29 Şubat 2008 Cuma

Kosova’daki Bağımsızlık

Balkanların ufalanma sürecinde nihayet Kosova “Bağımlı Bağımsızlığa” ABD bayraklarının gölgesinde kavuştu. İlk tanıyan ülkeler arasında Türkiye olmasına rağmen; Yeni Anayasa Taslağında Türkçe’nin  ve dolayısıyla  Türk nüfusunun varlığının dışlandığı basında yer alıyor. Türkiye’nin dış güvenlik çemberinde siyasi tesirliliğini azaltabilmek için Türkiye’de Türk kimliği ile uğraşılıyor. Dün ABD’li askerlerin Irak’ta elini öpen Arapların tavrı gibi, ABD bayrakları sallayarak sözde bağımsızlığı kutlayanlar karşılaşacakları tehlikenin de farkında değillerdir. Dün Irak’a “Emperyal Demokrasi” (Ortadoğu’nun şekillendirilmesine uygun bir demokrasi)  getirenler bugün Kosova’dalar. Kosova’nın atıl duran ekonomik kaynakları ele geçirilecektir. Batı kapitalizminin yeni yerli stratejik ortakları ortaya çıkacaktır. Bu ve benzeri gelişmeler iki kutuplu soğuk harp dönemine dönüştüğü oranda bize fayda sağlayabilir.

Bir dönem Prizren’den Türkiye’yi gezmeye gelen Türk öğrenci ve öğretmenleri kabul eden İçel Valisinin İngilizce tercüman arayışını unutmadık. Balkanlar’da Türk olmak dün de, bugün de kolay değildir. Bazı köyler Türkçe’yi unutmuş ve Arnavutlaştırılmıştır. Kosova’da 250.000  kişi gayet güzel Türkçe konuşmasına rağmen; Türk sayısı 60.000 dolaylarında verilmektedir. Birçok Türk baskı sonucu kimliğini Arnavut olarak resmi kayıtlara geçirmiştir. Buna sebep olanlar bizim Müslüman kardeşlerimizdir. Bir ara Priştine Üniversitesi’nin Türk Dili Bölümü aynen Gagavuzya’da olduğu gibi  kapatılmıştı.

Prizren’de Aydınlar Ocağı’nın kuruluşu dolayısıyla otobüs terminalinde hareket etmeden önce karşılaştığımız bir olayı hiç unutamamam. İlahiyat Fakültesi Profesörü bir öğretim üyesi ve Makedonyalı bir Pomak Türkü ile karşılaştım. Yanımdaki Gostivar’lı arkadaşımız bu Pomak Türkünü methederek bana tanıttı. Bir süre sonra bu ilahiyatçı Pomak, Pomaklık ve Türklük ile bir ilgisinin olmadığını, bunlarla ilgilenmediğini söyleyiverdi. Ancak, nüfus sayımında  Müslüman olduğu için kendisini Arap olarak ifade etmiş. Bu kararda yanındaki ilahiyatçı profesörünün katkısı nedir diye düşünmüştüm.

Bu gezi bize birçok şeyi öğretmişti. Kosova’dan çok olumlu intibalarla ayrılmıştık.  Dönüşte intibalarımızı tesbit ve teklif şeklinde yazmıştık (Erkal, M. E., Merkez Binanın Penceresinden, Derin Yayınları, İstanbul 2003, sh. 234).

Bunlar arasında; Türkler üzerindeki tehdit, Papalığın Arnavut-Türk çatışması için tahrik edici faaliyetleri, bilhassa Arnavutları Hıristiyanlaştırma gayretleri ve bu yolda kullanılan ekonomik kaynaklar, Arapların Osmanlı izini silici cami yapımları, bazı Türk bölgelerinde çocukların ilköğretim sonrası  okula gönderilmemeleri, anaokulu ihtiyacı, yatırım için gelen Türk iş adamlarına çıkarılan zorluklar, çalışma hayatındaki bazı sınırlamalar  dikkat çekiyordu.

Kosova’da herkese olduğu gibi, Diyanet İşleri Başkanlığına da büyük görevler düşüyor. Sultan Murat Türbesi’nin imarı sevindiricidir. Ancak Priştine’de Osmanlı’dan kalma bir cami yıkılmıştır. Ülkemizde Kosovalı gençlerin lisans ve lisansüstü çalışmaları için ayrılacak kontenjanlar arttırılmalıdır. Atatürk Dil-Tarih ve Kültür Yüksek Kurumu Prizren’de bir kitabevi açabilir.

Devamını Oku...

İbadetlerimiz ve Davranışlarımız

İbadet, yaratıcı kudret karşısında boyun bükmenin zirvesi ve O’na olan sevginin sonucu ve göstergesi; sırf Allah rızası için yapılması ve sadece Allah’a tahsis edilmesi gereken duygu, düşünce, tutum ve davranışlar bütünü için kullanılan genel bir kavramdır.

Özel anlamda ise ibadet, kişinin yaratanına karşı saygı ve boyun eğmesini simgeleyen, Allah ve Resulü tarafından yapılması istenen, İslam’ın temel şartlarını teşkil eden namaz, oruç, zekat ve haccın yanında kurban kesme, itikaf, dua, Kur’an okuma, hayır ve infakta bulunma gibi belirli davranış biçimleridir.

İbadetler, dinin özünü oluşturan iman esaslarından sonra dinde ikinci önemli halkayı oluştururlar. Diğer bir anlatımla din, Allah’a inanma ve O’na ibadet etme olduğundan inanç ve ibadet sistemleri dinin asli unsurlarını meydana getirir.

Dinin diğer bir unsuru da inanç ve ibadetlerde samimiyeti, bu tutumun kişinin diğer insanlarla ilişkilerine yansımasını, onlara karşı saygılı, adil ve lütufkar davranılmasını ifade eden ahlaktır. Kulun Allah ile olan ilişkisini diğer insanlarla olan ilişkisinden tamamen soyutlamak mümkün değildir. Bu anlamda ibadetlerin dışa dönük pek çok fiil üzerinde direkt ve dolaylı etkisi bulunur.

İbadetler, Allah’a itaatin şekli göstergeleri sayılmaları bakımından iman ve ahlakla yakın ilişki içindedirler. Dinin itikadi ve ameli olmak üzere insana hitap eden iki yönü olmasından hareketle ibadetler, dinin ameli hükümlerinin ilk halkasını teşkil eden ve dinin dışa akseden simgeleri konumundadırlar.

İbadetler, kul ile Allah arasındaki ilişkiyi düzenlemekle kalmaz, bunun yanında kişinin yakın çevresiyle ve toplumla ilişkilerini de doğrudan veya dolaylı olarak etkiler. Her ne kadar ferdi niteliği baskın görünse de namaz ve oruç ibadetinin bile kötülüklerden uzak durma, toplumsal kaynaşmayı, huzur ve sükunu sağlama, yoksullara yardım elini uzatma gibi dışa dönük olumlu sonuçları vardır ve olmalıdır da. Bu özellik zekat, hac, kurban, kefaret gibi ibadetlerde daha belirgindir.

İbadetler ile insani ilişkilerin yada davranışların hukuki ve ahlaki, ayrıca ferdi, sosyal ve siyasi yönleri dinin bütününü oluşturan, birbirini tamamlayan parçalardır. İbadetlerimiz ve davranışlarımız dinin tamamını oluşturan cüzlerdendir. Bunların samimi ve ihsan ile ifası, imanı da içine alan dinin bütününü oluşturmaktadır.

Psikolojik ve sosyolojik anlamda dindar insanın tapınma eylem ve işlemleri olarak ibadet, dini hayatın esaslı ve gerçek bir ifadesi olarak kabul edilir. Bazı bilim adamlarına göre –William James, Jung, Maslow gibi- dinin fert üzerindeki asıl fonksiyonunu onda güçlü, uyumlu, bütünleşmiş, sağlam bir kişilik oluşturmasıdır. Buradan hareketle dini inanç ve değerler, ibadet ve törenlerle dünya hayatına ilişkin dini açıklamalar insan hayatına bir anlam ve amaç kazandırır; insanlar arası ilişkileri düzene koyar; kişinin zihinsel açmazlarını çözer.

Dinin, insanın iç dünyası ile tabii ve toplumsal çevre arasında denge ve uyum kurmasına yardımcı olmasında ve insana kişilik yapısındaki güçleri bütünleştirme imkanı vermesinde ibadetin büyük payı bulunmaktadır. Ciddiyetle ve samimiyetle ibadet eden kişi kendisine ve yaratıcısına karşı dürüst olmaya gayret gösterir ve daha değerli olmak için çaba gösterir.

Manevi kirlenmenin önlenmesi ve ahlaki zaafların giderilmesi, uyumlu, tutarlı, dengeli ve huzurlu bir ruhi hayatın yaşanması bakımından ibadetler en etkili vasıtalardır. Kur’an’da bir çok itikadi ve ahlaki ilkenin yanında namazın ve mali ibadetlerin kişiyi egoist ve yıkıcı duyguların etkisinden koruyacağına işaret edilmiştir. “Şüphesiz insan çok hırslı ve sabırsız olarak yaratılmıştır. Kendisine kötülük dokunduğu zaman sızlanır. Ona bir hayır dokunduğunda da eli sıkıdır. Ancak, namaz kılanlar başka. Onlar, namazlarına devam eden kimselerdir. Onlar, mallarında; isteyenler ve (isteyemeyip) mahrum kalanlar için belli bir hak bulunan kimselerdir. Onlar, ceza gününü tasdik eden kimselerdir. Onlar, Rablerinin azabından korkan kimselerdir.”( Mearic, 70/ 19-27).

Din ve ibadet hayatının ahlaki seviyeyi yükselttiği bir gerçektir. Bu ise başta şekil ve anlamıyla, kalıbı ve özüyle bir bütün oluşturan ibadetlerin, buna uygun tarzda yerine getirildiği zaman amaçlanan etki ve sonuçları göstermesiyle gerçekleşir. Gazali’nin ifade ettiği gibi ibadetlerden maksat şuuru gündelik, alışılmış, sıradan yaşantıların etkisinden uzaklaştırıp organların da yardımıyla daha üstün bir şuur düzeyine yükseltmek, kalbi sıfatları daha iyileri ile değiştirmektir. Bu anlamda, misal olarak, namazda secde ederken alnın yere konmasında asıl maksat, alın ile yerin bir araya getirilmesi değil bu sayede kalpte tevazu sıfatının güçlendirilmesidir. Kalbinde tevazu hisseden kişi organlarıyla bunu dışa vurursa tevazu daha da güçlenir. Buna karşılık yapılan hareketten kalben uzak kalındığında, onun amacına dikkat çevrilmediği zaman o hareketin anlamını içte yaşatacak ve güçlendirecek bir etki de duyulmaz. Aynı şekilde kalp dünya işleriyle meşgul olduğu halde secdeye varan bir kimsenin alnını yere koymasından kalpteki tevazuu güçlendirecek bir etki meydana gelmez. (Hökelekli, Hayati, “İbadet”, DİA, c.19, s250).

Şekil ve anlam bütünlüğü içersinde yerine getirilmeyen bir ibadet verimsiz, eksik ve özürlüdür. Böyle bir ibadetin Allah nezdinde kabul edilmesi de beklenemez. Bu konuda “Şu namaz kılanların vay haline ki onlar kıldıkları namazın manasından uzaktırlar, onlar namazlarıyla gösteriş yaparlar. Ufacık bir yardıma bile engel olurlar” (el- Maun 107/4-7) mealindeki ayetler namaz kılmada özü yakalayamamış ve onun olumlu etkilerini davranışlarında gösterememiş kişilerin durumunu çok çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır. Özellikle gönümüzde namaz gibi İslam’ın temel ibadetlerini yerine getirip de kendilerinden beklenen ahlaki olgunluk ve erdemliliği gösteremeyen kişileri, ibadetlerin özünü tam manasıyla kavrayamadıklarından hareketle değerlendirmek gerekir.

Namaz ve orucun kişiyi zararlı duygulardan koruyacağını, kötü davranışlardan alıkoyacağını ifade eden ayet ve hadislerin olması da dikkat çekicidir.” (Ey Muhammed!) Kitaptan sana vahyolunanı oku, namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz, insanı hayasızlıktan ve kötülükten alıkor. Allah’ı anmak (olan namaz) elbette en büyük ibadettir. Allah, yaptıklarınızı biliyor.” (Ankebut, 29/45). Namaz kılıp oruç tutup da bile bile insanlarla olan ilişkilerinde dini, insani ve hukuki anlamda uygun olmayan tutum ve davranış içersinde olanlar kendilerinde namaz ve oruçla bir değişimi gerçekleştirememiş ve ibadetleri gösteriş amacıyla ifa eden kişilerdir.

İbadetlerin sırlarını, gerçek mana ve önemini kavrayan bazı alimler namaz kıldığı, oruç tuttuğu halde, hala çirkin işler yapan ve  fenalıktan sakınmayan kimseyi, abdest alırken yüzünü, eline su almadan yüzünü üç kere yıkayan kimseye benzetmişlerdir: Uzaktan bakan onun abdest aldığını zannetse de o gerçekte abdest almamaktadır.  Peygamberimiz de, “Oruç tutan öyle insanlar vardır ki, karları sadece açlık ve susuzluk çekmektir” (İbn Mace, “Sıyam”, 21) buyurmuşlardır.

Gazali orucun üç derecesinden bahsederken, bedende iştah ve şehvetin tatmin yeri ve aracı olan mide ve cinsel organı, iştah ve şehvet duyduğu şeylerden mahrum etmekten ibaret orucu, “sıradan insanların orucu”(avam orucu) olarak; buna ilaveten gözü, kulağı ve diğer azaları günahtan korumayı “özel kişilerin orucu” (havas orucu) olarak ve tüm bunlara riayet ettikten başka, kalbini düşük emellerden arındırarak bütün varlığıyla Allah’a bağlanmayı ise “daha özel kişilerin orucu” (ehassü’l-havas orucu) diye tanımlar. Dolayısıyla ibadetin toplumsal ilişkilere, sosyal hayata yönelik sonuçlarının olması kaçınılmazdır. 

İbadetler, insanda olumlu tutum ve davranışların oluşmasına, gelişmesine ve pekişmesine; olumsuzlarının da değişmesine vesile oldukları sürece anlamlıdırlar.İbadetlerin ruhunu yakalama ve hissetme bakımından onların hem iç dünyamızda, hem de dış dünyamızda yansımalarının olması gerekir. Böylece iman, ibadet ve ahlak olarak din, insanın kendisi için anlamlı bir bütün haline getirebilsin.

Devamını Oku...

Mütevazi Olmak

Cumartesi akşamı, Sakarya Aydınlar Ocağı’nın davetlisiydik. Selahattin ağabeyin 15 dakikalık gecikmesiyle 17:30 da İzmit’ten Adapazarı’na doğru yola çıktık.

