19 Aralık 2007 Çarşamba

“Hazan Mevsiminde Bağdat”


Bir şiir okudum; nabzım değişti, tansiyonum yükseldi. İçimde dolaşan bomba yüklü intihar kamyonetleri birbiri ardı sıra patladı. Ciğerim cesetler dağılmış pazar yeri gibi oldu. Yürüdüm Felluce, durdum Tuzhurmatı. Sonra şairin dediği gibi; ‘Kalktım ağladım, yattım ağladım.’




“Hazan mevsimidir

Gözünün görebildiğince kan rengidir Bağdat

Henüz dağlara namı düşmemiş

Ebabil bakışı, İbrahim yüreği

Henüz Batı, batısındadır ve batılındadır aşkın

Hala sırtlan kümesidir”




‘Ümmetim az güler’ buyurmuş Resul. Düşündüm de ben hangi bedenin uzvuyum. Ne acı hissettiğim var ne de kardeşlik hassasiyetim. Gözlerim borsa körü, kulaklarım futbol yorgunu, dilim magazin bulaşığı. Oh ne güzel, ful otomatik kul.




“Hazan mevsimidir

Kabillerin ihtirası yırtmıştır Peygamber mirası geleceği

Özgürlük ehl-i beyt’in tepesine inen bombadır

Yanardağdır alevi yosunlaşmış yüreklerde

Fatıma’nın çığlığı desibel üstüdür

Duyulmaz zikir meclislerinin zevk-i aşkından

Feryad-ü figan

Amerika üssü hala kuzey zihnimizdedir”




Başım döndü, midem bulandı. Huzuru ve alışkanlıkları kusmak istedim. ‘Ya görevin nedir, senin görevin?’ Dostlar değil düşmanlar iyi günde olsunlar, biz de çevre sorunlarına nasıl çözümler üretebileceğimiz geyikleyelim. Allah kalbini temiz tutana madalya veriyor ya..




“Hazan mevsimidir

Ölen, düşen, kirletilen Müslüman değil

Sünni, Şii, Kürt yada Araptır

Zalimler müttefiktir stratejik, mümin dolar zengini

Allah’ını, Peygamberini seven, hoşgörülü

Patrikhane ikinci adresimizdir”





Nicedir gırtlağımda muşta gölgesiyle dolaşıyorum. Beynimin guddelerine batıp çıkıyor cam kırıkları. Bizim ‘deli’ diyeceğimiz sahabeler bizi görüp görüp ‘bunlar Müslüman değil’ diyorlar rüyalarımda. Kâbuslara sarıla sarıla uyuyorum. Lakin uyandığımda eski tas, eski hamam..





“Hazan mevsimidir

Başını örtmek için yürüyenlerin

Başı kesilenler için sustuğu demdir

Kadının sesi şarkı söylerken namahrem

Irzına geçilirken elemdir

Nice kandiller gelir geçer de Davudi hafızlar dilinden

Zalime beddua okumak ardır

Uzuvları kopmuştur müminlerin

Narkoz yirmiiki ayardır”




Tüm işletim ayarlarım bozuk. Asabım tavan yapmış durumda. Ama tabanların da tabansızlık yarışında.. Haçlılar ve Moğollardan sonra 3. kıyamet Amerikan köpekleri. Kuduz hayvanlardan daha azgın ve tarihin tüm sadistleri ile şeytanı gölgede bırakacak eşsiz bir zulüm. Gelmiş geçmiş en büyük felaket; Allahın Belası Devlet’.



“Hazan mevsimidir

Zalimlerin ve mazlumların sarayıdır Bağdat

Bir Genç Osman hatırası

Bir evlad-ı Resul yasıdır

Annenin çocuğa son bakışıdır bir milyon

Sevdaların ırzına geçildiği ilk masaldır

Müminin zalimle imtihanı

Tarihin kana ve kancıklığa boyanmasıdır”






İnsanlığımdan istifa etmek istiyorum. Mütedeyyinlik boş laf, muhafazakârlık angarya.. Ruhumuzu ‘Buzda Dans’ ateşinden korumaktan aciziz. İslam Dünyası 1,5 milyarın üstündeyse Hz. Muhammed niçin garip, niye yalnız? Nerede kınayanın kınamasından, kâfirin topundan–güllesinden, kervanların rantından ve dünyalık saadetlerinin kaçmasından korkmayanlar? Yok mu Bedir Ashabı’nı seven?




“Zırhını çıkarmadı Allah Resulü

Namazını kılmadı

Bir ihanet, bir feryat duyulmuştu

Beni Kureyza`dan

Gün namus günüydü”




Kusura kalma ey Nebi, yeminlerimizi yedik. Ümmetinin namusuna bile sahip çıkamadık. Camilerimizde ismin var ama bizim cismimiz cisim değil. Bağışla Allah`ım, emanetini taşıyamadık. ‘İçimizdeki beyinsizler’ güruhunu kalabalıklaştırdık., Kurusak da, çoraklaşsak da duamız kadar hükmümüz vardır. 5 vaktin hatırına; “Ente Mevlana, fensurna alel kavmil-kâfirin! Amin.”



Of Feyzullah Hoca’m of.. Karşıki dağlar sırtımda, kalemin kılıç formunda. Bir şiirini okudum dudaklarım kurudu, nabzım değişti. Sen yaz, dünyam değişsin.



Söze selam!



Not: “Hazan Mevsiminde Bağdat”, Feyzullah Divli’nin son şiiridir.




17.12.2007

Devamını Oku...

Bir Törenin Ardından


Geçtiğimiz Cumartesi akşamı birkaç aile Kocaeli Aydınlar Ocağı Başkan Vekili Eczacı Selçuk Arslan ağabeyimizin misafiriydik. Amacımız bu ağabeyimizin mutfak konusunda ne kadar beceri sahibi olduğunu yerinde görmekti. O akşam ben buna bizzat şahit oldum. Ancaaak yengemiz hanımefendinin de hakkını yememek lazım… Yengemiz hanımefendi bu konularda her zaman tam bir usta ve iyi bir ev sahibi. Yemekler o kadar lezizdi ki şimdiden tekrarını ne zaman yiyeceğiz diye düşünmekten kendimi alamıyorum.




Ertesi gün, bir büyüğümüzün konuğu olarak İstanbul Grand Cevahir Hotel’deki Amasyalılar Vakfı’nın Altın Elma Ödül Törenine katıldık. Biliyorsunuz davete icabet etmek Peygamber Efendimizin sünnetindendir.




Amasyalılar Vakfı Başkan Yardımcısı Doğan SOFRACIOĞLU’nun takdimiyle kürsüye çıkan vakfın genel başkanı Muammer ÜLKER, her yıl Amasya İli’nin 5 farklı özelliğini ele aldıklarını, o yıl o özellikleri ön plana çıkardıklarını belirtti. Bu yıl ise, nöro psikoterapi alanındaki hizmetlerinden dolayı Prof. Dr. Nevzat TARHAN’ı altın elmayla ödüllendirdiklerini, Amasya’nın okuma - yazma oranı bakımından bilhassa kız çocuklarında ülkemizin ilk sıralarında bulunduğunu, bir şehzadeler şehri olduğunu ve Amasya’nın iki kere devlet kurmuş bir vilayet olduğundan bahsetti (1400 lü yıllarda Çelebi Mehmet zamanında Osmanlı’nın ikinci kez kuruluşu ve 22 Haziran 1919 da yayınlanan Amasya Tamimi ile Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin atılışı). Amasya’da 1400 lü yıllarda akıl hastalarının oradaki bimarhanelerde tedavi edildiğini hatta musikiyle tedavinin ilk bu bimarhanelerde yapıldığından bahsetti.



Muammer beyden sonra kürsüye çıkan Amasya Belediye Başkanı İsmet ÖZARSLAN ise, gurbetteki Amasyalıların küçük küçük dernek ve vakıflara bölünmemelerini, böyle bir federasyon çatısı altında olmalarından mutluluk duyduğunu, birlik, beraberlik ve dayanışmanın olduğu yerde başarının da arkasından geleceğinden bahsetti. İş adamlarından doğdukları yerlere sahip çıkmalarını, yatırım yapmalarını ve gurbetteki Amasyalılardan yılda en az bir kere Sıla-i Rahim yapmalarını istedi.



Peygamber Efendimiz bir hadislerinde “sıla-i rahim ömrü uzatır” diye belirtmektedir.


Belediye başkanı konuşmasına devamla, bakanlık, milletvekilliği yaptığını şimdi de belediye başkanı olduğunu ancak mevki, makam ve koltukların gelip geçici olduğunu “baki kalan gök kubbede hoş bir seda “ misali kişilerin yaptıkları hizmet ve eserleriyle anılacaklarından güzel bir şekilde bahsetti. Hemşerilerini iline hizmet etmeye yeni yatırımlar yapmaya davet etti. Daha sonra kendisine ödülünü vermek üzere, lise yıllarından öğretmeni kürsüye çağırıldığında, öğretmenine karşı gösterdiği tevazu ve öğretmeninin de öğrencisini kürsüde onore etmesi görülmeye değerdi.



Amasya Valisi Celalettin LEKESİZ ise, dünyada küresel rekabetin çok yoğun olduğu bu dönemde, final projelere odaklandıklarını, tarımda bilhassa elma yetiştiriciliğinde Amasya’yı zirve yapmak istediklerini, 450 milyar dolarlık mermer yatak rezervlerini aktif hale getirmek istediklerini, çok zengin bir tarihi mirasa sahip Şehzadeler Şehri Amasya’da kültür turizmini canlandırmak istediklerinden bahsetti.



Daha sonra ödülünü almak üzere kürsüye gelen Prof. Dr. Nevzat TARHAN ise, nöropsikiyatri alanındaki son gelişmeler hakkında bilgi verdi. Geçmişte uygulanan musikiyle tedavi metodunu, son bir yıldır kendi hastanelerinde, TRT sanatçısı Dr. Adnan ÇOBAN yönetiminde başarıyla uyguladıklarından bahsetti. 1400’lü yıllarda beynin bir bölgesine sıcaklık vermek suretiyle akıl hastalarının da tedavi edildiğini , “kafa ütülemek” sözünün buradan geldiğini ve bu sözün de Amasyalılara ait olduğunu Nevzat TARHAN hocanın ağzından duymuş olduk.




Ödül töreninden sonra, belediye başkanının yöresel ikramını tattık. Bilhassa tatmak zorundaydık. Çünkü önümüzdeki yaz aylarında Amasya’ya bir gezi planlıyoruz. Amasya’nın damak zevki konusunda neyi meşhurdur bilmemiz gerekiyor. Gerçi bu konularda uzman ağabeylerimiz var ama fazla bilgiden zarar gelmez kanısındayım. Buradaki amacımız, tattığımız leziz yiyecekleri, gezi kafilemizin istifadesine sunup azami derecede faydalanmalarını istiyoruz. Yoksa başka bir niyetimiz yoktu. Bu böyle biline…



Amasya İli’nin tüm yöneticilerini, geçmiş tarihlerine sahip çıkmaları ve bunları halkın istifadesine sunma gayretleri ve vilayetlerini daha üst noktalara taşıma azimlerinden dolayı kutluyorum.


Diğer vilayetlerimize de örnek olması temennisiyle…



17.12.2007

Devamını Oku...

Yaşamda Üç Cenaze


- Üstadım, ben niye böyleyim? Sizin söylediklerinize bazen dudak büküyor - affedersiniz ama -Üstadım saçmaladı.” diyorum, sonra da dediklerinizin doğru olduğunu anlıyorum ve kendi kendime tebessüm ediyorum. Sözlerinizdeki nükteyi niçin hemen anlayamıyorum?


- Ne oldu yine? Anlat bakalım.



- Siz derdiniz ki: “Her olay, daha öncekinin benzeridir. Nasıl fiziğin, kimyanın yasası varsa, sosyal olayların da yasası vardır. Yaşadığımız son olay, insanoğlunun yaşadığı ilk olaylardan farksızdır.” Az önce bir kitapta öykücük okudum, sanki bugünlerde aile çevremizde yaşadığımız bir olayı anlatıyor.



- Aile çevrenizde yaşadığınız olayı sana bırakıyorum, okuduğun öykücüğü anlat, ben de meraklandım.



- Üstadım, üç arkadaş para kazanmak için evlerinden ayrılıp yola çıkar. Bir süre sonra yorulurlar. Ağaç gölgesinde otururlarken içlerinden biri yerde gömülü sert bir cisimle karşılaşır, bakar ki, o, bir küp altındır. Sevinirler, kucaklaşırlar. Yaşça büyük olan, paylaşmadan önce karnımızı doyuralım, der. Yaşça en küçük olanı bir şeyler getirmesi için köye yollarlar. Bu da altının tamamını alabilmek için böreklerin yanında hazırlattığı ayrana zehir koyar. Kalan iki arkadaş da altınları ikiye bölmek, üçüncüsüne bir şey vermemek için köyden gelene tuzak kurarlar ve onu öldürürler. Getirilen böreği yerler ve ayrını bir güzel içerler. Birkaç dakika sonra ortada üç cenaze, bir de küp vardır.



