kapalı alan temin etmiş bulunmaktayız. Kendilerine teşekkür ederiz.

Sayın Halkımız!

Bu Afet Merkezi Kocaeli'nin birinci öncelikli projesidir. Kocaeli için çok önemlidir.Bir afet anında önemi daha çok anlaşılacaktır. Unutmayacağız,unutturmayacağız demek yetmiyor. Bu konuda kamuoyu baskısına ihtiyaç vardır. İmkanlar hızlandırılmalıdır. Sizlerden destek gerekmektedir. Bütün sivil toplum örgütlerinin destek vermesi gerektiğine inanıyorum.

Biz üç buçuk yıldır uğraşıyoruz. Konu pişmiştir. Yağı,tuzu, biberi eklenecektir. Bu katkıda sizden olsun.

"Haydi Kocaelililer! Afet Merkezi projenize sahip çıkınız." diyor saygılar sunuyorum

Devamını Oku...

Yabancı Hakim

Ellili yıllarda yaşayanlar bilirler. O zamanlar Milli lig diye tanımlanan profesyonel birinci ligde maçlar oynanırken özellikle Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş'ın birbirleriyle yaptıkları maçlarda yabancı ülkelerden gelen hakemler maçları yönetirdi. Sebep de yerli hakemlerimizin taraf tutabilecekleri endişesiydi. Ama daha sonraları hakemlerimize güven arttı yabancı hakemlerin yerini bugün olduğu gibi yerli hakemlerimiz aldı. Ve artık maçlarımızda yabancı hakemlerimiz yok.

Ergenekon davasının seyrini izlerken bazı politikacılar bazı yazarlar bazı hukukçular ve bazı profesör unvanlı kimseler elli sene önceki lig maçlarında olduğu gibi neredeyse dışardan savcı ve hakemler talep edecekler. Ama onları da kullanamayacaklarını bildikleri için böyle bir talepte bulunmuyorlar. Yoksa çoktan dışardan savcı ve hakimler isterlerdi. Bunları yapanlar okur yazarı olmayan hukukun h sini bile bilmeyenler olsa cahilliklerine verilir, neyse denir,  ama tümü öyle unvanlı kimseler ki şaşırmamak elde değil.

Bunlara bakılırsa iktidar partisi mahkemeleri eline almış adliyeyi babasının çiftliği gibi kafasına göre idare ediyor. Yargı bağımsızlığı diye, bir şey yok. İktidar emrediyor savcılar, hakimler baş üstüne efendim diyerek buyrulanı yapıyor. Peki bu yargı görevlileri bu görevlere ne zaman gelmişler onları buralara bu iktidarımı atamış. Yargıçlar ve savcılar sıradan devlet memurlarımı? İktidarın yargıya müdahalesi anayasa suçudur da muhalefetin yargıya müdahalesi anayasasal suç değil midir? Buna muhatap olan yargı organları niye ses çıkarmıyor? Yapılanları niye dava konusu yapmıyor acaba?

Ayıptır... Bunlar bu hareketleri ile davayı sulandırmayı amacından saptırıp yargı organlarına göz dağı vermeyi  hedefledikleri aşikar!!! Önümüzdeki günlerde yargı  kararı verir.  Üst mahkemeler de kararı onaylarsa biz yanılmışız özür dileriz diyeceklerine onların da taraf tuttuğunu söylerler. Üstelik bunu yapanlar demokrasiyi ortadan kaldırmaya çalışanlar varlıklarını demokrasiye borçlu siyasi partiler olunca durum daha da vahimleşiyor. Siyasi Partiler darbecilere karşı çıkacaklarına avukatlıklarını yapıyor, olacak iş değil...

 

Devamını Oku...

25 Nisan 2009 Cumartesi

Kafanız Kaç Derece?

İş adamları, ilginç kişiliğe sahip. Olaylara diğer insanlardan farklı bakabiliyorlar, onları farklı dillendirebiliyorlar. Geçen gün, kendisiyle merhabamız olan bir iş adamıyla birkaç dakika sohbet ettim. Sohbetinin bir yerinde söylediği "Sizin gibi kafası üç yüz altmış derece olan insanları her zaman önemserim." cümlesini uzun süre hafızamdan silemedim. "Üç yüz altmış derecelik kafa", ne demekti? Kişileri değerlendirme ve bir bakış açısını ifadelendirme bakımından orijinaldi bu cümle.