Selahattin ağabey, Ankara’dan misafirleri geldiğini, bu nedenle geciktiğini söyledi. Arkadaşlarıyla birlikte çiğ köfte yiyemediği için de çok üzgün olduğunu belirtti.

Ruhittin ağabey ise istikrarlı olduğunu, bu nedenle arabanın hep sağında oturduğunu ifade etti. Ayrıca bu haftaki yazısında işlediği konularla ilgili bilgiler verdi.

Yunus kardeşim ise, internet sitemizin ziyaretçi trafiği ve sitedeki son haber ve yazılarla ilgili istatistikleri aktardı.

Ahsen başkanımız ise, ülkenin önemli meseleleriyle ilgili tespitlerde bulundu. Ara sırada , aceleye gerek yok, daha zamanımız var diyerek hız konusunda bendeniz kaptana uyarılarını yaptı.

Adapazarı’na vardığımızda, Yrd. Doç. Dr. Mustafa Kemal Cerrahoğlu ve arkadaşları bizleri kapıda karşıladı. Bizi karşılayanların bir çoğu öğretim üyesi, bir kısmı da kamu ya da özel sektörde üst düzey yönetici idi.

Hocalarımızdan biri, bulunduğumuz mekanda her Cumartesi toplandıklarını ve aktüaliteyle ilgili konuları tartıştıklarından bahsetti.

Ev sahibi ekipteki iş bölümü harikaydı. Hiç kimse isminin önündeki Profesör, doçent, rektör yardımcısı veya diğer unvanlarına bakmıyordu. Kimisi salata, çiğ köfte, ızgara, çay  veya meyve servisi yapıyordu. Hocalarımızın mütevaziliğinden çok etkilenmiştim. Hatta bir çoğu yaşça Yunus kardeşim ve benden epeyce büyük olmalarına rağmen bizlere ikramda bulunmaktan büyük zevk aldıklarını, yüzlerindeki tebessümden anlamıştım.

Bu durum bana geçenlerde okuduğum bir anekdotu hatırlattı. Bir zat, bir toplantıya girmiş . Bakmış, mecliste herkes bir daire şeklinde oturmuş. Bu meclisin büyüğü, bunların başı kimdir diye şöyle bir göz etmiş. Oturdukları makama bakarak bir hükme varamamış. Çünkü minderler duvarın dibine aynı şekilde dizilmiş. İlk bakışta meclisin başkanının kim olduğunu anlayamayınca baştaki insanın kulağına eğilerek sormuş:

- Sizin en büyüğünüz kimdir?
- Yanımdaki demiş.                                       

Ona varmış. Buranın en faziletlisi sen misin demiş? O da, benim yanımdaki demiş. Ona sormuş o da aynı cevabı vermiş. Bütün halkayı dolaşmış,  kimse büyüklüğü kabul etmemiş. Dönerek yine en başa gelmiş. Soracak kimse kalmayınca şöyle bir bakmış, düşünmüş ve son cümlesini söylemiş.

- Sizin içinizde en büyüğünüz hanginizdir diye soruyor, arıyordum. Meğer içinizde en büyük biri yokmuş, hepiniz en büyükmüşsünüz.

Vakit epeyce ilerlemişti. Dönüş vakti gelmişti. Adapazarı’ndaki gönül dostlarımızla vedalaştıktan sonra yola çıktık. Dönüş yolunda Selahattin ağabeye, gönlünden başka bir şey geçiyorsa hemen dile, çiğ köfte yiyemedin diye üzülüyordun amma dileğin bu akşam gerçekleşti. Aramızda keramet ehli kişiler var. Bizler birçok konuda buna şahit olduk diye takıldım. Neyse ki keramet sahibi ağabeyimiz böyle bir özelliğinin asla olamayacağını, her şeyin tamamen tevafuk olduğundan bahsetti. Acaba ağabeyimiz tevazu mu gösterdi? Anlaşılan bundan sonra Yunus hocayla benim daha sıkı takip etmem gerekiyor.

Allah’tan, makam ve mevki sahibi iken mütevazi olan, güçlü ve kuvvetli iken affedebilen, ikramda ve iyilikte bulununca başa kakmayan kişilerin sayısının çoğalmalarını temenni ediyorum.

Yoksa kömürle her şey hallolmuyor…

Devamını Oku...

Okuma Vakti, Her Zaman

Kafanızın durduğu, bakışlarınızın donuklaştığı, hareketlerinizin kontrolünüzden çıktığı zamanlar olur. Seyredersiniz uzakları boş gözlerle. Baktığınız yerlerde ne gördüğünüzün farkında değilsinizdir. Söyleneni duymazsınız, okuduğunuzu anlamazsınız. Yediğinizden, içtiğinizden bir tat alamazsınız böyle zamanlarda. Tuttuğunuzu hissetmez, üşüdüğünüzü fark etmezsiniz. Ne gök mavi ne ağaç yeşil ne bayrak kırmızıdır. Her şey fulüdür.

Bir sevgi, bir öfke sözcüğü; bir yakınma, bir sitem, bir hayıflanma cümlesi, bir şey anlatmaz size. Bütün sözcükler, bütün cümleler, birer mırıldanma, birer gürültü kirliliğidir.

Yılgınlıktır, bezginliktir, usanmışlıktır, ruh halinizin adı. Umutlarınız tükenmiştir, hayalleriniz kırılmıştır, beklentileriniz gerçekleşmemiştir. Dostlarınız anlamaz sizi. Size karşı bakışlar, başka anlamlar yüklenmiştir. Doğan gün, kaybolan günden farksızdır artık. Geçen zaman, beyhude akan su gibidir size göre.

Olayların içinde kaybolmamayı biliyor, inancınızı kaybetmiyor, okuyarak birikiminizi artırıyorsanız, esiri olmaktan kurtulabilirsiniz yaşadıklarınızın. Sürekli okumak, okuduklarını derinlemesine tefekkür etmek gerek, böyle durumlardan kurtulabilmek için. Baharda açan sarı çiçek, “Benim açmama gerek yok, nasıl olsa üzerime basacaklar.” demez hiçbir zaman. Üzerine basılacak olsa da bir kış boyu kendini baharın ılık günlerine hazırlar. Üzerine basılsa da o yine yandan, kenardan, köşeden büyümeye çalışır toprağından, fıtratından aldığı güçle. Bir inançtır, varlığını ispattır, ibret alınacak eylemdir onunki.

Lokman Hekim’i duymayanımız yoktur. O, hem hekimdir hem bilgedir. Bilgece sözleri, nükteleri, tavsiyeleri dilden dile dolaşmaktadır yaşadığı dönemde. Kendisi, siyahîdir. Avamdan Hekim’in şöhretini duyan, kendisine hayran bir kişi gelir bir gün ziyaretine. Ziyaretçi, bakar ki gördüğü, eciş bücüş siyahî biridir. Nutku tutulur adamın. Adamın şaşkınlığını anlayan Lokman Hekim, “Ne oldu, boyayı mı beğenemedin, boyacıyı mı?” der. Ziyaretçi mahcubiyetten bir şey sormadan ayrılır, gider.

Bu öykücüğü duyduğumda uzun süre düşündüm. “Ne derin hikmet, ne büyük söz ustalığı!” dedim kendi kendime. Hangi inançtır, hangi birikimdir ki insanı ancak bu kadar veciz konuşturur, kişiye haddini bildirir? Söylenen sözün beslendiği kaynak nedir, dünya görüşündeki doğruluk ne kadardır? Bu bilgeyi besleyen toprak nedir, iklim hangisidir ki Lokman Hekim’in önerileri asırlardır tazeliğini koruyor, sözleri, nükteleri insana hayat veriyor, derinliğe götürüyor?

Bir pratik zekâ örneği de Mark Twin’de yakaladım. Okuduğum öykücük şöyle: Ünlü yazar bir gün, güzel bir bayanla karşılaşır. Ona, “Ne kadar güzelsiniz, yeryüzü sizin kadar güzel bir hanımefendiyi henüz ağırlamamıştır.” der. Bu sözlerdeki samimiyetsizliği ve abartıyı hisseden bayan: “Aynı şeyleri ben sizin için söyleyemeyeceğim.” deyince Mark Twin, “Hiç önemi yok, zorlanmayınız, siz de benim gibi yalan söylersiniz, olur biter.” diyerek onurunu kurtarmaya çalışır.

Lokman Hekim ve Mark Twin, ikisi de pratik zekâlı insanlar. Hazırcevap olmaları insanı kendilerine hayran ediyor. Birinde uzun uzun düşünüyorsunuz, diğerine tebessüm edip geçiyorsunuz. Bir derinlik yok son öykücükte. Taş atılan sudaki daireler gibi. İz bırakmıyor dalgalar. Lokman Hekim, tam bir Doğu bilgesi. Amacı, güldürmek değil kişiyi; uzun uzun sorgulatmak. İşin künhüne vakıf olmalarını istiyor insanların. Taşı gediğine koymakla kalmıyor o, aynı zamanda “sözün kılıçtan keskin” olduğunu anlatıyor, anlayanlara. Twin, söz cambazı; Hekim, söz mimarı. Dil, Hekim’de, düşünceleri anlatan, kişiyi hakikate götüren araç; Twin’de bir hokkabazlık gereci.

Ruh halimiz ne olursa olsun, okumak lazım. Okuyunca, anlamlı bulduklarınız sizde derinleşiyor, sizi boğanlar sizden uzaklaşıyor. Kendinizi tedavi ediyorsunuz, insan olmanın hazzına varıyorsunuz. Okuma vakti, sadece şimdi değil, her zaman!

Devamını Oku...

25 Şubat 2008 Pazartesi

Irak’ın Kuzeyinde

Ayrılıkçı terör örgütünü çökertmek için on bin Mehmetçik Irak’ın kuzeyinde… Çeyrek asırdır on binlerce insanımızın ölümüne ve Türk ekonomisinde ciddi tahribata yol açan terör örgütüne gözdağı vermede… Çetin kış şartlarında düşmana korku, dosta güven vermekte…

İlk gelen haberlerde düşman 44 ölü ve çok sayıda yaralı verirken, 5 Mehmetçik şehit… (Harekâtın 3. gününde ölen terörist sayısı 112 ye, şehit sayımız ise 15’e çıktı.) TV yayınına telefonla katılan bir asker annesi şehitlerin isminin açıklanmasını istiyor. Programa katılan uzmanlar “Genelkurmay’ın şehit ailelerine ulaşmıştır, bu haber size gelmediğine göre siz müsterih olun” cevabını veriyor. Acaba o anne, acaba bizler müsterih olabilir miyiz? Çünkü orada bulunan “bütün Mehmetçikler bizim evladımız” diye gönüllerimiz feryat etmekte…

Namık Kemal Zeybek’in benzetmesiyle söyleyelim. “Türklük Karadeniz gibi. Karadeniz binlerce yıldır var. Karadeniz’i besleyen suların hepsi Karadeniz’dir, Karadeniz’i terk eden sular ise artık Karadeniz değildir. Türk’ün şanlı tarihiyle ve temiz soyu ile bu denize katılan herkesin övünmek hakkıdır. Bu denizi terk eden ise bu hakkı kaybetmekte…”

İçinde bulunduğu kültür, medeniyet ve ortak tarih ikliminden kopmak için, kardeşlerine karşı insanlık tarihinin en kalleş yöntemini, terörü uygulayanlar… Tarih boyunca ortak düşmanlarımız olan devletlerin maşası olanlar… Çanakkale’de, Balkanlarda, Kafkaslarda ve diğer cephelerde şehit olup, yan yana yatanların evlatlarını düşman haline getirenler… Mehmetçik’imizin tokadı ile sendelemekte…

Bilmekteyiz ki Güneydoğu’daki halkımız yine aynı denizin parçasıdır. Ancak yine farkındayız ki, Türkiye bu bölgedeki nehirlerin üzerine GAP Projesi kapsamında kurduğu fiziki barajlarla buradan yurtdışına akışları kontrol altına alırken, Türklük denizinden dışarıya akan kültürel ve duygusal nehirlere manevi barajlar koyamadı. Bu ihmalin sonucu olarak, Mehmetçik -20 derece soğukta Irak’ın Kuzeyindeki dağlarda çarpışmakta…

İnsanımız bir yandan çeyrek asırlık beladan kurtuluş ümidiyle sevinmekte. Diğer yandan ABD bu harekâta destek verdiğine göre “ya sınırlı bir harekâtla belanın kökü kazınamayacak veya bu destek karşılığı ABD bizi daha büyük sıkıntılara sokacak” endişesi içinde… Bütün iş askeri başarıyı siyasi başarıya dönüştürebilecek politik maharette…

Harekâtın boyutu ve 150.000 askerimizin de sınırda yığınakta beklemesi sadece PKK’nın etkisizleştirilmesi değil, Irak’ın kuzeyinde belli bir güce ulaşan, boyundan büyük laflar eden Barzani’nin de daha etkisiz hale gelmesini sağlayabilir. Harekâta destek veren ABD, hem Türklerin yeniden dostluğunu kazanmakta ve hem de petrol konusunda haddini aşmakta olan Barzani’nin kulağını çekmekte…

En az bu kadar önemli bir husus ise, TSK’nın sınır ötesi kara harekâtı, (gerçekleştirilen nüfus kaydırmaları akabinde, referandumla bir Kürt şehri yapılmak istenen) Kerkük için, Türk nüfusun haklarını da koruyan bir özel statü imkânı sağlamaya zemin teşkil edebilir…  Irak’ta yaşayan Türklerin makûs talihi dönebilir ümidiyle gönüllerimiz bir serçe kanadı gibi pır pır çarpmakta…

Gün birlik günüdür. Dileyelim ki “türban üzerinden koparılan fırtınayı” dindirebilelim. Dileyelim ki Anayasa Mahkememiz Vakıflar Kanununu sınır ötesi harekâtın ruhuna uygun olarak yorumlayıp iptal edebilsin. Dileyelim ki Hükümet özelleştirmeleri yabancılaşmaya dönüştüren tavrına son verebilsin. Bu ülkenin varlıklarına -sadece Mehmetçik değil- iktidarı ve muhalefeti ile bütün partilerimiz, bütün aydınlarımız ve halkımız sahip çıkabilsin. Ne dersiniz acaba gönül çok mu istemekte?

İşin sırrı basit. Gönülden, ta içimizden “ne mutlu Türk’üm” diyebilmekte..

Devamını Oku...

23 Şubat 2008 Cumartesi

Geçmişe Özlem ve Tedbirli Olmak

Arif, yarı yıl karnesini almıştı. Memleketine, babaannesinin yanına gitmek istiyordu. Bunları hayal ederken İran’a yük götürüp geri dönen komşuları, Arif’lerin Kars’taki evine uğramıştı.

Arif, annesini ikna edip komşularının kamyonuyla memleketine gitmek için yola çıktı. Yollar karla kaplıydı. Göle’ye vardıklarında iyice acıkmışlardı. Şoför Gürcü Mustafa  Arif’e, gel karnımızı doyuralım yoksa yollarda aç kalabiliriz dedi. Hemen yakındaki kamyoncular lokantasına girdiler. Arif, burada yediği kuru fasulyeyi çok beğenmişti.