- Kertenkele, senin sürüngen zekân bile, bu saçmalıkları anlıyor ve tuhaflıyor da insanlar niye anlamıyor ve değişmiyor? Mal, mülk, makam hırsı için birbirlerine zarar verenlere seni artık gönül rahatlığıyla öğretici tayin edebilirim.



- Üstadım, ben size göre dört ayaklılar sınıfında yer almıyor muyum?



- Olsun, dürtülerinde midesi ve göbeğinin altını merkez alanların ya da henüz gönül ve akıl noktasından hayata bakamayanların dilinden ancak sen anlarsın. Ortak lisan, iletişimi kolaylaştırır. Belki onlar da senin gibi zamanla terfi ederler.



- Üstadım, benzetmeleriniz tartışma yaratacak gibi. Bilirim, siz gürültüsüne dayanamayacağınız taşı yuvarlamazsınız, yine de üslubunuzu yumuşatsanız, diyorum.



- Elbette haklısın. İnsanların, anlamsız değerler yüzünden birbirlerini tahkir etmelerini bir türlü kabullenemiyor ve bu yüzden pek öfkeleniyorum. Senin anlattığın öykücük yaşanmış da yaşanmamış da olabilir. Ben sana yaşanmışını anlatayım.



- Üstadım, sizden dinlemek büyük zevk ve bir lütuf.



- Uzun Hasan’ı bilirsin. Akkoyunlu hükümdarıdır. O ölünce yerine oğlu Yakup, hükümdar olur. Annesi ise diğer kardeş Yusuf’un hükümdar olmasını istemektedir. Bir gün Yakup ile Yusuf avdan yorgun argın dönerler. Yakup annesinin hazırladığı suyu iştahla içer, kalan yarısını da kardeşi Yusuf’a ikram eder. Yusuf da zehirli suyun kalan diğer yarısını içmeye başlayınca anneleri, yırtıcı kaplan gibi Yusuf’un üzerine atlar, bardağı elinden alır ve kalan suyu içer. Şimdi ortada bir hain kadınla günahsız üç yavru kalmıştır. Akkoyunlu sarayından aynı anda üç cenaze çıkacaktır. Bu hainliğe sebep olan hükümdarlık makamı bütün çirkinliği ile aklı kısa başka kurbanlarını beklemektedir.



- Üstadım, insanlar henüz kendileriyle olan sorunlarını halledememişken niçin birbirleriyle uğraşarak sorun üretirler?



- Aslında, sorduğun sorunun cevabını verebilecek yeterliliktesin. Sen de bilirsin, bizim için mal, şöhret, kadın bir sınav aracıdır. Yazık ki, bu sınavı pek çoğumuz kaybediyoruz. Tarih, “insanlık” sınavını kaybedenlerin hikâyelerinin tekrarından ibaret. Büyük savaşların nedeni de bu. Yaratılmış en sorunlu varlık, insan. Sorunumuzun temelinde menfaat, şöhret tutkusu, hükmetme arzusu yatıyor. Buna, çıkarcılık, megalomanlık, narsislik de diyebiliriz. İnsan, rızkından fazlasını yiyemeyeceğini, biriktirdiklerinin hiçbirini öldüğünde götüremeyeceğini, makamların aslında ateşten gömlek olduğunu idrak etse hayat daha kolay olacak. Bizim kültürümüzde görev istenmez, layık olana verilir. Layık olduğunuz halde size görev verilmiyorsa o, size o görevi vermeyenlerin sorunudur. Hesap verecek olan, onlardır.



- Üstadım, şimdi ben zengin olamayacak ya da bir mevkie ulaşamayacak mıyım? Öyleyse ben niye çalışıyorum?



- Kertenkele, bu sorundan, sendeki ihtirasların, aklının ve gönlünün önüne geçtiğini anlıyorum. Unutma, yapı taşı yerde kalmaz. Şeyin dışında, önce “bir şey” olman lazım. Ayaklanmadan yürünmez, kanatlanmadan uçulmaz. Ayakların ve kanatların, aklın ve kalbin olursa yeryüzü sana hapishane olur. Üzgünüm, zindanda olduğunun farkında değilsin. Ancak yarasalar karanlıkları sever.



- Üstadım, şimdi ben terfi etmiş bir sürüngen miyim, aşağılanmış bir kanatlı mıyım?



- İsterim ki, “eşref-i mahlukat”tan olasın. Başa döner, “ilk insan”ın yaratılış hikâyesini öğrenirsek işin sırrını kavramış oluruz. Şimdilik bu kadar!


16.12.2007

Devamını Oku...

Laiklik Tacirliği


Bazı anket kurumları yaptıkları araştırmaları kamuoyuna sunarken, Türkiye deki muhafazakârlığın geldiği durumu şüpheler uyandıracak sonuçlarla değerlendirmeye çalış-maktadırlar. Açıkladıkları sonuçlara bakıldığında hiç de samimi olmadıkları kolayca anlaşılıyor. Bu çevrelerin kamuoyunda bir tehlike izlenimi uyandırma çabasında olduklarını anlamak için çok saf olmak gerek.




Yaptıkları anketler islami yaşantı içinde olanların sayısında artışların olduğu ifade ediyor. Bunu yaparken tek yönlü hareket ettikleri gün gibi aşikar. Camiye gidenlere dikkat çekilirken plajlara mayo ile gidenlerin sayısını araştırmak niye akıllarına gelmiyor acaba!



Ülkemizde bir zamanlar dinini yaşayanlara ve dindarlığı savunanlara özellikle siyasilere din istismarcısı din taciri diye tanımlanıyorlardı. Şimdi devir değişti, bu kez dini yaşamak isteyenleri kendini mesele edinenler çoğaldı ve şimdi bunlar laiklik ticareti yapıyorlar. Münferit bazı olaylar gündeme taşınıp flash haberler haline getirilerek büyük bir tehlike varmış gibi ortalığı velveleye veriyorlar.




Bu öylesine bir hale geldi ki bu işi yapanlar gülünç duruma düşmeye başladılar. Cumhurbaşkanının tercih edip onayladığı rektörler ile ilgili olarak yaptıkları çirkin yakıştırma dinsizlik tacirlerinin ne denli insafsız olduklarını gösteriyor. Cumhurbaşkanının onayladığı rektörün eşinin başının çarşaflı olduğu yazarlarken, rektörün henüz bekar olduğu hiç evlenmediği açıklanınca gülünç duruma düşen bu zevatın ne yapmak istedikleri bir kez daha görüldü.



Dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde göremediğiniz dindarı, potansiyel tehlike görme anlayışı ne yazık ki ülkemizde halen devam ediyor. İşte yapılmak istenenlerde bu düşüncenin bir ürünü önümüzdeki günlerde yenilenmesi planlanan anayasaya koyması düşünülen özgürlükleri özellikle üniversitelere öğrencilerin baş örtüsü ile gidebilmelerini önlemek için bu oyunları tezgâhlıyorlar.


16.12.2007

Devamını Oku...

"Hocaların Hocası" Pek Muhterem Prof. Dr Sabahaddin Zaim Beyefendi Hocamızı Rahmetle Anıyoruz








Herşeyden önce bu büyük ve değerli insan, idealist müslüman, ehl-i ilim ve hilim, ahlak-ı hamide, edeb ve fazilet sahibi samimi can hocamıza Cenab-ı Hak'tan rahmet ve mağfiretler dileyerek sözlerime başlamak istiyorum. Kendileri doktora yöneticim ve danışmanım olması dolayısıyla öğrencisi olma, onu çok yakından tanıma, hele gözleri kamaştıran bazı hareket ve davranışlarını görme, örnek insan haza müslüman bir sahib-i ilim ve irfandan ders alma şerefine nail olduğum için Allah'a hamdediyorum.




Çağımız ekonomi çağı olması dolayısıyla 1970 yıllarında İzmir İmam Hatip Lisesinde öğretmenlik yaparken aynı zamanda İslam Ekonomisi üzerine çalışmalara başlamıştım. Bazı büyüklerimizin arkadaş ve dostlarımızın teşviki ile bu çalışmalarımızın doktora yaparak daha bilimsel bir nitelik kazanması arzu edildi. Böylece biz İslam ekonomisinin esaslarını Kur'anda arayıp bulup tesbit etmek istiyorduk. Ancak o zamanlar Ankara İlahiyat Fakültesi bizlere doktora yapma imkan ve hakkı tanımadığı için Erzurum Atatürk Üniversitesi İslami İlimler Fakültesinde doktora yapmaya karar verdik. Fakat İslam ekonomisi ifadesi literatürümüze henüz yeni yeni girmeye başladığı için bu çalışmayı bir ekonomi alimi olan zatın denetim ve gözetimi altında yapmak daha faydalı olacaktı. Bu zat da ancak kendilerini 1965 yıllarında İzmir Türkocağında verdiği konferansından tanıdığımız muhterem hocamız Prof. Dr. Sabahaddin Zaim olabilirdi. Çünkü Türkiyede akademisyenler arasında İslam ekonomisi üzerine düşünüp fikir üreten ve çalışmalar yapan ondan başka bir kimse hemen hemen yok gibiydi. O sebeple biz kendisine muraceat edip doktora yöneticisi olmasını kendilerinden isteyerek ricada bulunduk. Hocamız da lütfedip memnuniyetle kabul buyurdular.




Hocamız, ilmi seven, ilim öğrenmek isteyen kimseye yardım etmeyi seven ve bunun için de zaman ve zemin sınırlaması tanımayan bir kimse olduğunu bilfiil uygulayarak göstermiştir. Gece gündüz demeden, üniversite, fakülte, çalışma odası ve ev demeden, hatta çalışma zamanı ve tatil zamanı demeden her zaman ve her yerde ilim öğrenmek ve öğretmek onun için olağan bir şeydi. O kendi ifadesile "güzel insanlar" yetiştirmek için çalışan çalışan ve yorulmayan hep hizmet eden güzel bir insandı.



İlk defa Beyazıtta Üniversiteye gittiğim zaman odasında bilimsel çalışma usul ve yöntemleri üzerine yol gösterip bir çok tavsiyelerde bulunduktan sonra "gel şimdi seninle kütüphaneye gidelim, ben sana oradan bazı kitapları seçip vereyim. Sen onları okursun, buna "kuluçka dönemi" derler böylece asıl çalışacağımız konu kendiliğinden ortaya çıkar" dedi. Kütüphanede tavana kadar uzanan raflarda dolu dolu kitaplar vardı. Yüksekte oldukları için bunları elle dokunup almak mümkün olmadığından hocamız orada duran seyyar merdiveni aldı, üzerine çıktı ve benim için faydalı olabilecek olanlarından üç kitabı seçip bana verdi. Hocamın kütüphaneye git, görevli memur şu şu kitapları sana versin demeyip, bizzat kendisinin gelip meşgul olmasından son derece hislenmiştim.



Yine bir gün evine randövü vermişti. Erenköy'de Bilim sokak Kardeşler Ap. No:6 D.6 da beni çalışma odasına aldı. Benim yazdıklarımı okuyor ve bazı konularda tartışma yapıyorduk. Bir ara ben "hocam, Necip Fazıl bu konuda biraz farklı düşünüyor; onun şu kitabında şöyle yazıyor" dediğim zaman "Osmancım" dedi - bana genellikle "Osmancım" diye hitap ederdi - "ilim ile sanat biraz farklıdır. Alimlerde abartı olmaz, ilim ne ise odur. Halbuki şairler sanatkarlar şiir ve edebiyatlarında biraz mübaleğa yaparak meseleleri abartabilirler" dedi. Vakit epeyce ilerlemiş, saat 01.00 i geçmiş nerede ise 01.30 lara doğru yaklaşıyordu. "Osmancım", dedi "ben hemen hemen her gece böyleyim, gece çalışmak benim için daha verimli oluyor, Fakülteden ayrılıp vapura bindiğimde ininceye kadar dinlenmiş oluyorum ve akşamları burada hep saatlerce çalışırım" dedi. "Sen bana şimdi imam ol, yatsı namazımızı cemaatle kılalım inşallah" dediler. Namaz bittikten sonra "vakit epey ilerledi; şimdi belediye otubüsleri ve dolmuşlar çalışmaz. Ben seni götüreyim, sen nerede kalacaktın?" Ben "Çifte Havuzlarda Fehmi Koru'ya gideceğim" diye cevap verdiğim zaman "tamam buyrun inelim", deyip beni siyah renkli mercedes arabasıyla kalacağım yere götürdüğünü şimdi olmuş gibi hatırlıyorum.



