30 Ekim 2008 Perşembe

Kim Kimin Taraf’ında?

Fatih Altaylı’nın Habertürk’te yazdığına göre, Sabah Gazetesi kitap kampanyası yapıyormuş. Yazının devamı ilginç.

Sabah dağıtacağı kitapları Alkım Yayınları’ndan alıyormuş.”

“Alkım Yayınları kim? Taraf gazetesinin sahipleri.”

“Taraf’ı Sabah basıyor, dağıtıyor. Üstelik bunu “Yaz tahtaya al haftaya” hesabıyla yapıyor. Yani Sabah Taraf’ı bir anlamda sübvanse ediyor.

“Şimdi öğreniyoruz ki, Sabah’ın dağıtacağı trilyonlarca liralık kitap Alkım’dan alınacakmış. Belli ki, “Basıp dağıtma” sübvansiyonu yetmemiş.  Biraz da “Nakit” çıkacaklar Taraf’a.”

Bu yazıyı okuduktan sonra yeniden anlamaya çalışalım.

Sabah kimin gazetesi?
Recep Tayyip Erdoğan’ın “Bizim Ahmet” dediği, Ahmet Çalık’ın. (Çalık Grubunun Sabah Gazetesini alışı çok tartışıldı. İhaleye tek firma olarak katılan Çalık’ın Sabah Gazetesini alabilmesi için Vakıfbank ve Halkbank’tan aldığı krediler kıyak olarak nitelendi. Ayrıca Katar Emiri’nin hissedar olmasında da Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın ricacı olduğu iddia edildi.)
Taraf en çok kime saldırıyor?

TSK’ya (Türk Silahlı Kuvvetleri’ne) ve Ergenekon sanıklarına.

Taraf, TSK’ya saldırınca G.Kurmay Başkanı çok sert cevap verdi. Bazı gazeteler G.Kurmay Başkanı’nın bu çıkışını basın özgürlüğüne karşı bulup eleştirirken, Orgeneral Başbuğ’u kim savundu?

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan.

Bir taraftan “okyanus ötesinden yönlendirildiği” söylenen gazeteyi besleyen ilişkiler, diğer yandan TSK’nın gücünün budanmasını arzu edenlerin yönlendirdiği haberlere sert cevap veren, G.Kurmay Başkanına destek görüntüsü.

Bu karmaşık durumun ne anlama geldiğini kavramak için sesli düşünürken bir arkadaşım, “acaba döverim de, severim de vaziyeti mi?” diye sordu.

Galiba bu cümlenin anlattığından da karışık bir siyasi tavır söz konusu. Anlayabilmek için en iyisi bir süre daha gelişmeleri izlemeye devam etmek.

*********************

Cüneyt Ülsever, Hürriyet Gazetesinde “Ergenekon” olarak adlandırılan davayı yorumlarken şu dikkat çekici tezi ileri sürüyor:

ABD’nin amacı, “Türkiye'yi ABD Irak'tan çekildikten sonra bölgede Kuzey Irak'ın hamisi yapmaktır. Hükümet buna razıdır, ancak TSK direnmektedir. Bir süre beklenmiştir, hükümet anlamlı bir adım atamayınca bir yıldır ve son dönemde artan şiddette TSK'yı karar mekanizmasında sistem dışına çekmek için çeşitli yöntemler denenmektedir. Davada bana göre gözdağı TSK'ya verilmektedir.

“Davanın açılımını yapan ana omurgayı ne idüğü belirsiz Tuncay Güney'in evinde ele geçirilen ‘çuvallar dolusu’ belgenin oluşturması beni daha çok ilgilendiriyor. Tuncay Güney’in başarılı bir taşeron olduğu aşikâr. Birileri hayal edemeyeceğimiz kadar çok dokümanı büyük bir titizlik içinde yıllarca toplamış, zamanı ve gereği gelince de servis etmesi için Güney'e vermiş. O da belgeleri servise başarı ile sokmuş!”

ABD’nin Türkiye’yi gerçekten Kuzey Irak’ın hamisi yapmak istediğinden emin değilim. Ancak dava ile ilgili dokümanların servis edildiği mercinin, ABD olduğuna dair kanaate katıldığımı söylemek durumundayım.

Gürcistan, Ukrayna ve Sırbistan’da Soros sermayesinin kurduğu gazete ve TV’ ler ile “açık toplum örgütlerinin” bu ülkelerin siyasi ve sosyal gelişmelerinde ne büyük çalkantılar ve iktidar değişikliklerine zemin hazırladığını düşününce bu kanaatim pekişiyor. Hele bu ülkelerde de ABD muhaliflerine “ülkeyi istikrarsızlaştırmak ve darbe yapmaya teşebbüs” suçlamaları ile yapılan tutuklamaları, açılan davaları ve bu davalarda Soros medyasının sanıklar aleyhine kamuoyu oluşturulmasındaki etkinliğini hatırladıkça.

Gazete ve televizyon kanallarının hangi taraf’ta olduğu ve siyasilerin bu medya kurumları ile ilişkilerinin incelenmesinin, bu kritik dönemde daha da önemli olacağı anlaşılıyor.

Devamını Oku...

28 Ekim 2008 Salı

İzmit’te Çeşme Kültürü ve Canfedâ Hatun Çeşmesi

 

İzmit Hakkında

İzmit, coğrafi konum itibariyle Asya ve Avrupa kıtalarını birbirine bağlayan önemli ticaret yollarının üzerinden geçtiği bir noktada bulunmaktadır. Bu konumun doğal sonucu olarak, İzmit her dönem ilgi duyulan bir şehir olmuştur. Birçok medeniyet bu şehre sahip olabilmek için birbirleriyle mücadele etmiştir.

Bir süre Roma ve Bizans’ın egemenliği altında kalmış olan İzmit, Osmanlı Sultanı Orhan Gazi tarafından 14. yüzyılın ikinci çeyreğinde fethedilerek, Osmanlı topraklarına dâhil edilmiştir.

1337 yılında gerçekleşen fetihten sonra, İzmit Osmanlıların elinde yeniden imar edilmiş şehir, külliye, han, hamam, kervansaray, cami, mescit, medrese, çeşme vb. eserlerle donatılmıştır.

İzmit’te Çeşme Kültürü

İzmit’te saray mensuplarının, önemli devlet adamlarının (kadınları), yerel yöneticilerin ve halkın yaptırmış olduğu çeşmeler bulunmaktadır. Meydanlara, mescitlerin yakınına, sokak başlarına-aralarına, mahalle girişlerine yapılan çeşmelerin İzmit tarihinde ayrı bir yeri vardır.

Paşa suyunun İzmit’e getirilmesiyle kendi haline bırakılan çeşmeler, bakımları yapılmadığı için zamanla tahrip olmuşlardır. Ayrıca yeni açılan yol ve caddelerden ötürü birçok çeşmede yıkılmış, ortadan kaldırılmıştır.  

Canfedâ Kethüda Hâtun Çeşmesi (Orhan Çeşmesi), Pertev Mehmet Paşa Çeşmesi, Ali Ağa Çeşmesi (Nev Çeşmesi), Zeliha Çeşmesi, Saat Kulesi Çeşmesi, Hacı Hızır Çeşmesi, Kabaran Çeşmesi, Kertil Tekke Çeşmesi, Emine Çeşmesi (Tüysüz Çeşmesi), Tahsin Efendi Çeşmesi, Hacı Ayvaz Çeşmesi, Topçu Çeşmesi İzmit çeşmeleri akla gelince isimleri zikredilmesi gereken yapılardır. 

İzmit çeşmeleri içerisinde ayrı bir önemi olan yapıda, Orhan Camii (Gazi Süleyman Paşa Camii) karşısında bulunan Canfedâ Kethüda Hâtun Çeşmesi’dir. Osmanlı sarayında kethüda olarak görev yapan Canfedâ Hâtun tarafından yaptırılmış olan bu çeşmeyi tanıtmak istiyoruz sizlere.

Canfedâ Kethüdâ Hatun Kimdir?

Canfedâ Kethüdâ Hatun, Sultan III. Murad zamanında, Osmanlı Sarayında yaşamış hayırsever bir zattır. Sultan III. Murad döneminde Harem Kethüdalığı yapmıştır. Vefatından sonra Eyüp Sultan Mezarlığı’na defnedilmiştir. Şehrimiz Kocaeli’de dahil olmak üzere, pek çok yerde hayratı bulunmaktadır. (İstanbul Karagümrük Kethüdâ Kadın Camii, İzmit Kilez Deresi Kız Köprüsü vb.)

Çeşmenin Tarihçesi

Canfedâ Kethüdâ Hatun, Orhan Mahallesi’nde Orhan Camii karşısında yer alan ve kendi ismi ile anılan bir çeşme yaptırmış, bu hayrının devamı için gerekli akarlar bırakmıştır.

Çeşme zamanla harap olmaya yüz tutunca, Sultan II. Mahmud tarafından suyun kaynağından itibaren tamir edilmiştir.

Sultan II. Mahmud tarafından yaptırılan bu onarımı gösteren kitabede şunlar yazılmaktadır:

Kitabesi
(1)Sahibetü’l-hayrat Canfedâ Kethüda Kadın merhûmenin İznikmid derûnunda inşâ ve  icrâsına muvaffaka oldukları

(2)çeşmeleri su yollarının murûr-i zaman ile müşrif-i harâb ve mu’attal olmağla

(3)mu’ahharan menba`ından külliyen ta’mir ve çeşmelere icrâya muvaffak olan hâlâ ser levha-i

 (4)şehinşâh-ı cihân hazret-i Gâzi Sultân Adlî Mahmûd Hân  medde zilâl-i

(5) devletehü ilâ ahiri’d-devrân efendimiz hazretlerinin harem-sarây-ı hümâyûnlarında hazinedâr ustalık

(6)rütbe-i celilesiyle şerefyâb olan aliyyetü’ş-şân Su`âda Usta hazretlerinin i’mârına  muvaffak oldukları hayrâtdır. Sene 1242 (M.1826)

Mimari Özellikleri

Dikine dikdörtgen formlu olan çeşmenin yapımında, kesmetaş ve mermer malzeme kullanılmıştır. Çeşmenin mermerden yapılmış aynalığı vardır. Aynalık üzerinde oyma tekniğinde yapılmış süslemeye yer verilmiştir.

Çeşmenin üst kısmında II. Mahmud döneminde yapılan onarımı gösteren bir kitabe bulunmaktadır. Altı satırdan oluşan kitabe oldukça büyüktür.

Kitabenin üst kısmında alınlık yer almaktadır. Alınlığın ortasında Sultan II.Mahmud’un tuğrası bulunmaktadır. (Tuğra, 1928 yılında kazıtılmıştır.) 

Canfedâ Kethüdâ Hatun Çeşmesi’nin kitabesi, İzmit’te bulunan Osmanlı çeşmeleri içerindeki en büyük onarım kitabelerinden birisidir. Örcün Köyü Molla Hasan Çeşmesi’nin kitabesiyle benzeşmektedir.

Çeşme, Kocaeli Büyükşehir Belediyesi İSU Genel Müdürlüğü tarafından 2008 yılında restore edilmiştir.

Devamını Oku...

İnovasyon'la Öne Çıkın!

Günümüzde farklılık yaratan kazanıyor. Herkesin yapmadığı farklı, yeni, yaratıcı bir çalışma sizi rakiplerinizden bir adım öne geçirebilmektedir. İş dünyasında bu farklılığı tanımlayan İnovasyon kelimesi, içeriği ve örnekleriyle Dr. Tülay Gülümser’in yayımladığı sunumda anlatılıyor. Bize değer katacak bu faydalı sunumu da sizlerle paylaşmak istiyorum.

Pazarlama konusunda günümüz Türkiye’sinde yenilikçilikten daha önemli bir konu yoktur Çünkü, teknolojik ve ticari sınırlar kalkarken, coğrafi ve demografik, sosyal ve politik sınırlar da her geçen gün farklılaşmaktadır. Dünyanın en büyük şirketlerinin birçoğu geride bıraktığımız yüzyılın sonlarında kurulmuş, üründe, hizmette ve işte farklı düşünmeleri, fark yaratmaları onları kısa sürede zirveye çıkarmıştır. Yeni dünya düzeninde zirveye çıkmak için artık gelenekselden ayrılmak gereklidir.

Farklılaşmak için büyük firma olmak kesinlikle gerekli değildir. Büyük ya da küçük her firma, a) ürün ve hizmetlerini yeniden tanımlamak ve bunun ardından yeniden konumlamak ve b) yeni talep alanları keşfedip, yaptıkları işi yeniden tanımlamak suretiyle farklılaştırabilmektedir.

Reklam ve tanıtım farklılaştırma çabalarını önemli miktarda desteklemektedir ancak işi farklılaştırmak için tek ya da önemli yol, reklam ve tanıtım değildir. İş hayatında asıl amaç sürüden ayrılmaktır. Farklı olmak, çarpıcı olmak, şok edici olmaktır. Dikkat çekmektir. En olmayacak gibi görünen sektörlerde bile farklılaşma fırsatları bulunmaktadır

Farklılaşma önce düşüncede başlar. Herkesin düşündüğünü düşünmek sizi farklılaştırmaz. Sürüden ayrılmak için öncelikle her şeye, herkesin baktığı gözlükle bakmamak gerekmektedir. Mesele gözlüğü değiştirme meselesidir. Müşterinizin rekabet gücünü artırıyorsanız, o zaman tercih edilme şansınız artmaktadır. Eğer müşterinizin rekabet gücüne, onun işini ve ürünlerini farklılaştırmasına katkıda bulunmak yolu ile yardımcı olursanız, o zaman müşterinizin gözünde vazgeçilmez olursunuz. Tavsiye yolu ile karar verme, hemen hemen her toplumda giderek daha yaygın hale gelmektedir. Reklamlar, bu tavsiye sürecini başlatmaya yardım ettikleri sürece, bugünün pazarlama gereklerine hizmet etmektedirler. Konuşulmak elzemdir. Ama ancak sıradışı olanlar konuşulmaktadır.

İnovasyon Latince kökenli bir sözcük olan ”innovatus”tan gelmektedir. Kelime anlamı olarak toplumsal, kültürel ve idari anlamda yeni yöntemlerin kullanılmasıdır. Merriam-Webster ise inovasyonu “yeni bir şeyler ortaya koymak” olarak olarak tanımlamaktadır. Aynı kavramı ifade etmek için innovasyon, yenilikçilik, yenilik, yenişim gibi pek çok kelime ortaya atılmıştır. İnovasyonun, “yenilik” ve “farklılık” gibi sözcüklerin içine sığdırılması mümkün değildir. İnovasyondan beklenen yeni fikrin yeni bir katma değere dönüşmesidir. Yani para kazandıran yaratıcılık ya da yenilikçiliktir.

Son birkaç yıldır her sanayicinin her ekonomistin dilinde olan inovasyon, kalkınmanın temel koşullarından birisi olarak işaret edilmekte, büyümek ve zenginleşmek için şart koşulmaktadır. Prof.Dr. Arman Kırım’a göre İNOVASYON, ucuza satmamak ya da ucuza satmak zorunda kalmamak için gereklidir. Yani para kazanmak için gereklidir.