Tekrardan yola çıktılar. Artvin- Cankurtaran’a geldiklerinde tipiden yollar kapanmıştı. Araçları ilerleyemiyordu.

Gürcü Mustafa, kamyonu orada bırakıp kar küreme aracının arkasından yürüyerek az ileriden otobüslerle yola devam edelim dedi. Maceralı bir yolculuktan sonra Arif, akşam saatlerinde köydeki evlerine babaannesinin yanına ulaşmıştı.

Ertesi gün uyandığında, yollar kapanmış, 1.5 metreden fazla kar yığınları oluşmuştu. Komşularının oğlu Yüksel ve Faruk’la beraber evlerin birbirine bağlantısını sağlayan yolları açtılar. Değirmene mısır öğütmeye gittiler. Mısırı öğütürken bir taraftan da çalı çırpı toplayıp ateş yaktılar, karın keyfini çıkardılar.

Akşamleyin komşularıyla bir araya toplanıp sobanın üzerinde fındık kavurdular, çayla birlikte afiyetle yediler. Elektriklerin kesilmesi bile, keyiflerini kaçırmamıştı. Hemen gaz lambalarını faaliyete geçirdiler.

Arif, sonraki gün için Faruk ve Yükselle kapılarının önünde büyük bir kardan adam yapmak için sözleşti.

Kar, yağmaya devam ediyordu. Kardan adam ekibi halinden çok memnundu. Kardan adamın sırasıyla, gövdesini , kafasını, havuç burnunu, kömür gözlerini yaptılar. Boynuna da bir atkı taktılar ve 2 metre boyunda bir kardan adam ortaya çıkardılar.

Arif, o yılki yarıyıl tatilinden çok keyif almıştı. Karın zevkini doya doya çıkarmıştı.

Dün sabah uyandığımda etrafı beyaza bürünmüş görünce, aklıma Arif’in yukarıda anlattıkları geldi. Karın keyfini nasıl çıkarttığını, hayattan nasıl zevk aldığını düşündüm. O esnada elektrikler kesilmez mi? Saatler ilerledi ve hala elektrikler gelmedi. Ev, bumbuz  olmuştu. Evin milleti donuyordu. TEK’i arıyorsun telefon hep meşgul. TEK’e mi kızsam kendime mi kızsam.

Doğalgaz geldi mertlik bozuldu. Evdeki bütün soba bacalarını kapattık. Tüplü ısıtıcıları dağıttık. Hiç elektrikler kesilmeyecek ve kaloriferler sürekli yanacak ya.

Bizim iş, Nasreddin Hoca’nın işine döndü. Bir gün Hoca’nın evine hırsız girmiş. Evde ne var ne yok alıp götürmüş. Mahalleli hocaya kızıp duruyor. Hocam kapıyı niye kilitlemedin, niye zincir takmadın? Sonunda Hoca isyan ediyor ve yahu be kardeşim hırsızın hiç mi suçu yok?

Arif, 25 sene önce bile elektriklerin kesilmesinden etkilenmemiş ve hemen gaz lambasını devreye sokmuş. Biz ise hemen TEK’i suçlayıp kendi tedbirsizliğimizi görmemezlikten gelmişiz.

Sevgili ağabeyim ne güzel söylemiş, her zaman bir B planın olacak diye…        

Devamını Oku...

Söyleyiş Güzelliği

Şairlerin söz ustalığına bayılıyorum. Bazen öyle güzel şeyler söylüyorlar ki söyleyişlerindeki sihir, sizi bulunduğunuz yerden alıyor, başka dünyalara götürüyor. O sihir, hiç düşünmediklerinizi size düşündürüyor, söyletiyor. Sözlerden aldığınız pozitif güçle hayata farklı gözle bakabiliyor, değerlerinize değer katabiliyorsunuz. Sözü içerik ve biçim yönüyle incelediğinizde, olağanüstü bir kurgu, matematik, buluş ve derinlikle karşılaşıyorsunuz.

Söyleyiş güzelliği yönüyle ayrıcalıklı olma hakkı kazanan dizelere “berceste mısra” deniyor. Yahya Kemal’in “Bu dil, ağzımda annemin sütüdür.” dizesi bu türdendir. Yine “Ne ararsan bulunur derde devadan gayrı”, “Erişir menzil-i maksuda aheste giden.” cümleleri birer marsa-i bercestedir.

“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.” beytini ilkokulun 4. sınıfından beri bilir, zaman zaman tekrarlarım. Duyduğumuz pek çok cümleyi unuttuğumuz halde bu tür söyleyişleri niçin unutmayız? Söyleyişteki güzellik, söylenenin güncelliğini koruması, o sözü kalıcı hale getirip asırlarca yaşatabiliyor.

Bugünlerde iki şiir kitabını dönüşümlü olarak belli aralıklarla okuyorum. Kitapların biri Orhan Veli’ye, diğeri Necip Fazıl’a ait. Orhan Veli’nin “Cımbızlı Şiir”inde bazı kadınları iğneleyen  “Ne atom bombası / Ne Londra Konferansı / Bir elinde cımbız / Bir elinde ayna / Umurunda mı dünya!” dizelerini hemen hepimiz duymuşuzdur. Bu dizeleri kolay kolay da unutmayız. Söyleyişteki ahenk, akustik yapı, bakış açısı, bizi kadınlara kızmaktan alıkoyar, hatta tebessüm ettirir. Zaten, şairin görevi, en olumsuzda dahi olumluyu, karanlıkta aydınlığı, çirkinde güzeli görmek, onu en güzel söyleyişle bize sunmak değil midir? Orhan Veli’nin şiirlerinin birinde geçen “Yüzkarası değil, kömür karası / Böyle kazanılır ekmek parası” dizelerini de pek sevmişim. Günlerdir bunları mırıldanıyorum. Kolayca yazılacakmış gibi görünen dizelerdeki aliterasyon, söyleyişi etkili kılıyor. Aynı kelimenin gerçek ve mecaz anlamlarının birlikte kullanılması, dize sonlarındaki kafiye, kişiye söyleyiş zevki veriyor. İçerik de cümleye kalıcılık sağlıyor.

Eskiler, sözlerinde ve düşüncelerinde tutarsızlık, algılamasında zayıflık bulunan kimselere “matematiği zayıf” derlermiş. Benim gözümde Necip Fazıl matematiği en güçlü şairlerden biridir. Onun dizelerindeki simetri, düşüncelerindeki analitik kendisine hayranlığımı sağlıyor. Zaman zaman “Bir düşünce ancak bu kadar güzel anlatılır.” dediğimi hatırlıyorum. Söyleyişindeki mükemmellik, beni başka şiirler okumaktan alıkoymuş, dakikalarca düşünmeye sevk etmiştir. Her biri üç heceden oluşan “İşte iz / Geliniz / Toprak post / Allah dost” dizelerindeki ritim, kafiye, söyleyiş güzelliği ve kolaylığı tam bir şairlik mucizesidir. Hele, üç hece ile dize oluşturmak her şairin becerebileceği bir iş değildir. Bu, bir kafa ve gönül işidir.

İşlediğiniz konuyu ele aldığınız yön de şiiri kalıcı, etkili kılan unsurlardan biridir. Ölüm, Mevlana’nın, Yunus Emre’nin, Yahya Kemal’in ve Necip Fazıl’ın dizelerinde korkulan gerçek olmaktan çıkar. Onun için, onların ölümle ilgili dizeleri hafızalardan hiç çıkmaz: “Ölüm, ölene bayram, bayrama sevinmek var; / Oh ne güzel, bayramda tahta ata binmek var.” dizelerini okuyan, ölüme sadece tebessüm eder. “Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber / Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?” dizelerini okuyan ise, ölümü belki de özlemle bekler.

Sözün mimarı kabul ettiğimiz şairler, edebi sanatlara da sıkça başvururlar. Bundaki amaçları anlatımı etkili, canlı kılmaktır, manaya derinlik katmaktır, az sözle çok şey anlatmaktır. Bunu bir okuyucu olarak anlamak da belli bir düzeyi gerektirir. Kazanılan her düzey, anlamak için yapılan her çaba okuyana ayrı bir haz verir. Bu, kişiyi şımartan değil, olgunlaştıran hazdır, yücelten hazdır. Geniş sözcük hazinesine sahip olmak, sanat değeri taşıyan eserler okumak, okuduklarımızı neden sonuç ilişkisine göre analiz etmek, belli bir olgunluğa gelmiş, birikimi fazla insanlarla bir ve beraber olmak; güzellikleri keşfetmemizi sağlayacak, öğrenmekten ve keşfetmekten aldığımız hazzı artıracaktır.

Güzellikleri keşfedip idrak etmek için, bu yolda ter dökenleri ve onların güzelliklerini tanımak gerek.

Devamını Oku...

Ödül

AKP yöneticileri Deniz Baykal'ı yılın politikacısı seçip ona ödül vermeyi düşündüler mi acaba? En son başörtüsüyle ilgili çıkan yasa karşısında tutum ve davranışları ile şimdi de başörtüsünü engellemek için Anayasa Mahkemesine müracaat edeceklerini söylemesinden sonra AKP'nin gönlünde ayrı bir taht kurar herhalde.

Bir zamanlar müslümanlarla gayri müslimlerin birlikte yaşadığı bir memlekette çirkin sesli bir müezzin varmış. Orada yaşayan müslümanlar onun orada ezan okumasını istemezken, o ille de çıkar ve o çirkin sesiyle ezan okumaya devam edermiş. Müslümanlar onun bu hareketinden dolayı onu sevmeyip dışlarken günün birinde adamın biri büyük hediye paketleriyle onu ziyaret etmek için arayınca, oradakiler ona hediyelerin nedenini sorunca hediyeyi getiren cevap verir.

Derki ben müslüman değilim benim güzel ve genç bir kızım var o müslümanlığa sempati duyuyordu ve neredeyse müslüman olmuştu. Fakat bir gün bu müezzinin ezan okuyuşunu duyunca bunun ne olduğunu kardeşine sordu. O da bu çağrının müslümanları ibadete davet olduğunu söyleyince ona inanmadı başkalarına sordu onlardan da aynı cevabı alınca müslüman olmaktan vazgeçti.

Bizim ona bütün yalvarmalarımıza rağmen müslümanlıktan vazgeçmeyen kızım bu müezzin sayesinde müslüman olmaktan kurtuldu. Oysa biz ondan ümidi kesmiştik ben ve annesi üzüntüden yataklara düşmüştük. Bizi bu durumdan kurtaran bu insana şükran duyup hediye vermeyelim de kime hediye verelim. Biz onun sayesinde huzur bulduk bu hediyeler ona az bile ömür boyu köle olsam azdır dedi.

Sayın Baykal sözleri ile inançlı insanları üzmüş adeta bu şekilde düşünenleri bizden gitsin AKP' ye veya başka partileri desteklesin demek istemiştir.

Böyle bir muhalefet lideri rakipleri tarafından ödüllendirilmez mi?...

Devamını Oku...

22 Şubat 2008 Cuma

Eyvah! Kadınlar Geliyor

Hepimizin bildiği gibi ülkemizin son dönem gündemini oluşturan en önemli konu “başörtüsü” konusudur. Konu hakkında olumlu olumsuz çeşitli yorumlar gündeme gelirken sizlere bu hafta konunun kanaatimce buzdağının altındaki sebebini aktarmak istiyorum.

Değerli okuyucular, sadece Türkiye’de değil dünyada da erkeklerin kural koyduğu bir düzende yaşamaktayız. Ancak geçen zaman içerisinde kadınlar, her başarılı erkeğin arkasında var olan kadından ziyade başarının gerçek sahibi olma yolunda çetin bir mücadeleye girmiştir. Bu mücadele kadınların bulundukları ülkelere ve kültürlere göre farklılık göstermektedir.

Biz Türklerde kadın imajı toplumda her zaman erkeğin yanında yer alan ve toplumda yaptırım gücü olan bir saygınlık unsuru olarak görülmüştür. Nihayetinde toplumların dinamik yapısından ve çeşitli kültürlerden etkilenmesi sonucu gelinen nokta itibariyle toplumumuzda kadın, batı kültürünün kadını bir “meta” olarak görme anlayışı ile doğu kültürünün kadını  “kafes arkasına” itme anlayışı arasında sıkışıp kalmıştır.

Toplumda kadının sıkıştığı bu mevcut ikili sistemi bozan en büyük adımı Anadolu kadını atmıştır.  Daha önce tarlada vb. işlerde alt kademede çalışarak üretime katkıda bulunan Anadolu kadınları artık kızlarını okutarak üst kademeye yani “yönetici sınıfına” talip olmuşlardır.

Bu durum toplumumuzda kanaatimce yeni bir kadın hareketinin başlangıcıdır. Çünkü bu harekette kadın küreselleşen dünyada, herkesin “aynılaştırıldığı” bir sistemde bu sisteme bir başkaldırı olarak geleneğe ve maneviyata verdiği önemi belirtmek amacıyla “başörtü” takmış; Bunun yanında doğu kültürünün kadını ikinci plana atmasına bir başkaldırı olarak da toplumsal hayatta kendini erkek ile eşit seviyeye getirmiştir.

Bu gün ülkemizde verilen mücadele Anadolu kadınını tekrar eski günlerine götürme mücadelesidir. Zira ülke üretiminde alt kademede çalışan bir kadının başörtüsü kimseyi rahatsız etmemekte fakat aynı kadın avukatsa doktorsa birçok kesimi rahatsız etmektedir. Bu sebeple ülkemiz içerisinde mevcut her iki kültür grubuna mensup şahıslar için birinci hedef eğitimli başörtülü Anadolu kızını evine geri sokup yönetimden uzaklaştırmaktır.

Halbuki Yüce Önder Atatürk Türk toplumunda kadının kendi kültüründe var olan yere yeniden gelebilmesi için gelişmiş birçok ülkeden daha önce kadına seçme ve seçilme hakkını vermiştir. Ayrıca Anadolu kadının toplumda söz sahibi olması için eğitimi yaygınlaştırarak kadınların da eğitim alma hakkını hızlandırmıştır. Kısaca diyebiliriz ki bugün yaşadığımız kadın hareketinin temelleri 1920’lerde atılmıştır.

Tarihimize baktığımızda birçok fikir hareketinin ve sosyal olayın dışarıdan empoze edilerek ülkemizde yer bulmasına binaen belki de tarihimizde ilk defa toplumumuzda kendi iç dinamiklerinden doğan bir sosyal hareket Anadolu kadının sayesinde oluşmuştur. Dolayısıyla bu oluşumun bir noktaya tıkayarak yok edileceğini farz etmek son derece yanlıştır. Yani mesele başörtüsünden ziyade yönetimi kadınlara bırakmama mücadelesidir.