Bir eğitimci olarak, biz, öğrencilerimize istikamet sahibi olmalarını, değerler edinmelerini, istikametlerinden ve değerlerinden kopmamalarını ısrarla tavsiye ediyoruz, onlara bunun önemini vurguluyoruz.  İstiyoruz ki, insanlar temel değerlerde birleşsinler, kavga etmesinler, barış içinde yaşasınlar. Üç yüz altmış derecelik bir kafaya sahip insan modeli ile, istikamet sahibi bir insan modeli nasıl ve nerede uzlaşabilecek? Onları uzlaştırmak, kapıştırmak sonucunu doğurmaz mı? Öyle ya, birinde ansiklopedik olacaksın, diğerinde tekdüze...

Dıştan bakıldığında bir çelişkinin olduğu yadsınamaz. Ancak, üç yüz altmış derece olması istenen radarın adı, kafa. Üç yüz altmış derecelik kafa; her bilgiye açık, ön yargılardan uzak, hür düşünceli olan; gözleri kör, kulakları sağır olmayan bir kafa demek. Her şeyi bilen; ancak her şeyi yapmayan kafa demek. Kafa, bilginin; gönül, eylemin yatağıdır. Kafa bilgiyi depolar;  bilgi, idrakle bilince dönüşür ve gönül uzuvlar aracılığıyla bunu eyleme döker. Üç yüz altmış derece kafası olmayanın, eylemi de bilinçsiz olacaktır. Paratonersiz gönül, tehlikelerden uzak değildir. Kafasını bilgiye açmayanlar, gönlünü kör ederler. Üç yüz altmış dereceye açık kafası olmayanların, doğru istikamete sahip olmaları da beklenmemelidir. İş adamı arkadaşımızın niteliğini belirlediği kafa ile bir eğitimci olarak yetiştirmeyi arzuladığımız insan modeli arasında bir çelişkiden değil, bilakis bir gereklilikten söz etmek daha uygundur.

Üç yüz altmış derecelik kafası olanlar, şüphesiz, olayları, olaylardaki esrarı; evreni, evrendeki insan gerçeğini daha iyi idrak edeceklerdir. Bilgisiz inanç kör, inançsız bilgi topaldır. Gerçekleri, tam ve doğru bilgiyle idrak edebiliriz. Bilginin zararlısı, olmaz; en zararlı bilgi bile faydalı bilgiyi bize tanıtacağı için yararlıdır. Bir bilginin faydasız olduğunu söylemek, o bilginin faydasızlığını bilmekle mümkündür. Bilgi, güçtür; kişiye cesaret verir. Bilgi ışıktır; karanlıkları aydınlatır. Bilgi, bir birikimin sonucudur; insana perspektif kazandırır. Bilgi, geçmişle geleceği birbirine bağlayan, bugün ayakta kalmamızı sağlayan köprüdür. Bilginin yatağı kafa, vasıtası dil, amacı mükemmel insandır. Evrenin de insanın da merkezinde insan vardır. Her ikisinin hedefi, insana, insan olduğunu hissettirmektir. Bilgi, hem yaşatır hem öldürür. Yaşatan bilgiyi yudumlamak için, öldüren bilgiyi tanımak lazım. Şeytan, bilgi yönüyle melekten aşağı değildir. Ama, biri şeytan, diğeri melek. O halde, bilgiyi bir değer haline getirmek için, temiz bir gönül gerek.