İşte size dünyadan İnovasyon örnekleri

  1. Sony 1946’da radyo tamir şirketi olarak kurulmuştur. Transistörlü radyo, renkli video kaydedici gibi ilklere imza atan şirket 1979’da en önemli inovasyonlarından biri olan Walkman’i geliştirmiştir.
  2. 1937 yılında Amerikalı Sylvan Goldman, bugün marketlerde kullanılan sepetli arabaları geliştirip bir anda rakibi olmayan bir pazarın sahibi olmuştur.
  3. Robert Plath 1989’da tekerlekli bavulu icat ederek 1 yılda 50 milyon dolar kazandırmıştır.
  4. Türkiye’den birkaç örnek verilecek olursa;
  5. Sultans of the Dance dans grubu
  6. Tike Restoranları kebapçı zincirleri
  7. Laila “food-court” mekanları
  8. Biletix, bilet alma işini kolaylaştıran sistem
  9. Zeki Triko sürekli inovasyon üretip kendisinden bahsettiren tekstil firması
  10. Dünya Göz Hastanesi, bir organ üzerinde uzmanlaşıp, tüm alt branşları tek bir çatı altında toplayan bir hastane
  11. Kemer Country konut projesi

 

Tarih sıradışı olayların, sıradışı ülkelerin ve sıradışı kişilerin öykülerini anlatmaktadır. Zira ilginç olan onlardır. Ders çıkarılacak olanlar onlardır. Sıradan olanlar kimsenin dikkatini çekmemektedir. Bu karmaşanın arasında görülebilmek, sıradışı olabilmekle mümkündür. Her alanda, her işte, her sektörde sıradışı olabilmek için pek çok fırsat mevcuttur. Önemli olan bunları bulabilmek, çıkarabilmek ve farklılıkları yaratabilmektir.

Dünyadaki inovatif şirketlerin çalışmalarından örnekler:

  1. Business Week dergisinin yayımladığı “Dünyanın En İnovatif Şirketleri” listesinin ilk üç sırasında Apple, Google ve 3M yer almaktadır.
  2. Google ve 3M, çalışanlarına serbest zamanlar kullandırarak inovatif fikirlerin oluşmasına destek olmaktadırlar. İş saatlerinin % 10 kadar bir bölümünü kendi seçtikleri, üzerinde çalışmak istedikleri projelere ayıran çalışanların, şirkette inovatif getirileri ise çoğu zaman milyon dolarlık cirolarla ölçülmektedir.
  3. Listede yer alan 25 şirketin çoğunu hamurunda inovatif bir başlangıç olduğu görülmektedir. Apple, Microsoft, Google gibi şirketlerin kurucularının zekaları herkesçe bilinmekteyken, Amazon, Starbucks, eBay gibi şirketler yıllardır var olan ürünlerden yola çıkarak yeni pazarlama inovasyonu gerçekleştirmişlerdir.
  4. IKEA ve Wal-Mart, iş modellerinde sürdürdükleri inovasyonla sektörlerinde dünya devi olmuşlardır.
  5. Beyaz eşya devlerinden Whirlpool, 80 yıllık geleneksel yönetim şeklinde radikal bir karar alarak tüm çalışanlarının inovasyon sürecine katılımını sağlamıştır. Tüm çalışanları 61000 kişiyi bulmaktadır. Büyük şirketlerde çalışanların tamamının inovasyon sürecine katılması çok önemli bir etkendir. Whirlpool’un o dönemdeki CEO’su ancak herkesin katılımıyla şirket kültürünü değiştirebildiklerini, aksi taktirde inovasyonu yakalayamayacaklarını ifade etmiştir.

 

Devamını Oku...

26 Ekim 2008 Pazar

Tehlikeli Tırmanış

Benim aklımı yıllardır karıştıran ve bir türlü “tesadüf” diyemediğim iki soyadı var;

Bebek katilinin soyadı, “Öcalan” diğer bir tabirle intikam alan...

Kim kimden, ne adına intikam? Kime ne adına hizmet? Kime taşeronluk?

Bu soruların aslında cevapları çok açık…

İkincisi ise DTP’nin genel başkanının soyadı; “Türk”

Bu soyadları hakkında muhtelif hikâyeler anlatılsa da, benim kanaatim, çok uzun mesafeli planların birer parçasıdır.

O soyadı “Türk” olan vatandaş, gerçek tüzüğünde bölücülük ilkesi yatan bir partinin başına getiriliyor ve epey bir gelişmelerden sonra beklenen malum açıklama da yaptırılıyor:

“Türkiye’de soy kırım yapılıyor”

Ermeniler de aynı taktiği uyguladılar, Türk köylerini basıp, kadın demeden, çocuk demeden, yaşlı demeden katliamlar yaptılar, ardından bastılar yaygarayı; “Türkler Ermeni soykırımı yaptı” diye.

Hem de dillendirdikleri rakam matematik kurallarını alt üst edecek büyüklükte;

“1,5 milyon Ermeni öldürüldü” diye.

Şimdi kısa bir hesap yapalım;

ABD 1990 yılından beri Irak’ta, dünyanın en gelişmiş ülkesi olarak, dünyanın en gelişmiş silahlarını kullanıyor ve (bir müddet ara verse de) 18 yıldır katlettiği Müslüman sayısı yeni yeni 1,5 milyona dayandı.

Türklerin elinde, hiçbir gelişmiş silah yoktu.

Türklerin elinde ne silah varsa, Ermeni’nin elinde de en azından aynı silahlar vardı.

Ermeni, yaptığı katliamda sınır tanımazken, Türklerin hedefinde sadece savaşan Ermeniler vardı.

En gelişmiş silahlar, bugün silah sınıfına bile konmayan sıradan tüfeklerdi.

Bu şartlar altında nasıl oluyor da, ABD’nin kullandığı süreden çok daha kısa bir süre içerisinde 1,5 milyon Ermeni yok ediliyordu?

Dün Ermenilerin yaptığını bugün de PKK yapıyor.

Kadın, çocuk ayırmadan katliam yapıyor, bu katliam için “soy kırım” tabiri kullanılmıyor, bu katliamı yapan eşkıyalar öldürüldüğünde “soy kırım” diye adlandırılıyor.

Sayın Erdal Sarızeybek’in de ifade ettiği gibi, yarın bu leşler inlerinde çürürler, kemikleri toprağın altında kalır, yarın İsrail’den veya batıdan bir heyet gelir toprağın altından o kemikleri çıkarırlar, al sana Kürt soykırımı adına bir Belge...

Olaya böyle bir açıdan bakıldığında gelecekteki sıkıntılar, bugünkünden daha kötü olacak gibi.

Bizde aptal eşkıya özentileri olduğu müddetçe ve Türk düşmanı unsurlarda bu iştah oldukça daha çok senaryoların konusu olacağız, çok dikkatli olmamız gerekir.

Aksi halde bu tehlikeli tırmanış başımızı çok ağrıtacaktır.

Yabancının kontrolünde, Eşkıyalar türlü türlü,

Yersiz yurtsuz kalmış gibi, Biri bağda, biri dağda,

Yabanileşmiş ürkekler, Evcilleşmiyor bir türlü,

İki lafa kandırılmış, Zekâ kalmamış dimağda.

Devamını Oku...

25 Ekim 2008 Cumartesi

Siyaset Gündemi Isınıyor

Mahalli seçimlerin tarihi 29 Mart 2009. Şunun şurasında 5 ay var. Hal böyle olunca siyasetçilerde de bir hareket başladı. Artık eskisi gibi değil. Siyasetçi için sabit bir taraf yok. Bakıyorsunuz sol cenahta yıllarca siyaset yapmış olan siyasetçi  sağ cenaha geçivermiş. Aynı şekilde radikal sağda olan da bir bakmışsınız solda siyaset yapmaya başlamış.

Yakın zamana kadar gerek sağ, gerekse sol sloganlar değişmezdi. Artık küçüklerin bile ezberinde idi.

Son zamanlarda bu sloganlarda değişti. Eskiler bayatladı. Şimdi her iki cenahta birbirine yakın söylemleri benimsemeye başladılar. Siyaset yapmak eskisi kadar kolay değil. Bir çok insanın ezberi bozuldu. Yeni yeni konular üretmek gerek. Mahalli meselelerde bir çok problem aşıldı.

Eldeki imkanlar şehrin eksiklerine harcandıkça dile getirilmesi gereken eksiklerde bir hayli azalıyor.

Bu kent daha çok iktidar- muhalefet çekişmesinden geri kaldı. Ne zaman iktidar A partisinde, belediyeler B partisinde oldu. Şehir parasal imkanlardan istifade etmekte zorlandı.

Hükümetler kendi yandaşı partilere parayı akıtırken, yandaşı olmayanlara parayı adeta koklattı. Bu sebeple belediyelerle iktidarın aynı partiye mensup olması şehrin parasal kaynaklar açısından daha fazla imkan elde etmesine sebep olmuştur.

Bu durumu seçmende bildiğinden iktidarın mahalli idarelerdeki şansı her zaman fazla olmaktadır. Muhalefetinde birinci handikabı budur.

Bunun yanı sıra partilerin kaygan yandaşları vardır. Ekseriyetle Müteahhitlik mesleğine heveslenenler ile devletin kredilerinden istifade etmek isteyenler, daima güçlüden yana olurlar. Aslında bu tip ticaret erbaplarının bir kısmı seçim zamanı tüm partilere ayırdıkları tahsisattan iktidar olabilme şansına göre ayarlama yaparlarsa da, yanıldıklarında bile durum fazla değişmez. Çünkü paranın partisi yoktur. Daha sonra yapılacak olan etkinliklere de bol finansman sağlandı mı bozulan ara düzeltilir.

Radikal partilerde ideal ön planda ise de, global partilerde ideal in pek önemi olmaz. Orada kazanabilirlik öne çıkar.

Zaten seçmende artık kazanabilirliği dikkatle takip etmektedir. Boş vaatlere itibar etmemektedir. İşini gördürebilecek, lüzumu halinde ulaşabileceği adam aramaktadır.

Nasıl olsa seçim meydanlarında söylenenlerle iktidar sonrasındaki icraat birbirini tutmamaktadır. Seçim meydanlarındaki suçlamaları da seçmen önemsememektedir.

Bu bakımdan seçim siyasetçi için zorlaşmıştır. Kazanma şansı çok olan partide siyaset yapmak ayrılması gereken kaynak bakımından zorlaşmıştır. Muhalefet partilerinde ise kullanılacak strateji bakımından zorlaşmıştır.

Ne diyelim? Biz ancak  her tarafa da kolay gelsin deriz

Köylünün tarlasına komşunun danası girmiş. Bir hayli tahribat ta yapmış. Köylü dananın sahibini bulmuş, şikayette bulunmuş. Komşuda gün görmüş biri imiş. Şikayeti alınca hemen ahıra gidip öküze vermiş sopayı. Şikayet sahibi şaşırmış.

“Komşu. Tarlama giren dana. Sen ise ahırdaki öküzü dövüyorsun. Bu ne iş?” demiş. Komşu ise; “Sen bilmezsin. Bu öküz senin tarlanın yolunu danaya göstermeseydi, bu dana senin tarlaya nasıl girecekti?” diye cevap vermiş.

Ben bu hikayeyi sürekli güncellendiği için çok severim.

Mustafa Kemal Atatürk’ün veciz bir sözü var. Özetle şöyle;

Yolunuza engel koymaya çalışacak olanlar olacaktır. Siz cesaretle bu engelleri aşınız. Başarılı olduğunuzda da sizi methedenler olacaktır. Onlara da gülüp geçiniz.

Hazımsızlar ne yapar bilmem ama bizim kervan yürür.

Kalın sağlıcakla…

Devamını Oku...

24 Ekim 2008 Cuma

Kimliksiz Siyaset, Uşaklıktır

Kertenkele, ortalıkta pek görünmüyorsun. Nelerle meşgulsün?

Üstadım, bir yazı okudum, az önce. Yazar, veciz bir sözle bitirmiş yazısını. “Kimliksiz siyaset, uşaklıktır.” demiş.

Bakıyorum, ciddi yazılar okuyorsun; boyundan büyük işlere soyunmuş olmalısın. Siyaset, senin ne haddine? Kimlik, sana çok uzak bir sözcük değil mi?

Üstadım, siz sık sık “İlkeli olmak lazım; ilkesiz, kimlik olmaz” demez miydiniz, beni henüz kimlik sahibi olamamakla suçlamaz mıydınız? Sonra, siyasetin bir hizmet kurumu olduğunu söylemez miydiniz?

Ooo, Kertenkele, beni sözlerimle vurmaya başladın; sende ilerleme var. Senin bu tarzın da bir kimlik belirtisi, bir siyaset yöntemi sayılabilir.

Üstadım, anladım ki insanlar, kimlikleriyle varlıklarını hissettirebiliyorlar, ayakta kalabiliyorlar, ölümsüz olabiliyorlar.

Kertenkele, pek doğru söyledin. Kimlik, kişinin alamet-i farikasıdır. Her tür varlık, fikir; kimliği ile bir boşluğu doldurur ve tanınır. Varlığın sahip olduğu kimliği, aynı zamanda evrende üstlendiği görevidir. Kimliksizlik, sorumluluk duygusundan yoksunluktur. Kimlik sahibi olmak, kişiyi ne kadar yüceltirse o kadar yorar.

Üstadım, geçen gün evimize isminin Süreyya olduğunu söyleyen biri telefon etti. Ses tonuna bakarak ben “Buyurun hanımefendi!” deyince o, birden kükredi. “Ben hanım değilim, terbiyesiz!” dedi. Kişiler de ismiyle, sesiyle, davranışlarıyla, fiziğiyle kendi cinsinin kimliğini yansıtmalıdır, değil mi? Tersi durumlarda tuhaflıklar, tatsızlıklar yaşanabiliniyor. Bu da ilişkilerde düzensizliğe yol açıyor. Hayatımızın her anında, dünyamızda ve evrenimizde bunun pek çok örneğini görebiliriz sanırım.

Kertenkele, örneğin basit olsa da konuyla ilişkisiz sayılmaz. Konuyu anladığın için seni tebrik ediyorum. Biraz da siyasetten bahsedelim. Siyaset, kişinin birileriyle, toplumla ilişki tarzının, onları yönetme sisteminin adıdır. Siyaset, bir hizmet aracıdır, siyasetçi bu aracın şoförüdür. Şoför, aracı belli bir hedef için kullanır. Bu hedefin büyüklüğü ya da kutsallığı siyaseti ve siyasetçiyi değerli kılar. Şoförün hedefi, siyasetçinin kimliğidir. Kimliksiz siyasetçi, hedefsiz şofördür. Şoförün direksiyon hâkimiyeti, hedefin güzelliği yolcuları, halkı mutlu kılar. Yolcuların şoför tercihinde, onun yetkinliği ve hedefi yani kimliği belirleyici olur. Bizim toplumumuz, kimlik istikrarsızlığı yaşayan, bir başka deyişle “olduğu gibi görünmeyen ya da göründüğü gibi olmayan” siyasetçiler yüzünden hep hayal kırıklığı yaşamıştır, siyasete küsmüştür.