Son söz olarak şunu söylemek isterim ki; dünyada çok hafif olmasına rağmen tahribatı en yüksek element ‘su’dur. Zira su devamlı vurduğu bir noktada en sert cisim olan mermeri bile tahrip edebilmektedir. Büyükler “kadınlar su gibidir” derler. Hedefi su gibi her daim vururlar...

İyi haftalar!... 

Devamını Oku...

İzmit’teki Büyük Ata Yadigârı Pertev Mehmet Paşa Camii ve Külliyesi

Son Günlerde Yaşananlar Üzerine Birkaç Söz

Pertev Mehmet Paşa Camii’ne karşı son günlerde yapılan çirkin saldırıları üzüntüyle karşılıyoruz.

İzmit’teki en önemli ata yadigârlarımızdan birisi olan bu esere karşı yapılan saldırılar, bilinçli olarak planlanmaktadır. Yapılan bu saldırıların özünde, insanları tahrik etmek, manevi duyguları zedelemek, insanlar arasına kin ve nifak tohumları ekmek düşüncesi vardır.

Ama bu işleri organize eden kişiler şunu çok iyi bilmelidirler ki, sevgi, kardeşlik ve hoşgörü duyguları yüksek olan bu aziz millet, bu tarz provakatif eylemlere prim vermeyecektir.

Böylesine bir dönemde bizce yapılması gereken, üzerinde çirkin oyunların oynanmaya çalışıldığı bu eserleri daha yakından tanımak ve tanıtabilmektir. Bu vesileyle ata yadigârımız olan Pertev Mehmet Paşa Camii ve Külliyesi’yle ilgili hazırlamış olduğumuz bilgileri sizlerle paylaşmak istiyoruz…

Tarihçesi

Pertev Mehmet Paşa Külliyesi, İzmit’te yapılmış olan bir menzil (konaklama yeri) külliyesidir. Pertev Mehmet Paşa adına -ölümü sonrası vasiyeti gereğince- kethüdası Sinan Ağa tarafından Mimar Sinan’a 1579 yılında yaptırılmıştır. Külliye ilk yapıldığında; cami, kervansaray, sıbyan mektebi, aşevi, çeşme ve dükkânlardan oluşmaktaydı. Bu birimlerden günümüze sadece; cami, şadırvan, sıbyan mektebi, hamam (harabe vaziyette) ve çeşme ulaşabilmiştir.

Pertev Mehmet Paşa Kimdir?

Aslen Hersekli olan Pertev Mehmet Paşa, Defterdar İskender Çelebi’nin kölelerindendir. İskender Çelebi’nin öldürülmesinden sonra saraya alınmış, ilk önce kapıcıbaşı daha sonra ise Yeniçeri ağası olmuştur. Yeniçeri ağasıyken yükselerek 1554’te Rumeli Beylerbeyi, 1557’de IV. Vezir olmuştur. 1566 yılında Zigetvar Seferi sırasında II.Vezir olan Pertev Mehmet Paşa, bir süre sonra serdarlığa atanmıştır. Denizcikle ilgisi olmadığı halde donanma serdarlığına atanan Pertev Mehmet Paşa, yenilgiyle sonuçlanan İnebahtı Deniz Savaşı’ndan sonra görevinden alınarak II. Vezirliğe atanmıştır. 1572 yılında vefat etmiştir.

Pertev Mehmet Paşa Külliye’sini oluşturan yapıların, çeşitli tarihlerde (1719, 1764, 1858, 1952-1961 arası, 1999 sonrası)  onarım gördüğü vesikalardan anlaşılmaktadır. Özellikle 1719 tarihinde yaşanan deprem felaketinde hasar gören cami, imaret, hamam ve hanın onarımı için İstanbul’dan ustalar gönderilmiştir.     

Pertev Mehmet Paşa Camii (Yeni Cuma Camii)

Kareye yakın dikdörtgen plana sahip yapı, çift son cemaat yeri olan, tek kubbeli, tek minareli bir camidir. İnşasında kesme taş malzeme kullanılmıştır.   

Kuzeybatıda bulunan portalle yapıya giriş sağlanmıştır. Ahşap giriş kapısı sade silmelerden oluşan mermer bir dikdörtgen çerçeve içine yerleştirilmiştir.

Caminin merkezi kubbesi yarım kubbelerle takviye edilmiş, kubbeye geçişte tromplar kullanılmıştır. Trompları dıştan da belirlenmiş olan dört köşeden payanda kemerleriyle desteklenmiştir. Beden duvarları oldukça yüksek olan yapının, kubbeye geçiş kısmında iki kasnağa yer verilmiştir. Bu uygulama Mimar Sinan’ın bazı yapılarda uyguladığı bir tarz olup, uygulamanın özünde yücelim duygusu yatmaktadır.

Caminin mihrabı ve minberi mermer malzemedendir. İkisi de orijinaldir. Mihrap beden duvarlarındaki ikinci sıra pencerelere kadar uzanmaktadır. Minberde oldukça yüksek yapılmıştır.

Caminin yücelim duygusu doğrultusunda yüksek beden duvarları ve çift kasnaklı olarak inşa edilmesi, iç mekânda bulunan yapı elemanlarını etkilemiştir. Oldukça yüksek boyutlu olan, mihrap, minber ve mahfil bunun en güzel örnekleridir.   

Son cemaat yerinin 1. bölümü, ortada üç kubbe ve yanlarda beşik tonozla, 2. bölümü ise ahşap çatılı bir tavanla örtülüdür. Son cemaat yerinde iki tane küçük mihrap nişi bulunmaktadır.         

Süsleme Unsurları

Pertev Mehmet Paşa Camii, mermer, taş, ahşap, kalemişi ve vitray süslemelerin görüldüğü bir yapıdır.

Mermer mihrap, minber, vaaz kürsüsü ve giriş kapısı bezemelerle kaplıdır. Yapının bezeme bakımından en zengin öğesi minberdir. Minber aynalığında sonsuzluk prensibiyle yapılmış geometriksel süslemelere yer verilmiştir. Minber sonradan boyanmış, yaldızlanmıştır. Mihrap silmelerle çerçeve içerisine alınmıştır. Ortada beş köşeli niş bulunmaktadır.  

Caminin ana kubbesi, kubbeye geçiş elemanları, son cemaat yeri kubbeleri ve tonozlarında kalemişi süslemeler bulunmaktadır. Bu süslemelerde ince bir işçilik görülmektedir. Süslemeler geç devir özellikleri göstermektedir. Vitray süsleme, mihrap duvarındaki pencerelerde kullanılmıştır.

Caminin kapı kanatları ve pencere kapaklarında, ahşap işçiliğin önemli örnekleriyle karşılaşılmaktadır. Kapı kanatlarında kündekari tekniğinde yapılmış, geometriksel bezeme dikkat çekicidir.

Caminin avlu duvarının batı ana giriş kapısı üzerindeki kitabede “Cami-i Şerif-i Pertev Mehmet Paşa Sene 987”yazısı bulunmaktadır

Şadırvan

Avluda bulunan onigen planlı şadırvan, mermerden ve pudding (kırmızı) taşından yapılmıştır. Şadırvanın her cephesinde birer musluk düzeneğine yer verilmiştir.

Minare

Caminin minaresi düzgün kesme taştan yapılmıştır. Silindirik gövdeli olan minare, tek şerefelidir. Şerefe altı silmelerle hareketlendirilmiştir. 1999 Marmara Depremi sırasında zarar gören minaresi, şerefe kaidesinden itibaren komple yenilenmiştir.  

Çeşme    

Avlunun güneybatı köşesinde bulunan çeşme yapısı, kesme taş malzemeden yapılmıştır. Kemerli üç bölümden oluşmaktadır. (1.bölüm insanlar, diğer bölümler ise hayvanlara su vermek için yapılmıştır.) Çeşme üzerindeki yapım kitabesinde “Çeşme-i Latif-i Pertev Paşa” yazısı bulunmaktadır.

Sıbyan Mektebi

Cami avlusunun kuzeybatı köşesinde bulunmaktadır. İnşasında Kabataş, kesme taş ve tuğla malzemenin kullanıldığı, sıbyan mektebi oldukça sade bir yapıya sahiptir. Günümüzde Kuran kursu olarak kullanılmaktadır.   

Hamam

Caminin batısında yer almaktadır. Çift fonksiyonlu bir hamam yapısıdır. Her ikisini de ısıtan ortak bir külhan düzeneğine sahiptir. Yapı, günümüzde oldukça harap bir vaziyettedir.        

Devamını Oku...

21 Şubat 2008 Perşembe

Kar mı Güzel?

Kar yağıyor Kocaeli’nde lapa lapa. Sarhoş titreyişle temas ediyor bahçedeki her bir çiçeğe. Sallanan serviler ve bodur meyve ağaçları eşlik ediyor yağan karın raksına. Nefis ötesi bir manzara, enfes… Çiçekler güzel, kar güzel, karlara bürünmüş ağaçlar güzel! Yağan karın gölgesinde sıcacık odada yenen yemekler güzel, içilen çay güzel. Doyumsuz bir haz veriyor bu lezzet armonisi. Bütün uzuvların eşliğinde algılanan ve tadılan bu güzellik, hiç bitmesin istiyor ruhum. Sonsuza dek bu hazzı yaşamak ne güzel, ne büyük ayrıcalık!

Güzel olan ne? Yağan kar mı, açan çiçek mi, karın nağmelerine eşlik eden rüzgâr mı? Lezzetli olan ne? Yenen yemek mi, içilen çay mı? Harika olan ne? Karın ruhuma verdiği dinginlik mi, doğadaki ahenk mi, bulutların arkasındaki güneşin tebessümü mü?

Hiçbir şeyin kendiliğinden güzel, lezzetli, harika olmadığını düşünüyorum. Ortada bir güzellik, bir lezzet, bir harikalık varsa bunun iki tarafı vardır: Bir, güzeli güzel kılan; ikincisi, güzele güzel diyebilen. Ruh terbiyesinden, gönül zenginliğinden yoksun insanların dışında kalanların, herkesin güzel, harika, lezzetli dediğinin tersini diyeceklerini sanmıyorum. Burada bir sorun yok. Yanlışımız, güzeli, lezzeti, harikalığı eşyanın kendisinde görmek, kendisinden bilmek. Hangi eşyadır ki, güzel ya da çirkin bütün nitelikleri kendi iradesiyle kendisinde toplayabilsin? Bu nitelikleri, eşyanın kendisinden bilmek, eşyayı yaratıcı, üretici, yüksek irade sahibi görmektir. Bu, hem eşyanın kendisine hem de bu nitelikleri bahşedene haksızlıktır, zulümdür.

Eşiniz ya da bir sevdiğiniz önünüze yemek getirdiği zaman size “Güzel olmuş mu?” diye sorar. Bilinmek ister, beğenilmek ister, övülmek ister. Bu onun hakkıdır. Çocuklarımı yemeğe davet ederken: “Anneniz yine çok güzel yemekler yapmış, gelin hep beraber yiyelim.” derim. Çamaşırlarımı değiştirip temizlerini giydiğimde  “Çamaşırlar tertemiz.” demek
yerine eşime “Ellerine sağlık, çok güzel yıkamışsın.” demeyi tercih ederim. İki tarafta da memnuniyet ve iştiyak oluşturur bu bakış açısına bağlı bu cümleler. Bu cümleleri işitmek emek sahibinin hakkıdır, söylemek de değerbilir kişilerin görevidir.

Eskiler: “Her fiilin, bir faili vardır.” derlermiş. Ortada bir güzel varsa bir de güzeli yapan var. Güzel olan eserse, onun müessirini bilmek gerek. Güzel bir tabloyu seyrettiğimizde bunu kimin yaptığını, güzel bir musiki parçası dinlediğimizde bunu kimin bestelediğini, güzel bir şiir okuduğumuzda bunu kimin yazdığını merak eder, soruşturup öğreniriz. “Bunların her biri kendiliğinden olmuştur.” demeyiz. Bu, genlere işlenen bir emrin gereğidir. Ancak bir eser olan doğanın niteliklerini vurgularken, bu niteliklerin müessirini ifadede cimri davranıyoruz. Bu da bizi Yaratan’a karşı mesafeli kılıyor. Eser sahibini görmezden gelmekle, kendimizi kör, sağır, cahil yapıyoruz. Fıtratımızı zorluyor, doğayla barışık olmaktan çıkıyoruz. Hâlbuki insan da doğa da bir yaratıktır. Buluştuğumuz ortak nokta, Yaratan’dır. Yaratan’da buluşmak, eşya dünyasında barışık yaşamaktır.

Dil, inancımızın, düşüncelerimizin aracıdır. Cümlelerimizi, aktarmak istediğimiz düşünceye göre formatlarız. Olaylara, eşyaya, olgulara bakışımız değişirse bunları dillendirmek de değişecektir. “Çiçek güzeldir.” yerine, “Çiçek güzel yaratılmıştır.” denecektir.

Güzelliği, lezzeti, harikalığı algılamak ayrıcalık; bunları yaratanı idrak etmek, irfandır.

Devamını Oku...

AKP, CHP ve MHP’nin Gerçek Yüzleri Ortaya Çıkıyor

Son bir ayın gündemini oluşturan iki önemli gelişme, TBMM de temsil edilen üç büyük partimizin siyasal kimliklerini daha net anlamamızı sağladı. Bazıları da partilerimizin bu netleşen kimlik tanımlamalarından oldukça şaşırmış görünüyor. Çünkü bunlar liberal, muhafazakâr, sosyal demokrat, milliyetçi gibi tanımlamaların, teorik kitabi anlamlarını bu partilerimize uygulayarak kafalarında birer şablon oluşturmuşlardı.

Bu kavramların bir tekini kullanarak adı geçen partilerimizi tarif etmek yeterli olmamakta. AKP sadece muhafazakâr bir partidir diyemediğimiz gibi, sadece liberal bir partidir diyenler de kendilerini aldatmaktadır.

CHP’nin sosyal demokrat olup olmadığı eski mensupları ve Sosyalist Entarnasyonal’de tartışılıyor. O’nun ulusalcı/milliyetçi bir çizgide olduğu iddia ediliyor. Peki, Atatürk’ün kurduğu partinin milliyetçi olması yadırganacak bir durum mudur?

Medyanın köşe başlarını tutmuş eski devrimci neo-liberaller, MHP’nin milliyetçi çizgisini faşist bir milliyetçilik bağlamında anlamakta. Bu yüzden, MHP’nin Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesinde AKP’ye destek vermesini, son seçimlerde tezahür eden halkın iradesine saygısı ile açıklayamadılar. Ve bunun demokratik bir tavır olduğunu kabul etmekte zorlandılar. MHP’nin milliyetçi olması, demokrat, sosyal adaletçi veya liberal olmasına engel midir?

Üniversitelerde Başörtüsü/Türban Serbestliği

Yaklaşık 30 senedir devam eden bu meselenin çözümünde AKP ve MHP anlaştılar.  Bu iki partimiz bireylerin kendi kılık kıyafetlerini tercih hakkına saygı gösterilmesi, konunun demokrasi ve insan hakları kapsamında ele alınmasının gerektiğini ifade ettiler. Oysa CHP olayı, özgürlüklerin genişletilmesi, yasakların azaltılması kapsamında değil, laik devlet sistemine yönelik bir tehdit olarak algıladı.