Doğru bilgiyle beslenen temiz ve zengin gönül, insanın zırhıdır. Sadist, narsis, megaloman duygular yer almaz temiz ve zengin gönülde. Suyu yükseklerden gelen bir pınardır ki ondan her içen serinler, ferahlar. Garipler, yoksullar, biçareler onda huzur bulur. İnsandaki tükenmeyen, tüketilemeyen deryanın adıdır gönül. İhtiyaç sahibi hiç kimsenin eli boş dönmez gönül deryasından. Gönlü geniş ve zengin olanlar, artık istikamet sahibidirler. Gidecekleri yeri, yanaşacakları limanı bilirler. Edinilen her bilgi yani esen her rüzgar, onları limana ulaştıran güç olacaktır. Gönül, beden gemisinin kaptanı, bilgi ise makinesidir ya da yelkenlinin rüzgarı...

Kuş her dala konmaz, arı her çiçekten bal almaz; seçicidir her ikisi de. Gönül de her maşukun aşağı olmamalıdır. Kuş dalı, arı çiçeği tanır. Maşuk da aşığı tanımalıdır. Doğru bilgi gerek bunun için. Kafası darlar, bilgiyi nasıl elde edecek? Dar kafanın ürünü, dar gönül olacaktır. Gönülde genişlik, kafada genişliğin sonucudur.

Kafa ve gönül, birbirinin muarızı veya rakibi değil, tamamlayıcısıdır. Haydi kafalarımızı genişletelim, gönüllerimiz zenginleştirelim.

Devamını Oku...

24 Nisan 2009 Cuma

Lisan Meselesi (2)

Bugün kullanmakta olduğumuz Türkçe, tarih içinde kazandığı bütün incelikleri ve ses zenginliklerini maalesef büyük ölçüde kaybetmiş bulunmaktadır. Artık konuştuğumuz lisan Hamdullah Suphi'lerin, Peyami Safa'ların, Necip Fazıl'ların konuştuğu ahenkli güzel Türkçe değil, ağzımızda geveleyip durduğumuz, kulağa hoş gelmeyen bir Türkçe'dir. Bu itibarla, Yahya Kemal'in "Bu dil, ağzımda annemin sütüdür..." dediği güzel Türkçemizin korunması hususunda elbirliğiyle gereken hassasiyeti göstermemiz icabetmektedir.

Ancak, günümüzde uydurma kelimeleri kullanmak o kadar yaygın hale gelmiş bulunmaktadır ki, kimin iyi, kimin kötü niyetli olduğunu anlamak ta mümkün değildir. Yeni yetişen gençlerimiz ise okulların, TV'lerin, basının ve çevrenin tesiri ile kesif bir uydurukça dilin telkini altında kalmaktadır. Bunun neticesinde de masum geçlerimiz, daha küçük yaştan itibaren dil hususunda yanlış bir yola girmiş olmaktadırlar. Diğer taraftan yaşları en az altmışı geçmiş yetişkinlerimiz de bilerek veya bilmeyerek uydurma lisanı kullanmakta, bazıları da kendilerinin yeni nesile ayak uydurduklarını zannederek bu kelimeleri şuursuz bir şekilde kullanmaya devam etmektedir.

Burada üzüntü veren bir husus vardır ki, o da baba ile oğlun, torun ile dedenin birbirlerini anlayamaz hale getirilmeleridir. Bu husus ise çok üzücü bir durum meydana getirmekte olup, bu günün gençliğini, dünün Mehmet Akif'ini, Ömer Seyfettin'ini, Peyami Safa'sını anlayamaz duruma getirmektedir.

Bilindiği üzere, lisan nesiller arasında kültür devamlılığını sağlamanın en önemli vasıtalarından birisidir.

Dil meselelerine, gönül veren kafa yoran Prof. Dr. Mehmet Kaplan'da bu hususta derin bir üzüntü duymuş olacak ki, bir yazısında,
"Faciayı düşününüz. Bugünkü nesiller için Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Halide Edip, Yakup Kadri, Reşat Nuri, Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar, hatta Sait Faik'in eserleri anlaşılmaz hale gelmiştir. Bir milletin kütüphanesi ancak böyle yıkılabilir. Bugünün öğrencilerine bu yazarlardan birinin eserini veriniz, manasını anlamadığınız kelimelerin altını çiziniz deyiniz, sayfaların simsiyah olduğunu göreceksiniz. Suç elbette gençlikte değildir. Onların tarihi ve milli kültür kaynaklarına gitmesini engelleyen zihniyettir." demektedir.