Üstadım, pek güzel ifade ettiniz. Peki, kimlik yoksunluğu ile uşaklık arasında nasıl bir alaka var?

“Rotasını bilmeyen kaptana hiçbir rüzgâr yardım etmez.” diye güzel bir söz var. Kimliksiz siyasetçiler hazan yaprağı gibi rüzgârın önünde savrulurlar. Hiçbir rüzgâr, dost elini uzatmaz onlara. Onlar, bir gün birilerinin maşası olurlar. Maşa, onu kullanana göre hizmet eder. Maşa, bazen bir ateşi, bazen bir pisliği tutar. Tutturan, başkalarıdır. Uşak da bir maşadır, iradesini başkalarına teslim etmiştir. Ona, zekâ, akıl, irade, ülkü, inanç; birer yüktür. Bunlar kişide sorumluluk doğurur. Uşak, ete kemiğe bürünmüş, yaşayan cesettir, gassal elindeki meyyittir. İrade sahibi birinin yaptığı hizmetle, uşağın hizmetini denk tutmamak lazım. Birinci hizmette hedef, diğerinde günü kurtarmak var.

Üstadım, uşak olmanın ne demek olduğunu anladım; ama siyasetteki kimlikle bunu henüz bağdaştıramadım.

Kertenkele, kuş beynini biraz zorlaman, biraz da yaşından büyük düşünmen gerekiyor. Baktığın aynadakine kendini göstererek “Bu adam kim?” diye soruyor gibisin. Türkiye aynasını görmüyor musun? Tarih aynasında daha derinlere inemiyor musun? Örneği bol olan bir konuyu konuşmak, benim için pek sevimli değil.

Üstadım, belki ileride siyasetle uğraşırım diye soruyorum: “Kimlik kazanmak ve uşak olmamak için ne yapmak lazım?”

Bunu bir ara konuşalım. Vakit erken. Okuduğun yazıda öğrendiğin o cümle şimdilik yeterli: “Kimliksiz siyaset, uşaklıktır.”

Devamını Oku...

23 Ekim 2008 Perşembe

Kimlik Tuzağı

Bütün şehit ailelerine derin saygılarımı ve başsağlığı dileklerimi sunuyorum. Şehit aileleri adına Adana’da şehit oğlunu Türk’ün asil ve vakur tavrıyla ve asker selâmıyla karşılayan baba Arif Yükseler’i saygıyla kucaklıyorum. Belki kolay değil; ama şehit anne ve babalarından beklenen tavır budur. Bu şehit babası da hedefi doğru tayin ediyor ve “Barzani Meclisimizde” diyor.

***

Bazılarına göre asrın davası; ama iddianameye göre asrın fiyaskosu olabilecek Ergenekon davası başladı. Duruşma salonunun ve çevre şartlarının hazırlanmaması, insanların en tabii ihtiyaçlarının ve ulaşım zorluklarının dahi düşünülmemesi; savunma hakkının bir hukuk devletinde kısıtlanması değil midir? Bazı yayın organlarının yaptığı gibi;  sanıklar peşinen suçlu sayıldığından dolayı mı Silivri Cezaevinde bu dava görülmektedir? Yoksa dava kamuoyundan kaçırılmak mı istenmektedir?  En fazla üç avukata müsaade edilmesi, savunmanın kısıtlanması değil midir? Âdil yargılanma, sanıklar salonda olmazsa; olabilir mi? Bu dava iddia edildiği gibi aykırı ve muhalif seslerin basında ve birçok kesimde susturulmasına sebep olmamış mıdır? Acaba Türkiye’ye karşı açılan psikolojik savaşta bu dava, önemli bir kilometre taşı değil midir? Bazı yabancı çevrelerin beyanları bunu doğrulamıyor mu? Türkiye ile başkaları adına uğraşan, Devleti ile kavgalı ne kadar çevre varsa; birleşmiştir. Mahkeme salonu bir hukuk skandalıdır. Sanıklar, içeriye girememiştir. Sanık ve sanık yakınlarına yer bulunamazken; utanmadan davaya müdahil olan DTP’lilere yer açılmıştır. Terör ve mafya çetesini Mecliste temsil edenlerin müdahil olması da ayrı bir konudur. Ümit ederiz ki; hukuk devleti işletilecek ve adalet yerini bulacaktır.

***

Acaba devlet adamlığı ciddiyetini ve ağırlığını ne ölçüde koruyabiliyoruz? Sayın Cumhurbaşkanının  Frankfurt’taki kitap fuarı gezisini anlamakta güçlük çektik. Çankaya’nın itibarını korunmalıdır. Bir Cumhurbaşkanının protokol kurallarını hesaba katmadan kitap fuarında ne işi var sorusu akla geliyor. Pamuk Bey’in malum hakaretleri sürerken o toplantı terk edilmeliydi. Sayın Cumhurbaşkanının bu gezideki muhatapları Alman devlet adamları olmuş mudur?

***

Bizim okurlarımızla buluşmak istediğimiz konu, aslında yukarıdakilerden çok; “kimlik tuzağı” ile ilgilidir. Anadolu’yu hâkim kültürsüz, milli kimliksiz, milletsiz bir kalabalık haline sokarak ona buna peşkeş çekmek isteyenlerin bu kimlik konusuna fazla takıldıkları görülmektedir. Türk kimliği, Anadolu’da milletin ve milliyetin adıdır. Etniklik kapsamında ele alınamaz. Irak’ta, Kosova’da, Makedonya’da ve diğer bazı coğrafyalarda ise; etniklik kapsamında düşünülebilir. Milliyetle etniklik farklı şeylerdir ve birbirine rakip değildir. Bir milliyetin içinde farklı etniklikler bulunabilir de; bulunmayabilir de. Türk kimliği, dıştan destekli bazı vakıf ve kuruluşların sonucu önceden belli araştırmalarında ileri sürüldüğü gibi; sadece anadili Türkçe olanların kimliği değildir. Kendisini Türk Milletine mensup hisseden, milli kimliğinin ve milliyetinin Türk olduğuna inanmış herkesin kimliğidir. Yapılan araştırmalarda milli kimlik olarak Türklüğü kabul edenlerin oranı, anadili Türkçe olanlardan daha yüksek çıkmaktadır. Anadil ile aidiyet örtüşmemektedir. Aslında, kültür unsurlarından biri olarak sadece dil etnikliği belirleyen tek bir faktör değildir. Etniklik, biyolojik ve genetik faktörlerden çok; kültürel faktörlerle ilgilidir.

Alt kimlik-üst kimlik, alt kültür-üst kültür kavramları da bize uymamaktadır. Bu kavramlar farklı milliyet ve etniklikten yoğun dış göç alan ABD, Kanada, Avustralya ve İngiltere gibi ülkeler için geçerlidir. Cumhuriyet Türkiyesi de yoğun dış göç almıştır. Bilhassa Balkanlar’dan büyük çoğunluğu birkaç nesil önce oralara Osmanlı’nın uç beyi olarak gönderdiği, yerleştirdiği, nüfusun önemli bir bölümü Anadolu’ya göç etmiştir. Rumeli göçleri binlerce kişinin yollarda ölümüne ve perişan olmasına sebep olmuştur. Bu insanlar atalarının vatanlarına dönmüşlerdir. Vatan kabul ettikleri topraklar yerine İtalya’ya veya değişik yerlere de gidebilirlerdi ve binlercesi yollarda telef de olmazdı.

Türk yerine Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı bir kimlik değildir. Bu, isimsiz bir çocuk gibidir. Gerek 1924, gerek 1980 Anayasaları milli kimliği belirtmiştir. Türkiye’de farklı etnikliklerin milli kimliği de Türk’tür. Bu durum da “Türk, Kürt, Çerkez, Gürcü … alt kimliklerdir. Üst kimlik Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığıdır” hezeyanları, kimlik tuzağına işaret etmektedir

Devamını Oku...

22 Ekim 2008 Çarşamba

Ekonomik Kriz Yazıları

2007 Ocak ayından bu yana haftada bir köşe yazısı yazıyorum. Bildiğiniz gibi, zaman zaman Türkiye ekonomisi hakkında da düşüncelerimi sizlerle paylaşıyorum.

Bu konuda yazdığım yazılarda, izlenen ekonomik politikaların sürdürülebilir nitelikte olmadığını anlatmaya çalıştım.

Mevcut dengelerin devamını sağlayan ana faktörün uygun dış ekonomik ve siyasi şartlar olduğu tezi ile bu dış şartlarda kısmi bir bozulmanın bile Türkiye’yi bir ekonomik krize sürükleyebileceğine dikkat çekmek istedim.

Dünyada yüksek ham petrol fiyatlarının beslediği para bolluğu ve bütün dünya ekonomisinin beş yıl boyunca sürekli bir yüksek büyüme sağladığı dönem olması uygun ekonomik şartları sağlıyordu.

Bölgemizde ABD’nin Irak’ı işgali ve İran ile sertleşmiş ilişkileri siyasi olarak bölgede Türkiye’nin önemini artırmış, ABD’nin “Büyük Ortadoğu” ve “Ilımlı İslam” projeleri Türkiye’nin her geçen gün artan cari açığının finanse edilmesini kolaylaştırmıştı. (Soros’un “Türkiye’nin en büyük sermayesi ordusudur” sözünü de hatırlayınız.)

Oysaki bu bahar havasının, “el parası ile safa sürme” döneminin sonsuza kadar sürdürülmesi akla uygun değildi.

Türkiye gelirinden çok harcayan bir ülke olmuştu. Yüksek reel faiz ve hiçbir sınırı olmayan özelleştirme politikası ile fakirden zengine, Türkiye’den kredi veren yabancılara servet transferini sağlayan bir düzeni sürdürmeye çalışıyordu.

Bugüne kadar yayınlanmış ekonomi konulu yazılarımın başlık sıralaması bile, gelişimi göstermeye yeterli olur sanıyorum.

Ekonomik Durum (01.03.2007),

Bankacılıkta Neler Oluyor? (08.03.2007)

İşsizlik En Büyük Problem (15.03.2007),

Ekonomide Çıkmaz Sokak (09.07.2007),

Ekonomik Kriz İhtimali (27.08.2007),

Ekonomide Mevcut Dengeler Sürdürülemez (09.10.2007),

Ekonomide Tehlikeli Sinyaller (11.03.2008),

Ekonomik Kriz Başladı mı? (16.06.2008)

Kriz Döneminde Ne Yapmalı? (27.07.2008)

Global Kriz (08.10.2008),

Terörün ve Ekonomik Krizin Kıskacında Türkiye (15.10.2008)

Dünyada yayılan “küresel kriz” bu bahar döneminin bittiğini göstermekte. Çünkü artık cari açığı finanse edecek dış kaynak bulmak neredeyse imkânsız denecek kadar zor. Bulunan kaynak ise çok pahalı olacak. İhracat yapmak da zorlaşacağı için cari açığın kapanması iyice zorlaşacak. Tek olumlu gelişme olan Petrol ve doğalgazın fiyatının düşmesi, ithalata ödediğimiz parayı azaltacak.

Bugüne kadar kriz ihtimaline karşı, izlenen politikaların değiştirilmesi için yöneticileri ve kendilerini zarardan kurtaracak bireysel tedbirleri almaları için vatandaşları uyaran kişilerin, belli bir sorumluluk duygusuyla davrandıklarını kabul etmek gerekir.

Ancak bugünkü ortamda “ben demiştim” tarzı ifadelerin bir faydası olmadığı gibi, krizin psikolojik unsurlarını besleyen panik artırıcı ifadeler de sorumlu bir davranış biçimi olamaz.

Dünyayı kasıp kavurmaya başlayan “global/küresel kriz”in Türkiye’ye yansıyacağını söylemek doğrudur. Türkiye’nin ekonomik dengelerinin kırılgan olduğu da bir gerçektir. Krizin Türkiye’nin büyümesini durduracağı, birçok şirketin kapanacağı veya küçüleceği, zaten yüksek olan işsizliğin daha da artacağı bir dönem yaşayacağımız da kesin gibidir.

Ancak Türkiye bu kriz dönemini en az zararla atlatabilecek bazı imkân ve kabiliyetlere de sahiptir. Yeter ki ortak aklı işletebilecek bir toplumsal mutabakatı sağlayabilelim. Lüzumsuz iç çekişmelerle enerjimizi boşa harcamayıp, iktidarı ve muhalefeti ile birlikte bu belayı atlatmak için gerekli tedbirleri alacak basireti gösterebilelim.

Bundan sonraki dönemde vatandaş olarak ne yapabileceğimize dair zihinsel bir çaba göstermeyi düşünüyorum.  Düşüncelerimizi paylaşmaya devam edeceğiz.

Devamını Oku...

Sivil Toplum

Sivil toplum katılmaktır. İnandığınız doğruların mücadelesine hiç kimseye zarar vermeden katılmaktır. Kendi düşüncelerimizin anlatımına katılmaktır. Yanlışları yüksek sesle dile getirebilmenin, doğruları takdir etmenin, BİR olmanın platformudur sivil toplum.

İnsanın kendisini anlaması ve okumasıdır sivil toplum. Nerde durduğunu görmesi, kendisiyle yüzleşebilmesi ve bu yolla kendisini anlamasıdır. Sivil toplumda yapılan işlerin keyfi sizin tek başınıza yaptığınız herhangi bir işten çok farklıdır. Farkındalık takım çalışmasından kaynaklanmaktadır, bir başarının ardından paylaşılan mutluluk hazının çoğalması ve bunun tüm grup üyelerine yansımasıdır.

Herhangi bir sivil toplum kuruluşuna katılmanın zorlukları yok mudur? Tabii ki vardır. Bir kere eğer sivil toplum kuruluşuna katıldıysanız çevrenizdeki insanların size kalıplaşmış sorularına muhatap kalırsınız. Bu soruları nerde olursanız olun, her kim olursanız olun bir şekilde birileri çıkar ve size sorar. Nedir bu sorular? “Kaç para alıyorsun ordan?” cevabınızın gönüllü olarak çalışıyorum olmasından sonra şaşkın gözlerle ikinci soru ile karşılaşırsınız: “Niye uğraşıyosunki o zaman?”.

Çözüm üretmekten çok yakınmayı, olumsuz yönde ve çoğu zaman yıkıcı eleştiriler yapmayı gelenek haline gelmiş bir toplumda çözümün parçası olabilmek, sorumluluk alabilmek, sorumluluk yükleyebilmek, insiyatif geliştirebilmek misyonu doğrultusunda ilerleyen sivil toplum örgütlerinin doğal yapısıdır. Yani sivil toplum kuruluşlarının toplumda “vizyon açmak” gibi önemli, zor ve doğal bir görevi vardır.

Globalleşen dünyada değişime katılmanın yolu sivil toplum kuruluşlarından geçmektedir. İnsanların artık her fırsatta bahsettiği “kendini yetiştirmek” ve çevrenize, yaşadığınız kente ve ülkenize hatta dünyaya hizmet edebilmek sivil toplumdan geçmektedir.