Bu tavırların sebebini her üç partinin kökenlerinde aramak gerekir. AKP ve MHP’nin tabanları gelenek ve inançlarına bağlı, bu değerlerin oluşturduğu hayat tarzına saygı gösterilmesini isteyen kitlelerdir. CHP ise devlet erkini, “halk için halka rağmen” anlayışıyla, milleti şekillendirmek için kullanan seçkinci bir anlayışın devamı.

CHP’nin başörtüsü kapsamında gerilimi artıran söz ve tavırlarının arkasında seçilmeden iktidar olma avantajlarının elden gitmekte olduğunu görmenin paniği yatıyor.  Başbakan Tayyip Erdoğan’ın öfkeli açıklamalarında ise bir rövanş alma duygusunun patlaması seziliyor. Her iki duygu patlaması da Türkiye için tehlikeli olaylara yol açabilir. Olayı vatandaşlarımızın hak ve özgürlüklerini genişleten bir gelişme olarak sükûnetle değerlendirip, hakkın kötüye kullanılmasına dair gerekli tedbirleri almak, samimi endişesi olanları rahatlatmak gerekir.

Vakıflar Yasası

Geçen hafta içinde TBMM’de kabul edilen yeni Vakıflar Kanunu cemaat vakıflarına sınırsız; mülk edinme, içeriden dışarıdan ayni ve nakdi yardım alma, dilediği kişi ve kuruluşlara verme, işletme ve şirket kurma, üye kaydetme, her yerde örgütlenme gibi imtiyazlar tanıyor. Öyle ki, vakıflar egemen siyasi derneklere dönüşüyor, Patrikhane de İstanbul’da imparator konumuna getiriliyor. Ayrıca bu yasa ABD-AB-Yunanistan bastırdığı için çıkarılıyor.” (Sadi Somuncuoğlu)
CHP’nin bu kanun hakkındaki görüşleri de aynı çerçevede. Deniz Baykal partisinin görüşlerini şöyle açıklıyor: “Bütün mesele, azınlık cemaatine bir hükmi şahsiyet kazandırarak, giderek o hükmi şahsiyete siyasal ve bir süre sonrada uluslararası nitelikte bir kimlik kazandırma sürecidir. Bir cemaat kimliğini geliştirip, cemaat kimliğine dayalı yeni hak taleplerini ortaya koyma girişimidir. Yabancı vakıflar hiçbir şekilde vergi vermeyecekler. Yabancılar gelip Türkiye’de vakıf kurabilecek, sınırsız mal alabilecek, sınırsız toprak alabilecek, dışarıdan yardım alabilecek, ticaret yapabilecek, inşaat yapabilecek, nerede rant varsa para kazanabilecek vakıf olarak…”

“Dünyanın neresinde, böyle bir vakıflar düzenlemesi var?! Yunanistan’da bir Türk vatandaşı gidip bir vakıf kurabilir mi? O, bir vakıfta yönetici olabilir mi? O vakıf sınırsız mal sahibi olabilir mi? Yunanistan’da, adalarda istediği gibi şube açabilir mi, temsilcilik koyabilir mi?”
MHP lideri Devlet Bahçeli’de CHP ile benzer görüşte: “AKP hükümeti Avrupa Birliği ile teslimiyet-mahkûmiyet ilişkisini sürdürmektedir. Avrupa Birliği’nin dayatmalarına boyun eğerek, Türkiye’nin başına çok büyük dertler açacak bir teslimiyet belgesi olan azınlık vakıfları yasasının Meclis’ten geçirilmesinde hala inat ve ısrar etmeyi, bırakın Türk milletine anlatmayı, AKP yöneticileri ile Meclis grubunun içlerine nasıl sindirebildikleri merak konusudur.”
CHP ve MHP’nin milliyetçi köklerinin gereği olarak yeni azınlık vakıfları yasasına karşı çıkması elbette normaldir. AKP’ye oy veren vatandaş kitlesinin büyük çoğunluğu da vatan ve milliyet sevgisinde farklı değildir; adı geçen kanunun detaylarını bilmeleri halinde bu kanuna aynı şiddette karşı çıkacaklarından eminim.
Ancak bütün bunları bilmelerine rağmen, AKP yöneticilerinin Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli olan Lozan Hükümlerini, gayrimüslimler lehine değiştirmek için bu kadar istekli olmalarının altında yatan ne olabilir? Aldıkları % 46.5 oya rağmen meşruiyeti dışarıda aramak mı; yoksa bugünün bıçak sırtındaki ekonomik dengelerinin her an bozulması tehdidini bertaraf edebilmek için yarınlarımızı feda etmek mi? Her ne sebep olursa olsun, AKP’nin şekillenmekte olan siyasi kimliğinin bu kısmı endişe vericidir.
Azınlık Vakıflarını düzenleyen kanun hükümleri Türkiye’nin geleceği açısından da, laikliğe aykırılık açısından da türbandan daha önemsiz değildir.

Devamını Oku...

Sayın Sezer Komsuoğlu Yanlış Yapmadı

Barışı, özgürlüğü, demokrasiyi, insan haklarını savunanlar, her fırsatta ülkeyi başkalarının gerdiğini iddia edenler son günlerde türban konusunda bu iddiaları ile tam tezat icraatlara teşebbüs ettiler. Kimi ihtilalden söz etti. Kimi "türbanlı sınıfa girerse ona eksik not veririm." dedi. Kimi cüppesini aldı yürüdü. Kimi hakarete varacak şekilde köşesinde yazılar yazdı. Kimi de ağzına ne geldi ise kürsülerde ve meydanlarda söyledi. Millet ise her zamanki gibi sessizce dinledi.

Bazıları her nedense kendilerini ülkenin tek efendisi zannediyor. "Ben  nasıl düşünürsem diğerleri de öyle düşünmeli" diye kendisine bir görev tanımlamış. Aksine bir icraatta bulunanı hemen aforoz etmeye başlıyorlar. Kimi Yazarlar,".. sana yakıştıramadım. Senin kocanı iyi tanırdım." vs. diye başlayan bir sitem zinciri yürütüyor. Kimi derneklerde sanki cumhuriyeti onlar kurmuş gibi, her hareketi cumhuriyet değerleri ile irtibatlandırarak insanları baskı altına almaya çalışıyorlar.

Üniversite Rektörümüz Sayın Prof. Dr. Sezer Komsuoğlu’nu hepimiz tanırız. Bende tanırım. Kendisi ile siyasi görüşümüz uyuşmaz.

Yaptığını yanlış bulmuyorum. Lüzumsuz yere insanları birbirine düşman etmeye çalışan bazı aklı evvellerin yolundan gitmek yerine itidali tercih etmiş, kapı nöbetçilerine “probleme sebebiyet vermeyin.” demiş. Bu davranış yanlış bir davranış değildir. Türbanlıyı öncelikli  içeri almak sureti ile birilerine yaranma gayreti asla değildir. Buna da hiç ihtiyacı yoktur.

Hayret ediyorum. Son zamanlarda gerek sağda, gerekse solda dostlar ne çabuk düşman oluveriyorlar. Anlayıp dinlemeden hüküm veriyorlar.

Sayın Sezer Komsuoğlu’nun yaptığına benim sahip çıkmama ihtiyacı yok. Benimde böyle bir adetim yoktur. Şimdiye kadar gerek kocasının, gerek kendisinin yaptıkları icraatları hiç gündeme getirmedim. Biliyorum ki burası bir Üniversite. Yaptıklarının bir sebebi vardır. İçinde ben olmadığım için bazıları bana garip gelebilir. Belki işin içeriğini bilsem ve onların yerinde olsam bende aynısını yapardım. Onlar kendi görüş penceresinden yorumlarlar, ben kendi görüş penceremden yorumlarım. İşte bu düşünce farklılıkları ülkemizin zenginliğidir.

Şu kısa zamanda yaşanan hücumu görünce gayri ihtiyarı bu satırları yazma ihtiyacı duydum.

Başı örtülü olanları şimdi içeri almamasını da yadırgamıyorum. Yasa hukuki prosedür içerisinde tatbik edilebilecek şekilde safhalardan geçtikten sonra uygulanabilir hale gelecektir.

Şayet yasa herhangi bir şekilde geri dönmez de tatbik edilmeye başlanırsa, merak etmeyin kavga çıkmaz. (şayet bazılarının tahrik edici yazıları devam etmez ise). Kimse kimseyi ne zorla kapatabilir, nede zorla açtırabilir. Artık aileler bile çocuklarına zorla bir şeyi dayatamıyor.

Gençlik önceki kuşak gibi boyun bükmüyor. Sorguluyor. Araştırıyor. Az bir kısmı dolduruşa geliyorsa da çoğunluk sükunetle okumasına devam ediyor. Bir kaç kasıtlı yazılmış, düzmece mektuplara sığınarak vaveyla koparanlar olmasa ortam daha da yumuşayacaktır.

Değerli Dostlar

Bu Ülkede huzurlu yaşamak mümkün. Birbirimizin huzurunu bozmaya hakkımız yoktur.

Alışveriş ederken bu dükkan alevi dükkanı, şu dükkan sünni dükkanı mı diyoruz? Hayır.

Bu dükkan sahibi solcudur. Şu dükkan sahibi sağcıdır mı diyoruz? Hayır.

Bu memur solcudur, işimizi şu sağcıya yaptıralım mı diyoruz? Hayır.

Şu vatan evladı sağcıdır. belki gericidir askere almayalım mı diyoruz? Hayır.

Çıkan gazeteleri sadece solcular mı alıyor? Hayır.

Solcu gazetelerde sadece solcular mı yazıyor? Hayır.

O halde derdimiz nedir?

Bizim derdimiz yok ama bazılarının derdi var. Onların derdi artık kırk yıldır süren ve sadece kendilerine çalışan çarkın değişmeye başlamasıdır.. Çünkü bu tür gelişimler olursa bazıları yerlerinde tutunamayacaklar. Sadece siyasi söylemlerle makamların işgal edildiği düzen ortadan kalkacaktır. Zaten "Ülke sömürülüyor." diye feryat edenler, asıl ülkeyi sömürenlerdir. Yan gelip yatıp yapılan her şeyi eleştirerek mevkilerini korumaya çalışanlardır. Devletten geçinip devlete saldıranlardır.

Yavuz hırsız ev sahibini bastırıyor.

Milletimiz asla aptal değildir. Dinle alakası olmayanın din fetvacılığına soyunmasını yemiyor. Milliyetçilikle alakası olmayanın milliyetçilik taslamasını yemiyor.

Ülke idare etmesini bilmeyenlerinde yaptığı komik ve kışkırtıcı hamlelerini kimse yemiyor. Milletin çoğunluğuna karşı yapılan her hareket ileride alınacak seçim neticelerini yarıya indirecektir. Rüzgara karşı su dökülmez. Dökenler sadece kendini ıslatmakla kalır.

İnsanları doğru iş yapmaktan alıkoyacak şekilde ürkütmeyin.

Millete inanın. Milletin sözüne kulak verin. Yoksa her seçimde tekrar tekrar hezimete uğramaya devam edersiniz..

Devamını Oku...

19 Şubat 2008 Salı

Başörtüsü

Başörtüsü meselesi ülkemizin başına örtü oldu. Yıllardır onunla uğraşıyoruz. Bakın 1998 yılında bu gazetenin sütunlarına neler yazmışız. Aradan tam 10 yıl geçti, baksanıza hiç bir şey değişmemiş.

10 Eylül 1998

Üniversitelere kayıtların başlaması ile birlikte başörtüsü meselesi yine gündeme geldi. Geçen yıl demokrat tavrıyla bütün üniversitelere örnek olan Kocaeli Üniversitesi ne yazık ki ilimizde çıkan bazı gazetelerde yazı yazan eski tüfeklerin tahrikiyle ülkemiz üniversitelerindeki despotizme ayak uydurdu.

Geçtiğimiz yıllarda başörtülüsü, başı açığı, saçlısı, sakallısı birlikte huzurlu bir şekilde eğitime devam ederken üniversitemize fesatçılar el attılar ve muratlarına da erdiler, bu yıl başörtülü öğrenciler derslere giremeyecek.

Hatırlanacağı gibi 1989 yılında “Yüksek Öğretim Kurumlarında dershane, laboratuar, klinik, poliklinik ve koridorlarında çağdaş kıyafet ve görünümünde bulunmak zorunludur. Dini inanç sebebiyle boyun ve saçların örtü veya türbanla kapatılması serbesttir.” Şeklinde ek bir kanun çıkartılmasına rağmen devrin Cumhurbaşkanı Anayasa Mahkemesine müracaat ederek bu kanunu iptal ettirmişti.

Ancak Anayasa Mahkemesi bu kararı alırken karara itiraz eden mahkeme üyelerinden Mehmet Çınarlı karara muhalefet ederken sebebini şöyle açıklıyordu:

Atatürk kadının örtünmesi hususunda ne söylemiş ve ne yapmış? Kitapları karıştırdığımız zaman 1923 yılında söylediği şu sözlerle karşılaşıyoruz, “Dinin icabı olan tesettür, kısaca ifade etmek lazım gelirse, denebilir ki kadınlara külfet getirmeyecek ve adaba muhalif olmayacak şekilde olmalıdır. Örtünme şekli kadını hayatından, mevcudiyetinden tecrit edecek bir şekilde olmalıdır.

Tesettür Şeri kadınlar için mucibi müşkilat olmayacak kadınların içtimai hayatlarında iktisadiyete hayati maişette ve hayati ilimde erkeklerle teşriki faaliyet etmesine mani bulunmayacak bir şekli basittedir. Bu şekli basit içtimai hayatımızın ahlak ve adabına mugayir değildir” diyerek karara karşı çıkmıştır.

Atatürk’ün yukarıda sözlerini incelediğimizde onun örtünmeyi dinin gereği olarak kabul ettiği ancak örtünmesinin kadını hayatından, varlığından somutlamayacak gerek sosyal ve ekonomik faaliyetlerle gerekse de bilim ve çalışma hayatında geçimlerini temin konusunda erkeklerle işbirliğine mani olmayacak şekilde sade olmasını istediği anlaşılmaktadır.

Kendi eşinin başörtüsüne dokunmayan ve diğer kadınların giyimine de karışmayan Atatürk’ün icraatıyla şimdi Atatürkçü geçinenlerin yaptıklarının çalıştığı onun ilke ve inkılaplarının bekçisiyiz diyenlerin doğru söylemedikleri daha iyi anlaşılıyor.

Her fırsatta batıyı örnek aldıklarını söyleyen zihniyetin bu davranışı onların ne denli çifte standartçı olduğunu göstermesi bakımından ibret vericidir.