Hocamız bu ifadelerinde yerden göğe kadar haklıdır. Zira İstiklal Marşımızı sözlüğe bakmadan kaç öğrencimiz anlayarak okuyabilir. Bahsi geçen eserler en fazla 70-80 sene öncesine ait bulunmaktadır. Bu kadar kısa bir süre içerisinde eserlerin yeni nesil tarafından anlaşılamaz hale gelmesi son derece üzücü ve düşündürücü bir hadise olarak görülmektedir.

Üzülerek ifade edelim ki, bugün artık memleketimizde uydurmacılık bulaşıcı bir hastalık haline gelmiş bulunmaktadır. Hocamız Prof. Dr. Necmeddin HACIEMİNOGLU'nun ifadeleri ile uydurmacılık hastalığına yakalanan insanlar çeşit çeşit, tip tip ve sürü halindedir. Muhterem hocamız bu insanları iki gruba ayırmaktadır.

"1-Hainler Grubu     2- Gafiller Grubu

Hainler grubunun mensupları uydurmacılık akımını neden ve hangi maksatla desteklediklerini gayet iyi bilmektedirler. Yaptıkları işin şuurundadırlar. Dışardan ezeli ve ebedi Türk düşmanlarından emir ve talimat almaktadırlar. Niyetleri kötüdür.

Gafillere gelince:

"Gafiller maalesef sayıca hainlerden daha çok ve daha zararlıdırlar. Çünkü robot gibi güdülür, kukla gibi oynatılabilirler."

"Bunlarda çeşit çeşittirler. Ancak hepsinde ortak olan bir vasıf vardır ki o da cehalettir. Hiçbiri dilin mahiyetini, cemiyet ve milletle olan münasebetlerini bilmez. Hepsi kültürümüzün zenginliğinden habersizdir."

Yukarıda izah edilen sebeplerle dilimiz uzun yıllardan beri olduğu gibi bugün de tam manasıyla yıkıcı bir propagandanın tesiri altında kalmaya devam etmektedir. Bu yıkıcı davranışların, kötü emellerin ne zaman son bulacağına dair herhangi bir kuvvetli ümit ışığı da görülmemektedir. Bu işleri düzeltip dil meselesini normal mecrasına koyacak olan mekteplerimiz ve üniversitelerimiz de üzülerek ifade edelim ki, tam manasıyla gaflet içerisinde bulunmakta olup, hatta dilde yozlaşmaya çanak tutmaktadırlar. Başta Devlet TV kanalları olmak üzere bazı özel TV kanalları ile bir kısım basının tutumları ise tamamen vurdumduymaz bir davranışı sergilemektedir.

Bu cümleden olarak, güzel Türkçemizin yaşatılıp asli yapısının bozulmadan nesiller arasındaki dil ve kültür birliğinin devam ettirebilmesi için en azından Devletimizin bu hususu Milli mesele addetmesi ve Türkçe'nin kurtuluş savaşını başlatması gerektiği kanaatini taşımaktayız.

Diğer taraftan, lisan meselesinin ehemmiyetine müdrik olan, bu işe gönül koymuş insanların en azından, güzelim hayat yerine yaşam, imkân yerine olanak, şart yerine koşul, kelime yerine sözcük, sebep yerine neden, hafıza yerine bellek, hayal yerine imge, delil yerine kanıt kelimelerini kullanmamaları en halisine temennimizdir.

Netice itibariyle, dil milletleri millet yapan mühim unsurlardan birisi olmanın yanında, güzel konuşmanın güzel yazmanın da en güzel bir ifade tarzıdır. Bu sebepledir ki, güzel konuşup iyi eserler meydana getirilebilmesi, milli birliğimizi bozmadan nesiller arasındaki bağın devam ettirilebilmesi için, dilimize sahip çıkmak bir vatanseverlik olarak mütalaa edilmektedir.

Bir önceki yazımızda da ifade edildiği üzere, dil sevgisi, vatan sevgisi, ana sevgisi gibidir.

Yahya Kemal'in bir şiirinde ifade ettiği gibi, "Türkçe ağzımda annemin sütüdür."