Evde bir ara teneffüs molası olmuştu sanki. Hocamız odadan dışarı çıktı. Baktım henüz bir aylık veya iki aylık olduğu belli olan 5. çocuğu Halil kucağında olduğu halde salavatlar getirerek içeriye girdi. "Amcası buna oku, dua et" diye söyledi. Ben de bazı dualar okumuştum. İşte hocamız bu kadar ince, nezaketli ve çocuğunun sevgisini bir öğrencisiyle bile paylaşacak kadar, onun için birlikte dua edecek kadar samimi ve alçak gönüllü idi.




Fakültede çalışma odasındayız. Hocamız yine benim yazdıklarımı kontrol edip bir takım tavsiyelerde bulundu. Zaman ilerleyip dersimiz bitince "sen nereye gideceksin?" diye sordular. Ben de "Fatih-Karagümrükte oturan bir arkadaşım var Abidin Sönmez ona gideceğim" deyince "a! ben de oraya gidecektim, beraber gideriz" deyip arabasıyla beni oraya kadar götürmüştür.Onun bu sözünden ve bu hareket ve davranışlarından son derece etkilendiğimi söylemeliyim. Hayatımda Yaşar Tunagür Hocanın hitabeti ve hutbeleri, Muhterem hocam Prof. Dr. Sabahaddin Zaim Hocamın da sözleri, konuşma uslubu, büyük küçük kim olursa olsun, insanlara karşı hareket ve davranışları beni çok etkilemiştir.



Hocamızın insana ve insanlara karşı olan sevgisi komşularından tutun da çalışma arkadaşlarına varıncaya kadar, yakınlarına karşı müstesna bir iletişim ve irtibat kurma özelliğini bahşetmiştir. Beyazıtta Üniversitenin büyük giriş kapısının, portalin önündeyiz. "Osmancım" dedi, "şu anahtarı al ve benim odaya git ben geliyorum." Epey zaman geçtikten sonra odaya giren Hocamız "Osmancım, biraz beklettim seni ama, ben arkadaşların odalarına uğrayıp onlara birer selam verip hayırlı sabahlar demek istedim. Beklettim kusura bakmayın" deyecek kadar gönül insanı olduğunu göstermiştir.





Hocamız, ilme sadece gecelerini tahsis etmekle kalmamış aynı zamanda dinlenme tatillerinde bile öğrencilerine randövü vermiş ve onlarla beraber olabilmiştir. Mesela telefonlaşmamız neticesinde Bodrum'da Turgutreis Dinlenme evinde beni kabul ederek hemen hemen sabahtan öğleye kadar çalıştğımızı hatırlıyorum.




Ben sizlere bu büyük insan, değerli ilim adamı Merhum hocamız Prof. Dr. Sabahaddin Zaim Beyfendinin çok uzaklarda olan bir talebesi ile zaman zaman meydana gelen beraberliğinden bir iki örnek vermek istedim ve bunu bir görev bildim. Bu kıymetli insanı hayatımda beni etkileyen iki kişiden birisidir diye az önce ifade etmiştim. 10 Aralık 2007 Pazartesi günü Fatih camiinde kılınan cenaze namazı ise onun için dua etmeye gelen insanların, onu tanıyan, o gülümseyen, devamlı insanlara gülerek hitap etmek isteyen o güzel insanın etkilediği insanların sayısını vermektedir. Ona yakışır bir cemaat, hem sayı itibariyle ve hem de nerede ise istanbulun tüm müslüman eşrafının teşrif etmesiyle dua için saf tutan müminler, hocamızın nasıl bir insan olduğunu bize çok açık bir şekilde göstermektedir. Hiçbir şeyhülislama imam unvanını vermemiş olan bu kadir bilir büyük millet, Birgivi Hazretlerine "imam" rütbesini verirken bu zamanımızın sahabisi denilebilecek büyük şahsiyete de "Hocaların Hocası" sıfat ve payesini vermiştir.




Yakın ve akrabalarına baş sağlığı ve sabr-ı cemil dilerken sanki karşımda olan hocama şunları söylemek istiyorum: Pek muhterem üstadım, burada yaptığın hizmetlerin karşılığı olan sevaplarınızın sizi orada karşıladığına inanıyorum. Namazına katılan tüm müslümanların duası hep sizinle olmuştur. İnşallah nur içindesiniz, çünkü siz hep Allah rızasından bahsederdiniz, onun için Rabbimiz Tealanın rahmet ve mağfireti üzerinize olsun, makamın Cennet olsun, nur içinde yat inşallah. Bize olan haklarınızı da helal ettiğinize inanıyorum. Rabbimiz, Rahman ve Rahim olan Allah, size rahmetini bol bol ihsan eylesin.



14.12.2007

Devamını Oku...

Haydutlar Ve Aptallar


İki yıl kadar önce okuduğum bir yazıda insanlar dört zekâ grubunda toplanıyor ve bir ülkenin gelişmesinin derecesi ile bu ülke insanlarının hangi zekâ/karakter gruplarından olduğu arasında doğrudan bir bağlantı olduğu iddia ediliyordu.




Bu yazı ünlü ekonomi ve nüfus tarihçisi, Berkeley Üniversitesi ordinaryüs profesörüyken, 2000 yılında kaybettiğimiz, İtalyan asıllı Carlo Cipolla'nın İnsan Aptallığının Temel Yasaları adlı (Türkçesi “Neşeli Öyküler” kitabında yayınlanmış) bir makalesinden alınmıştı. (Cipolla’nın aptallık hakkındaki görüşlerinin bir özetini Ferhat Boratav’ın cnntürk’ün blog’undaki köşesinde okuyabilirsiniz.)




Carlo Cipolla’nın bu tezi özetle şöyle: "İnsanlar dörde ayrılır: Saflar, zekiler, haydutlar ve aptallar.





  • Yaptığı eylemden zarar eden, ama bir başkasına da yarar sağlayanlara saflar,


  • Yaptığı bir eylemden yarar sağlayan, aynı zamanda bir başkasının da yarar sağlamasına neden olanlara zekiler,


  • Yaptığı eylemle kendine yarar sağlayan, başkasına da zarar verenlere haydutlar,


  • Kendisine hiçbir yarar sağlamadan, hatta bazen zarara uğrayarak başka birine zarar veren kişilere de aptallar diyoruz."






Bu tezi aşağıdaki grafikte görsel hale getirmeye çalıştım. (X ekseni, (+) ucunda kişinin kendi eylemi sonucu sağladığı kazancı, (-) ucunda da kendi eyleminin kendisine verdiği zararı gösterir. Y ekseni ise, kişinin eyleminin başkasına verdiği yararı (+) veya zararı (-) gösterir.)




Cipolla’nın tezini açıklarken kullandığı hüküm cümlelerinden bazılarını aşağıda verdim. Dikkatle okuyunuz.




  • Toplumda, her zaman bizim tahmin ettiğimizden daha fazla aptallık vardır.


  • Toplumların yükseliş dönemlerinde aptalca davrananların oranı kendi asgarisine iner; çöküş dönemlerinde ise, oran tavana vurur.


  • Aptallığın çevreye zarar verme özelliği, yapanın toplumsal veya kurumsal hiyerarşi içindeki yerinin yüksekliği ile doğrudan orantılıdır.



Şimdi, yukarıdaki açıklamalarda başkalarına verdiği yarar ve zararı, topluma verdiği yarar ve zarar olarak değerlendirelim. Çok ayrı boyutlarını değerlendirebileceğimiz bu tezi kullanarak yasama, yürütme, yargı gibi devlet güçlerini kullanan kişilerin bu güçlerini kullanırken hangi zekâ veya karakter grubuna ait olduklarını anlamaya çalışalım.




Haydutlarla (yani eyleminin sonucunda kendine menfaat sağlarken, topluma büyük zarar verenlerle) mücadele için bu değerlendirmeye ihtiyacımız var.




Fakat sayıca daha çok olduğuna inandığım aptalların (yani eyleminin sonucunda hem kendisine ve hem de topluma zarar verenlerin) verdiği zararı azaltmak için bu değerlendirmeyi yapmaya ve toplumsal olarak farkındalığımızı artırmaya daha fazla ihtiyacımız olduğu kanaatindeyim. Zira haydutlar toplumu fakirleştirmez, ancak başkasının hakkını haksız yere ele geçirirler. Oysa aptallar kendilerine zarar verdikleri gibi, toplumu da fakirleştirirler.




Daha da zoru, birey ve vatandaş olarak yaptığımız toplumsal ve siyasi tercihleri dikkate alarak kendimize ‘biz hangi kategorideyiz’ sorusunu sorabilmek. Bu sorunun cevabı için tarafsızca değerlendirme yapabilecek cesaretimiz var mı?





14.12.2007

Devamını Oku...

12 Aralık 2007 Çarşamba

Aile, Eğitim ve Toplum


Toplumsal değişimin pek çok dinamikleri mevcuttur. Bu dinamikler genellikle birbirlerine etki ederek bir bütün halinde değişime sebep olurlar. Yani toplumsal değişimi bir tek nedenle açıklamak yeterli değildir.



Söz konusu noktadan hareketle Türkiye’de aile ve eğitim ilişkisinde gözlediğimiz ciddi değişimlere dikkat çekmek istiyorum. Zira bu alanlarda meydana gelen ve birbirlerini tetikleyen değişimler toplumsal yapımızın ve dolayısıyla toplumsal meselelere bakış açımızın da değişimine sebep olmaktadır.



Sanayileşme ile birlikte bilindiği üzere Türk aile yapısı, dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi çekirdek aile biçimine dönüşmeye başladı. Günümüzde bu dönüşüm büyük oranda gerçekleşmiştir. Çekirdek ailenin tanımı yine bilindiği üzere anne-baba ve çocuklardan oluşan aile yapısı şeklinde ifade edilmektedir.



Toplumun temeli olarak aile yapısının değişimi, bu ortamda yetişen bireylerin eğitim ve gelişim biçimini de etkilemektedir. Yani çekirdek aile ile yapısı ile birlikte büyüklerin aile yapısındaki etki ve rolleri değişmiş, bu değişim gelenek ve kültürün aktarılmasında önemli bir işlevi bulunan ailenin bu işlevini gerçekleştirme şeklini ve oranını da değiştirmiştir.



Zira anne-babaların genellikle çalıştığı ve çocuklarıyla ilgilenmelerinin kısıtlı bir zamana has kılındığı ülke şartlarında, bu işlevi yerine getirmesi beklenebilecek aile büyükleriyle irtibatın azalmış olması, eski ve yeni nesil arasındaki bağın, birbirini anlama ve kültürel devamlılık açısından zayıflamasına sebep teşkil etmektedir.



Söz konusu zayıflık sadece kültür ve değer aktarımı değil, aynı zamanda bunlarla yakın alakalı olan insan ilişkilerinin mahiyetinde de gözlenmektedir. Öyle ki, bireyselliğin ön plana çıktığı ve insanların giderek yalnızlaştığı bir toplumsal yapı oluşmaya başlamıştır.



Bu değişim sürecine tesir eden bir diğer etken ise aile bireylerinin sayılarında meydana gelmeye başlayan azalmadır. Zira çekirdek aile yapısı dahilinde ebeveynlerin her ikisinin de çalışıyor ve “kariyer” planlıyor olmaları, çocuk sayılarının azalmasına, pek çok ailenin tercihlerini bu doğrultuda kullanmalarına sebep teşkil etmeye başlamıştır. Dolayısıyla “akrabalık” kavramı da özellikle yeni nesil için anlam değişimine uğramaktadır.



Nasıl mı?



Çocuk sayısının her nesilde gittikçe azalması, yeni nesillerin akraba sayısının da azalması anlamına gelmektedir. Ailenin, kuvvetli aile bağlarının insan hayatındaki yeri düşünüldüğünde ise bu durumun bireyleri nasıl etkileyeceğini anlamak çok da zor değil.



Öyle ki, insan sosyalleşmeye ilk olarak ailede başlar. Aile bağlarınız ve akraba ilişkileriniz kuvvetli olduğu oranda güçlü bir sosyalleşme sürecinden, güven duygusunun çocukluktan itibaren tatminkar biçimde alınmasından bahsetmek mümkün olacaktır. Bu durum ise bireylerin hayattan korkmalarını, kendilerini dünyanın merkezinde görerek yalnızlığa itmelerini engelleyecek önemli unsurlardan biridir.



Nitekim bugün en büyük problemlerden biri gençlerimizin donanımlarına rağmen hayattan korkmaları, sosyal manada kendilerini yeterince ifade edememeleri değil midir? Gittikçe bireyselleşen bir anlayışın toplumsal hayata hakim olmasından yakınmıyor muyuz?



Tüm bu unsurlar netice itibariyle eğitim sistemimizi ve onun içeriğini de etkilemiyor mu?