‘Türkiye sevdalılığı’ misyonunun ötesinde yaşadığı toplumun gereksinimlerine kulaklarını tıkamadan, proje üreterek, ‘vizyon açmaya” çalışarak herhangi bir maddi çıkar gözetmeden yürüten Kocaeli Aydınlar Ocağını sivil toplum kuruluşu olarak güzel Türkiye’mizde çok önemli bir görev üstlendiğine inanıyorum.

Devamını Oku...

21 Ekim 2008 Salı

Siyaset Derin Uykuda

Büyük iddialarla ortaya çıkıp, iri iri laflar edip, halkın oylarını alarak Meclise giren bir milletvekilinin en büyük vazifesi, Siyaset üretmek, projeler geliştirmek, ülkeyi her alanda ileriye taşımaktır.

Siyaset üretme yeteneğini yitiren vekiller ise, kısır çekişmelerle gündemi geçiştirme yollarını seçerler.

İşte TBMM şu anda böylesi bir göz boyama oyunlarının arenası.

Dünyada gerçekten çok önemi olaylar gelişiyor. Bu olaylar karşısında basiretlerini yeterince ortaya koyamayan iktidar ve muhalefet birer silahşor çıkardı, milleti uyutup duruyorlar.

Sen daha çok çaldın, ben daha az çaldım, sen kitabına uyduramadın vs vs.

Kirli çamaşırlar karşılıklı birer birer ortaya dökülüyor.

Kim aç, kim evsiz, kim ne zulümlere maruz kalıyor bilen yok.

Haber sıkıntısı çeken kanallar bile artık itfaiyenin kedi kurtarma operasyonlarını verme ihtiyacı duymuyorlar.

Çünkü iki silahşor haber saatini doldurmaya yetiyor. Zira hem ucuz, hem de zahmeti yok.

O ortalığı ayağa kaldıran, kendilerini Cumhuriyet kadınları(!) olarak lanse eden, sokakların kahraman kadınları nerede şimdi?

Nerede fındıkkabuğuna zulmedenler?

Nerede Fatma Nur Sertel, Necla Arat?

Kemal Anadol, Mehmet Sevigen, Cevdet Selvi, Onur Öymen nerede?

Kâbe’nin vize memuru Önder Sav nerede?

Nerede öldük, bittik, Türkiye battı ikazlarının meşhur ismi İlhan Kesici?

Hepsi sus pus, Kemal Kılıçdaroğlu hepsini temsilen kameralar karşısında.

Gerek Dengir Mir Mehmet Fırat’ın ve gerekse Kemal Kılıçdaroğlu’nun iddialarının gerçek payı var mıdır bilmem.

Ancak bir şüphem var; Bu tartışmaların arkasında, daha kötü bir şeyler mi saklanıyor acaba?

Sayın Meclis;

Dışarılarda çok şeyler oluyor, içeride işe yarayacak birileri var mı?

ABD Irak’ta Müslüman katliamını sürdürmek için ayda 10 milyar dolar harcıyor,

Kâbe’nin etrafında iş makineleri yoğun mu yoğun!

Kâbe’nin manevi ve tarihi dokusu tahrip ediliyor.

Espri uzmanı halkım espriyi boşuna yapmaz.

Suudi Arabistan için “Suudi Amerika” sözü işte böylesi vurdumduymazlıklardan dolayı söylenmiştir.

Bu Suudi Arabistan’ın kaçıncı tahribatı?

Bu arada ABD seçimi kapıya dayandı.

Her ülkenin seçimi genelde kendini ilgilendirir.

Ancak seçim ABD’de yapılıyorsa, bu her ülkeyi ilgilendirir.

Bizim siyasi Mir’lerimiz ekranlarda biri birlerine Kılıçlar çekmiş, biri birlerini yerken, Ermeni yetkililer, Rum yetkililer boş durmadılar ve ABD’nin, uydurukça deyimle olası yeni başkanı Obama’ya “Ermeni tasarısını tanıyacağız”, “Türkler Kıbrıs’ta işgalcidir” sözlerini söyletmeyi başardılar.

Peki, şimdi ne olacak?

Güney komşumuz olduktan sonra ABD için eskisi kadar önemimiz de, “Türkiye’yi kaybetme” diye bir endişeleri de kalmadı.

Ve siyasi uzmanlarımız; “Eski başkan adayları da benzeri şeyler söylüyordu” diyerek teselli bulmaya çalışıyorlar.

Ancak işlerin eskisi gibi olmadığını göz ardı etmek, en hafif tabirle gaflettir.

Gaflet; derin uykudur, zordur ona dayanmak,

Bir defa uyuyunca mümkün olmaz uyanmak.

Top değil, tüfek değil, gaflet vurur insanı,

Gaflet varsa vatanı, mümkün olmaz savunmak.

Devamını Oku...

20 Ekim 2008 Pazartesi

Gezmeyi Görmeyi Bilmek

İnsan fıtratı ile alakalı olan işlerden bir tanesi de yaşıyor olduğumuz çevremizi tanımaktır. Tarihini, kültürel dokusunu, tabii varlıklarını, doğal, ekonomik, tarihsel ve turistik özelliklerini; yaşam biçimleri, inanç, gelenek ve göreneklerini coğrafyasını ve coğrafi güzelliklerini oralı olmakçasına tanımak olmalıdır. Yaşadığımız çevreyi sevmek de bununla ilgilidir. Tabii o çevreyi benimsemek adına bunu yapmak istersen, işte sen oralısın.

Ben konuyu ele alırken yukarıda saydığım tüm değerler ışığında inceleyerek tanımak istiyordum. Benimle beraber sizlerin de tanımasını sağlayabilirsem kesinlikle mutlu olacağımı bilmelisiniz. Temel düşünce budur.

Tarihi ve turistik yerlerde gezerken dikkat ettiğim bir husus vardı. Bu yerleri gezmeye ve görmeye gelen genelde yabancı uyruklu turistlerin ellerinde küçük bir kitapçık olması. Her nereye bakarsam bakayım aynı görüntü, sanki insanlar buraya kitap okumaya gelmişler. Mutlaka sizler de karşılaşmışsınızdır, en az benim kadar sizler de düşünmüşsünüzdür.  Bizim alışkanlıklarımızda olmayan bu görüntüyü yadırgayanlarımız da olmuştur mutlaka. Bir memleketten bir memlekete gelmişsin, o şehir tarihi ise tarihi yerleri gör, yok diğer kültürel veya tabiat güzellikleri var ise onlara bak ve git. Genelde düşüncemiz bu şekilde olmuştur.

Anlattıklarımız biraz bizi tarif etmekle beraber, bu şekilde olmayan insanlarımız da mevcuttur.

Bizler bundan sonra görmeye gittiğimiz yerlerin görülme ve gezilmesi sırasında dikkat edeceğimiz özellikler içinde gezilecek veya görülecek yerlerle ilgili bir ön çalışma yaparak gitmek olduğunu bilmek zorundayız. Gideceğimiz o yerin belirgin ve gizemli özelliklerini bizden önce orayı gezip görenlerin ve yaşayan insanların gözlemlerinden faydalanmayı bilmek durumundayız.

Aslında hedeflediğimiz gezi ve gözlemin önceden bir planını yapmak bizim o yeri yaşayarak gezip görmemizi sağlar. Günümüz insanının zamanı değerlidir. Az zamanda çok şeyler görüp öğrenmek oldukça önemlidir bunu ancak bu şekilde sağlayabiliriz.

Gezeceğimiz yerle ilgili turizm rehberliklerinin hazırlamış olduğu bir katalogla ya da bir kitap ile o yerin nereden gezilmeye başlanacağını, nerelerinin ilginç bilgiler sunduğunu ve nasıl bir değere sahip olduğunu bunun yanı sıra, ora ile ilgili tarihi bilgileri ve olayları da bilmek önemlidir.

Fotoğraflanması gereken yerler ve çekimlerin o yere zarar verip vermeyeceği daha önce fotoğraflanmış yerlerin tekrar fotoğraflanmaya gerek olmadığını, yani tekrardan kaçınmanın zaman kaybı ve israf olduğunu göz ardı etmemek önemlidir. Aynı şekilde kamera çekimlerinde de bu gereklilik düşünülerek değerlendirilmelidir.

Yurt içine veya yurt dışına yapılan gezilerde, gezilip görülen yerlerin anlatmaya değer ilginç yönlerini kaleme almalıyız. Mutlaka gittiğimiz yerle ilgili kendimizin değerlendirmelerini o anda orada kısa notlarla özetlemeli daha sonra kendi gözlemlerimizle daha önceden yapılan değerlendirmelerle yeni bir yazı hazırlamalıyız. Unutulmamalı ki bize ışık tutan, gerek katologlar gerek diğer ilgili kitaplar bu şekilde kendilerinden sonra gelenlere ışık ve yol gösterici olması amacı ile birileri tarafından kaleme alınmıştır.

Günümüzün (ulaşım, haberleşme, radyo, televizyon, bilgisayar, internet gibi) teknik imkânları gezi yazılarının önemini ve ilginçliğini kısmen de olsa azaltmakla birlikte tarihî değeri olan seyahatnameler hâlâ önemini koru­maktadır.
Gezi yazısının maddeleri:

  1. Gezi yazısı görülen yerlerin güzellikleri hakkında duygu ve düşünce içerebilir.
  2. Gezi yazıları, gezginin gezdiği, gördüğü yerlerden edindiği izlenim ve bilgileri ele alan yaşanan yerlerin doğal, ekonomik, tarihsel ve turistik özellikleri; yaşam biçimleri, inanç, gelenek ve göreneklerini anlatır olmalıdır. Gezi yazıları anlatılan yerleri görme özlemini bir ölçüde karşıladığından çok sevilen edebiyat türlerinden biridir.

Ülkemiz insanlarının gittikleri tatil beldelerinde bu konulara dikkat ettikleri takdirde birçok güzel gezi hatıraları oluşacaktır. Uzun zaman şehrin gürültülü ve monoton yaşayışından uzaklaşmak belki bizi rehavete kavuşturacaktır ama bizlerin bu aralıklarda o yerlerle ilgili kısa notlar almamız bize ve bizlerden sonra o yerleri gezeceklere rehberlik edecektir.

Gezi yazılarında gezilen yerlerin sadece doğal güzellikleri değil, tarihi gelenekleri ve zevkleriyle ilgili bilgiler de verilir. Bu nedenle gezi yazıları toplumbilim ve birçok bilim dalı için kaynak niteliği taşır. Anlatılanlar hayal ürünü değil gerçektir. Gezi yazıları kuvvetli bir gözlem gücüne dayanır.

Devamını Oku...

Çöpün İçinde Kaybolan Ekonomik Değerler ve Çevreye Olan Etkilerinin Önlenmesi

İnsanlar yaratılışından bu yana doğadan yararlanmış, doğayı işlemiş ve sahip oldukları bilgi birikimi ile teknik ilerlemeye bağlı olarak ona egemen olmaya çalışmıştır. Bilim bilgi üretme ve tekniği geliştirme olduğuna göre; hem kuramsal bilgi aracılığı ile insanı aydınlatacak ve insanı doğadan bağımsız kılacak, hem de teknik aracılığı ile doğayı işleyerek, insanın doğaya egemen olmasını sağlayacaktır. İşte insanı doğada üstünlük kurmaya çalışması insan ile çevresi arasındaki uyumun bozulmasına neden olmuştur. Ancak insan uzun süre çevresine verdiği bu zararın farkına varamamıştır.

Çevre sorunları ani olarak ortaya çıkmamış aksine zaman içinde birikerek varlığını duyurmuştur. Çevrenin kirlenmesi veya bozulması onu oluşturan öğelerin bir zaman süreci içerisinde niteliğinin değişmesi ve değerinin kaybolmasıdır. Başlangıçta insanların çevresine verdiği zararlar doğanın kendisini yenileyebilme yeteneği sayesinde farkına varılmamıştır. Sanılanın aksine belli bir zaman sürecinden sonra çevreye bırakılan kirliliğin nitel ve nicel olarak artması, çevrenin kendini yenileyebilme yeteneğinin üstüne çıkarak onun bozulmasına sebep olmuştur

Bilindiği gibi, çevre kirliliği; hava, toprak ve suyun; fiziksel, kimyasal veya biyolojik olarak kirlenmesi şeklinde tanımlanmaktadır. Çevre kirliliği, bu açıdan sanayileşme olayından sonra ortaya çıkmış bir sorundur. Bu nedenle de çevre sorunlarına çözüm arayışları Dünyada ve Türkiye’de oldukça yeni bir olaydır. Son 25 yıla kadar bu süreci uzatmak mümkünse de, 1980’lerden sonra tüm dünyanın bu sorunla ve çözümüyle ilgilenmeye başladığı söylenebilir.

Ülke gereksinimlerini, kalkınma ve sosyal yaşantısının getirdiği talepleri karşılamak için sanayi sürekli  yeni ürünler üretmek durumundadır. Üretilen ürünler ve bu ürünlerin kullanımı sonucu hava, su ve toprak çeşitli kirliliğe uğramakta.

Üretilen ürünlerin üretim aşamasında ve kullanımının ardından kaynaklanan katı atıklar önemli bir çevre sorunu olarak karşımıza çıkar. Arzu edilmedikleri bir yerde bulunan maddelere katı atık” denir. Aslında çöp olarak atılan hemen hemen  herşeyin bir kullanım imkanı vardır. Ancak o an o yerde kullanılamayacakları için arzu edilmemekte ve atılmaktadır. Böylece çöpler oluşmaktadır Belli bir değer ödeyerek aldığımız, kullandıktan sonra işimize yaramadığı için sokaklara bıraktığımız çöplerin, nereye gittiğini biliyor muyuz? Yada bu sorun bizi ilgilendiriyor mu? Bunun gibi pek çok soruyu sormak mümkün. Bu atıklarla ilgili olarak su götürmez bir gerçekse; bu atıkların doğaya zarar verdiği gibi insan sağlığını da tehdit etmesidir.

Birçok büyük şehirlerimiz de dahil olmak üzere, pek çok yerleşim merkezimizde katı atıklar, “çöplük” denilen alanlara gelişigüzel bir şekilde dökülüp kendi hallerine bırakılmaktadır. Bazı kentlerimizde ise denize atılmaktadır. Bu tür ilkel uygulamalar estetik kirlenmenin daha ötesinde sakıncalar taşır. Rastgele dökülen çöpler hastalık yapıcı ve taşıyıcı canlılar için çok müsait bir üreme ortamıdır. Ayrıca uygun kriterler göz önünde bulundurularak seçilmemiş sahalara yığılan çöplerden kontrolsüz bir şekilde yayılan tozlar, sızıntı suları ve gazları çevreyi tehlikeli olarak kirletir.