Batı demokrasilerinde insanlar giyim kuşamlarında serbesttir. Devlet vatandaşlarının kılık kıyafetiyle ilgilenmez aksine serbestliği sağlayan yasalar koyar.

Giyinme şekli kişilerin zevkidir. Devletin düzeniyle ne alakası olabilir.

Türk Devleti din ve vicdan hürriyetlerini garanti altına alan uluslararası sözleşmelere imza koyarak taahhütlere girmiştir.

Bu safhadan sonra yapılanlar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde ele alınacak bir kaç devrim yobazı yüzünden ülkemiz mahkum olacaktır.

Bunu yapanların üniversite gibi ilim ocaklarının başında olması ise daha büyük talihsizlik.

Devamını Oku...

Başörtüsü Yada Türban Bir Kaşık Suda Denizaltı Batırmak

Eğitim öğretim hakkı dini, dili, rengi, ırkı ve cinsiyeti ne olursa olsun her insan için doğuştan gelen hayat hakkı gibi en temel haklardan birisidir.

Eğitim ve öğretim o kadar önemli bir husustur ki peygamber (sav)'e gelen ilk vahiy bununla ilgilidir.

O günkü toplumsal yapıya bakacak olursak her türlü ahlaksızlık, zulüm, vurgun ve soygun zirve yapmışken gelen ilk ayetinde bunlarla ilgili olması gerekirdi. Oysa ilk ayet "Yaradan Rabbinin adıyla oku" olmuştur.

Burada iki husus dikkat çekmektedir.

1- Önemine binayen okumak ( eğitim öğretim ) din ve dünya ilimlerini öğrenmek dinimizin ilk emri.

2- Okurken Allah'ı unutma ki öğrendiğinle kendine ve topluma faydalı olasın.


Allah(cc)'nin adı unutularak, yasaklanarak yada terk edilerek yapılan okuma insanlığa fayda huzur getirmez, getirmemiştir de. İnsanlarda sevap yada günah kavramı olmayınca her şeyi dünyadan ibaret zanneder, amacına ulaşmak için her işi mubah görür.


Cehalet her kötülüğün anasıdır. İslam dini cehaleti ortadan kaldırmak için ilk emri oku olarak bildirmiştir. Ama müslüman toplumlarda cehaleti sempatik hale getirmek için: Bilerek bir yanlış yaparsan iki günah bilmeden yaparsan bir günah alırsın gibi safsatalar müslümanlar arasında bilinçli olarak yayılmıştır. Maalesef doğru olan bunun tam tersidir. Öğrenmediğin için bir günah, yanlış yaptığın için başka bir günah söz konusudur. Diğerinde ise insan öğrenerek sorumluluğunun birini yerine getirmiştir. Sadece yanlış yapmasının günahı vardır. Cehalet her zaman hataya açıktır ama bilgili insan kolay kolay hata yapmaz.


İnsanlar okurken eğitim öğrenim haklarını kullanırken inançlarına uygun bir hareket yada giyim kuşam içerisinde olmalarından daha tabii ne olabilir ki?


Okumayı emreden ayet "Yaradan Rabbinin adıyla oku" buyuruyor. Siz ayetin bir kısmına yasak getiriyorsunuz, ambargo koyuyorsunuz. Allah'ın istediği gibi değil de benim istediğim şekilde oku diyorsunuz.


Allah'ın kulları üzerindeki yetki ve tasarruf hakkını kendinize ait gibi görüyorsunuz. Birisinin yetkisini kullanan kendisini onun ( yerinde ) gibi görmüş olmaz mı ?


Çeyrek asrı aşkın bir zamandır üniversitelerde anlamsız kılık kıyafet yasağı sürmektedir. Üniversiteler yasaklara harcadığı zamanı ve enerjiyi bilime, teknolojiye harcasalardı daha akıllıca olmazmıydı? Bizde ülke olarak bugünkünden çok daha ileri bir konumda belkide muasır medeniyet seviyesine ulaşmış bir konumda olurduk.

Mollalar diye aşağıladığımız, önemsemediğimiz İran bile bugün uzaya uydu gönderdi, nükleer silahlar üretmeyi başardı, uzun menzilli füzeler üretebiliyor. Biz ise nelerle uğraşıyoruz?

Tanklarımızın tamir, bakım ve modernizasyonunu İsrail şirketlerine yaptırıyoruz, Amerikan istihbaratı ile terörle mücadele etmeye çalışıyoruz. Kızlarımız başlarını çenenin altında çatal iğne ile mi, toplu iğne ile mi yoksa düğüm atarak mı bağlasınların tartışmasını yapıyoruz. 18-20 yaşına gelmiş bir insanın neyi giyeceğine, nasıl giyeceğine başkalarının karar vermesi kadar ayıp ve utanç verici bir durum olabilir mi?


Merak ediyorum kölelerin ve cariyelerin kılık kıyafetine efendileri karışır mıydı? Asırlar öncesi kölelere bile reva görülmeyen muameleyi 21. asırda inancı ile okumak isteyen kız çocuklarına yapmak ne kadar medeni bir davranıştır?

Üniversitelerde ki başörtüsü meselesi medyanın en güncel meselesi. Hemen hemen herkes bu konuda bir çok şey söyledi ve yazdı. Kimin ne dediğini burada tekrarlamanın gereği yok. Müslümanlar (İnananlar ) İçin bu dini bir emirdir. İnanmayanlar için hiçbir anlam ifade etmeyebilir. Başkalarını bunun dinin emri olduğunu ikna etmeye gerek duymamalıyız. Onlarda fevkalade neyin ne olduğunu biliyorlar. İnanmayanı inandırmak bizim görevimiz değil ki. Herkes cennete giderse cehennemin ne anlamı kalır?

İnsanın kalbi kararmış, vicdanı kirlenmiş, gözünü hırs, kin ve nefret bürümüşse yapacak bir şey yoktur.  İnançsızlığın mantığı olmaz. Salih (a.s)'ın kavmi kendisine Eğer gerçekten peygambersen şu kayanın dibinden bir deve çıkar o zaman sana inanırız." demişlerdi.

Dikkat ederseniz teklif Salih(a.s)'dan değil kavminden gelmiştir. Normal akılla düşünülürse kayanın dibinden devenin çıkması mümkün mü? değil… Öyleyse bunu gerçekleştiremeyecek mahcup olacak peygamberlik davasından vazgeçecek. Ama Cenab-ı Hakk'ın buna da gücü yeter. Kayadan deve çıktı. İnanmaları gerekmiyor mu? Evet, gerekiyor ama inanmadılar.

İnsanlar inanıp inanmamakta serbesttirler. İnancın kurallarını belirleme hakkı ve yetkisine sahip değillerdir. İnanan insanların inancın gereği olan tesettürden dolayı üniversite eğitimi almalarına engel olma hakkı yoktur. İnsanlar inanıyorsa bu 7 gün 24 saat için geçerlidir.

Almanya ve Japonya ikinci Dünya savaşından kesin ve ağır bir mağlubiyetle çıktılar ama bugün dünyanın ekonomik ve teknolojik bakımdan hatırı sayılır ülkeleri arasındalar. Onların sanayileşmeye ve kalkınmaya harcadıkları zaman ve enerjiyi, biz kendi insanımızla onların inançlarıyla tarihiyle, kılık kıyafetiyle didişmeye harcadık. Bugün gerçek manada Japonya'da kişi başına düşen milli gelir 30 - 40 bin doların üzerindedir. Bizde ise 7 bin dolara yaklaştığı haber bültenlerinde söylenmeye başladı. Bunun büyük bir kalkınma ve gelişme olduğu vurgulandı. Milli gelir kişi başına 7 bin dolar 10 sene öncesine göre sevindirici bir durum.

Yıllardır irticayla yattınız, türbanla uyandınız. Rüyalarınızda kabus gördünüz hayatı hem kendinize hem de başkalarına zehir ettiniz. Kendi vatandaşınızı düşman gördünüz. Sizin gibi düşünmeyen, yaşamayan herkesi öcü gördünüz. Asırlardır insanlığa medeniyet götürmüş ecdadın torunlarının kurduğu bu cennet vatanı dışarıda küçük duruma düşürdünüz.

Rahmetli Özal'ın iktidarda olduğu 80'li yıllarda Bulgaristan hükümeti Türk azınlığa baskı yapıyor, erkeklerin sünnet olmalarını yasaklıyordu. Yasakların kalkması için görüşmeler yapmak üzere Türkiye'den bir heyet Bulgaristan'a gittiler. Görüşmeler esnasında Bulgar heyeti "Biz kendi ırkımızdan, kendi dinimizden olmayan azınlığa sünneti yasaklıyoruz. Siz ise kendi dininizden, kendi ırkınızdan olan, kendi insanınıza farzları yasaklıyorsunuz. Sonra gelip buradaki Türk'lerin üzerindeki yasakları kaldırmaya uğraşıyorsunuz. Siz önce kendi ülkenizdeki yasakları kaldırın derler." Çaresiz bizim heyet geri döner. Bu mahcubiyet üzerine sınırlar açılır. Bulgar Türkleri ülkemize gelirler, umduklarını bulamayınca bir çoğu geri döner.

Tarih boyunca bizim ecdadımız gayrimüslimlere tanıdığı hakkı biz kendi insanımızdan esirgemeyelim. Hak ve özgürlükler herkes içindir.


Başörtüsü ya da türban adına ne derseniz diyin "tesettür" dinin emri olmakla beraber laikliğin de gereğidir.


Zulümle abad olunmaz bu kadar zulüm ve haksızlık yetmeli artık bu mesele tamamıyla ülke gündeminden çıkmalı. Biliniz ki zorla başını açtırdığınız insanlar sizi kapanmaya zorlamayacaklardır.


Başörtüsü dinin emri olduğu gibi affetmek, bağışlamak da dinimizin emridir.


Yasaksız, baskısız, mutlu ve huzurlu yarınlar dileğiyle...

Devamını Oku...

18 Şubat 2008 Pazartesi

Atatürk’ü Anlamak / Anlayamamak!

Bilindiği gibi gündemimiz uzun süredir başörtüsü konusu ile meşgul. Türkiye’de artık neredeyse gelenek haline geldiği üzere pek çok ciddi konunun sloganlar üzerinden tartışılması alışkanlığı bu konuda da kendini had safhada göstermektedir.

Öyle ki; taraftar veya karşı olanların büyük çoğunluğu dayanak olarak ilmi gerekçelerden ziyade bir takım ideolojik ve siyasi söylemleri temel almakta; bu arada toplumsal değerlerimize bilerek veya bilmeyerek hücum edilmektedir ki korkulan toplumsal kutuplaşmanın başlıca sebebini ilk etapta burada aramak gerekecektir.

Tüm bu tartışmalar esnasında Atatürk’ün bu toplum için yaptığı hizmetleri, bu toplum için anlamı ve büyük şans oluşu, buna mukabil ne kadar az anlaşıldığı daha açık biçimde görülmektedir.

Zira Atatürk toplumsal değişimi hedefler ve bu yönde adımlar atarken toplumun değerleriyle çelişecek hiçbir değişikliğe gitmemiştir.

Mesela, bugün bırakın inanç konusu olmasını en azından sosyal bir olgu olarak inanan inanmayan her insanın, özellikle bilim adamlarının, aydınların dikkate almak zorunda olduğu dini, “üniversitelere giremeyecek” bir husus olarak kabul etmek bir yana; dinin sağlıklı biçimde öğrenilmesi için “anayasal manada çoğunluğun” dini olan İslam’ın “Türkçe” tefsirini yaptırmıştır.

Yani anayasada laikliği Türkiye Cumhuriyeti’nin değişmez niteliği olarak oturtan siyasi iradenin başı,  din ve devlet ilişkisinin ayrı olmasından bu iki olgunun çatışmasını veya birbirini görmezden gelmesini anlamamaktadır. Aksine, yanlış manada tekke – tarikat tecrübesi yaşamış ve gayr-i resmi olarak yaşamaya devam eden bir milletin başı olarak, halkın doğru kaynaktan bilgi alabilmesini sağlamayı amaçlamış, bunun için halkın dinin kaynağına “kendi diliyle anlayarak” ulaşabilmesine imkan tanımıştır.

Yine aynı tarihi tecrübenin bir yansıması olarak din eğitimini devletin kontrolüne almayı laiklik ilkesine aykırı bir uygulama olarak değerlendirmemiştir. Zira bugün pek çok “aydının” anlamamakta direndiğinin aksine, yukarıda belirttiğimiz üzere, toplumun dinamiklerinin sağlıklı işlemesi için bu dinamikleri oluşturan unsurların sağlıklı bilgisine ulaşılmasının lüzumunun farkında olmuştur. 

Çünkü din bizim toplumumuzun kültürel dokusunu oluşturan temel taşlardan biridir. Bu doku “yanlış subjektif yaklaşımlar” yani “bana göre”lerle veya bilgisizlikle zedelendiği vakit yabancılaşma, yobazlaşma ve çözülme de beraberinde gelir. Atatürk bunu görerek “sağlıklı ve doğru” bilginin edinilmesi için kapıları pek çok yönden açmış, buna zarar verebilecek kaynakları devlet kontrolü ile bertaraf etmeye çalışmıştır.

Akılcı, bilimsel ve sağduyulu bir yaklaşım başka nasıl olabilir?

Netice itibariyle, Atatürk’ün dolayısıyla Atatürkçü düşüncenin din ve halkın değerleriyle çatışmadığı söylenir. Ancak bunun içi doğru biçimde çoğu zaman doldurulmaz. Bu boşluk sebebiyle de Atatürkçü olmak adına zaman zaman dini unsurlara ve halkın bazı değerlerine karşı “laiklik” endişesi ile yanlış tutum ve söylemler ortaya atılmaktadır.

Halkı rencide etmeden bu tartışmaların sonuca ulaşması için Atatürk’ün “cehalete” karşı açtığı çok yönlü savaşı izlemek, anlamak ve örnek almak, onun bu topluma yaptığı katkıların devamı olacak; böylece Türkiye’nin suni gündemlerden “gerçek” gündemlere geçmesini ve gençlere “çatışma” ortamı değil geleceğe dair “ufuk” verilmesini sağlayacaktır. Hayırlı haftalar…

Devamını Oku...

Okuyucuya Dilekçe

Tarihi tekerrür ettirmemek bir bakıma bizim elimizdedir. Eğer yakın tarihten ders almazsak tarih aynen tekrar  eder. Geliniz Damat Feritlere, Rıza Tevfiklere, Cenap Şehabettin gibi milli mücadeleye inanmamış  teslimiyetçi  isimlere özenmeyelim.  Milli mücadelenin şerefli ve haysiyetli asker, sivil önderlerine özenelim. Büyük Atatürk ve ona inanmış Türk Milletinin emperyalizme karşı milli hareketine selâm duralım.

İzmir’e çıkartılan işgalci Yunan’a karşı “direnmek caiz değildir.