Yine bu unsurlar, toplumsal meselelere bakış açımızı ve bu meselelere dair tutumlarımızı etkilemiyor mu? Geçmişte kısıtlı imkanlara rağmen üstünden geldiğimiz sorunlarımıza dair bugün sahip olduğumuz imkanlara rağmen bir nevi korkarak bakmak bunun bir göstergesi değil mi?



Dolayısıyla toplumsal değişim ekonomik, sosyal ve kültürel unsurlarda yaşanan değişimlerin birbirlerini etkilemeleri neticesinde çok yönlü sebepler ve tabii sonuçlar zinciri ile gerçekleşmektedir. Değişim şüphesiz kaçınılmaz bir süreçtir. Ancak bizi bu noktada ilgilendiren değişimin yönüdür. Yönün iyiye veya kötüye doğru olmasında ise bizlerin nelerin karşılığında neleri verdiğimizi ciddi biçimde göz önüne almamız ve buna göre tutum ve tavır belirlememiz belirleyici olacaktır.





11.12.2007

Devamını Oku...

Duyarsızlık


Bugünlerde birçoğunuzun milletimizin gittikçe duyarsızlaştığı konusunda benimle hem fikir olduğunu düşünmekteyim. Mesela en son meydana gelen uçak kazasında ölenler için şahsen milli yas ilan edilmesini beklerdim. Ya da televizyonlarda eğlence programlarının bir süre ara verilmesi söz konusu olabilirdi. Çünkü daha önce alınan 12 şehit haberine rağmen televizyondaki programların yayın akışını aynen sürdürmesi tepki çektiği için belki bu son olayda aynı hataya düşülmez diye düşünmüştüm.



Maalesef hiçbiri yapılmadı. Sadece ölenlerin ardından anıt mezar yapılacağı gazetelerde yayınlandı. Halbuki aynı tarz da bir uçak kazası geçtiğimiz sene İspanya’nın başına gelmiş, akabinde ülke genelinde yas ilan edilmişti. Dolayısıyla milletimizin giderek tepkisiz bir toplum haline geldiği yanlış bir kanaat değildir.



Acaba milletimiz bilinçli bir süreç izlenerek duyarsızlaştırılmakta mı? Yoksa milletimizin gelişme süreci kendiliğinden bu durumu mu ortaya çıkarmaktadır? Kanaatimce konu hakkında yanıtlanması gereken temel sorular bunlardır.



Milletimizin geçirdiği evrelere ve yaşananlara bakıldığında yukarıdaki sorular birbirini tamamlayan bir zincir halkası gibidir.



Her şeyden önce milletimizin özellikle son yüz senedir yoğun bir şekilde yaşadığı modernleşme ve akabinde tarım toplumundan sanayi topluma geçiş süreçleri sosyolojik olarak çeşitli sonuçlar doğurmuştur.



Bu durumun yarattığı ilk sonuç geniş aileden çekirdek aileye geçiş şeklinde olmuştur. Bu geçiş zamanla gelecek nesillere kültür aktarımı açısından darbe vurmuştur. Çünkü daha önceleri aile büyükleri ile beraber yaşanılan evlerde çocuklara kültür aktarımı büyükler sayesinde olmaktaydı. Sanayileşme ile birlikte zamanla ailedeki bu yapının değişmesi büyük evlerden apartmanlara geçilmesi insanların birbirleri ile iletişim becerilerini azaltmıştır.



İnsanların birbirleriyle iletişimlerinin azalması giderek yalnızlaşmalarına yol açmıştır. Bugün sosyologlar 21. yüzyılı bireyin ön plana çıktığı bir yüzyıl olarak tanımlamaktadır. Bireyin ön plana çıkması ve “ben merkezli” bir hayat stili, insanları “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” mantığında hareket etmeye sevk etmekte, neticede insanlar toplumsal olaylara karşı duyarsızlaşmaktadır.



Yukarıdaki hususlara ilaveten daha önce bahsettiğim üzere milletimizin bilinçli bir şekilde duyarsızlaştırılması da söz konusudur. Özellikle televizyon programları milletimizi bu noktada etkileyen en önemli araçların başında gelmektedir. Geçmişte millet olarak gerek milli gerekse ahlaki yönden yanlış olarak kabul ettiğimiz bir çok meselenin televizyonlarda tartışılmaya başlanması veya gösterilmesi insanları yanlış duyumlara ilk önce alıştırmış, alıştırmanın sonucunda da tepki kırılması meydana getirmiştir.



Aynı modernleşme sürecini Batı toplumlarının da geçirmesine rağmen bizdeki duyarsızlığın onlarda görülmemesinin en önemli sebebi Batının modernleşme sürecini kendi iç dinamiklerinin yarattığı bir baskı sonucu yaşamasıdır. Bu sebeple Batı sosyal devlet olma bilincine ererek bireyselliği kendi insanına verilen değer olarak algılamıştır. Mesela bizde bir kaza meydana gelse etraftakilerin yardımı olmazsa kazazedenin kaybedilmesi söz konusu olabilirken orada insanların olaya müdahale etmediği fakat beş dakika içerisinde uzman müdahalesinin söz konusu olduğu görülmektedir.



Kısaca geçmişten beri gelen modernleşme kaygısı ve bu kaygı neticesinde birileri tarafından bize çizilen yolun milletimizi getirdiği nokta ortadadır. Buna rağmen milletimize “ya bu deveyi güdersin ya bu diyardan gidersin” mesajı uzun zamandır verilmektedir. Bizim için artık iki seçenek kalmıştır. Ya bu devranı değiştirecek yada bu deveyi güdeceğiz. Saygılarımla!...



11.12.2007

Devamını Oku...

11 Aralık 2007 Salı

Belediyeler


İlimizin gündemini oluşturan en önemli olayın Kocaeli deki belediyelerle ilgili çıkarılması söylenen yasalarla ilgili tartışmalar olduğu birlikte izliyoruz. Daha önce belediye başkanlığı yapmış bir millet vekilimizin mahalli yönetimlerle ilgili genel başkan yardımcısı olması ile başlayan bu sürecin iktidar partisinin başını ağrıtacağını sanıyoruz.




Söylenilenler doğruysa mevcut belediyelerin büyük çoğunluğu kapatılacak ve çevrelerine yakın belediyelere bağlanacak. Anlaşıldığı kadarıyla iktidar meseleye yalnızca kar-zarar açısından bakmakta yani en az masrafla bu işi götürecek yasayı çıkarmayı düşünmektedir. İktidar meseleye ekonomik açıdan baktığı için kendini haklı görebilir. Fakat mesele bu kadar basit değildir.



Nüfusu az yöreler için düşünüle bilinilecek kararlara Hereke gibi mazisi eski ve büyük olan yerleri katarak kapatmak bize göre değil. Ayrıca işin diğer ve önemli yönü böylesi önemli bir kararı o karardan etkilenecek o yöre insanına sormadan almaktır. Bu davranış o insanlara layık oldukları değeri vermemek, halk deyimiyle onları adam yerine koymamaktır. Böyle bir davranışın faturası da herhalde öyle ucuz olmaz.



İktidar partisi kendini haklı bulsa ve uyguladığı yöntem doğru olsa bile onu haksız konumuna düşürür. Burada yapılması gereken kapatılması düşünülen belediyelerin bulunduğu halk ile bir araya gelerek meseleyi detayları ile anlatıp neden bu uygulamaya başvurulduğu yeni şeklin o yöreye getireceği imkan ve faydalar söylenecek, onların fikirleri alınıp karşılıklı müzakerelerden sonra referandumum yapılsa halk neyi tercih ederse onda karar kılınsa neyse!




Bu yola başvurulmazsa en azından muhalefet partileri bunu fırsat bilir ve iktidar aleyhine yapacağı propagandalara malzeme verir. İktidar partisi bile yıpranır, siyasi partiler taraftarlarını arttırmak için uğraşır, kaybetmek için değil. Kendisine oy vermiş, iktidar yapmış seçmenlerini darıltmak karşısına almak akıllıca bir davranış olur mu? Ak partinin böyle bir hataya düşeceği pek mantıklı görünmüyor.




Karar onların, bizden söylemesi kendi düşen ağlamaz...



10.12.2007

Devamını Oku...

Kimlik Tuzağı


ABD Büyükelçisi ve sabıka dosyası kabarık olan Adana Başkonsolosu “istenmeyen adam” ilân edilerek geri gönderilmelidir. Ülkeyi yönetenler eğer gerçekten devlet adamı iseler; bu ve benzeri işlem ve tepkileri zamanında gösterirler. “Biz de ABD Büyükelçisini kahvaltıya davet ederdik” gibi kaçamak beyanlar bir fayda sağlamaz. Sömürge müfettişi gibi ortada dolaşan, etnik ayrımcılığı ve ırkçılığı tahrik ederek, insanları tasnif ederek davet yapan bu Büyükelçinin yaptığını siz Washington’da yapabiliyor musunuz? Gazetelerinde ABD aleyhine yazı yazmamayı, yazanları da çıkarmayı âdet haline getiren, Müslümanı devşirmek ve İslâm’ın altını oymakla uğraşan malûm cemaat gazetesini zaman zaman ibretle izliyoruz. Elif Şafak ve benzerlerini, numaralı Cumhuriyet taraftarlarını ekranlarında dakikalarca gösteren sözde muhafazakâr sahtekârlığı yapan bazı kanalları da…




Bir grubun veya şahsın sadece sağ eğilimli olması bugün yetmiyor. Sağ ile milliyetçi arasındaki çizginin iyi çizilmelidir. Dünya siyasi ortamının ekseni değişiyor. Bu değişen ekseni (milliyetçi - küreselci, teslimiyetçi) fark etmeden konuları değerlendirmek mümkün değildir. Sağın ve solun milliyetsiz kesimleri ihanet ittifakının ortakları olmuşlardır.




ABD, Dünya barışının ve demokrasinin bugün baş düşmanıdır. Ona göre demokrasi, kendi menfaatlerini elde edecek ortamı hazırlamaktır. ABD’de gerçek bir demokrasi olmuş olsaydı; bırakınız sadece etnikliği, ayrı birer milliyete mensup göçmen nüfusa kültürel hakları verilirdi. Bugün İspanyol ve Latin menşeli nüfus gibi birçok ayrı milliyetten göçmenler Amerikanlaştırma şeklindeki eritmeye tâbi tutuluyor. Teksasın ayrı bir cumhuriyet olmasını isteyip eyleme bile geçmeyenler, 99 ve 50 yıl hapis cezası alıyor. Maalesef, Dünyanın her tarafında Müslümanlara karşı Başkan Bush’un tabiriyle Haçlı seferleri açanlarla, kendileri de Müslüman olan Irak’ın kuzeyindeki sözde Kürt yönetimi Amerikan uşaklığı yapıyor. ABD işgalinin ilk günlerinde Amerikan askerlerinin elini öpen Arapların resmini unutmadık.




Bir yazıda “ABD’de neden darbe olmaz” diye soruluyor. Cevap olarak da “Çünkü orada ABD Büyükelçiliği yoktur” deniyor. Bilhassa ABD’nin bugünkü yönetimi Dünyadaki fitnenin, istikrarsızlığın ve küresel savaş ortamının merkezi durumundadır. Bugün Lübnan dahil birçok yerde mezhep, din ve etnik çatışma görüntüsündeki huzursuzlukların altında Batı ve ABD teslimiyetçileriyle milliyetçilerin mücadelesi yatıyor. Afganistan ve Irak’ta kaybedenler Lübnan’da kazanmak istiyor. Tabii Türkiye’de de…




Din, milliyet ve etniklik gibi konularda zihinler sürekli karıştırılıyor. Bu karmaşada bazıları toplumu tahrik edercesine ayrı millet, ayrı yönetim ve tanınma peşine düşürülmüş. Açıkça Kürt ırkçılığı yapıyor. Ülkeyi yönetenler ise; hukuk devletini işletemiyor. Stratejik müttefik ve hayali bir AB üyeliği peşine düşmüşüz; tokatlanmadık bir tarafımız kalmadı.




Geçenlerde Türkiye’nin en çok satan ve birinci sayfasında “Türkiye Türklerindir” yazan gazetenin başyazarının yazısına baktım. Dokunduğun zaman teneke sesleri geliyor. Kafalar karışık ve oldukça boş. Anayasanın milli kimlikle ilgili 66. Maddesine O da bir teklifte bulunuyor: “Türkiye Cumhuriyeti Devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür” yeterli değilmiş. Türk kelimesi etnik bir aidiyeti ifade ediyormuş. Bu yoldan ırkçılığa çekilirmiş. Demek ki siz, Türk kelimesini görünce şuur altınızda ırkçılık alevleniyor. Türkün Türkiye’de bir etniklik olmadığını, milletin ve milliyetin adı olduğunu fark etmiyorsunuz. Yunanistan, Irak, Kosova, Suriye, Romanya, İran ve Bulgaristan örneklerinde Türk bir etnik kimlik olabilir; ama, konuştuğunuz örnek Türkiye’dir.