Devamını Oku...

2009 Yerel Seçim Analizi

İlgi alanıma giren ilk yerel seçimler rahmetli Turgut Özal'ın başkanlığı döneminde 1984 yılının mart ayında yapılan seçimlerdir. ANAP tek başına iktidar Turgut Özal siyasetin yeni ve parlayan yıldızı. İlerleyen saatlerde seçim sonuçlarını takip ederken Başbakan Özal'ın canlı yayında bir açıklaması dikkatimi çekiyor; 25 sene iktidardayız.

ANAP başta İstanbul, Ankara, İzmir olmak üzere silme götürüyor. Siyasette çoğu zaman halkın verdiği yetki halk için kullanılmıyor. Seçimlerden sonra zam yağmuru yapılınca zammı niye seçimden önce yapmadınız diye soran gazeteciye, "Ben enayi miyim?" cevabını verirseniz nasıl olsa halk enayidir.

Boğaz köprüsünden geçerken kasetle neşeni bulurken vatandaşın neşe durumundan haberin olmazsa bir dahaki seçimde olursunuz ters köşe.

89 mahalli seçimlerine gelince ANAP'ın kazandığı il sadece Malatya belediye başkanlığı idi. Anlaşılan enayi yerine konulmak halkın çok zoruna gitmişti, rüştünü ispat etme ihtiyacı hissetmişti. Bu seçim ANAP için sonun başlangıcı oldu.

Rahmetli Özal postu Çankaya köşküne atmak suretiyle kendini garantiye almak ihtiyacı hissetti. Gemi su alıyordu, hasar büyüktü, tamir tutmazdı. 25 yıllık iktidar hayali 6. yılında kabusa dönüştü.

1989 belediye başkanlığı seçimlerini Sn. Erdal İnönü'nün genel başkan Sn. Deniz Baykal'ın genel sekreteri olduğu o günün SHP'si günümüzün CHP'si %27 lik oy oranıyla silme kazanmıştı. Bu seçim SHP'yi 91 seçimlerinde iktidara taşımıştı. Demirel-İnönü koalisyonu kurulmuştu.

Bu başarı SHP(CHP)'lileri seçim sarhoşu yapmıştı. Onlarda ilanihaye iktidarda kalacaklarını düşündükleri için halkı önemsememeye hata üstüne hata yapmaya başlamışlardı. Büyük şehirlerde çöp dağları oluşmaya başlamıştı.

Yolsuzluklar tavan yapmış ASKİ ve İSKİ unutulmazlar arasına girmişti. Halktan yetkiyi alıpta halkı unutanları, halk unutmaz. SHP önce belediyeleri kaybetti, sonra genel seçimlerde baraja takıldı. Deniz Baykal genel başkanlıktan istifa etti. Halk enayi yerine konulmaktan hoşlanmıyor ve hiçbir partiyi hiçbir lideri alternatifsiz görmüyordu. Vatandaş önce sarı kartla uyarıyor hata devam ediyorsa arkasından kırmızı kartı gösteriyordu.

Siyasiler ibret almıyor, tarihte tekerrür ediyordu.

Bu kadar uzun giriş yapmamın sebebi geçmişi bilirsek günümüzü doğru tahlil edebiliriz.

Ben AK Parti iktidarının bu ülke için bir şans olduğuna inanan insanlardanım. Ama AK Parti bunun ne kadar farkında?

Halkımız rahmetli Adnan Menderes ve Turgut Özal'a verdiği yetkiden daha fazlasını AK Partiye verdi. Merhum Menderes'in Sn. Abdullah Gül gibi cumhurbaşkanı Merhum Özal'ın da Tayyip Bey gibi bir başbakanı yoktu.

AK Partinin dolayısıyla Sn. Başbakanımız Tayyip Bey'in bu şansı iyi değerlendirmesi gerekir. Bu seçim büyük şehirlerde bile adayların partilerden daha belirleyici olduğunu gösterdi, vatandaş daha seçici, daha duyarlı hareket etti.