Yunan birliklerinin başarısı için dua edelim” diye fetva vermekten utanmayan bazı din adamlarına değil; Amasya’da ve Anadolu’nun birçok yerinde  Atatürk’ün önderliğindeki milli mücadeleye malı ve canı ile ortak olan, destek veren din adamlarına ve sarıklı mücahitlere özenelim. “İngiliz donanmasına karşı çıkılamaz;  onlar bize medeniyet getirecek”  diyen sözde dünkü bazı aydınlara da özenmeyelim. Bu tip aydınlar dün de vardı; bugün de var,  görevlerini aynen yapıyorlar. Onlar sadece ismen bizden olan  içimizdeki yabancılardır.

Dün bazılarına göre Osmanlının yıkılacağı ve parçalanacağı da bir “paranoya” idi. İzmir’deki Türk komutan Ali Nadir Paşa emrindeki birliklere İzmir’i işgal eden İtilaf Devletlerine  direnilmemesi, karşı konmaması ve gereken kolaylıkların gösterilmesini istiyordu.  Amaç  esef verici olayların yaşanmaması idi. Ama aynı komutan Yunanlı bir işgal teğmeninden tokat yiyeceğinin farkında değildi.

Bugün ise; “AB bizi adam edecek, misyonerlerin faaliyet göstermesinden rahatsız olmuyoruz. Yeni Vakıflar Yasası ile azınlıklar mallarını geri alsa ne olur? Yabancılar gelip ülkemizde vakıf kursunlar, toprak alsınlar,  yabancı sermaye geliyor kötü mü? Reformları AB için değil; vatandaşımız için yapıyoruz” diyenler var. Bu takım Ankara’nın sözde zulmünden kaçarak Brüksel’de şefaat arayan hain ve ahmak takımıdır. Bundan dolayı farklı gruplarla Cumhuriyet ve rejime karşı ittifaklar kuruyorlar ve birliktelik sergiliyorlar. Uşak olmaya hazırlar;  efendi arıyorlar. Aslında efendi de oldukça bol. Ama milli bağımsızlık ve milli menfaatlerden yana, haysiyetli ve şerefli adam olmak, onun bunun maşası olmamak kolay değil…

Bir ülke nasıl batırılırın cevabını  dün Osmanlı borçları veriyordu; bugün de son beş senede yüzde yüz artan iç ve dış borçlara cevap arıyoruz. Yeni Düyun-u Umumiye’lerden (Genel Borçlar) endişe ediyoruz. Dış ve iç borçların karşısında hangi kuruluşlarımız komik bedellerle yabancılara ve onların yerli ortaklarına devredilecek diye düşünüyoruz. Bu satırları okuyanlar Osmanlı’nın son dönemine benzeyen bu ortama sadece son beş senede mi geldik diye sorabilirler. Tabi ki değil; ama son beş senede olumsuz yönde rekorlar kırdık. Her şeyden evvel milli davaları küçümsedik ve sözde çözümsüzlüğü reddettik. AB hayali ile kolumuzu kanadımızı, sakalımızı çenemizden kaptırdık. Şimdi dış politikadan, iktisadi hayatımıza kadar adeta utanç tablolarını unutturmak için olmadık bir şeyle uğraşıyoruz: “Türban ve laik-anti laik maçı…” Anayasa değişiklikleri yapıyoruz. Dış dayatmalara uygun kanun ve anayasalar çıkarıyoruz.  Lagendik isimli bir adam Patrikhanenin Fener ve Balat’taki  genişlemesini malûm fonlarla çözmüş ki; sıra Sulukule ve Suriçine gelmiş. Adam sömürge müfettişi gibi dolaşıyor. Etrafında ise tercüman maskaraları ve sözde bazı yetkililer …

Farklı çevrelerce siyasi bir sorun haline getirilen türbanın doğrusu garip savunucuları var. Dün aşırı solda olup da bugün devşirilenler, milliyetsiz bazı sağ eğilimliler  bu alanda dikkat çekmektedir. Bunlar için esas, ferdin hak ve hürriyetleridir. Her türlü kural ve kanun esaret zinciri gibidir. Devletsiz  ve toplumsuz, otonom fert arayışı içinde olan,  devletle ve rejimle  kavgalı, Cumhuriyete numara takma meraklısı bu grup sadece türbanı değil; Ermeni sorunundan, bölücü ırkçı teröre, Kıbrıs’tan milli güvenlik sorunu haline gelen AB’ne, milliyetçiliği redde kadar anti-devletçi ve anti-Türk bir çizgidedirler.  Önemli olan rejimin ve devletin tartışılması ve sorgulanmasıdır.  Her konu bu yolda kullanılabilir. Türbana destek bundandır. Dün Osmanlı’yı teokratik, gerici ve istilacı  bulanların, bugün sözde Osmanlı’yı savunarak milli ve üniter yapıya  karşı çıkmaları, milli kimliği reddetmeleri ibretle izlenmelidir.

Devamını Oku...

17 Şubat 2008 Pazar

Korku ve Ümit Arasında

İnsanlık tarihi boyunca dile getirilmiş çok sayıda zıt kavramlar var:
İyi- kötü, güzel- çirkin, doğru- yanlış, tek-çok, aydınlık- karanlık, hareketli- hareketsiz, korkak- cesur, namuslu- namussuz, fedakâr- bencil…

İnsan karakter ve davranışlarını ifade eden zıt kavramların, aynı insanda az veya çok bulunabildiği ve sürekli bir çatışma halinde olduğu görülmektedir:

Bir fareden bile korkan anne, yavrusunu korumak söz konusu olunca kaplan gibi yırtıcı ve cesur olabilir. Bencilliği ile tanınmış bir insan, sevdiği kişi veya kutsal bildiği bir kavram uğruna hayatını bile çekinmeden verebilir. Suç makinesi bir katil, bir yetim veya yoksula karşı çok merhametli olabilir.

“Korku ve ümit” de bu tür zıt kavramalardan. İslam öğretisinde, “kâmil mümin” yani olgun Müslüman’ın sıfatlarından biri, korku ile ümit (havf ve reca) arasında olmaktır.

Havf, tatlı bir korku: Allah’ın celâl, kibriya ve azameti karşısında haşyet duyma... Reca ise zevkli bir ümit: Onun lütuf, ihsan ve kereminden daima ümitvâr olma...”

“İnsan ruhundaki bu aralıksız değişme, bu fasılasız dalgalanma ona apayrı bir güzellik kazandırır. Onu meleklerin üstünde bir konuma çıkarır.”

 “Korku ve ümit arasında olma” halinin en güzel ifadelerinden biri Hazreti Ömer’e ait: Eğer gökten; "ey insanlar, biriniz hariç hepiniz cennete gireceksiniz" diye seslenilse, hariç tutulan o şahsın ben olmamdan korkarım. Şayet birisi de; "ey insanlar, biriniz hariç hepiniz cehenneme gireceksiniz" diye seslense istisna edilen o şahıs ben olabilirim diye ümit ederim.

İnsanlar yaşadıkları ömür süresince ahiret için hazırlanırlar. Önlerine konulan emir ve yasaklara uymakla imtihan edilirler. Bildirilen helâller ve haramlar; doğru ve yanlışlar arasında tercih yapmak durumundadırlar.

“Hayırları işlemek amel-i salih, şerlerden kaçmak ise takvadır. Amel-i salih işlendikçe reca kapısı, takvada ilerlendikçe havf kapısı açılır. Her iki kapıdan da aynı neticeye erilir: Cennet.”

Allah, sıfatları arasında bildirildiği gibi, hem Gaffar’dır, hem de Kahhar. Bağışlaması da vardır, kahrı ve perişan etmesi de. Bunun içindir ki mümin korku ile ümit arasında olmak zorundadır.

“Kur’an-ı Kerim’de bir kısım âyetler, mü’mini Cennetle müjdelerken, bir kısmı da isyan edenleri Cehennemle tehdit ediyor. Bu ayetler de insanı bir havfa bir recaya sevk ederek olgunlaşmaya zorluyor.

Korku ve ümit arasındaki olgun Müslüman, Allah’ın lütuf ve ihsanı ile şımarmaz, yaptığı iyi işler ve ibadetlerine güvenmez. Yaptığı kötü işler ve günahlar için pişman olup, tevbe ve istiğfar eder, yani bir daha işlememeye karar verir.

Kâmil İnsan, başına gelen olumsuzluklardan sonra, nefsinin sürekli isyana teşvik eden çağrısına karşı, büyük bir tevekkülle “mademki Hak’tan geldi, hoş geldi safa geldi” diyebilen bir razı olma hali gösterir. “Kahır ve lütuf onda rıza olarak birleşirler.”
O, Allah resulünün beni ihtiyarlattı dediği: "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol." (Hud, 11/112) ayetini yaşayan, doğru değil, dosdoğru insandır.

Buraya kadar anlattıklarımızı en güzel şekilde özetleyen Fatiha suresinin, namazların her rekâtında okunması tesadüf değil:

1. Rahmân (ve) rahîm (olan) Allah'ın adıyla.
2. Hamd (övme ve övülme), âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur.
3. O, rahmândır ve rahîmdir.
4. Ceza gününün mâlikidir.
5. (Rabbimiz!) Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden medet umarız.
6. Bize doğru yolu göster.
7. Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu; gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil!

“Havf ve reca arasında” geçen bir ömür sonunda, korkularınızın değil ümitlerinizin gerçekleşmesini diliyorum.

Devamını Oku...

Din Adına Ahkam Kesmek

Ülkemizde uzun zamandan beri bir yanlışı yaşamaktayız. Bu yanlış son aylarda giderek vahimleşmeye başladı. Bu yanlışta din adına dini tahsili olmayan insanların demeçler vermesi, tartışmalara katılması ve yazılar yazmasıdır. Aynı yanlışlar televizyon, gazete ve dergilerden başka internet dünyasında da var. Bu tartışma nedense Hıristiyanlık ve Musevilik veya herhangi bir başka din hakkında yapılmıyor. Müslüman olan da olmayanda İslam dini hakkında fetvaya soyunmuş. Bir taraftan siyasiler laiklik adına demeçler verirken, diğer taraftan Kur’an daki örtünme ayetini tefsir etmeye uğraşıyorlar. (Örneğin sayın Deniz Baykal’ ın ayetteki hımar kelimesi hakkında ahkam kesmesi gibi).

Siyasiler gerginliğin dik alasını üretirken toplumda gerginlik yaratılıyor diye şikayette bulunuyorlar. Güya tehlike haberi veriyorlar. Aslında yapılan tamamen kıyamet senaryosu üretmekten başka bir şey değildir. İnsanların baş örtüsü diye bir sorunu yokken özgürlükler adına yapılmak istenen düzeltmeler dolayısı ile kıyamet kopartılıyor. İhtilali bile çağrıştıran cüretkar ifadeler kullanmaya tenezzül ediliyor. Bunların tamamı din adına yapılan fakat dinle uzaktan yakından bir ilgisi olmayan saçmalıklardır.

Sonuçta herkes ölüp musalla taşına yattığında imama ihtiyaç duyacak. Neden kimse “cenaze namazına gerek yoktur. Kuran da cenaze namazı yoktur. Benim namazımı kılmayın” demez? Neden bu konuda İslam’ın usulüne teslim olunur ve namaz kılınmadığı zamanda vaveyla koparılır. Neden erkekleri sünnet yapmaya özen gösterirler? Sünnet de Kuran da yoktur. Ne cenaze namazı 5 vakit namaz gibi farzdır. Ne de erkeklerin sünnet olması farzdır.Sünnet peygamberimizin sözüdür.. Farz olmadığı halde İslami kurallara soğuk bakan kadınlar bile evlenmek için erkeğin sünnet olmasını şart koşarlar. Bu konuda laik-anti laik tartışması olmaz

Kuran da olmayıp sünnet olan, icraatta ise farz gibi hiç ihmal edilmeyen konular problem olmazken Kuran da olduğu halde sadece baş örtüsünün tartışılmasını ve  laikliğe aykırı yorumlanmasını kimseye anlatamazsınız.. Bu bir siyasi simge değil, aksine siyasi simge haline getirilmeye çalışılarak  kadın üzerinden yapılan bir siyasi mücadeledir. Gerisi bahanedir. Bu konu baz alınarak hiç dinle ilgisi olmayanlar, hatta “ben ateistim” diyenler bile kuran ayetlerini abuk sabuk sitelerin yazılarından iktibaslar yaparak yorumlamaya başladılar. Bu ithal bir akımdır. Amerika tarafından yönlendirilen bir akımdır.

Amerika’da “gerçek kuran” adıyla yeni bir kitap hazırlandığı biliniyor. İncil,Tevrat, Kuran karışımı bir şey. ”Papanın adıyla diye başlıyor”. İslam dinin mensuplarının çoğunlukta olduğu ülkelerde dağıtıyorlar. Yakında ülkemizde de dağıtmaya başlarlar. Bu kitap ılımlı İslam projesinin, başka bir deyişle Büyük Anadolu projesinin bir parçasıdır. Hedef İslam dinini yok etmektir. Çünkü dünyada Hıristiyanlık giderek çöküyor. İslam yükseliyor. Bir bardak suda koparılan fırtınanın arkasında bu proje vardır. Bu tartışmalar  bazı aklı evvellerin önüne atılan bir yemdir.

İnsanların dini duygularını hedef alarak meslekleri olmadığı halde İslam konusunda dini yorumlar yapanlar İslam dinine mensup olanların özgürlüklerine ve haklarına müdahale etmektedirler. Bir anlamda da yukarıda bahsi geçen projeye hizmet etmektedirler. Ayrıca dini siyasallaştıran bir kısım siyasilerdir. Din üzerinden siyasi çıkar elde etmeye çalışanlar kapasitesi olmadığı halde tesadüflere bağlı olarak bu mevkilere gelebilmiş siyasilerdir.

Ülkenin dağ gibi meselelerine kayıtsız kalırken, bir örtü yüzünden sokaklara dökülenler yerlerini ancak siyaset sayesinde koruyabileceklerine inananlardır. Bir çoğu hakkı ile o mevkilere gelmiş değildir. Nerede ise hepsi sanki birer din adamıdır.

Bir ilim adamının, kariyer yaptığı konu hakkında söz sahibi olduğunu iddia etmesi gerekirken bazı ilim adam sanki birer ilahiyatçıdır. ele hele konuşmalar arasına “Ülkenin kırk yıllık kazanımları” tabirini eklemeleri yok mu,insan iyice üzülüyor. Bunların çocukları ve torunları yıllar sonra babalarının veya dedelerinin bu tavır ve söylemlerinden utanç duyacaklardır. Tarih bunları yazacaktır. Yaşayan görecektir.

Soruyorum onlara, kırk yılda özgürlükleri çoğaltacağına özgürlükleri kısıtlamayı mı öğrendik? Kırk yılda iki ihtilalden başka ne kazandık? Ülkemizi dünya klasmanında ön sıralara mı taşıdık? Ekonomide sürünmekten, ilimde kopyacılıktan mı kurtulduk? Keşifler mi yaptık? Aksine sadece günümüzü gün ettik. Fırsatını bulduğumuzda kendimize yonttuk. Avantalarımıza ve makamlarımıza halel gelmesin diye yollara döküldük.