Katı atıkların imhası için çeşitli yöntemler mevcuttur. Yukarıda da kısaca bahsettiğimiz ve Türkiye’de yaygın bir şekilde kullanılan ve çevreye son derece zararlı yöntem olan katı atıkların düzensiz depolanması, atıkların açık araziye rasgele boşaltılmasıdır. Vahşi depolama olarak ta nitelendirilen bu usul çevreye vereceği zararlardan dolayı son derece tehlikeli ve sakıncalıdır.  Çöpler hiç bir önlem alınmadan bir alana atılıp bırakılmaktadır. Çağdaşlıktan uzak olan düzensiz depolamada yeraltı suları kirlenmekte, rahatsız edici kokulara, yangınlara neden olmakta, sinek vs. gibi problemler doğurmakta, burada beslenen kuş ve diğer hayvanlar bulaşıcı hastalıkların yayılmasına sebep olmaktadır. Bu nedenle bu yaklaşımdan en kısa zamanda vazgeçilmelidir.

Katı atıkların bertarafında kullanılan düzenli depolama yöntemi ise genel olarak, katı atıkların, titizlikle seçilmiş ve hazırlanmış bir alana, sistemli olarak yayılıp üzerlerinin toprakla örtülmesinden ibarettir. Bu yöntemde, toplanan çöpleri uzaklaştırmak için seçilen saha dikkatli bir şekilde bu amaç için hazırlanmakta ve işletilmektedir. Ayrıca, uygun arazilerin bulunması şartıyla bu yöntem en ekonomik ve en kolay imha seçeneğidir.

Düzenli depolama için seçilen alanın önce geçirimsizliği sağlanmaktadır. Bu amaç için kil ve gerekirse özel şekilde hazırlanmış membranlar kullanılabilir. Depolama sahasının geçirimsizliği sağlanırken çöplerden kaynaklanacak süzüntü sularını toplayacak drenaj sistemi de yapılmaktadır. Bu hazırlıklar tamamlandıktan sonra çöplerin bu sahaya dökülmesine başlanmaktadır. Dökülen çöpler her gün iyice sıkıştırıldıktan sonra her taraftan en az 20 cm kalınlığında toprakla örtülmektedir. Arazi doldukça, çürüme neticesinde oluşacak gazları uzaklaştırmak için gerekli boru tertibatı da yerleştirilmektedir. Arazi tamamen dolduktan sonra 1.0 m toprakla örtülmektedir.

Bu yöntemde, depolama sahasına dökülen çöplerin içinde bulunan organik maddeler anaerobik bozuşma neticesinde CO2, CH4, NH3 ve H2S gazları ile suya dönüşmektedir. Bunlardan metan (CH4) kalorifik değeri yüksek yanıcı bir gazdır. Bu nedenle söz konusu gazın toplanıp enerji üretimi için kullanılması önerilmektedir. Organik maddelerin haricindeki maddelerden de bir kısmı değişik yöntemlerle imha olmakta veya parçalanmakta ve yalnız naylon torbalar gibi inert bazı maddeler bozuşmadan veya parçalanmadan kalmaktadır.

Bozuşma neticesinde bu sahalarda zamanla çökmeler oturmalar görülmektedir. Bu nedenle terk edilmiş, dolmuş düzenli depolama sahalarının üstünde bina yapmaktan kaçınılmalıdır. Bunun yerine söz konusu sahalar çimlendirilip golf, futbol sahalarına dönüştürülebileceği gibi rekreasyon alanına da dönüştürülebilir. Bu uygulamanın en iyi örneği Amerika Birleşik Devletlerinde San Francisco yakınlarındaki Montain View deki Shoreline Düzenli Depolama Sahası oluşturur. Burası, yaklaşık l0 Milyon ton çöp atıldıktan sonra golf sahasına, yelkencilik için kullanılan suni bir göle, kontrollü bir vahşi hayvan parkına ve otlak sahasına dönüştürülmüştür.

Bu yöntem uygun arazi bulunduğu takdirde ekonomik bir yöntemdir. Nihai imha metodu olan bu yöntem her türlü çöp için uygulanabilir. Kullanılıp kapatılan araziden rekreasyon amacıyla kullanılabilmesi bu yöntemin avantajları arasında yer alırken. bu avantajlarının yanı sıra dezavantajları da mevcuttur. Sıvı ve gaz sızıntıları kontrol edilmezse, sakıncalı durumlar ortaya çıkabilir. Tamamlanmış deponi alanlarında göçük ve yerel çökmeler olabileceğinden devamlı bakımı gereklidir. Kalabalık yörelerde, ekonomik taşıma mesafesi içinde uygun yer bulmakta güçlük çekilebilir. Yerleşim yerlerine yakın deponi alanları için, halkın tepkisi ile karşılaşılabilinir.

Oluşan çöp yığınlarını ortadan kaldırmak zararsız hale getirmek için uygulanan bir diğer yöntemde kompostlaştırmadır.   Kompostlama işlemi; genel olarak katı atığın (Çöpün) içindeki organik atıkların bozunması işlemidir. Kompostlaştırma işlemi daha bilimsel bir şekilde aerobik biokimyasal bir reaksiyon olarak tarif edilebilir. Katı ve sıvı atıklar içindeki organik maddeler çeşitli mikroorganizmalar ile, daha basit bileşiklere, özellikle CO2 ve H2O ya dönüştürülürler. Kompostlaştırma, mikroorganizma adı verilen ve çoğunluğu gözle görülmeyen canlıların, ortamın oksijenini kullanarak çöp içerisindeki organik maddeleri biyokimyasal yollarla ayrıştırmasıdır. Bu olayın gerçekleşebilmesi için çöp kütlesindeki su içeriğinin % 45-60 dolaylarında olması gerekmektedir. Bu işlemin sonucu oluşan Kompost; biyokimyasal olarak ayrışabilir çok çeşitli organik maddelerin organizmalar tarafından stabilize edilmiş, mineralize olmuş ürünlerdir.

Şekil 1 : Kompostlaştırma Reaksiyonu

Kompostlaşma bir başka ifadeyle canlı organizmaların toprağa karışıp çürüyerek mineralize olması doğada; madde yani besin dönüşümünü, enerji akışını, doğal sisteme bağlı canlıların yaşamlarını sürdürebilmesini, tüm fiziksel, kimyasal ve biyolojik elemanların denge içerisinde fonksiyonelliğini sürdürmesini sağlayan en önemli olgudur. Doğal ortamlarda bitkilerin yani birincil üreticilerin büyük bir kısmı toprağa geri döner. Parçalanır, çürür, yeniden mineral madde olarak bitkilerin yaşaması için besin kaynağına dönüşür. Yine pek çok büyük, küçük hayvan her türlü atığını toprağa bırakarak yaşar ve sonunda ölerek toprak olur, yani kompostlaşır. Toprakta bitki ve hayvan artıklarının parçalanmasını, karışmasını, çürüyerek toprak olmasını yağmurlarların, güneşten gelen ısının ve diğer iklimsel olayların etkisiyle gerçekleştiren milyonlarca canlı vardır. Kendi yaşamlarını devam ettirip, çoğalırken doğal dengeleri de korumaktadırlar.

Kompostlaştırma işlemi iki önemli aşamadan oluşur. Birinci safhada, mikroorganizmalar metabolik faaliyetlerinin bir sonucu olarak ısı üreterek kompostlanacak ayrışabilir organik maddeleri daha basit bileşiklere ayrıştırırlar. Kompostlama yığınının hacmi bu safha sırasında azalır. İkinci safhada, kompost ürünü “stabilize olmuş bir ürün” ya da “halk sağlığı, güvenliği ve çevre koruması için asgari gereksinimleri karşılayan bir ürün” haline getirilir. Mikroorganizmalar komposttaki kolaylıkla mevcut besin stokunu tüketir. Bu tükenmenin karşılığında da mikroorganizmaların faaliyeti yavaşlar. Sonuç olarak, açığa çıkan ısı yavaş yavaş azalır ve kompost yapı olarak kuru ve kolaylıkla ufalanır hale gelir. Kür safhası tamamlandığında kompostun “stabilize olmuş” ya da “olgunlaşmış olduğu” düşünülür. Bundan başka herhangi bir mikrobiyal bozunma çok yavaş bir şekilde olacaktır.
Eğer C/N (karbonun azota oranı) ve içeriği elverişli sınırlar içinde ise, bitki ve hayvanlardan meydana gelen hemen hemen tüm atıklar kompostlaşma için uygundur. Bunlar; kağıt-karton, metal, plastik, cam, tekstil gibi geri kazanılabilir maddeler ayrıldıktan sonra geriye kalan evsel organik atıkları, gıda işleme ve fermantasyon atıklarını, tarla ve orman atıklarını, park ve bahçelerden gelen yaprak ve çim kırpıntılarını içerir. Ağaç kabuğu ve odun parçacıklarının, özellikle arıtma çamurlarının kompostlanmasında katkı maddesi olarak kullanılmaları uygundur. Talaş ve kağıtlar hemen hemen hiç azot içermez, dolayısıyla yalnızca C/N oranını uygun aralığa getirecek maddelerin eklenmesinden sonra kompostlaştırılabilirler. Kompost karışımına dahil edilen ve dahil edilmeyen atıklar aşağıda maddeler halinde verilmektedir. Bazı yiyecek ürünleri dahil edilmemelidir. Çünkü bu ürünler istenmeyen haşereleri kendilerine çekebilmekte ya da kompostun kalitesini olumsuz yönde etkileyebilmektedir. Kompost karışımına dahil edilecek olan atıklar; sebze ve meyve artıkları, çim kırpıntıları, yapraklar, bahçe kırpıntıları (çalı çırpı ve ağaç kırpıntıları gibi), testere talaşı, geri dönüştürülemeyen kağıt atıklar (işe yaramaz kağıt ürünleri), şömine külü (odun vb. külü), yün veya pamuktan, eski ya da yırtık kumaş ya da bez parçaları, elektrik süpürgesi torbası, Çay torbaları (poşet çay), filtreli kahve telvesi (poşet kahve),yumurta kabukları. Kompost karışımına dahil edilmeyecek olan atıklar; her türlü et ve artıkları, süt ve sütten yapılmış yiyecekler (yoğurt, peynir vb.), katı haldeki yağlar (bitkisel, hayvansal), sıvı haldeki yağlar (fıstık ezmesi ve mayonez dahil), ev içinde beslenen hayvanların dışkısı, balık artıkları, hastalıklı bitkiler, kemikler.

Kompostlaştırma için mikroorganizmalar çok önemli olduklarından, mikrobiyal faaliyeti son derece artıran çevresel şartlar kompostlamanın oranını son derece artıracaktır. Mikrobiyal faaliyet, oksijen seviyeleri, ayrışabilir organik maddelerin parçacık boyutları, besin (nütrient) seviyeleri ve dengesi (karbonun azota oranı olarak gösterilir), nem muhtevası, sıcaklık ve pH (asitlik/alkalilik) tarafından etkilenmektedir. Bu etkenlerdeki herhangi bir değişiklik birbirine bağımlıdır. Bir parametredeki bir değişiklik çoğu kez diğer parametrelerde de değişikliklerle sonuçlanabilmektedir.

Kompostlaştırma işleminde sıcaklık 670-700 C'ye ulaşmaktadır. Bu sıcaklıkta (pastörizasyon sıcaklığı) pratik olarak tüm mikroorganizmalar (hasalık yapıcı) ölmektedir. Kompostlaştırma işlemiyle depolanacak çöp kütlesinde %40-60 oranında bir azalma sağlanabilmektedir. Kompost tarımda kullanıldığında toprak yapısını ve özelliğini iyileştirmesidir. Topraktaki (Zeminin) boşluk hacmini arttırır. Zeminin kolay havalanmasını sağlar, zor işlenen toprakların kolay işlenmesini sağlar, toprağın su tutma kabiliyetini arttırarak kurak mevsimlerde tuzlanmayı önler, yüksek oranlarda mineral gübrelemeye karşı tampon etkisi gösterir, besin maddelerinin bitkilerce daha iyi kullanılmasını sağlar.

Katı atıkların bertarafında “yakma” kullanılan bir diğer yöntemdir. katı atıkların hacmini azaltıp hijyenik olarak zararsız hale getirmektir. Atıklar büyük fırınlar içinde yüksek sıcaklıklarda yakılarak tamamen imha edilirler. Yakma çöpleri stabil bir hale getiren ve hacimlerini %70-80 azaltan bir yöntemdir. atıklar gaz, sıvı, katı hale dönüştükleri gibi ısı enerjisi de oluşturulur. Bu işlem iki şekilde gerçekleşir.

Enerji Elde Edilerek Yakma: ambalaj atıkları ve diğer ısı değeri yüksek olan katı atıklar yakıldığında enerji elde edilir. Bu enerji konut ve büyük tesislerin ısıtılmasında kullanılabileceği gibi elektrik enerjisine de dönüştürülürler.

Enerji kazanımsız yakma: bu yöntem daha çok zehirli ve tehlikeli atıkların ortadan kaldırılmasında kullanılmaktadır. İşlem sırasında çıkan gazların hava kirliliğine yol açmaması için özel filtreler kullanılır. Yakma sonucunda geriye kalan kül ve metal parçalar gibi atıklar yapı malzemesi olarak yol ve asfalt yapımında kullanılabilir.

Bu yöntem konunun uzmanı olmayan kişiler tarafından gelişi güzel yapılmaktadır. Ancak bu sistem için yapılan işlem, bazen getireceği yarardan çok daha fazla zararı beraberinde getirmektedir. Çünkü yakma işlemi, çöp dağları içinde olan karbon gazı miktarı ölçülmeden yapıldığında; gazın fazla olması halinde ani patlamalara, can ve mal kaybına yol açacaktır.

Bu yöntem neticesinde çevreye zarar vermemek için hava kirlenmesine karşı özel tedbirler almaktan başka, meydana gelen küller uzaklaştırılırken içlerinde bulunması, muhtemel olan toksik maddelerin olumsuz etkileri için de önlem alınmalıdır.

Yanma prosesi, genelde çöplerin kalorifik değeri kendi kendilerini yakmaya müsait olduğu takdirde kullanılması önerilmektedir. Aksi takdirde ek yakıt gerekeceğinden bu yöntemle çöpleri bertaraf etmek çok pahalıya mal olur. Yakma genellikle aşağıda sayılan durumlar için uygulama alanı bulmaktadır;

  • Hacim ve ağırlık küçültme oranının yüksek olması nedeniyle depolama yeri sıkıntısının çekildiği metropollerde,
  • Hastane çöplerinde olduğu gibi nihai ürünün stabilize edilmesinin gerekli olduğu durumda,
  • Isıl değeri yüksek katı atıklarda enerji üretiminin söz konusu olması halinde.

 

Birçok gelişmiş ülkede çöp yığınlarını ortadan kaldırmak için yakma ve gömme işlemleri yerine çöpün değerlendirildiği, atıkların içindeki işe yarar kısımların geri kazanıldığı piroliz işlemine başvurulmaktadır.