Soba borusunu, ceketimizi aday yapsak seçim kazanırız ifadesi vatandaş cahildir, aklı kesmez, parti lider ismiyle işi götürürüz anlayışı artık bitmiştir.

Vatandaşı cahil görüp küçümsememek gerekir, aksi takdirde son pişmanlık fayda vermez.

Bu seçimde AK Partinin %47 den %39 a inmesi elbette bir kayıptır. Ama 2007 genel seçimlerinde %7-8 lik oy Sn. Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanlığı'na destek, 367 dayatmasına tepki olarak verilmişti. Onları düşerseniz AK Parti'nin aldığı oy normaldir. Ama başarı bu emanet oyların partide tutulmasıdır. Aday tespitlerinde yapılan hatalar İstanbul ve Ankara'da bir çok ilçenin kaybedilmesi mazeretsiz bir yenilgidir. Bunun yanında bazı il ve büyükşehir belediye başkanlıklarının kaybedilmesi hatanın doğru tespiti için üzerinde doğru düşünülmesi gereken bir husustur. Bu sarı kartın kırmızı karta dönüşmemesini temenni ederim.

Sn. Başbakanın kazanılmasını çok istediği Diyarbakır büyükşehir belediyesi başta olmak üzere Güneydoğuda birçok il belediye başkanlığının kaybedilmesi de üzerine önemle düşülmesi gereken bir durumdur.

Başbakanımız Siirt damadıdır. Siirt belediye başkanlığının kaybedilmesin de ne gibi hatalar yapıldı. Bir çok çamaşır makinesi, buzdolabı, çekyat dağıtılmasına rağmen AK Partinin Tunceli'de bağımsız aday kadar oy alamayıp 3. parti olması da üzerinde önemle durulması gereken bir husustur.

Doğru teşhis yapmadan doğru tedavi uygulamanız mümkün değildir. Doğru tedavi uygulayabilirler mi derseniz, şimdiye kadar uygulanmamıştır. Ak Parti açısından bu seçimde en başarılı il Kocaeli teşkilatıdır.

13 de 12 yapmak hedefi 12 den vurmak demektir. Bunun için Kocaeli teşkilatını tebrik ediyor, seçilen başkanlara başarılar diliyorum.

CHP'nin bu seçimlerde derin güçlerden uzaklaşarak halka ( halkın inanç-kültür ve değerlerine ) azda olsa yakınlaşmanın olumlu sonucunu gördü. CHP oylarını daha da arttırmak, iktidara yürümek yada bir kenarından tutunmak istiyorsa başörtüsünün karşısında değil de yanında olması gerekir. Bunu akıl eder yada buna cesaret edebilir mi onu zaman gösterecek.

MHP'nin bu seçimde diğer seçimlere göre oylarını arttırması bazı büyükşehir belediye başkanlıklarını kazanması doğru aday tespiti ve  olumlu muhalefetin sonucudur. Bu seçimin dikkat çeken bir partisi de SP'dir. Yeni genel başkanın rüzgarıyla oylarını %100 arttıran tek partidir. SP bu seçimde belki %10 lara bile ulaşabilirdi ama halk tarafından benimsenmeyen söylemler, teşkilatların sivri ve itici konuşmaları genel başkan Sn. Numan Kurtulmuş'un rüzgarını kesmiştir. Halkın itibar etmediği söylemler partiye oy getirmez gelecek oyları bile engeller.

SP teşkilat ve söylemini de genel başkana uygun bir şekilde yenilerse %10 barajını çok rahatlıkla aşar ve AK Partiye ciddi alternatif olabilir.

Bu seçimin en üzüntü verici yönü ise Sn. Yazıcıoğlu ve arkadaşlarının elim bir kaza sonucu Rahmeti Rahmana kavuşmalarıdır. Bu vesile ile onları bir kez daha saygı ve rahmetle anıyorum. Kabirleri nur, mekanları cennet olsun.

Seçimlerin ülkemize ve tüm insanlığa barış ve huzur getirmesi temennisiyle...

Devamını Oku...