Aslında, Türklüğü hukuki bir tanımla “vatandaşlık bağı” ile ifade etmek eksiktir ve işi sulandırmaktır. Bizler kendimizi sadece vatandaşlık bağıyla hukuki bir bağlantı ile Türk görenlerden değiliz. Hem soy, hem de kültürel olarak mensubiyet bilinciyle Türk olmaktan şeref duyarız. Bunu her Türk vatandaşından da haklı olarak bekleriz. Aynen diğer milli devletlerde olduğu gibi.





Karıştırılmış kafaları eski ezberlerde olduğu gibi “Önce Türk müyüz, yoksa Müslüman mıyız” sorularıyla karıştırmayalım. Birbirinden nitelik bakımından farklı mensubiyetler birbirine rakip olamaz.






09.12.2007

Devamını Oku...

7 Aralık 2007 Cuma

İşi Ehline Vermek


Mustafa bey her yıl sonunda olduğu gibi çok sinirliydi. Fabrikasına ait depolar 6.000 -7.000 ton açık vermişti. Ekonomik kaybı çok büyüktü.


O yörenin halkı Mustafa beyin fabrikasından çok şikayetçiydi. Çevreye yüklü miktarda amonyak salıyordu Mustafa beyin fabrikası. Çevreye salınan amonyağın miktarı ve rüzgarın şiddetine göre insanlar o oranda nefes almakta zorluk çekiyordu. Bu yüzden Mustafa beyin fabrikası sürekli çevreyle ilgili yerlere şikayet ediliyordu. Mustafa bey çevreye verdiği zarardan dolayı yüklü miktarda para cezası ödemek zorunda kalıyordu.



Son ödediği cezadan sonra iyice kafası bozulan Mustafa bey, fabrikasını Rüstem beye satmaya karar verir. Fabrikayı satın alan Rüstem beyin ilk işi üretim bölümündeki yöneticileri tamamen değiştirmek olur. Üretimin başına Nevzat beyi getirir. Nevzat bey, çalışma hayatının 25 yılını bu işle geçirmiş fakat dünya görüşünden dolayı Mustafa bey tarafından pasif görevde tutulmuş başarılı bir mühendistir.



Üretimin başına geçen Nevzat bey, proseste yaptığı tadilatla her gün çevreye salınan amonyağı tekrar geri kazanır ve hammadde olarak kullanmaya başlar.


Rüstem beye artık çevreyle ilgili şikayetler gelmediği gibi yıl sonunda depoları açık vermiyor ve kasasına ilaveten 2.000.000 $ ilaveten para giriyordu.



Rüstem bey örneğinde görüldüğü gibi atalarımız ne güzel söylemiş “ at binenin kılıç kuşananın” .



Atalarımız da geçmişte sorumluluk vereceği kişileri belirli aşamalardan geçirir ve bu aşamaları başarıyla geçenlere sorumluluk verirdi. Buna en güzel örnek 15. ve 18. yüzyıllar arasındaki Osmanlılardaki Enderun müessesesidir. 14 ve 15 yaşlarında Edirne ve Galata sarayından seçilen çocuklar buraya getirilir ve burada verilen eğitimle İmparatorluğun yönetici sınıfı yetiştirilirdi. Kabiliyetli ve başarılı olanlar vezir olur veya İmparatorluğun çeşitli kademelerinde görev alırlardı. Dikkat edilirse İmparatorluğun zirvede olduğu yıllar bu yüzyıllar arasındaydı.



Kur’an-ı Kerim Nisa Süresi 58. ayette “Allah size, mutlaka emanetleri (işleri) ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle davranmanızı emreder” diye buyurmaktadır.



Bir kişi hakkında değerlendirme yaparken, o kişinin o mevki ve makamın ehli olup olmadığına dikkat etmeliyiz. Adam kayırmak, adama göre iş vermek dinimize de uygun değildir geçmişimize de. Kapasitesinin üzerinde sorumluluk yüklenen kişilerin durumu Mustafa beyin akibetine benzeyecektir. Konusunda ehil insanlarla çalışmak muhakkak ki başarıyı getirecektir.



Her alanda artık işin ehli insanları söz sahibi yapalım.






07.12.2007

Devamını Oku...

5 Aralık 2007 Çarşamba

Kendinizi Nasıl Bilirsiniz?


Siz nasıl insansınız? Sözgelimi, sizi tanıyanlar “İyi ki varsın.” diyorlar ve varlığınızla övünüyorlar mı yoksa keşke olmasaydın mı diyorlar? İnsanlara destek misiniz, köstek misiniz? İnsanların yüklerini hafifletiyor, sorunlarının çözümünde yardımcı oluyor, onlara yaşama sevinci mi veriyorsunuz yoksa ilişkilerinizle, yorumlarınızla insanları hayattan soğutuyor, olacak işleri olmayacak hale getiriyor, kolayı zorlaştırıyor musunuz? Etki alanınızda ya da yönetiminizde bulunan insanlarla ilişkileriniz nasıl?



Okuduğum bir öykücük bu soruları sordurdu bana: Konfüçyüs ve öğrencileri, ormanda dolaşırken üç ceset başında feryat eden bir kadına rastlarlar. Konfüçyüs kadına sorar: “Bu cesetler kime aittir, sen ne için ağlıyorsun?”, kadın: “Oğlumu, kocamı ve kocamın babasını kaplanlar parçalayıp bu hale getirdi.” der. Konfüçyüs bu defa: “Peki hala bu korkunç yerde niye duruyorsun, kaç da kurtul.” deyince, kadın: “Kaçamam; çünkü burada zalim bir hükümdar yok.” diye cevap verir.



Bir tarafta yırtıcı kaplanlar, bir tarafta zalim hükümdar... Kadının tercihi, yırtıcı kaplan. Kadının tercihi, gerçeğe ne kadar uyuyor? Siz olsaydınız, tercihinizi hangi yönde kullanırdınız? Tercihiniz kaplansa bir kez ölürsünüz, zalim hükümdarsa her gün ölürsünüz. Bunun adı yaşamaksa, yaşamış olursunuz.



Sosyal olaylarda doğrular, gerçekler kişiden kişiye değişiyor. İnsan fıtratının evrensel nitelikleri değişmiyor. Bu öykücükte konuyu değerlendirirken bulunmamız gereken kadının tarafı değil, hükümdarın tarafıdır. Konu olarak kadının üzerinde yoğunlaşılması, sapla samanı karıştırmak olur.



Aile reisiyiz, sorumluluğunu üstlendiklerimiz var. Yöneticiyiz, yönettiklerimiz var. Bu insanlar bir şekilde kapsama alanımızda. Alanımızda bulunan insanlar bizim için ne düşünüyorlar? Yırtıcı bir kaplanı bize tercih edenler var mı, varsa ne kadar? Bu tercihte bizim sorumluluğumuz nedir, suçumuz ne kadardır?



Akşamları eşimiz ve çocuklarımız yolumuzu gözlüyor mu? Eve geldiğimizde yüzler gülüyor, evin havası değişiyor, gönüller huzur buluyor, sıkıntılar hafifliyor mu? Yönetiminizde bulunanlar sizin kendilerine kötülük yapmanızdan korktukları için mi yoksa güzellikler, kolaylıklar sunduğunuz için mi size “iyi insan” diyorlar? Bu tür soruları doğru cevaplayabilmek, niteliğimizi belirlemek hiç de zor değil. Kendimizi alır, bizi değerlendirenlerin yerine koyarsak, cevabımızı çok kolay verebiliriz. Temel şartımız, dürüst davranmak. Kendisine dürüst davranmayan, kimseye dürüst davranamaz, kimseden de dürüstlük bekleme hakkına sahip değildir.



Kendini karşındakinin yerine koyma dediğiniz empatiyi kullandığımızda yırtıcı kaplanı kendimize tercih ettiğimiz oluyor mu? Cevabımız evet ise, artık başkasının bir şey söylemesine gerek yok, biz zalim yönetici, zalim baba, kısacası zalim insanız. Unutmayalım, “Zulüm ile abad olanın sonu berbat olur.” demiş büyüklerimiz. Zalimlerin kötülükleri sadece yaşarken değil, öldükten sonra da devam eder. Şair ne güzel söylemiş: “Ne kendisi etti rahat ne verdi âleme huzur / Çekildi gitti âlemden, dayansın ehl-i kubur.”


04.12.2007

Devamını Oku...

3 Aralık 2007 Pazartesi

“Siyasi Çözüm”


Bölücü terörü, “Kürt sorunu” yani “etnik sorun” olarak tanımlamakta ısrar edenleri dikkatle izleyiniz. Türkiye’de insanların sırf bir sosyal gruba veya etnisiteye mensup olduğu için ayrıma tabi tutulduğunu, vatandaşlık haklarının kısıtlandığını söylemek mümkün olmadığı halde “Kürt sorunu” tanımlamasındaki ısrar neden?



Varılmak istenen hedef, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları arasında Kürt asıllı olanların diğer vatandaşlara verilen haklardan yararlandırılmadığı, onların kültürel, ekonomik ve siyasi açıdan ezildiği, diğer vatandaşlar ile aralarına konulan görünmez duvarlar ile izole edildiği gibi tezleri kabul ettirmektir. Böylece, bu etnik unsuru temsil edenlerin(!) kısa veya uzun vadede bağımsızlık talep etmesini de meşru ve haklı göstermeye çalışmaktır.



ABD Başkanı Bush, 05 Kasımda Başbakan Erdoğan ile görüşmesinin ardından yaptığı açıklamada “Türkiye ’Kürt sorunu’nun çözümü için adımlar atacak” demişti. İsveç’in Ankara Büyükelçisi Christer Asp ise, “AB’nin, PKK terörü problemine uzun vadeli siyasi bir çözümün getirilmesini görmek istediğini” ifade etti. "Türk hükümetinin terörle mücadele konusuyla ilgili siyasi çözüm bulma çabasının çok açık olduğunu" da kaydeden Büyükelçi Asp, "Ancak siyasi bir çözümle uzun vadede terörle mücadele konusuna çözüm getirilebilir ve bence şu anda Türkiye’de gördüğümüz de bu" dedi.



“Siyasi çözüm” isteyenlerin beyanlarını alt alta koyduğunuz zaman ortaya çıkan hedeflerin özeti şöyle:



—Dağdakilerin taleplerini silahlarla değil, meşru zeminlerde dile getirebilmesi için PKK’ya (İmralı’daki başı dâhil) genel af ilan edilmesi.



—Üniter devlet yapısından ikili bir federasyon yapısına geçiş. İki federe ortağın kurduğu bir federasyon yapısını anayasal garanti altına almak. (Bunun için “Demokratik Cumhuriyet” kavramı ile zihinler alıştırılmaya çalışılmaktadır.)



—Kuzey Irak’ta kurulmuş bulunan Barzani yönetiminin Türkiye tarafından tanınması; Kerkük’ün Barzani yönetimine devrinin onaylanması.



Önceki yazımda PKK, “ezilen Kürt halkının temsilcisi” falan değil, ABD, AB ve İsrail’in büyük projesi içinde kendine düşen görevi yerine getiren bir piyondur, demiştim. Şimdi projenin bu aşamasında PKK piyonunun tasfiye edilip edilmeyeceği tartışılıyor.



Bu arada Başbakan Erdoğan’ın da, “Kürt sorununu demokratik cumhuriyet anlayışı içinde çözeceğiz” ifadelerini kullanması akılları karıştırıyor. Sorunun tanımlanması ve çözümünde Bush ve Erdoğan arasında bir mutabakat mı söz konusu diye düşünmemek mümkün değil.



ANKA Ajansının verdiği habere göre, “ABD'nin Ankara Büyükelçisi Ross Wilson'ın, geçen hafta salı günü tartışmalara yol açan kahvaltı davetinde, Meclis'te Grubu bulunan DTP'yi dışlaması ve PKK ile arasına mesafe koymadığı sürece DTP ile görüşmeyeceğini açıklaması, partide ‘DTP de mi tasfiye sürecine dâhil’ sorusuyla birlikte ciddi rahatsızlığa yol açtı.”



”Büyükelçi Wilson, ABD Kongre üyesi Chris Shays ile birlikte AKP ve CHP'den doğulu politikacılar, eski milletvekili Haşim Haşimi ile birlikte KADEP Genel Başkanı Şerafettin Elçi ve HAKPAR Genel Başkanı Sertaç Bucak'ı ağırladı.” HAKPAR ve KADEP, üniter devlet anlayışına karşı olup, federasyon tezini savunuyor.



Bu iki parti, 11 Kasım tarihinde Diyarbakır'da ortak bir miting düzenlemişti. Mitinge çağrı için yayınlanan bildiride Barzani yönetimine destek verilerek, Kürt Federe Bölgesinin kazanımlarına sahip çıkmak amacıyla mitinge katılın" denilmişti.