Piroliz;çöp yığınları içindeki cam ve metallerin ayrılmasından sonra geriye kalan ve işe yaramaz gibi görünen organik maddelerin; hava kullanılmadan ısıtılarak gaz, sıvı yakıt ve kömüre dönüştürülmesidir.

oksijensiz bir ortamda katı atıkların termal yolla gaz, sıvı, katı hale dönüştürülmesidir. Çöp hacmini büyük oranda azalma sağlanır. Kararlı son ürünler verir ve çok az hava kirlenmesine neden olur. Çoğu zaman proliz prosesi endotermiktir. Isı ilavesi gerektirir. Yüksek sıcaklıkta ise ısıyı dışarı verir. Yani proses bu durumda ekzotermiktir. Dolayısıyla atıklar ısıtılırken önce enerjiyi absorbe edilir sonrada serbest bırakır. Metodun en önemli üstünlüğü yanma sonundaki bakiyenin ekonomik bir değeri olmasıdır. Proliz sonucunda gaz( metan, karbon monoksit, karbon dioksit ve çeşitli diğer gazlar), sıvı( katran, asetik asit, aseton, metanol ve oksijen içeren kompleksler), katı(hemen hemen tamamı karbon içeren kömür nitelikli katı ve çeşitli ayrışamayan maddeler) oluşur.

Piroliz işlemi; demir-çelik endüstrisi veya kimya endüstrisinde kullanılan, yüksek sıcaklığa, klorit ve sülfitler gibi aşındırıcı gazlara dayanıklı bir yapıya sahip fırınlarda yapılmaktadır. Fırının tabanı erimeyen bir yapıya sahiptir. Atıklar fırının üst kısmından fırına atılır. Fırının sıcaklığı aşağıya indikçe arttığı için atıklar dibe çöktükçe erirler ve atıkların yapısında bulunan gazlar açığa çıkar. Oluşan bu gazlar ısındıkları için yükselirler ve fırının üst kısmına yakın bir yerden dışarı çıkarlar. Çıkan gazı külden kurtarmak ve nemini almak için Gaz Temizleme Ünitesine gerek vardır. Diğer atıklar fırının dip kısmında erimiş mucur olarak birikir. Mucur su vasıtasıyla ayrıştırma tanklarına gönderilir. Ayrıştırma tankında, metallerden arındırılan mucur yüksek vasıflı karbon (Kok Kömürü) olarak değerlendirilir.

Çağdaş katı atık yönetiminin  ana ilkesi “çöp miktarını azaltmak” tır. Aslında çöp problemi çöpler oluşmadan önce çözmeye çalışmak en doğru yaklaşımdır. Örnek olarak bir kere kullanılıp atılan kaplar yerine, geri dönüşlü kaplar kullanmak çöp miktarını ve dolayısı ile çevrenin kirlenmesini önemli mertebede azaltmaktadır.

İkinci önemli ilke ise “çevreye zarar vermeden yok olamayacak maddeleri imal etmekten kaçınmak” olacaktır. Katı atıklar usulüne uygun bir şekilde uzaklaştırılmadığı taktirde doğabilecek sorunların bazıları şunlardır.

a ) Epidemik hastalıkların yayılması
b ) Nahoş kokuların yayılması
c ) Sinek, fare vs. ‘nin çoğalması
d ) Yeraltı ve yerüstü sularının kirlenmesi
e ) Sera olayına katkıda bulunabilecek derecede hava kirlenmesi

Çeşitli kaynaklarda oluşan çöplerin içindeki geri kazanılabilir ve/veya biyolojik ayrışabilir çöp ve katı atıkları deponiye giden nihai çöplerden ayırdığımız da çok önemli miktarda çöp ve katı atık depolama yerinden hacim kazanmış olunur, bu yolla da ekosistemin korunmasına bir katkı sağlar. Çünkü doğada depolama için daha az alana ve hacme ihtiyaç duyulur. Biyoçöp kavramı, ayrı toplaması ve uygulaması; ayrıca da kağıt ,karton, plastik, cam, metal v.d. gibi değerli kuru çöplerin ayrı toplanması ve değerlendirilmesi ile çöp miktarının azalmasına büyük katkıda bulunulmuş olunur.

Cam, metal, plastik, kağıt gibi değerlendirilebilir atıklar çeşitli fiziksel ve kimyasal işlemden geçirilerek yeni bir hammaddeye veya ürüne dönüştürülebilirler. Bu işlem geri dönüşüm olarak ifade edilir. Geri kazanım ise; değerlendirilebilir atıkların kaynağında ayrı toplanması, sınıflandırılması, fiziksel ve kimyasal yöntemlerle başka ürünlere veya enerjiye dönüştürülmesidir.

yapılan araştırmalara göre nüfusun kırsal ve kentsel olması, sosyo- ekonomik ve sosyo- kültürel yapısı ve tüketim alışkanlıklarına göre değişir. Türkiye’de kişi başına günde ortalama 0,7-0,9 kg katı atık oluştuğu belirlenmiştir. Bu miktar Türkiye genelinde yılda 12-20 milyon ton katı atık anlamına gelmektedir. Atıkların bileşimi ortalama olarak %22 yiyecek artığı, %11 kağıt-karton, %4 plastik, %2 cam, %2 metal ve %59 diğer maddeler şeklinde olup, bunun %10-15’i geri kazanılabilir niteliktedir. Buna göre türkiye’de yılda 2-3 milyon ton çöpün geri kazanılabileceği, bunun ekonomik değerinin 1999 yılı fiyatları ile 10-11 trilyon TL olduğu tahmin edilmektedir. Değerlendirilebilir atıkların %48’ini kağıt-karton, %27’sini cam, %14’ünü metal, ve %11’ini plastik ambalaj malzemeleri oluşturmaktadır. gıda sanayi, geri dönüşsüz ambalaj materyali kullanarak, katı atık birikiminde etkili olmaktadır. 

evsel katı atıkların miktar ve özellikleri, şehirlerin özelliklerine, halkın sosyal ve ekonomik durumuna, iklimine, kullanılan yakıt cinsine ve bunlara benzer diğer faktörlerle yakından bağlantılıdır. Bu faktörler göz önünde bulundurularak İzmit çöpünün kalorifik değerini bulmak ve çöplerin kompozisyonunu saptamak üzere yaptırılan araştırma sonuçlarına göre İzmit çöpünün kalorifik değeri 950 ile 13000 kcal/kg arasında değiştiği saptanmıştır. Tablo 1 ’de İzmit evsel katı atıklarının bileşimi, miktarı ve yüzde oranları verilmiştir.

Devamını Oku...

19 Ekim 2008 Pazar

Bilinçli Eğitim

Değerli okuyucular milletlerin de insanoğlu gibi kendilerine has karakteristik özellikleri vardır. Türk milleti olarak bizlerin geçmişten günümüze gelen en temel özelliklerimiz devlete olan bağlılığımız, savaşa giderken gösterdiğimiz gayret ve özgürlüğümüze olan düşkünlüğümüzdür. Bu satırları okuyan okuyucularımızın bir çoğu bu özelliklerimizin geçmişte kaldığını ifade edeceklerdir.

Fakat bu özellikler, belki değişen şartlarla dejenere olsalar da asla yok olmazlar. Yeri ve zamanı geldiğinde hemen kendilerini belli ederler.

Bunun en güzel örneğini İstiklâl Savaşında görmekteyiz. O dönemin Türkiye’sinin şartlarında tekrar bir savaşa girmek, dönemin Batılı kumandanlarınca intihar sayılsa da, bizler özgürlüğümüze olan bağlılığımız sebebiyle bunu bile göze alarak savaştık.

Keza İstiklâl Savaşını yöneten komutanlarda aynı yaş grubuna dahil ve aynı seviyede eğitim alan kişiler olmasına rağmen kişisel menfaat çatışmasına girmemek suretiyle bir kişi üzerinde birleşerek savaşmışlar, sonuçta da başarıya ulaşmışlardır. Kendilerini bu tarz davranışa iten duygu ise; devletin yok olma sürecine girmesi dolayısıyla devlete olan bağlılıklarıdır.

Geçmişte böyle ruha sahip bir millet olmamızın nedeni, o dönemde yetişen gençliğe verilen eğitimde yatmaktadır. Hepimizin bildiği gibi eğitim iki yerde olur; aile ve okul. O dönemde aileler çocuklarına küçük yaşta milli duyguları aşılar, dedeler, nineler masal niyetine çocuklara tarihteki kahramanlık hikayelerini anlatırdı. Okullarda ise batılı ilimlerin yansıra milli bilgiler de verilirdi. Dolayısıyla günümüze göre daha idealist bir gençlik mevcuttu.

Günümüzde ise değişen hayat şartları sebebiyle bir çok ailede anne de çalışmakta, dedeler, nineler çocuğa bakıyorsalar da, genellikle pembe dizi veya “evlilik, gelin-kayınvalide ilişkileriyle ilgili” izleyenlere hiçbir katkısı olmayan ve ciddi olarak seviye problemi bulunan programlarla vakit geçirmekte, dolayısıyla nesiller arası kültür aktarımı sağlanamamaktadır. Mali durumu iyi olan aileler ise çocuklarına yabancı uyruklu dadı tutmaktadır.

Okullarımızda ise anaokulundan itibaren yabancı dille eğitim verilerek çocuklarımız kendi kültürlerine yabancı olarak yetiştirilmektedir. Çünkü dil en önemli kültür - aktarım aracıdır. Çocuk daha kendi dilini tam konuşamazken yabancı dil öğrenirse tabii ki gelecekte kendisinden milli hassasiyet beklemek zor olur. Şahsi kanaatimce bir çocuğa yabancı dil lise çağlarında öğretilmeye başlanmalıdır. Çünkü bu yaşlara geldiğinde kişinin artık kültürel altyapısı oluşmuş olur.

Kısacası değerli okuyucular, bizler yetişen neslimize “bilinçli bir eğitim” verirsek, bugün ülkemizde yaşadığımız bölünme tehlikesi, yabancılara toprak satımı veya iyi eğitim alan gençlerimizin yurt dışında çalışma istekleri yani beyin göçü sorununu yaşamayız.(Dünya da en çok beyin göçü veren Hindistan’dan sonra ikinci ülke olarak gelmekteyiz!)

Bir devletin kaderini o devleti oluşturan millet belirler. Atalarımız dünya tarihine Roma İmparatorluğu’ndan sonra en uzun yaşayan imparatoluk olan Osmanlı İmparatorluğu’nu kurup yaşatarak imza attılar. Umarım bizler ise tarihe “en kısa süren Türk devleti” olarak imza atmayız.

İyi haftalar!...  

Devamını Oku...

Terör ve Kriz

Bölücü terör örgütünün saldırıları ibret verici sonuçlar doğurmakta ve terörden ders alamayanlara yeni dersler çıkarmaktadır. Türkiye, sadece silah ve askeri güçle yola getirebileceği Irak’ın kuzeyindeki eşkiyaya; Dış İşleri Heyeti göndermektedir. Demek ki; yeni saldırılar ve savaş açma olayları bekleyebiliriz. Bağdat’ı pek muhatap almayanlar, Hakkâri-Dağlıca karakol saldırısından sonra Bağdat yönetimini muhatap aldılar.

Aktütün’e yapılan saldırıdan sonra da Bağdat’ta Irak’ın kuzeyindeki sözde yönetimle temas kurduk. Türkiye’yi hedef alan düşmanlarımızda kötü bir alışkanlık yaratıyoruz. Böyle giderse, daha çok karakollarımıza saldırı beklenebilir. Türkiye, bu siyasi kadroyla bırakın caydırıcı olmayı; adeta topraklarına saldırıyı davet etmektedir.

Kahramanmaraşlı şehit astsubayın babasının söyledikleri -fazla konuşturulmasa da- son derece önemlidir. Örgütün ayaktakımı ile uğraşmak yerine; terörün arkasındakiler hedef alınmalıdır. Güneydoğu’da bazı vatandaşlarımıza vatandaşlık ve pasaport verenlere gereken yapılmalıdır. Ricayla, minnetle, görüşmeyle, “Irak’ın kuzeyine yatırım yaparız” laflarıyla Türkiye’ye açılmış savaşı önleyemezsiniz. Tam tersine bu hain savaş ve saldırılar karşısında şehit düşecek vatan evlâtlarının da sorumlusu olursunuz. Türk insanı vatanı ve toprağı için canını veriyor; ama siyasetçiden de haysiyetli, kararlı ve istikrarlı bir mücadele bekliyor. Şehidini bağrına basan “Vatan sağ olsun” diyen insanların değerini bilelim.

Irak’ın kuzeyine ve sınır ötesine askeri müdahale imkânı veren tezkerenin çıkışından bazı çevrelerin çok rahatsız olduklarını gördük. Neyin tarafı olduğu artık iyice anlaşılan Taraf ve Akit Gazetelerinin aynı çizgide birleşmesi dikkat çekicidir. Ayrıca, İslâm’ı yozlaştırmak ve sözde ılımlılaştırmak için gayret gösteren yayın organlarının tezkereye karşı tavrı ve TSK’ni hedef alan yayınları ibretle izlenmektedir. Bu maksatlı ve çirkin saldırıların cevabını verecek olan siyasi otoritedir. Nedense onlardan pek ses çıkmamaktadır. Gerekçesiz sebeplerle ordusuyla uğraşan çevreler, aslında başka orduların davetçileridir ve onlarla golf oynamaya hazır olanlardır. Bu çirkin saldırıları 27 Mayıs sendromuna, darbe karşıtlığına ve demokrasi havariliğine gerekçe yapmayalım. Milli ordusuz demokrasi olmaz. Her şeye olur olmaz askeri bulaştırma ve suçlama alışkanlığı psikolojik bir rahatsızlığın ötesinde ihanet kokuları saçmaktadır. Kimse onun bunun malzemesi olmamalıdır.

İç ve dış politikada önemli sorunlarla karşı karşıyayız. Sağ-sol cepheleşmesinin yerini teslimiyetçi-milliyetçi tasnifi almıştır. Halk bazı TV yayınları ve gazetelerle askeri darbe ve olmayan derin devlet iddialarıyla meşgul edilirken; Kıbrıs’tan kötü mesajlar gelmektedir. Ülke toprakları satılmakta, milli menfaatler dışlanmaktadır. Ermenilerin haksız ve barışçı olmayan iddia ve talepleri, bir futbol maçı ziyaretiyle giderilememiştir. Ülkenin önüne terör ve bölücülük sorunu, Kürt sorunu olarak dikilmeye çalışılmaktadır. Demokrasi, ütopik ve aşırı özgürlükçülüğe imkân sağlıyor zannedilmektedir. Ütopik özgürlükler uğruna milli güvenlik göz ardı edilmekte; adeta terör özgürlüğü sağlanmaktadır. Bazıları milli güvenliksiz demokrasinin olamayacağını fark edememektedir.  