23 Nisan 2009 Perşembe

Unutmak ve Unutulmak

Hafıza insan benliğinin merkezi yerlerindendir. Kendimize ve çevremize dair her türlü tanım ve tecrübe burada yatar. Bu sebeple zihnimizi ve duygularımızı şekillendiren unsurlardan da biridir. Nitekim kendine ve çevreye yabancılaşmanın bir boyutunu hafıza kaybı oluşturmaktadır.

Hafıza insanlarda olduğu gibi insanlardan oluşan milletlerde de vardır. Tıpkı insanlardaki gibi milletlerde de kendini ve etrafını anlamlandırmanın en temel vasıtalarından biridir. Çünkü tarihi tecrübelerle yoğrularak aktarılmıştır.

Günümüzde işte bu hafızaya yani milletlerin tarihi tecrübelerine dayanan hafızalarına yönelik çeşitli olaylar yaşandığını görüyoruz. Bu milletlerden biri olmamız hasebiyle de konu bizi oldukça fazla ilgilendiriyor. Zira zaman hafızamızı geliştireceğine maalesef zayıflatmış görünmektedir.

Bunun örneklerini maalesef siyasi strateji gibi mazeretler sunarak milli menfaatlerimize karşı alınan birçok tavırda görüyoruz.

Gelin görün ki bizden bu anlamda pek çok "stratejik" beklentileri olan ülkelerin en önemli özellikleri güçlü bir hafızalarının olması ve tarih boyunca bu hafızaya azami önem vermiş olmalarıdır. Bu sebepledir ki, uzman pek çok tarihçimizin ifade ettiği üzere, Avrupa'da kayıt ve arşiv köklü ve önemli bir geçmişe sahiptir.

Buna dair İngiltere'den önemli bir misal hatırlıyorum: İngiltere'nin York şehrinde (tarihi York'ta) gördüğüm ve hayli dikkatimi çeken bir anıt vardır. Bu anıt 16. yüzyılda yaşanan veba salgını neticesinde yaşanan toplu ölülerin acı hatırasına yapılmış. Bilindiği üzere bu salgın o dönem çok ciddi boyutlara ulaşmış ve büyük bir nüfus kaybına yol açmıştır.

İlk gördüğüm zaman şaşırdığım ancak düşününce takdir ettiğim bir anıttır bu. Zira bu anıt bir milletin, varoluş mücadelesi esnasında bu süreci tehdit eden her türlü tehlikeyi "unutulmamaya" değer kabul ettiğini göstermektedir. Böylece varlık mücadelesini "çok yönlü" düşünmek gerektiği nesilden nesle aktarılmaktadır.

Böyle bir şuur ise insanına daha duyarlı ve geleceğine daha hassas bakan bir toplumu beraberinde getirecektir ki tarih boyunca sergiledikleri tutum da bu doğrultudadır.

Halbuki bizler, Alev Alatlı'nın dediği gibi, özellikle acıları unutmayı tercih eden bir milletiz. Üstelik bunu çok yakın bir geçmiş ve hala süren tehditler ve acılar için de geçerli kılıyoruz. Bu yaklaşımımız kin gütmemek adına güzel bir tutum olmakla birlikte yol açtığı duyarsızlık düşünülünce zararı olduğu açıkça görülen bir yaklaşımdır. Zira bizi büyük acılar yaşadığımız bazı olayları doğru bilmemeye ve gereğini yapmamaya, daha da kötüsü kimi zaman "başkalarından" öğrenmeye götürmektedir. Bunun neticesinde ise en temel hasletlerimiz dahi sorgulanmaya başlanmakta, kendi kendimizden şüphe eder hale gelmekteyiz!

Bu sebeple hatırlanması gereken güzellikler gibi unutulmaması gereken acıları da göz ardı etmemek, bunların tekrar yaşanmaması için gerekli tedbirin alınması bakımından hayli önemlidir. Zira her biri varoluş mücadelemizin bir parçasıdır. Bu mücadele neticesinde unutulup gitmek istemiyorsak, dinimizin de emrettiği üzere adaleti gözetmek şartıyla, unutulmaması gerekenleri unutmamak ve unutturmamak, yerine getirilmesi gereken en temel görevlerimizdendir, unutmayalım...

Devamını Oku...