Gelişmeler gösteriyor ki, son yıllarda “kırk satır ile kırk katır” tercihi noktasına getirilmeye çalışılan Türkiye için hazırlanan senaryolar ve bu oyunda rol alabilecek muhtemel oyuncuların durumu iyice şekillenmeye başladı.



PKK teröründen kurtulma karşılığında, önce üniter yapının yıkılması ve daha sonra da ülkemizin bölünmesine gidecek gelişmelere karşı, milletçe bir bütün olarak (Kürt kökenli olanlarımız da dâhil) karşı çıkmak ve gelişmeler karşısında uyanık durmak mecburiyetindeyiz. Yoksa çok uzaklarda yapılan planlar adım adım uygulamaya konuluyor.




03.12.2007

Devamını Oku...

Satranç Tahtası


Satranç oyunu hepimizin bildiği gibi zeka ve strateji oyunudur. Bunun içindir ki bazı entelektüeller dünya siyasetini satranç tahtasına benzetmektedirler. Bu oyunu zekice kurulmuş bir strateji izleyen kazanır.



Dünya siyasetinin satranç tahtası da yazılarımda her zaman bahsettiğim gibi üzerinde yaşadığımız coğrafyadır. Bu coğrafya devletlerin kendilerini sınadıkları ve dünya üzerinde esas başarı kazandıkları alandır.



Satrançta önemli taşlar vardır. Bunlar sırasıyla şah, vezir, kale, at, fildir. En son olarak da piyon taşı gelmektedir. En son sırada olmasına rağmen iyi bir oyun kurulduğunda piyon, karşı sıraya ve şahın yerine geçip oyunu bitirebilmektedir. Satrançta hareket kabiliyeti çok olan taş vezirdir. Şah hareket alanı az olmasına rağmen oyunu sonlandıran taş olması hasebiyle önem arz eder.



Satranç oyununu günümüze uyarladığımızda ülkemizin geçmişte vezir gibi hareket alanı geniş, her yere oynayabilen bir taş misali olduğu görülmektedir. Bu durumda geçmişten gelen tarihsel bağlar önem arz eder. Çünkü bu coğrafyada nereye gitseniz bir Türk izi bulmak mümkündür ve bu sebeple ülkemizin hareket alanı genişlemektedir.



Ancak son beş senedir özellikle ülkemizin yabancı sermayeye dünyanın en yüksek faizini vermesi, sıcak paraya endeksli bir ekonomik sistem oluşmasına yol açmıştır. Bu durum ilk etapta serbest piyasada dövizin düşüp Türk lirasının değer kazanmasını, enflasyonun ise düşmesini beraberinde getirmiştir. Ancak sıcak paranın getirdiği bu kısa vadeli faydalarına karşın uzun vadede yarattığı sıkıntılar daha büyük önem kazanmaktadır ki bunların başında cari açığın gittikçe büyümesi ve paranın yatırıma dönüşmemesi sebebiyle ülkemizin elini kolunu bağlaması ve hareket kabiliyetini kısıtlaması gelmektedir.



Bu duruma en iyi misal şu anda içerisinde bulunduğumuz “Kuzey Irak operasyonu” bilmecesinde yatmaktadır. “Bu operasyon yapılmalı” fikri ortaya çıktığından beri kanaatim ekonomik dengelerden ötürü böyle bir operasyona kolay kolay gidilemeyeceği şeklindeydi. Dikkat edilirse bu fikir ortaya çıktığında hükümet yetkilerinin ilk tepkisi de ekonominin zarar göreceği yönünde olmuştu.



Çünkü şu an orada müthiş bir sıcak para mevcuttur. Bu paranın girdiği ülkelerin başında ülkemiz gelmektedir. Halen Kuzey Irak’ın imarında Türk şirketler önemli rol üstlenmektedir. Yani tarihte her zaman olayların başını ve sonunu hazırlayan ekonomik şartlardır. Bu sebeple ülke ekonomisi geldiği nokta itibarıyla milli çıkarları geri plana attırmaktadır.



Görülüyor ki, satranç tahtasında oyun kurucular oyunu kuralına göre zekice planlamakta ve biz bu hamlelerden sonra vezir taşı olmaktan çıkıp şah yerine geçmekteyiz. Yani oyunu sonlandıran ancak hareket kabiliyeti olmayan taş durumundayız. Bu arada da daha önce itibar edilmeyen piyon taşları çevremizde dolanıp şahın yerine geçmeye çalışmaktadır.



Sonuç itibariyle oyun tüm hamleleriyle hızlı bir şekilde ilerlemektedir. Ülkemizin son olarak yapacağı hamle ise en azından yerini koruyup piyonlara “mat” olmamaktır.



02.12.2007

Devamını Oku...

Doğru Uygulama


Hükümetin vergi borcu olan mükellefler için uyguladığı yöntem tartışmalara neden oldu. Maliye bakanlığı vergi borcu olanların banka hesaplarına el koydu. Şimdi de aynı uygulamayı sosyal güvenlik bakanlığının SSK alacakları için yapacağı bekleniyor.




Normal olarak mevcut yasalara göre alacaklı borçlusundan tahsil edemediği alacağını icra yoluyla tahsil eder. Burada bakanlık açıkgözlülük yaparak direkt banka hesaplarına el koymayı uygun görmüştür. Mükelleflerin konuyla ilgili olarak hukuki mercilere müracaat ederek uygulamanın durdurulmasını isteyecekleri söyleniyor.



Hukuk ne der bilmiyoruz ama hükümetin bu uygulamasına hak vermemek elde değil. Zira mevcut hukuki uygulamaya göre tüm mükellefler kazançlarından belli bir miktarı muhtelif adlar altında vergi olarak öderler. Vergi miktarının veya oranının az veya çok olması ayrı konu ama tespit olunan miktar yasallaştığına göre herkesin buna uyması gerekmektedir.



Uygulamaya bakıldığında büyük bir çoğunluk bu kurala uyarak vergilerini öderken bir kısmı da imkanları el vermediği için vergilerini zamanında ödeyememekte, imkanları olunca bu ödemeyi gerçekleştirmektedirler. Yani bunların ödeyememekte bir mazeretleri bulunmaktadır.



Fakat burada durum farklıdır. Bu mükellefler bankalarda paralarını saklayarak borçlarını ödememektedirler. Yani imkanları varken uyanıklık yaparak ödemeden kaçmaktadırlar. Bu durumda ödeyenler afedersiniz ama enayi durumuna düşmektedirler.



Devlet Vergi borcunun ödeyemeyenlerden bu alacağını almazsa daha önce ödeme yapanlar biz enayimiyiz de borcumuzu ödüyoruz, bundan sonra biz de ödeme yapmayacağız diyecekler ve kimse devlete para ödemeyecektir. Vergi alacaklarını tahsil edemeyen devletin bütçesi açık verecek ve devletin hizmetleri aksayacaktır. İşin diğer yanı borçluların büyük çoğunluğu ekonomik durumu iyi olanlar. Zaten öyle olmasa bunların bankada paraları olmazdı. Ekmeğini binbir zorlukla kazanmaya çalışan küçük esnaf yani berber, tamirci, terzi, bakkal, pazarcı gibi mükellefler vergi borçlarını muntazaman öderken, tuzu kuru olan bazıları uyanıklık yaparak ödemekten kaçınmaktadırlar.



Devletin bir görevi de adil olmaktır. Vatandaşlarına eşit davranmaktır. Bu nedenle borçlularının hesaplarına el koyarak alacaklarını tahsil etmesini tabi karşılamak gerekmektedir.



Doğru olanı da budur…




02.12.2007

Devamını Oku...

1 Aralık 2007 Cumartesi

Toprağın İsyanı


Misafirlerimizi Akçaabat’ta akrabalarının yanına bıraktıktan sonra, gecenin geç vaktinde köyümüze dönmek için amcamla yola çıktık. Yakın bir ilçedeki benzin istasyonuna vardığımızda cep telefonum çaldı, telefonda kardeşim köyde çok şiddetli yağmur yağıyor yolda dikkatli olun diye bizi uyardı.


Mazotumuzu aldıktan sonra tekrar yola çıktık. 30-40 dakika sonra köyümüze çıkan yola vardık. Yağmurun şiddetinin farkına yeni varmaya başlamıştık ki köyün yolunda biraz daha ilerleyince yağmur suları ve çamur arabanın boyunu aşmaya başlamıştı. Önümüzü göremiyorduk. Yolu bildiğimizden ilerlemeye devam ettik. Çünkü geri dönme şansımız yoktu. Eve yaklaştığımızda amcam, gitme ileride yol kapalı, sel düşmüş dedi. Arabayı güvenli bir yere park ettikten sonra, selin kenarından geçerek eve vardık. Evde elektriklerde kesilmişti. O gece evin milleti yağmur kesilene kadar ayakta kaldı.


Sabahleyin uyandığımızda selin büyüklüğünü iyice anlamıştık. Akşamleyin bizim geçtiğimiz köyün yolu kapanmış, çay ve fındık bahçeleri önemli oranlarda zarar görmüştü.



Son birkaç yıldır her şiddetli yağmur yağışında sel felaketlerinin sık sık olduğunu televizyonlardan ve akrabalarımızdan duyuyordum. Bu sefer yaşamış oldum. 15 – 20 yıl öncesine kadar bu kadar sel felaketi olmuyordu. Acaba neden bu kadar sık sel felaketi olmaya başladı di ye kendi kendime sormaya başladım ve şu tespitleri yaptım.



1. Yöre insanı geçmişte bu kadar toprağı boş bırakmamıştı. Sürekli toprağıyla ilgilenirdi. Yağmur sularını, arazinin belli bölgelerinde toplar, açtığı arklarla, hendeklerle suyun ırmağa veya dereye ulaşmasını sağlardı. Şimdi ise toprakla eskisi gibi ilgilenilmediğinden, yağmur suları gelişigüzel araziye yayılmakta ve toprağı zayıf bulduğu noktalarda sel felaketlerine yol açmaktadır.



2. Ekonomik sebeplerden dolayı gurbete çıkan yöre insanı, toprağını çoğunlukla yarıcı denilen kişilere bırakmaktadır. Bu kişiler sadece mahsulle (çay, fındık) ilgilendiklerinden toprağa bakmamaktadırlar. Su arkları ve hendekler zamanla toprakla dolduğundan , yağmur suları gelişigüzel toprağa yayılmakta ve bu durum büyük sel felaketlerine sebep olmaktadır.





3. Son yıllarda ormanların sökülerek hızlı bir şekilde çay bahçelerine döndürülmeleri de sel felaketlerindeki önemli etkenlerden biridir.




Yaşadığımız bu sel felaketinden sonra, kardeşimle birkaç gün sahip olduğumuz arazideki su arklarını kontrol ettik. Toprakla dolmuş olanları yeniden açtık. Böylece bir sonraki yağmura hazırlıklı olalım dedik. Atalarımız ne güzel söylemiş ‘ bir musibet bin nasihatten hayırlıdır ‘diye.



İnsanoğlu gibi toprakta nasıl ilgi, şefkat istiyor değil mi? İlgilenildiğinde yüzünün güldüğünü, ilgilenilmediğinde ise yağmur sularıyla nasıl yok olup gittiğini görürsün .



Topraklarımıza az da olsa ilgi göstermesini bilelim.


23.11.2007

Devamını Oku...

Öğretmenlik Üzerine


—Büyüklerimiz, Anneler Günü ve Babalar Günü’nden başka bir de Öğretmenler Günü ilan etmişler. Ne iyi etmişler, değil mi?



—Onun iyi olduğunu söylemek bana değil, sana yakışır. Sen de kendine yakışanı söylüyorsun.



—Üstadım, siz niçin öğretmen oldunuz? Bu meslekte bilerek ve isteyerek mi bulunuyorsunuz?



—Sence, benim meslek tercihim nasıl izah edilebilir?



—Üstadım, siz kesinlikle bu mesleğe isteyerek ve öncelikle girmişsinizdir.



—Bunu nereden çıkardın Kertenkele?



—Yoksa mesleğinizde bu kadar özverili, başarılı olamazdınız.



—Teşekkür ediyorum, Kertenkele; benim için günün armağanı, bu iltifatınız.



—Üstadım, öğretmenlik hakkında herkes bir şeyler söylüyor. Ben yıllardır aynı şeyleri duyuyorum. Kimin ne dediğini artık önemsemiyorum, siz ne düşünüyorsunuz mesleğiniz için? Ben de öğretmen olayım mı?