Şu çelişkiye bakın ki; devleti içine sindiremeyenler devlet adamı olarak ortada dolaşmaktadırlar. Türkiye’yi milli ve üniter devlet olmaktan uzaklaştırıcı federasyonculuk, Yeni Osmanlıcılık olarak takdim edilmektedir. Yolsuzluk ve hortumculuk öncekilerle mukayese edilemeyecek ölçüye ulaşmıştır. Milli Güvenlik Kurulu’nun  Psikolojik Harp Dairesi devre dışı bırakılmıştır. Her olay ve fiil Ergenekon’a bağlanmaktadır. Bankaların %45’i yabancıların eline geçmiştir. Yerli tasarruf hesapları kredi olarak dışarı akmaktadır. Buna karşılık; yetkililer yurt dışındaki Türklerin tasarruflarını ülkeye çekmeye çalışmaktadırlar. Halk kredi kartı ile borçlandırılmış ve uyuşturulmuştur. Türkiye pamuk ithalatının yarısını ABD’den, %25’ini ise; Yunanistan’dan ithal eder hale gelmiştir. Üretimdeki hayati sorunlar, reel sektörün karşılaştığı meseleler, kapanan iş yerleri ve artan işsizlik iktisadi kriz değil de nedir? Yabancıların egemen olduğu bir düzende ne tip bir kriz bekliyorsunuz? Kriz mutlaka bankacılık ve finans sektöründe mi beklenmelidir? Tarımın içine düşürüldüğü çıkmaz, ithalat hacmini genişletmektedir. Önümüzdeki yıllarda tarım alanlarının boşalmasının doğuracağı göç dalgasına hangi iktidar çözüm bulacaktır?

Devamını Oku...

18 Ekim 2008 Cumartesi

Terörün ve Ekonomik Krizin Kıskacındaki Türkiye

Türkiye bir yandan terör örgütünün saldırıları sonucu verdiğimiz şehitlerin acısı ile yanarken, diğer taraftan küresel ekonomik krizin ateşinde kavrulmaktan kurtulmaya çalışıyor.
Terörist Eylemlerin Tırmanışı:

Terör örgütünün son Aktütün Karakolu’na ve Diyarbakır’da polis aracına saldırıları ile şehit olan asker ve polislerimizin acısı canımızı yaktı. İstanbul’da yakalanan canlı bombanın taşıdığı bombalar ve miktarı, PKK’nın milletimizin nefret ve tepkisini artıran eylemlerine devam etmeye niyetini göstermekte.

Bu terörist saldırılardan sonra TBMM’de sınır ötesi harekât yetkisi verilmesinin görüşmelerinde bir kere daha dile getirilen ve katıldığımız bazı tespitleri özetleyelim:

Adı çeşitli kesimlerce Güneydoğu/Kürt/PKK sorunu olarak tanımlanan problem bir siyasal projedir. Türkiye’nin bölünmesi ve bir kısmında yeni bir devlet kurulması projesinin iç destekçilerinden daha çok, dış destekçileri önemlidir. Dış destek sadece para ve silah yardımından ibaret değil, maalesef ABD ve AB başta olmak üzere siyasi destek veren birçok devletler vardır.

Güneydoğu bölgemizde mevcut ekonomik, sosyal ve kültürel sıkıntılar giderilse bile, bu projeyi gerçekleştirmeye çalışanlar amaçlarından vazgeçmeyeceklerdir.

PKK’nın ana üsleri Kuzey Irak’ta olup, burada otoriteyi temsil eden Barzani tarafından himaye edilmektedir. Barzani’nin desteğini kesmeden bu bölgeden PKK sızmaları ve saldırılarını önlemek çok zordur.

Barzani’nin ABD’ye rağmen ve ABD’nin işaret ettiği politikaların dışında bir hareket tarzını benimsemesi düşünülemez. ABD’nin Irak politikasında en çok güvendiği unsur Kuzey Irak Kürt yönetimidir. Diğer yandan ABD olmasa, Irak’ta diğer unsurlar Barzani’yi yaşatmaz.

ABD, PKK’yı yok etmek istemiyor. Sadece zayıflatarak kontrolünde bir güç olmasını ve Türkiye ile “siyasi çözüm” için masaya oturtmak istiyor. Nitekim Türkiye devletini terör örgütüyle eşit şartlarda müzakereye oturtmak istediğini ABD’li üst düzey iki generalin açıklamalarında açıkça ifade edildi.

5 Kasım 2007 tarihinde ABD Başkanı Bush ve Başbakan Erdoğan arasında varılan mutabakat ile ABD Türkiye’ye istihbarat desteği vermesi karşılığı, Türkiye’nin uluslar arası hukuktan doğan meşru savunma hakkı (sınır ötesi kara harekâtı yapma hakkı), ABD’nin izin verdiği ölçüde yapabilir hale gelmiştir. Dağlıca saldırısından sonra yaptığımız “Güneş Harekâtı” ABD’nin baskısıyla sınırlı kalmış, daha sonra da bir kara harekâtı yapılamamıştır. Barzani Türkiye’ye karşı arkasında ABD desteğinin var olduğu ve olacağı güvencesini hissetmektedir.

Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan’ın teröristlere “terörü bırakın, siyasetin parçası olun” çağrısı ABD’nin hedefi ile örtüşür niteliktedir. En hafif ifadeyle, bu sözlerin sorunun Türkiye lehine çözümüne hizmet etmediği ortadadır.

ABD ve onun üzerinden Barzani’ye, Türkiye’nin önemi ve kararlılığını anlatacak bir politika uygulanamazsa, terör örgütünün cesaretinin kırılması ve eylemlerinin sona ermesini beklemek doğru olmaz. Ve daha çok şehit cenazesinde acı ve öfkemizi dile getirmeye devam ederiz.

Ekonomik Kriz Sarsmaya Başladı:

Dünyada yaşanmakta olan finansal krizin reel sektörü de vurmaya başladığı görülüyor. Boyutunun ne olduğu tam olarak anlaşılamayan, dibi henüz görülemeyen krizden, Türkiye’nin de etkileneceği artık herkes tarafından ifade edilir oldu.

Türkiye’de de, bankaların kredi vermekteki aşırı tedbirli davranması ile reel sektöre olan kan (para) dolaşımı azalmış durumda. Piyasada her türlü malzemeye talep kesilmiş, ödeme problemleri yoğunlaşmış vaziyette. Önümüzdeki gün ve aylarda üretimin ve büyümenin düşmesi, iflaslar ve işten çıkarmaların artması beklenmekte.

Ekonomik Krizden Siyasi Fırsat Çıkarmak:

Büyük ekonomik kriz dönemlerinden sonra zenginlikleri azalan ülkelerin diğerlerinin kaynaklarına göz dikmesi, savaşlar ve siyasi çalkantılara yol açmıştır. Dileriz bu kapsamda gelişmeler olmaz.

Ekonomik krizin Türkiye’deki yansımasının uzun süreli ve derin olması ihtimali büyüktür. Ancak her kriz gibi bu da süreli olacak ve bir gün normale dönülecektir.

Bu dönemde ABD’nin yaşadığı ekonomik ve siyasi sıkıntılar ile ABD yönetiminde gerçekleşecek değişiklik, Türkiye’nin PKK ve Barzani’den daha önemli olduğunu anlatabilmesi açısından uygun bir zemin oluşturabilir.

Yeter ki yöneticilerimiz kriz yönetimi konusunda başarı gösterebilsin. İç ekonomik ve siyasi sarsıntılar arasında özgüvenini kaybetmeden, dış politikada kararlı davranabilsin.

Devamını Oku...

Denge–2

Bu yazıma Aktütün karakolunda ve Diyarbakır’da şehit düşen asker ve polislerimizi rahmetle anıp ailelerine baş sağlığı dileyerek başlamak istiyorum.

Allah makamlarını cennet, derecelerini yüksek etsin.

Denge-1 deki yazımızın sonunu hatırlayarak başlayalım.

Maalesef bugün müslümanlar olarak hak ve hukuka saygı yönünden gayri müslümlerden çok geriyiz. İbrahim Ethem hazretleri bu durumu şöyle ifade ediyor.

Yamadık dünyamızı yırtarak dinimizden
Dünyada gitti dinde gitti elimizden.

Allah bizi böyle bir duruma düşmekten korusun.

Dünya hayatı sınırlı, ahiret hayatı ise süreklidir. Dünya ve ahiret için yatırım yaparken nerede ne kadar kalacağımızı da hesaba katmak zorundayız. Dünya sevgisi bize ahiret hayatını unutturmamalı dünya için ahireti ahiret için de dünyayı terk etmeyelim, dengeyi sağlayalım. Ayaklarımızın üzerine sağlam basalım.

Dünya ahiret dengesi bir insanın iki ayağı, iki eli, iki gözü gibidir. İkisinin varlığı dengedir. Birinin ihmal edilmesi dengeyi sarsar. Tek ayakla topal, tek gözle kör, tek elle de işe yaramaz hale gelir insan. Akıllı müslüman ahiretini kör, topal ve işe yaramaz hale getirmemelidir.

Aile huzuru bu ikisini dengede yürütmekten geçer. Aksi halde sıkıntı kaçınılmazdır.

Peygamberimiz(SAV) bir hadisinde müslümanların bu dengeyi dünya tarafına doğru bozacağını belirtiyor.

Ümmetim üzerine öyle bir zaman gelecekki beş şeyi sevip beş şeyi unutacaklar:

  1. Dünyayı sevip, ahireti unuturlar.
  2. Apartmanları sevip, kabirleri unuturlar.
  3. Malı (zenginliği) sevip, hesabı unuturlar.
  4. Hanımları sevip, hurileri unuturlar.
  5. Nefisleri sevip, Allah’ı unuturlar

 

İşte onlar benden bende onlardan uzağım.

Şimdi şöyle bir göz gezdirelim.
1- Bir günün yani 24 saatin ne kadarını dünya için ne kadarını ahiret için ayırıyoruz.

Oysa Allah(cc) 24 saatin 8 saatini dünya için 8 saatini ahiret için diğer 8 saatinide dünya ve ahiret işlerini aksatmamak için istirahat edelim diye yaratmıştır. Peki, biz ne yapıyoruz. İlahi taksimata uygun mu davranıyoruz?

2- 80-100 metrekare dairelere sığmayan bizler acaba 1,5-2 metrekare kabire sığacağımızı hiç aklımıza getiriyor muyuz ?

3- Kısa yoldan köşeyi dönüp zengin olmak için her yolu mübah görüp hak-hukuk emek, alınteri kul hakkını helali haramı düşünmeden asgari ücretle hatta onun altında bir ücretle sigortasız bir şekilde 10-12 saat işçi çalıştırıp paraları istifleyen müslüman işverenlerin yüzde kaçı bunun bir de hesabının olduğunu düşünüyor.

Allah Teala fakirimize kanaat zenginimize de insaf versin.

Hz. Ali (r.a) dünya ile ahiret hayatını bir erkeğin nikahlı iki hanımına benzetir. Hangisine meyledersen diğerini küstürürsün. Hiç birini küstürmemek için dikkatli ve dengeli hareket etmek gerekir.

İnsanların en uzun ömürlüsü bin senden fazla yaşayan Hz. Nuh (a.s)’a Cebrail (a.s) sorar:
Dünya hayatını nasıl buldun?
O da cevaben: “İki kapılı bir ev, kapının birinden girdim diğerinden çıktım” deyiverir.

Herkesin bu evde kalacağı süre farklıdır. Kimin ne kadar kalacağını kimse bilemez. Önemli olan bu süreyi Cenab-ı Hakkın rızasına uygun iman-ibadet ve güzel ahlak ile müslümana yakışır bir şekilde değerlendirmektir.

Ağlayarak gelinen bu dünyadan gülerek rabbimize doğru yürüyebilmektir. Büyüklerimiz dünyayı insanı Allah’tan alıkoyan herşey diye tarif etmişlerdir.

Çoluk çocuğun malın mülkün, makamın, mevkiin, şanın şöhretin seni gururlandırıp Allah’tan uzaklaştırmasın. Azrail ansızın gelip hayatını sonlandırdığı zaman eyvah! demenin hiç kimseye bir faydası olmaz.

Hz. Ali (r.a) insanlar dünya hayatında gaflet uykusundadırlar. Ölüp defnedilip sorgulanmak için Münker ve Nekir isimli melekleri gördüğünde kafasını merteğe çarparak gaflet uykusundan uyanır, aklı başına gelir ama geçmiş olsun iş işten geçer.

“Her nefis ölümü tadacaktır.” Ölüm aslında bir son değil sonsuzluğa açılan bir kapıdır. İnsan fıtratında da hiç ölmemek sonsuza dek yaşamak varya işte bu istek ölümle gerçekleşecektir.

Bir yerden ayrılmadan başka bir yerde var olmak mümkün değildir. Burada gerekli hazırlığı yapmadan ebedi âleme göç edenlerin durumunu Cenab-ı Hak şöyle bildiriyor:

“Yaleyleni künti turabba”

“Bu insanlar cehennemi görünce: Keşke insan değilde toprak olarak (yaratılsaydım)” derler.

Allah(cc) cümlemizi böyle bir sondan korusun.

Dünya ahiret dengesini sağlayan kullarından eylesin.

Anaların ağlamadığı, kadınların dul, babaların boynu bükük, çocukların yetim kalmadığı, kalplerin burkulup gözlerin yaş yerine kan akıtmadığı terörsüz günler temennisiyle

Allah’a emanet olun

Devamını Oku...

Dünya Prangalardan Kurtulma Günü

“Çaresiz değilsiniz, çare sizsiniz.” sözü, ses ritmi ve söyleyiş güzelliği yönüyle beni tebessüm ettirir. Ne güzel söylemiş söyleyen: Çaresizliklerin çaresi, yine biziz.

“Kendimize ne kadar çare olabiliyoruz?” sorusunu, sanırım, pek sormuyoruz. Gelin, küçük bir eleştiri ve özeleştiri yapalım.

Kendimizi tutsak ettiğimiz durumları tespit edelim, sıkıntılarımızın sebeplerini düşünelim. Para kazanmak, makam ve şöhret sahibi olmak, mal edinmek; hemen herkeste vardır. “Onda var, bende niye yok; o kazanıyor, ben niçin kazanamıyorum?” sorularını bir nedenle kendimize sormuşuzdur. Dışımızdaki insanların, bu tutkulara esir olduğunu gördüğümüzde onlara güleriz, onları tenkit ederiz. Aynı prangaları boynumuzda taşırız da bütün yakınmamıza rağmen bunlardan kurtulmanın yolunu aramayız.

Günümüz dünyasında, insanlar, bazı değerlerin ya da kötülüklerin önemini vurgulamak için “gün” ilan etmişler: Dünya Kadınlar Günü, Dünya Sigara İçmeme Günü… gibi. Hâlbuki insanların, bir de  “Dünya Prangalardan Kurtulma Günü”ne ihtiyacı var. İnsanlar bunun farkında değiller.

Asyalı avcılar maymunları yakalamak için, içini oydukları hindistancevizine tatlı bir yiyecek koyarlar ve onu bir iple ağaca ya da kazığa bağlarlarmış. Hindistancevizinin içindeki tatlıyı almak amacıyla elini açık vaziyette sokan maymun, çıkarırken yumruk yapacağı için bir türlü o delikten elini kurtaramazmış. Avcılar geldiğinde maymun çılgına döner, kolayca yakalanırmış. Hâlbuki maymun açgözlülük yapmayıp elindeki tatlıyı bıraksa rahatça elini o delikten çıkaracak ve avcılara yakalanmayacaktır. Maymunu bu duruma düşüren iki sebep vardır: Bağımlılık ve açgözlülük.