Kimse bunları yutmuyor. Halkımız din cahillerinin din hakkında ahkam kesmesine çok bozuluyor. Aynen bende bozuluyorum. Azı hariç, bir çok ilim adamı ve siyasi gözümde küçülüyor. Giderek toplumda benim gibi düşünüyor.

Devamını Oku...

15 Şubat 2008 Cuma

Başörtüsüyle Sorunları Örtmek

Sorun örtmek ve ötelemekte oldukça mahir bir toplumuz. Koskoca bir seçim dönemi bile “Çankaya / Türban” ikileminde geçti gitti. Bu ülkenin açları, işsizleri, yoksulları, dulları, yetimleri, garipleri, gazileri ve onların derdi – sıkıntısı örtü altında kaldı. Afganistan, Çeçenistan ve Filistin’deki Müslümanların perişanlıkları da örtülerek kapatıldı. Hele hele her gün onlarcası vahşice katledilen komşumuz Irak’ın mazlumları tamamen örtü arkasında kaldılar.

Beğenmediğimiz Malezya’nın ihracatı Türkiye’nin tam 1.5 katı. Beğenmediğimiz İran, uzaya uydu fırlatabilen 11. ülke oldu. Dünyanın 8. harikası bir muhalefetimiz var. Sanki egemenlik, ekonomik teslimiyet ve yolsuzluk sorunu yokmuş, dış politikada ‘politikasızlık’tan başka bir yol kalmış gibi varsa yoksa kılık – kıyafet kontrolörlüğü. Bir zamanlar askeri cihetten de sivil üniforma çalışmaları yapılırdı. Sonra; Kırmızı Çizgiler, Çuval ve Kandil üçgeninde söylenecek söz kalmayınca susuldu. Sağolsun, üniversitelerimiz de bilim hariç her işle meşguller.

Atatürk’e atfedilen güzel bir söz var; “Vatanını en çok seven işini en iyi yapandır.” Acaba kötü gidişimiz, üstümüze düşenleri yapmayıp da üstümüze vazife olmayanları yapma alışkanlığımızdan mı?

Başörtüsü diye bir sorunun varlığını bile abes. TBMM’deki siyasal çoğunluğun mutabakatıyla başlayan gelişmeler neticelendirilmeli ve basit bir hak talebinin toplumu ayrıştırma aracı gibi kullanılmasına izin verilmemelidir. Başörtüsünden birkaç iktidar daha planlayanların elinden de bu siyasi istismar argümanı alınmalıdır. Dahası başörtüsü üzerinden din ve mukaddesat düşmanlığına da son verilmelidir.

Dünya üzerinde büyük oyunlar oynanıyor. Özellikle Avrupa’da Haçlı ruhu ve Ortaçağ adetleri adeta ihya ediliyor. Almanya’da ara ara gördüğümüz ‘insan yakma’ kepazeliğini nefretle lanetliyoruz. Neredeyse olayı örtmeye çalışan Alman Hükümetini de kınıyoruz. Alanya’da bir Almanın burnu kanasa sekiz sütuna manşet olurdu, yetmez Türk Dışişleri’nden özür beklenirdi. 10 canımız gitti, adamlar nerdeyse pişkinliğe vuracaklar.

Asıl içimize değil de dışımıza bakalım. Belçika, bir teröristi resmen salabiliyor. Yarın-öbür gün Belçikalı heyetler gelip Güneydoğu’da insan hakları ihlalleri bahanesiyle adalet dersi vermeye de gelebilirler.

Birbirimizi sevmiyoruz. Kasabının bıçağını yalayan koyun gibiyiz. Bu kadar içe kapanacağımız yerde ‘çağdaş uygarlık’ adına ne yapıp yapmadığımız sorgulasak nasıl olur? Yoksa yağmurda boyalarımız ve foyalarımız mı dökülür? İnsan bari ideolojisinde samimi olur. Tabi bulunduğu yerin idrakine varmışsa.

Devamını Oku...

"Kırmızı Başlı Horoz"un Katilini Bulmadan Olmaz

Öykücüğü duyanlarımız olmuştur: Eski zamanlarda, sakinlerinin huzurlu yaşadığı bir köy varmış. Bir gün, köylülerin “kırmızı başlı” diye sevdiği horoz öldürülmüş. Herkes “Yazık oldu, sevimli horozdu.” derken köyün yaşlı ninesi: “Kırmızı başlı horozun katilin bulun.” diye günlerce feryat figan etmiş. Bazıları, nineyi küçümseyerek: “Ne çok gürültü yaptı, bir horoz için.” diye dedikodu yapmış. Bir süre sonra köydeki kınalı kuzu öldürülmüş. Köylüler nineye ne yapmak gerektiğini sormuşlar. O da: “Kırmızı başlı horozun katilin bulun.” demiş. Köylüler: “Ölen kuzu, horozla ne ilgisi var?” deyip nineyi ciddiye almamışlar. Sonra sarı öküz öldürülmüş. Köylüler, yine nineye fikrini sorunca nineden: “Kırmızı başlı horozun katilini bulun.” cevabını almışlar. Köylüler ninenin bunadığına kanaat getirmişler. Sonra doru tay öldürülmüş. Köylüler: “Bu kadarı fazla.” demişler. Köylüler doru tayın katilini bulmaya çalışırken başka bir felaket yaşanmış. Köyün bir delikanlısı öldürülmüş. Bunu başka cinayetler izlemiş. Nine her seferinde: “Kırmızı başlı horozun katilini bulun.” diyormuş.

Ülkemizde yaşanan siyasi olayları, çevremde yaşananları, kendi yaşadıklarımı değerlendirirken “Kırmızı Başlı Horoz” öykücünü hatırlıyorum. Öykücükte geçen bilge bir nineye sahip olmadığım için hayıflanıyor, olduğu zamanlarda onu dinlemediğim için de pişmanlık duyuyorum.

Kırmızı Başlı Horoz’un öldürülmesine biz “kırılma noktası” diyoruz. Kırılma noktasından sonraki süreç hep aleyhimize işliyor. Dilimizdeki “kediyi bacağından ayırmak”, “atı alan Üsküdar’ı geçti”, “ok yaydan çıktı” deyimleri de aynı durumu karşılıyor. Sosyal varlık olarak, hepimizin bir “kırmızı başlı horoz”u olmuştur ve bu horoz öldürülmüştür. Nine gibi bilge bir tavırla katili bulma konusunda ne kadar ısrarcı olabildik?

İşlediğimiz ilk suç, ilk günah; içtiğimiz ilk sigara, alkol; yaptığımız ilk tembellik, boş vermişlik; kırmızı başlı horozun öldürülmesidir. Kaçımız geriye dönüp bu kötü eylemlerden vazgeçti ve katili öldürdü? Bireysel hayatımızı genişletip toplumsal hayata girdikçe, kapsama alanımızı artırdıkça kırmızı başlı horozlarımız da fazlalaşıyor. Kişisel niteliklerimizin yanında her bir insan ve onun nitelikleri, her bir olay ve onun getirdiği zorluklar, her farklı düşünce ve onun nüansları birer kırmızı başlı horoz oluyor. Kırmızı başlı horozların çokluğu, yükümüzü artırıyor. Horozlar dövüşü çok kere bizi çileden çıkarabiliyor. Her horoz, orkestradaki bir enstrüman. Orkestra enstrümansız olmuyor. Bozulan her enstrüman, öldürülen her horoz, sağlanan ahengi altüst ediyor. Ahenksizlik istemiyorsanız ya horozu yaşatmayı bileceksiniz ya da horozu öldüren katili bulmakta cesur, yetkin ve kararlı olacaksınız.

Evin annesi, babası; işinizin yöneticisi olabilirsiniz; öğretmen, siyasetçi, bürokrat olabilirsiniz; kapsama alanınızda pek çok insan bulunuyordur. İşin sağlıklı yürümesini bozacak, dengeleri yıkacak, hedefinize ulaşmanızı engelleyecek her davranışa göstereceğiniz hoşgörü ve acizlik, kırmızı başlı horozun öldürülmesidir. Bunu, kınalı kuzunun, doru tayın öldürülmesi, köydeki yiğitlerin katledilmesi takip edecektir. Bu kaçınılmazdır.

“Benim için, öykücükteki gibi kırmızı başlı horozun, kınalı kuzunun, doru tayın, yağız yiğitlerin önemi yok, dolayısıyla katilden endişe etmeme de gerek yok” diyenler olabilir. Bunlar, hayatlarında hiçbir değere sahip olmayanlardır. Köyü güzelleştirenler, bu varlıklardır. Köyü güzelleştiren varlığı yani hayatını zenginleştirecek kutsal değerleri olmayanların bir uğraş içinde olmasının, siyaset yapmasının, sonuç olarak, yaşamasının da bir anlamı ve gereği yok. Varlığımızı anlamlı kılan, hayatımızı renklendiren, eylemlerimizi kutsallaştıran kırmızı başlı horozlarımızı yaşatmak, onlara musallat olanları bertaraf etmek, başlarına bir hal gelirse katillerini bulmak, yok etmek zorundayız.

Herkes kendine baksın. Ben, her katliamdaki hoşgörümün gaflete dönüştüğünü, megalomanlığımın da bilge nineyi dinlememe engel olduğunu itiraf etmek zorundayım. Kırmızı başlı horozu yaşatanlar ya da onun katilini yaşatmayanlar gemisini yürüten kaptan oluyorlar. Siz hangi geminin kaptanısınız?

Devamını Oku...

Türban Kısır Döngüsü

Önce Boğazlıyan Kaymakamı rahmetli Kemal Bey’in kızı Müşerref Gürenci’ye Allah’tan rahmet diliyorum. Bu hafta kaybettiğimiz ve Türk Milletine emanet olarak bırakılan değerlerden biri olan rahmetli Müşerref Gürenci’den çoğu kimsenin haberi yoktur. Ermenilere kötü muamele yapılmasını engelleyemediği iddiasıyla, işgal güçlerinin baskısıyla 10 Nisan 1919’da Beyazıt Meydanı’nda idam edilen rahmetli Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’i acaba kaç kişi biliyor? İzmir Vali ve Belediye Başkanı’nın cenazeye katılması ayrı bir anlam taşımaktadır.

Dün olanlar bugün de tekerrür etmektedir. Dün Kaymakam Kemal Bey dahil birçok kamu görevlisini idama götürenler, bugün de dayatmalarını sürdürüyorlar. Bugün de garip suçlamalarla insanlar özgürlüklerinden oluyor, el altından iddianameler dolaştırılıyor, devlete karşı açılan psikolojik savaş milli devletten ve üniter yapıdan yana olanlara yöneliyor. Şemdinli tezgahı devam ettiriliyor. DTP’li bir milletvekilinin TBMM amblemli arabası kullanılarak uyuşturucu kaçakçılığı yapıldığı basında yer alıyor. Bölücü terör örgütü ile ilişkili uyuşturucu çeteleri ile uğraşmak yerine dikkat dağıtılıyor.

Türban ve laik-antilaik maçı yine başladı. Bu öyle bir maç ki; bir türlü bitmiyor. Siyasi nitelikli türban tartışmaları bazı gerçekleri örtüyor. Ne zaman türban tartışılsa, endişe duyarım. Ardından bir takım dışarıya verilen tavizler gelir. Her işe karışan ABD Büyükelçisi “Bomba atmakla bu iş sonuçlanmaz; siyasi çözüm de gerekir” diyor. Malum 301. Madde ve milli kimliksizleştirilmiş bir Türkiye için hazırlanan sözde sivil Anayasa taslağı gündemde. Özellikle İstanbul’da nokta veya bölge yabancı egemenlikler doğuracak bir Vakıflar Yasası dış dayatmalarla çıkarılmaya çalışılıyor. 11.000 civarında arazi ve mülk el değiştirecek. Birleşik Kıbrıs ve KKTC’den dolaylı olarak vazgeçme senaryoları ortada. Hayali bir AB üyeliği kozu bir tehdit olarak kullanılıyor. Belki bir 10-15 sene daha AB üyeliği tartıştırılacak. Bu da türbanın bir başka çeşidi…

Türkiye, fikri derinliği olmayan, slogan ve şekil tartışmalarını artık aşmalıdır. Ülkemiz bir kısır döngü gibi süren radikal laikçi (hatta bir bakıma seküler), halkın değerlerine yabancılaşmış bazı aydınlarla; ezilmişlik ve baskı görmüş olmayı koz olarak kullanan, Cumhuriyeti içine sindirememiş, Müslüman’ı devşirme ve İslâm’ı yozlaştırma peşindeki ve Cumhuriyetten rövanş almak isteyenlerin çatışma alanı olmaktan çıkarılmalıdır. Sorun, yeni sorunlar yaratmayacak şekilde çözülmelidir.

İnanıyorum ki; büyük çoğunluk bunu istemektedir. İslâmcı ve muhafazakâr olmayan bir yönetim şeriatı getiremez. Kaldı ki İslâm, belirli bir siyasi devlet düzeni de dayatmaz. Kimse korkmasın. Türkiye istese de İran gibi olamaz. Her iki ülke arasında çok önemli sosyal yapı ve İslâm’ı anlama farkları vardır. Bu kısır tartışmalar mutabakatları zayıflatmaktadır.

Bildiğimize göre; İslâm’da ve Kur’an-ı Kerim’de mahrem ve ziynet yerlerini örtme esası vardır. Ancak, bu türban veya başörtüsü ile ifade edilmemiştir. Ancak, ölçü sadece gelenek-göreneği bir tarafa atarak; Kur’an-ı Kerim’de var mı, yok mu tartışmasına da götürülmemelidir. Sosyolojik gerçekleri göz ardı eden bazı hukukçular gibi bazı İlâhiyatçılar da, sosyal boyutu dışlayarak normatif ve soyut değerlendirmeler yapmaktadırlar. Eğer bu eksikliğimizi görmezsek; “Ramazan davulu da İslâmi değil” deriz. “Mevlide gerek yok, Kur’an okuyoruz” yanlışlarını ileri sürebiliriz.

Cumhuriyete ve anayasaya bağlı olanlar, rejime karşı “karşı kültür” alanları açıcı oyunlara gelmemelidirler. Soroscu vakıflar ne zamandan beri Atatürkçü ve Cumhuriyetçi oldular? Cumhuriyet Mitinglerinin sonuçta kimlere yaradığı ve kimler tarafından kullanıldığını göz ardı edemeyiz.

Türkiye’nin laiklik anlayışı anayasada yer alır. Bu anlayış Fransa’da olduğu gibi “Ben senin işine, sen de benim işime karışma” şeklindeki bir kilise- devlet anlaşması değildir.  Laiklik, sanki İslâm’a alternatif bir din gibi de anlaşılmamalıdır. Her türlü taassuba sapma yanlıştır.

Devamını Oku...