—Kendin için hemen karar verme? “Ne, niçin, nerede, ne zaman, nasıl, kim” yöntemini burada da kullan. Öğretmenlik bir meslektir, meslekler insanın ihtiyacından doğmuştur. Evrendeki her şeyde olduğu gibi mesleklerin hem doğuşunda hem amacında hem icrasında merkez, insandır. Bazı meslekler insanı doğrudan, bazı meslekler dolaylı olarak amaç edinir. Biz de yaşamımızı idame ettirebilmek için bir meslek sahibi olmak zorundayız. Ziraatla uğraşabilirsiniz, çoban olabilirsiniz, mühendis, mimar, sanayici, tüccar olabilirsiniz. Ya da öğretmen, polis, hâkim, doktor olabilirsiniz. İnsan, bunların bazılarında doğrudan, bazılarında dolaylı şekilde objedir. Doktorda, öğretmende, hâkim ve poliste insan doğrudan objedir. Bu meslekler, toplum içinde, bu yönüyle ayrıcalıklı diye algılanır. Hâkimin ve polisin objesi insan, bakış açısı suç; doktorun objesi insan, bakış açısı hastalık; öğretmenin ise objesi insan, bakış açısı eğitimdir. Eğitim de insanı insan yapan eylemdir, değerdir. Eğitimsiz biri, henüz insan olma olgunluğunda değildir. Öyleyse şöyle diyebiliriz: Öğretmenin objesi de bakış açısı da insandır.



—Üstadım, peki, öğretmenler insan mıdır?



—Kertenkele, sorunu anlayamadım. Lüzumsuz bir soru sordun.



—Üstadım, size kendimi yine anlatamadım. Ben bir zamanlar öğretmenim için “O da bizim gibi yiyip içiyor mu, yatıp uyuyor mu?” diye düşünürdüm. Sanki onlar, benim gözümde bir melekti.



—Anladım, sen terdit sanatı yaptın.



—Ne yaptığımı bilmiyorum; ama her halde bilmeden güzel bir şey yaptım.



—Her çocuğun gözünde öğretmen, bir melektir. Benim de senin gibi düşündüğüm zamanlar oldu. İlk insan Hz. Adem’e eşyanın adını Allah öğretti. Öğretme işini yapanlar, Allah’ın mesleğini icra etmiş oluyorlar. Kutsal kitabımızın ilk ayetinin ne olduğunu sana bir sohbetimizde söylemiştim: Oku. Okuyana öğrenci, okutana öğretmen denir. Öğretmen; dağa taşa, kediye köpeğe değil, insana hizmet eder. Sizin en büyüğünüz, size en çok hizmet edendir. Öğretmenlik, bunun için yüce meslektir, büyüklerin mesleğidir.



—Üstadım, ben de büyük olmak istiyorum.



—Peki, büyük olarak mutfakta mı, vitrinde mi bulunmak istiyorsun?



—Üstadım, beni yine ters köşeye yatırmaya niyetiniz var. Niçin mutfak ve vitrinden söz ettiniz?



—Kertenkele, sana istiare sanatından söz etmiştim. Eğer, narsis duygularının etkisiyle hareket ediyorsan vitrini, alçakgönüllü olmak istiyorsan mutfağı tercih edersin. Öğretmenler, türbinlere oynamazlar. Onlar adsız kahramandırlar. Öğretmenler, kendileri eser olmazlar; ama eserleriyle övünürler. Onlar, müessirdirler.



—Üstadım, sizin övündüğünüz bir eseriniz oldu mu?



—Sana Kertenkele demediğim gün, eser verdiğim gündür. Bu da sabır gerektiriyor.



—Üstadım, ellerinizden öpüyorum.




30.11.2007

Devamını Oku...

Gülünç Yanlış Ezber


Yine aynı yanlış ezber tekrarlanıp duruyor. Sayın Başbakan bunu birçok kere tekrarladı. Beyanat aynen şöyle: “… Türk de kardeşim, Çerkez de, Gürcü de, Kürt de kardeşim.” Aslında kardeşlik güzel bir duygudur. Bunu hissedene ve hissederek yaşayabilene saygı duyarız. Bizim hiç kimseyi ötekileştirme, dışlama geleneğimiz yoktur. Yeter ki; tek bayrak, tek devlet, tek millet düşüncesi dışına çıkılmasın. Etnik ırkçılığa özenilmesin. Anadolu üzerindeki emperyalist emellere alet olunmasın. Türklük hem soy, hem kültürel bakımdan bir aidiyettir. Hangi şekilde hissederse hissetsin; insanlarımızı kucaklarız. Aksi bir davranış Türkiye üzerinde emelleri olanların ekmeğine yağ sürer.



Ancak, bu kardeşliği ifade ederken milli kimlikle mahalli sıfatları veya etnikliği birbirine karıştırmamalıyız. Türk’ü milletin adı ve milliyetimiz olarak düşünmek yerine, onu etnik gruplardan biriymiş gibi değerlendirip Anadolu’daki hakim kültürü dışlama yanlışına kimse düşmemelidir. Son yıllarda küreselleşmenin etnikleştirici, ufalayıcı esintilerine teslim olarak kendi devletiyle kavgalı bazı küreselci çevrelerin çirkin işbirliğini dikkatle izliyoruz. Bunları hesaba katmadan sözde kardeşlik sağlayacağız diye komik durumlara düşmeyelim. Kendimizi inkâr yolları aramayalım.



Eğer Türk de, Çerkez de, Arap da, Kürt de kardeşiniz ise; siz bunlardan demek ki hiçbiri değilsiniz. O zaman adama sorarlar: “Sen kimsin? İngiliz mi, Fransız mı, yoksa başka bir milliyetten mi?”



Milli kimlikle kavgayı önemli bir terör çeşidi olarak görürüz. Terör deyince akla hemen terör örgütü gelmemelidir. Biz, ülkenin sosyal yapısını, dokusunu bozucu, yıpratıcı, onu tanınmaz hale getirici, silâhlı ve silâhsız her türlü fikir ve eylemi terör olarak anlarız. Buna İslâm’ın altını oyucu, Müslümanı üç dinli ve üç peygamberli hale getirici tek taraflı diyalog oyunları, ülkeyi tasfiye edecek anayasa taslakları, dış borç ve cari açık tuzağı, numaralı Cumhuriyetçilik ve bazı özelleştirmeler de dahildir.



Yoğun göç almış ve 200’ü aşkın etnik gruba sahip ABD’de herkesin milli kimliği Amerikalıdır ve Amerikan milletinin üyesidir. ABD yasalarında İngilizce’ye rakip diller ve kimlikler aranmamaktadır. Teksas eyaletinin ayrı bir cumhuriyet olduğunu iddia eden Mc Laren 99 yıl, R. Otto ise; 50 yıl hapis cezasına çarptırılmıştı. Kimseye egemenliği paylaşacak ortak gözüyle bakılmamaktadır. Başkan Bush İspanyol menşeli nüfusa; “Her şeyden evvel İngilizcenizi geliştirin” diye talimat vermektedir. Devletin bağımsızlığı ve kamu düzeninin korunması esastır. Bu kadar karışık bir yapıya sahip olan ABD’de İspanyol, Güney Amerikalı veya İtalyan kökenli senatörlere ayrı bir etnik kimlik yüklenerek ABD propagandası için yurt dışına gönderilmelerine rastlanmaz. Bizde ise; -kan veya kemik tahlillerine mi dayandırılıyor bilemiyoruz- Kürt asıllı olduğu söylenen bazı vekillerimizin yurt dışına propaganda için gönderilmeleri gündeme gelir. Türkiye böyle etnik ayırımları sistemli yapan bir ülke midir? Yasaları ve Anayasası, insanları bu şekilde ayırıp birbirine ötekileştirmekte midir? Bölücü, ırkçı, kürtçü çevrelerle mücadele insanlarımızı birbirine ötekileştirmekten geçmemelidir.



İspanya’da birçok bölücü parti kapatıldı. Çeşitli yasaklar getirildi. Ama kimse, “Neden parti kapatılıyor, bu demokrasiye aykırı ve de hoşuma gitmiyor” demedi. Hiçbir AB ülkesi terör örgütünü desteklemedi ve onları özgürlük savaşçısı olarak değerlendirmedi. İngiltere’de IRA’nın siyasi kanadı olan Sinn Fein’e birçok sınırlamalar getirildi. Bunun lideri radyo ve televizyonlara çıkarılmadı, mülâkat verdirilmedi ve haber niteliğinde bile görülmedi. Bizde ise; örgüt üyelerinin hangi futbol takımını tuttukları, hangi müzik aletlerini çaldıkları, kiralık bazı gazetelerimizde yer aldı ve alıyor.



Demokrasi kimseye ve hele yürütmeyi elinde tutanlara hoş dakikalar geçirtmek için var olan bir rejim değildir. Demokrasiyi iyi öğrenelim ve içimize sindirelim. Demokrasi; ne ırkçı bölücülük, ne de milli devletten vazgeçmektir. Herhalde bunun bir istisnası bizde görülüyor. Birçok siyasetçimiz izinle politika yaptığı için; gözleri ve kulakları Brüksel ve Washington’dan gelecek talimattan ayrılmıyor.



Türkiye’de terör etnik bir sorun değildir. Şu halde ona, etniklik penceresinden bakarak çözüm arayamazsınız. Her Kırmançça ve Zazaca konuşan insanı da terörist gibi görmek en büyük haksızlıktır. Yanlışın büyüğüdür. Bazı farklılıklar kutsallaştırılıp ırk, din, mezhep taassubu ve ayırımı körüklenerek hiçbir ülke güçlendirilmemiştir. Bunu Türkiye’de denemeyiniz.




05.11.2007

Devamını Oku...

“Gönüllü Kerizlik” Üzerine


“Bütün renkler aynı hızla kirleniyormuş, birinciliği beyaza vermişler.” İnsanı insan yapan değerler manzumesinin tepetaklak edildiği ve tersine çevrildiği bir çağdayız.



Çocuklarımız sınıfta “inek” muamelesi görmemek için ders çalıştığını gizlemek zorunda kalabiliyor.



Askere giden gençlerimiz “nöbetten yırttım, içtimadan yırttım” replikleriyle “keriz” olmadıklarını ispatlamaya çalışıyorlar.



İşçimiz 15 dakikalık çay molasını nasıl yarım saate çıkardığıyla, memurumuz nasıl izin üstüne izin aldığıyla övünebiliyor.



Doğruluğun, dürüstlüğün, erdemin borsa veya döviz karşılığının olmadığı anlaşıldığında zoraki kürtaja tabi tutuldular. Ve birden namusluluk namussuzluk, namussuzluk da namuslulukmuş gibi algılanır oldu. Delilik suyundan içmek zorunda kalan akıllı gibi..



Sezen Aksu bir şarkısında “Yüzyıllarca namussuzluk yapmaktan bıkmadın mı namus?” derken moda deyimle tabu yıkıyordu. Meğer o tabu toplumun omurgası değil miymiş? Sonra çokça şikâyetçi olduklarımız da meğer sebebiyet verdiklerimizin neticesi değil miymiş?



Sonuçta Nasrettin Hoca’cı bir toplumuz. Bindiğimiz dalı bile bile ve esprisine kesme alışkanlığımız var bizim. Ama bunun yanı sıra binlerce yıllık bir tarih birikimimiz ve ulvi bir din geleneğimiz de mevcut.



Tüm peygamberliğin yaptığı, yalnız da kalsa, kınansa da, anlaşılmasa da iyiliğe, doğruluğa ve faziletli olmaya davet etmektir. Kötülüğün hangi versiyonu o devirde modaysa onu alışkanlıklardan ve algılamadan çıkarıp atmaktır.



Tabi “Nice yangın söndürücüler, yangın çıkarmakla suçlanmışlardır” yaftalarına da hazırlıklı olarak. Hz. Muhammed, risaletten önce bile Hılf’ul-Füdül (Erdemliler) ekibiyle bulunmaktan övünçlüdür. Biz ise vahiye muhatap olduktan sonra bile adam gibi olmayı kerizlik, toplumu ifsat edecek donanımlara sahip olmayı da adamlık saymaktayız.



Gönüllü Kerizlik demek aslında idealistlik, mefkûrecilik, ülkücülük, adanmışlık demek. Ama “vatan–millet”in karın doyurmadığı; idealizmin, adanmışlığın esatir’ül- evvelin (eskilerin masalları) sayıldığı bir demde gaye güdücülük yapılacaksa elektro–şokla yapılmalı. Ters toplumsal baskılara baştan hazırlıklı olmak babında gönüllü kerizlik bir şuur serpintisiyle idrak edebilecek bir duruş olmalı. Ve kendi durumu en iyi kendi değerlendirir noktada yarışa bir adım önde başlamalı.



Evet; borsadan, paradan, kredi kartından, “aşkım”dan, “ben var ya ben”den, mide gurultusundan başka bir şeyin konuşulmaz hale geldiği bir cemiyette ezberleri bozmak da yeterli değil. Yeni bir dil ve anlayış koymak zorundasınız.