Çok zaman, sahip olduğumuz bağımlılık ve açgözlülük yüzünden küfürler yeriz, eleştiriler alırız, kâbuslu geceler geçiririz, dostlarımızı, saygınlığımızı, sağlığımızı ve özgüvenimizi kaybederiz, kendimizle çelişen davranışlarda bulunuruz… Yaptıklarımızdan pişmanlıklar duyarız. Bu durumda sıkıntılarımızı başkasının çözmesini isteriz ya da birilerini suçlayarak teselli buluruz. Sorunun çözümü, kendimizdedir de bunu görmeyiz. Dünyanın, içinde bulunduğumuz dar çerçeveden ibaret olduğunu sanırız veya kaybedeceğimiz küçük kayıplarla dünyanın sonu gelecek zannederiz. Bu durumda yapmamamız gereken, açgözlü maymun gibi çılgınca tepinmek değil, elimizi açmak, elimizdeki küçük değerleri kısa süreliğine “Alın sizin olsun, ben kendime günahsız yeni sayfa açıyorum, şimdi özgüvenim daha da yüksek, daha özgürüm.” diyebilmektir. Bunları söyleyen ve eyleme döken kişi, artık prangalarından kurtulmuştur.

Burada, yağmurdan kaçarken doluya tutulma, bir başka ifadeyle, mütecavizden kurtulup caniye yakalanma ihtimali de var. Denize düşüp de yılana sarılanlardan olmamak lazım. Tutkular, akıl ve sağduyu ile terbiye edilirse değer kazanır, bizi yüceltir. Bir tutkunun bizi yüceltip yüceltmediğini anlamak zor değildir. Esiri olduğumuz tutku, bize yaşama sevinci mi veriyor yoksa bizi hayata mı küstürüyor; yüzümüzü mü kızartıyor yoksa bize onur mu veriyor, bizde pişmanlık mı doğuruyor yoksa takdir edilmemize mi neden oluyor? İki dünyada da izahını yapamayacağımız eylemlere neden olan bütün tutkular, bizim için prangadır.

Özgürlüğe ulaşmak ve yaşama sevincini elde etmek adına, elini açan maymunlara, prangalarını kıran insanlara ne mutlu!

Devamını Oku...

17 Ekim 2008 Cuma

Cinci mi? Tıpçı mı?

İnsanlar ve hayvanlar iki kısımdan ibarettir. 1.kısım cisim, 2. kısım ise ruh tur. Cisim tek başına varlık ifade edemez. Ruhta tek başına canlı vasfı gösteremez. İkisi birlikte uyum içinde olduğu müddetçe canlı meydana gelir. Canlı olmayan cesette normal ortamda çürüyüp toprağa dönüşmeye mahkumdur.

Çünkü dünyada hiçbir şey yok olamaz. Ancak bir başka şeye dönüşebilir. Cisim rahatsızlandığında çözüm tıp dünyasının uzmanları olan hekimlerdedir. Bu olgu resmiyette de kabul edildiğinden bir sistem içersine sokulmuştur. Bu konuda okullar açılmıştır. İlim ortaya çıkmıştır. İlim tahsil edenler ellerindeki diploma ve sertifikalarla faaliyet icra etmektedirler. Tıbbi hastalıkları tedavi maksadı ile ilaçlar keşfedilmiş ve bu ilaçları satan eczaneler kurulmuştur .

Giderek sağlık sektörü diye bir sektör oluşmuş, araştırma merkezleri, ilaç imalathaneleri, sağlık araç gereçleri üreten fabrikalar kurulmuştur.

Hatta kimyasal ilaçlar yerine bitkisel ilaçların kullanılması ve uygulanması için yıllardır bir tartışma süregelmiştir.

Cismin rahatsızlıkları için resmi bir çalışmanın içinde olan sağlık sektörü, sinir ve ruh hastalıkları branşı ile bir miktar ruhi rahatsızlıklara değinmekte ise de, asıl önemli sorun tıbbın aciz kaldığı ruh hastalıklarında resmi literatürün devre dışı kalmasıdır.

Ruh tedavicileri devlet kontrolünden uzak olarak halk arasında faaliyet göstermekte, ciddi sayıda insanlarla muhatap olmaktadırlar.

Bu konuda servet sahibi olanlardan devletin aldığı hiç bir pay yoktur.

Halbuki ruhsal hastalıklar var olabildiğine göre, bu hastalıklar karşısında zaman zaman tıp ilminin aciz kaldığı tıp otoritelerince de bilindiğine göre, bu işlerle iştigal edenlerinde bir şekilde devletin eli altına alınması gerekmez mi?

Tamamen başıboş ve istismara açık sektör haline gelmiş cincilik mesleği, kesinlikle devletin kontrolü altına girmelidir.

Her ne kadar cin çağırma seansları ve cinler kanalı ile geleceği bilme masalı olan falcılık bir safsata ise de, cinlerin tasallutuna maruz kalındığında meydana gelen hastalıklar bir vakıadır.

İnsan maddi ve manevi unsurlardan meydana gelen bir varlık olduğuna göre, manevisini teşkil eden ruhunu da ancak manevi çarelerle tedavi edebilir. Bu manevi çareler ancak kutsal kitabımızda bulunduğuna göre, bu çareleri öğrenip kullanarak maddi menfaat elde edenlerin de devletin kontrolü altında olması gerekir. Her ne kadar bazı çevreler bu gibi olguları devletin laiklik sistemine bağlayarak karşı çıkarlarsa da Anayasanın ilgili maddeleri gereği devlet, milletin maneviyatının gelişim ve düzenlenmesini de üstlenir.

Buradan hareketle başıboş bir şekilde gelişerek çok ciddi bir sektör haline gelen ve çok ciddi paraların döndüğü bu sektörü devlet ne yapıp kontrol altına almalıdır.

Yasaklarla ve yasaklamalarla hiçbir yere varılamadığı tecrübelerle sabittir.

Mademki  cinler vardır. Mademki cinler insanlarda ruhsal sapmalara meydan vermektedir.
Öyle ise insanları bu şekilde saptıran cinlere karşı bir önlem var ise bunları kullananlarda bu ortamda var olacaktır. Gizli saklı olarak faaliyet gösterip de senelerce okuyan tıp adamından kat kat fazla ücretle tedavi uygulayan bu kişiler devletin gözünden uzak tutulamaz.

Öyle inanıyorum ki kapsamlı bir istatistik yapılsa ülkemizde tıpçı kadar cinci vardır.

Cincilikte dönen paralar tahminime göre tıpta dönenden az değildir.

Nasıl ki falcılık ile iştigal edenler devlete vergi vermeye başlamıştır. Aynı şekilde cincilikle de iştigal edenler devlete vergi verir hale getirilmelidir.

Böyle olmadığı müddetçe cincilik yine merdiven altı sektörü olarak faaliyetine devam edecektir.

Çünkü cinler vardır. Cinlerin sebep olduğu hastalıklar vardır. Bu hastalıkların tedavisi de vardır.

Fakat bu tedaviyi yapanlar ciddi ücretler almakta, fakat devlete kuruş vergi ödememektedirler.

Şayet bu faaliyet yasak bir faaliyet ise, üstüne gidilmeli.

Şayet göz yumulmaya devam edilecekse, legal sektör haline getirilip bu yolla devlete vergi kazandırılmalıdır.

Hükümetin dikkatine arz olunur.

Devamını Oku...

Öğrenememe Hastalıkları

Bir kurumda, bir iş yerinde çalışıyor veya belli bir gaye için bir organizasyonda, bir sosyal çevrede bulunuyorsunuz. Bulunduğunuz kurum veya organizasyonda işler iyi gidiyor mu, gitmiyor mu? Eğer orada sizin görüşlerinize değer verilmiyor, bilgi paylaşılmıyor, varolan problemler yok sayılıyor ve problemlerle değil kişilerle uğraşılıyorsa, o kurum veya organizasyon hasta demektir.

Başarı için önce hastalıkları tanımak gerekir. Eğitimci Hamza Yılmaz’ın belirttiği öğrenememe hastalıklarımıza değinelim:

Sözlük manasıyla ''öğrenme'', bir tecrübe ya da bilgi edinme sonucunda davranışlar da meydana gelen sürdürülebilir ve kalıcı değişikliklerdir. Öğrenme, hayatımız boyunca devam eden bir yenilenme sürecidir. Hiçbir yenilenme ve değişim süreci yoktur ki, dirençle ve engellenme ile karşılaşmış olmasın. Öğrenme ile belirttiğimiz yenilenme sürecinde de yeniliğe ve değişime karşı duran bazı paradigmalar vardır. Öğrenme Kavramının tanımında belirtilen kalıcı değişiklikleri ortaya koyabilmek için, öğrenme sürecini engelleyen yanlış paradigmalarımızla (Öğrenmeme hastalıkları ile) tanışmamız gerekir. Çünkü hasmını tanımayanın, başarıya ulaşması boş bir kuruntudan ibarettir. Kurumların başlıca Öğrenmeme hastalalıklarına bir göz atarsak, başarısızlığımızın arkasında yatan sebepleri daha iyi anlayabiliriz. İşte en önemli hastalıklarımız:

1. Aslında problem yok - Problemi kabul etmeme: Öğrenme sürecine girecek kişi veya organizasyon içindeki en önemli hastalıklardan biridir. Çünkü hasta, hasta olduğunu kabul etmemektedir. Bu yüzden, tedaviden bahsetmenin hiç gereği ve geçerliliği yoktur. Bizim hemen hemen tüm kamu kurum ve kuruluşlarımızda görülen tipik hastalık budur.

2. Biz problemi çözdük - Problemi görüp de görmeme: Bu durumda ya hiçbir şey yapılmaz ya da daha önce yapılagelen ne ise o sürdürülür. Yeni bir şeyler yapma yoluna gidilmez. Yeniliğin olmadığı yerde de durağanlık, peşi sıra kokuşma ve çürüme boy gösterir.

3. Herşey aklımda - Bilgiyi paylaşmama: Enformasyon ve bilgiler şahsî olarak saklandığı zaman, bu bilgilerin organizasyon başarısına uzun vadede katkısı olmayacaktır. Bilgi sadece bilen kişilerin kafasında kalır ve paylaşılmaz ise, rekabet üstünlüğü sağlayacak bilgi ve becerilere dönüşmez. Bu da hem kişi bazında, hem de organizasyon bazında, çatışmaların doğmasına ve kısır döngülerin yaşanmasına neden olur. Bizim çalışma şeklimiz, sistemden ziyade şahıslara bina edildiğinden, yıllarca önemli bir konumda çalışan bir insanın görevden ayrılmasıyla birlikte, şahsın edindiği tüm bilgiler ve tecrübeler de o şahısla birlikte emekli olur.

4. Gördüğüm bana yeter - İlişkilendirememe: Eylemleri ve işleri ilişkilendirip büyük resmi göremediğimiz sürece; inanılmaz başarılar elde etme imkânı varken, tesadüfi eylemler ve birbiri ile bağlantısız olaylar silsilesi içinde kalırız. Okyanuslara açılmak varken, diz boyu derelerin içinde boğulma nöbetleri geçiririz.

5. Ders almama, ders veririm - Ders almama: Daha önce çözülmüş problemi ve meseleyi bir daha yeniden yaşamaktır. Chris Argyris 1993 yılında danışmanlık yaptığı bir şirkette 300 kadar kalite problemini çözmüştür. İş dünyası ve basın bunu büyük bir başarı olarak gösterirken, Argyris, bunun berbat bir durum olduğunu söylemiştir. Önemli olan problemin ortaya çıkmasını engellemektir. Konfüçyüs''ün hikâyesini burada hatırlatabiliriz: Konfüçyüs, en iyi hekimin hangisi olduğu konusunda üç hekimi anlatır. Birinci hekim; hastalıkların ne olduğunu bilir: İkinci hekim; hastalıkların tedavisini bilir. Üçüncü hekim ise hastalıkları ortaya çıkmadan hastalığı önlemenin yollarını bilir. Konfüçyüs en iyi hekim olarak, hepimizin tahmin ettiği gibi üçüncü hekimi gösterir.

6. Ben bilirim sendromu - Bilgi üretilmesini engelleme: "Ben bilirim" sendromunun yaşandığı şirketlerde çalışan fertler, görüşlerine değer verilmediğinden, sadece kendilerine verilen işi yaparlar. İşe katkıda bulunma konusundaki motivasyonları önceden yok edildiğinden, kendilerinden hareketle bir şeyler yapmazlar; organizasyonlarımızda çok sıklıkta görebileceğimiz, ''bay ben bilirim''e bırakırlar.

7. Suçlu kim? - Problemlerle kişileri karıştırma: Bir işletmede veya kişiler arası ilişkilerde ortada bir problem olduğunda, sorulan ilk soru "kim yaptı?" sorusudur. Esas olan problemi ortaya çıkaran sebeplerin neler olduğudur ve bunun tekrar oluşmasının nasıl engellenebileceğidir. Başarıyı yaygınlaştırmak ve başarının tekrarlanmasını sağlamak için, başarının arkasındaki sebepleri ve nedenleri anlamak gereklidir. Problemlere takılıp kalmanın hiçbir haklı mantalitesi yoktur.

8. Çözüm şu, hayır bu.. - Mimariyi ve sistemi anlamamak: Ünlü kalite uzmanı Edwards Dewing, kitaplarında, problemlerin % 85''inin sistemden kaynaklandığını vurgulamıştır. Evinizle işiniz arasında üç saatlik bir mesafe varsa her zaman yorgun olursunuz. Ne işe gitmekten ne de eve dönmekten memnun olursunuz. Burada sistemden kaynaklanan bir problem vardır. Bu problemi gideremediğiniz sürece başarıya ulaşma adına diğer gayretlerinizden verim alamazsınız.

9. Biz başarılıyız - Geçmişin başarılarına sığınma: Önceden elde edilen başarılar, eğer yeniliğe açılma ve en iyiye ulaşma yolunda bize destek olmuyorsa, öğrenmenin önünde bir engel olarak yer alır. Başarı için, her seferinde bunların aşılması gerekli ve şarttır.
Netice: Şahıs ve müesseselerin öğrenme süreçlerinde karşılaşılan paradigma hataları ile tanıştık. Bu tanışıklığımızı hataları düzeltmekte kullanırsak, kendimize ve içinde bulunduğumuz müesseseye karşı iyilik yapmış oluruz. Son bir not daha; örgütlerde öğrenmeme hastalığının çözümü olarak, rotasyon şeklinde, elemanları çalıştırmak olmaktadır. Özellikle Japonya ‘da çalışanlar işyerindeki her işi hemen hemen bilir, bir işi ise detaylı bilir. Yönetim organizasyonda öğrenen organizasyon önemli bir modeldir. Bilgi çağında çalışanların birbirinin işini az çok bilir ve yapabilir olması ve sürekli işi geliştirmesi esastır. Bilgi güçtür. Ve bir iki çalışana işyerinin kaderi bağlanmamalıdır.

 

Devamını Oku...