Bu alanda en büyük riskimiz kendi klasiklerimizdir. Toplumsal tükenmişlik belirli gün ve haftalardaki çeyrek asırlık söylemlerle aşılamıyor. Hutbelerde ağaç sevgisi dinlemekten, derslerde çevreyi koruma vaazından bıktık, yaşayan örnekleri istiyoruz. “Oku” diye başlayan bir dinin okumayan Müslüman’ını dinlemek içimden gelmiyor.



Ya makamları, sıfatları dökülünce ne olacak? Cıbıldak mı kalacak? Öyleyse sadece yeni şeyler söylemek de çözmüyor, yeni davranışlar edinmek ve topluma “Tekrar-ı ahsen, velev kane yüzseksen” diyerekten engelde etmemiz gerekiyor.



Yoksa yakında 32 farz da kerizlik kısmına girecek. Ne mutlu gönülleriyle düşünüp düşünüp de zihinlerine davranış sinyali gönderebilenlere. Ve gönüllerinin, keriz(!)liğince yaşayanlara..


28.11.2007

Devamını Oku...

Belediyelerin Birleştirilmesi




Uzun zamandan beri bir şey dikkatimi çekip duruyordu.Ne zaman bir beldeye gitsem,o beldenin göze çarpan yerinde ya bir sosyal tesis, yada yeni bir başkanlık binası yapılmış. Üzerinde de “Büyükşehir belediyesi..............düğün salonu veya sosyal tesisi” gibi yazılar gözüme çarpıyor. Bu yapılan iş o beldenin belediyesine ait para ile yapılmıyor mu? Büyük şehir o beldenin payına düşen ödenekten bu binaları o beldeye yapmıyor mu?. Ayrıca hangi beldeye gitsen “bu asfalt Büyükşehir belediyesi tarafından yapılmaktadır.” Veya “bu duvar B.şehir belediyesi tarafından yapılmıştır.” Yazısına rastlıyorum. Suyu B.şehir yapar. Kanalizasyonu B.şehir yapar. Kaldırımı, asfaltı, duvarı, parkı, düğün salonunu, itfaiye hizmetlerini, hasılı nerde ise tüm belediyecilik hizmetlerini Büyükşehir yapar da belde belediyesi ne iş yapar diye düşünmeden edemiyorum.



Belde belediyesine sadece Emlak vergisi toplamak, anons yapmak, pazarda zabıta görevlendirmek kalıyor. Bazı belediyelerde çöpü bile özel sektör alıyor.



Bu durumda belde başkanı aracına, “Bu araç.......belde başkanı tarafından satın alınmış ve kullanılmaktadır.” Diye yazsa fena olmayacak.



Bu kadar kısıtlı yetkileri ve görevleri olan belde başkanlarına verilen maaş cidden boşunadır.


Yapabildikleri iş; beldenin vatandaşının hastasını hastaneye taşımak, polisle başı derde gireni karakolda kollamak, askere gideni uğurlamak, düğün ve cenazelere katılmak, açılışlarda bulunmak, bakan karşılamak vs. Hepsi bu kadar. Bunun için başkan olmaya gerek yok. Bu beldelerin seçilmiş belediye başkanları başkan yardımcısı olsalar yeter. İşsiz de kalmamış olurlar. Belde ahalisinin şahsi sıkıntılarının da takipçisi olurlar. En azından onların yardımcılarına da gerek olmaz. Bu kadar pasifize edilmiş, yetkileri elinden alınmış belde belediyelerinin birleştirilmesini doğru buluyorum.



Bu başkanlar pasifize edilmeden önce seslerini yükseltselerdi şimdi bu duruma düşmezlerdi. Oh ne ala dediler. Nasılsa işleri Büyükşehir yapıyor diye sesleri çıkmadı. İşlerine geldi. Şimdi ise alınan karara isyan ediyorlar. Bence hiç sesleri çıkmasın. Gelecek fırtına aylar önce ses verdiydi? Kimse umursamadı.



Tıpkı gelecek depremin ayak sesleri gibi. Onunda feryadı binalar yıkılınca ortaya çıkacak. Şimdilik herkes sessiz. Deprem deposu ile alakalı yapılan işler kaplumbağa adımı ile yürüyor. Keşke çok kişi mağdur olmadan gerçekleşebilse.



Bundan böyle belediyelerin icraatları ile ilgili yazılar yazmayı düşünüyorum.



Nasıl olsa bu beldelerin başkanlarından biri merkez belediyeye başkan olmayı arzu edecek. Bakalım kendi belediyesindeki performansı nasıl?. Önümüzdeki zamanda bu konuyu işlemeye çalışacağım.



Değerli Okurlar.



Aralık ayı içinde yurt dışında olacağımdan bu köşem vasıtası ile sizinle buluşmaya ara vermek zorunda kalacağım. İnşaallah Ocak 2008 de kaldığımız yerden başlarız. Hoşçakalın. Kendinize iyi bakın.






28.11.2007

Devamını Oku...

28 Kasım 2007 Çarşamba

DTP Kapatılmamalı mı?


Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, Demokratik Toplum Partisi (DTP) hakkında Anayasa Mahkemesi'ne kapatma davası açtı. Mahkeme ile ilgili süreç başladı.



DTP’nin terör örgütünün İmralı’daki başı tarafından kurdurulduğu, milletvekillerinin bu şahsın tercihi ile seçildiği ve partinin buradan yönetildiği herkes tarafından bilinen bir gerçek. İtiraf etse de etmese de her kesimden insan mevcut anayasa ve kanunlara göre kapatma işleminin geç bile kaldığının farkında.



MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin ifadesiyle “bunun aksini savunmak ve etnik kökenine bakılarak bunları çiğneyenlere imtiyazlı bir muamele yapılmasını istemek de demokrasiyle, hak ve hukukla bağdaşmayan bir garabet olacaktır.”



Buna rağmen bazıları “kapatma kararı hukuken doğrudur, ancak siyaseten yanlıştır” derken; Başbakan Erdoğan, DTP'nin Meclis dışına itilmesine karşı çıkarak, “Parlamento dışı kalırlarsa onları da dağa gönderirsiniz” dedi. Erdoğan’ın, “Elde silahla dolaşmaya gerek yok. Silahsız gelirsin, masada her şeyini konuşursun” ifadesi “bir gizli af planı” veya “yeni bir açılım” mı söz konusu yorumlarına yol açtı.



MHP, ilk planda “bölünmez bütünlük aleyhindeki suçları işleyen milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasını” teklif etti, ancak Mecliste destek bulamadı. Özellikle Ak Parti'nin sözcüleri, bu kanunun çıkması halinde, “dokunulmazlıkları teker teker kaldırılan DTP'li milletvekillerinin Meclis'te tutuklanıp, partilerinin de kapatılacağı” gerekçesiyle şiddetle itiraz ettiler.



Demek ki, AKP ve yandaşları DTP’nin kapatılmasına da, suç işleyen milletvekillerinin vekilliğinin düşürülüp cezalandırılmasına karşıdır. Bu kesimin, DTP’nin ve milletvekillerinin işlediği suçları tasvip veya takdir ettiğini söylemek mümkün olmadığına göre, AKP neden bu görüşü savunmaktadır? Acaba gerçekten Türkiye için “PKK’lıların dağlarda mı olmaları yoksa Mecliste mi olmaları daha iyi!” şeklinde bir tercihten başka imkân yok mu?



Bu sorunun cevabını ararken için şu ihtimalleri düşünmek uygun olacaktır:



1- MİT’in emekli üst düzey yöneticilerinden Cevat Öneş’in iddia ettiği gibi, 5 Kasımda Başbakan Erdoğan ile Başkan Bush arasında Washington’da yapılan görüşmede “ABD ile PKK’nın tasfiyesi ve karşılığında Barzani yönetiminin tanınması hususunda anlaşmaya varılmıştır.” Bu durumda Başkan Bush’un açıklamasında belirtilen “Kürt sorununun çözümü için Türkiye adımlar atacak” sözünün gereği olarak DTP’nin Meclis’te kalması uygun bulunmuştur.



2- “Kürt sorununun” çözümü için DTP’ye rol vermek düşüncesinin uygulanabilmesi demek, İmralı’dan yazdırılan DTP siyasi taleplerine kapı aralamak demektir. Bunu sağlayacak hukuki düzenlemeler ve bu kapsamda Anayasa hazırlıklarını dikkatle izlemek gerekmektedir.



3- ABD’nin “Büyük Ortadoğu Projesi” kapsamında Barzani ve Talabani için planlanan roller uygulanmaktadır. “Büyük Kürdistan planı” için üçüncü figür Öcalan ve PKK için planlanmış rolün süresi dolmuş olabilir. Veya Öcalan/PKK, şimdilik sadece İran hedefine karşı kullanılacak bir koz olarak kullanılacaktır. (İleride şartlar olgunlaşınca yine Türkiye’ye karşı kullanmak üzere hazır tutulabilir.)



Esasen bu ihtimallerin birbirini tamamlayan sonuçlar olduğunu düşünmek mümkündür. Bu hususlar sebebiyle “DTP kapatılmasın” deniyorsa, Türkiye’de terör konusunun bir “Kürt sorunundan” kaynaklandığı yani Kürt halkına ayrımcılık yapıldığını ve “PKK’nın ve siyasi kolunun Kürt halkının demokratik hakları için çalışan yegâne temsilcisi olduğunu” kabul etmiş olursunuz.



DTP’nin kapatılamaması ve/veya suç işleyen milletvekillerinin cezalandırılamaması halinde terör örgütü kazanacağı büyük moralin yanında, bu konuda Türk devletini dize getirmiş ve bölünmenin yolunu açmış olacaktır. AKP’nin Güneydoğu’da almış olduğu oylar ve “PKK/DTP bölgeyi temsil etmiyor” söylemleri de boşa çıkmış olacaktır.





20.11.2007

Devamını Oku...

Çözüm


Değneğin iki ucu da pislikli. DEP lilerin meclise girdikten sonra takındığı tavır ve politika bu partinin kapatılmasını gündeme getirmiştir. Bu partinin milletvekilleri dokunulmazlık zırhına bürünerek suç sayılan eylem ve söylemlerine devam ederken sokaktaki sempatizanları ise daha ileri giderek polisimize saldırmaktan bir sakınca görmemektedirler.



Kimi yetkilileri üstü kapalı konuşmalarla yetinirken bir kısmı ise suç olduğu çok açık eylem ve beyanatlar sergileyerek özellikle mahkum olmaya çalışıyor. Tabii bütün bunlar çok aleni bir şekilde cereyan ettiği için anayasa mahkemesi bu partiyi kapatmayı gündeme getiriyor. Burada yargı organları gereğini yapmaktadırlar. Bir suç işlemişse ilgili yasalar neyi emrediyorsa onu yapması kadar tabii ne olabilirki?



Fakat durum hiç de o kadar basit görünmemektedir. O nedenle bazı siyasilerimiz bu partiye mensup milletvekillerimizin dokunulmazlığının kaldırılmasını ve partinin kapatılmasını isterken iktidar partisi ise bu hareketi sakıncalı buldukları için dokunulmazlıkların kaldırılıp partinin kapatılmasına karşı çıkmaktadırlar. Burada siyasilerle yargı arasında farklı düşünceler görünmektedir. Bu da tabiidir. Hukukçular hadiselere hukuki açıdan bakmakta siyasiler ise siyasi açıdan olayların basit olmadığını ifade etmiştik. Bu suçları işleyenler yaptıklarının suç olduğunu bilmiyorlar mı sanılıyor. Dikkat edilirse tamamına yakını eğitimli bu ekibin ısrarla suç sayılan eylemleri yapmaları düşündürücü değil mi? Bunların suç işlemekte ısrarcı tutumları partilerini kapattırmak kendilerini hapse attırmak yandaşlarını sokaklara dökmek içerde kargaşa çıkarmak dış ülkelerdeki sempatizanlarını harekete geçirip ülke aleyhine hava oluşturmak.



Bunların amacı artık belli olmuştur. Bir takım üstü kapalı sözlerle ifade etmeye çalışsalar da asıl niyetleri devletimizden ayrı bir devlet kurmaktır. Bunu daha nasıl söyleyebilirler! Bunların ne yapmak istedikleri artık belli olduğuna göre bunların dışındaki tüm siyasi partilerimiz birlikte hareket ederek devletimizin başına bir bela olarak çökmüş bu tehlikenin savuşturulması için ortak hareket etmelidirler.



Burada devletin bekası söz konusudur. Sadece siyasilerin birlikteliği bile yeterli değildir. Bu konuda yargı, yasama ve yürütme ortak bir programla bu belayı defetmenin çarelerini aramalı ülke bütünlüğüne kastı olanların amaçlarını boşa çıkarmalıdırlar.




25.11.2007

Devamını Oku...