30 Eylül 2007 Pazar

Kocaeli’nin Cadde Ve Sokaklarında İsimleri Yaşayanlar


Şehir yaşantımızın ayrılmaz bir parçası olan cadde ve sokak isimleri, kentimizin tarihi açısından oldukça önemlidir. Yüzyıllar öncesinden veya yakın bir zaman diliminden süzülerek günümüze gelen bu isimler bizlere önemli bilgiler vermektedir.



Bu isimlerin büyük bir bölümü kişi isimlerinden oluşur. O ülkeye, şehre, yöreye, semte ve insanlığa hizmeti geçmiş kimselerin isimleridir bunlar. Bir vefa borcu olarak isimlerinin unutulmaması istenmiştir.




Bütün dünyada uygulanan güzel bir gelenektir bu. Şöyle bir çevrenizi, şehrinizi göz önüne getirin; birçok isim hatırlarsınız. Büyük bölümünün kim olduğunu bilmezsiniz.



Biraz araştırdığımızda onlar hakkında bilgi sahibi oluruz. Osmanlı paşalarıdır, askerdir, sanatçıdır, edebiyatçıdır, politikacıdır, devlet adamıdır onlar. Sözün kısası, bu kimselerin sokağına, semtine, şehrine, ülkesine, insanlığa bıraktığı bir şeyler vardır.



Kocaeli ilimizin cadde ve sokakları gezdiğimiz zamanda birçok isimle karşılaşırız. Şimdi sizlere bu isimlerin bazılarını tanıtmak istiyoruz.




AKÇAKOCA BEY (1234-1328)




İlimize adını veren Akçakoca Bey, Ertuğrul Gazi, Osman Gazi ve Orhan Gazi’nin silah arkadaşlarındandı. (Rivayete göre, beyaz tenli olduğu için Ertuğrul Gazi tarafından kendisine “akça” lakabı verilmiştir.)



Yaklaşık olarak 1234 yılında doğduğu tahmin edilmektedir. Babasının adı Abdülmelik Abdülfettah’tır.



Konuralp, Turgutalp, Saltukalp, Samsa Çavuş, Gazi Rahman, Köse Mihal gibi tanınmış kahraman beylerle Sakarya ve İzmit yörelerine akınlar yaptı. Akçakoca Bey, Sapanca Gölü’nden Kandıra’ya kadar olan yerlerin fethedilmesinde önemli gayretler gösterdi. Bu başarılarıyla tarihe kandıra Fatihi olarak geçti.



İzmit üzerine yani bir akın yapacağı sırada -İzmit’in alınışından kısa süre önce- öldü. Türk töresi gereğince otağının bulunduğu yere (Kandıra-Baba Tepesi) gömüldü.




ÇOBAN MUSTAFA PAŞA (?-1529)




Osmanlı vezir ve beylerbeylerindendir. Osmanlı tarihinde çoban, Boşnak ve damat isimleri ile tanınmıştır. Asıl ismi Gazi Mustafa Bin Abdülkerim’dir.



Mustafa Paşa, Yeniçeri Ocağı’ndan yetişmiş Rumeli Beylerbeyliği’nden sonra Yavuz Sultan selim zamanında vezir olmuştur. 1514 yılında çaldıran seferine katılmıştır. Kanuni Sultan Süleyman zamanında Belgrad Seferi sırasında, Belgrad’a Tuna tarafından saldıran kuvvetlere komuta etmiştir. 1522’de Serdar olarak Rodos seferine çıkan Mustafa Paşa, kuşatma sırasında ölen Mısır valisi Hayr-Bay’ın yerine Mısır valisi olmuştur.



Kapucubaşı görevinde bulunmuş, Kanuni Sultan Süleyman’ın kız kardeşi Hafsa Sultan ile evlenmiştir. 1529’da Viyana Seferi’ne gitmek üzere iken ölmüştür.


OSMAN HAMDİ BEY (1842-1910)




Sadrazam İbrahim Edhem Paşa'nın en büyük oğludur. 1842 tarihinde İstanbul'da dünyaya geldi. İstanbul’da başladığı eğitim hayatını, Paris’te sürdürdü. Devrin ünlü ressamlarının atölyelerinde çalışarak iyi bir resim eğitimi gördü.



1869 yılında ülkesine döndüğünde sırasıyla, Bağdat İli Yabancı İşler Müdürlüğü, Saray Protokol Müdür Yardımcılığı, İmparatorluk Müzesi (Müze-i Hümayun) Müdürlüğü ve Sanayi-i Nefise Mekteb-i Alisini (Güzel Sanatlar Okulu) görevlerinde bulundu. 1884 yılında Asar-ı Atîka Nizamnamesi'ni çıkararak uygulamaya koydu.




Osman Hamdi Bey Nemrud Dağı, Lagina Tapınağı ve Sayda'da kazılar yaptı. İlk Türk müze binası olan bugünkü İstanbul Arkeoloji Müzesi'nin 1881 yılında temelin attı ve 1891'de hizmete açtı.




Müzecilik çalışmaları ile birlikte resim çalışmalarını da sürdüren Osman Hamdi Bey Türk resim sanatının başarılı bir temsilcisi oldu.



Osman Hamdi Bey 1910 yılında İstanbul’da hayata gözlerini kapadı. Mezarı Kocaeli ilinin Gebze ilçesindedir.(Eskihisar)


PERTEV MEHMET PAŞA (1495-1574)




1495 ‘de Hersek’te doğmuş olan Pertev Paşa, Kanuni’nin ünlü defterdarlarından İskender Çelebi’nin kölesidir.



Çalışkanlığı ile dikkatleri üzerinde toplayınca, saraya alınmış sırasıyla, Yeniçeri Ağalığı, Rumeli Beylerbeyliği, Vezirlik ve donanma serdarlığı gibi önemli görevlerde bulunmuştur.



1567’de Mimar Sinan’a İzmit Pertev Paşa Külliyesi’ni (Yeni Cuma Camii) yaptırmıştır.



1574 yılında vefat edince Eyüp’te Mimar Sinan tarafından yapılan türbesine gömülmüştür.


SIRRI PAŞA (1851-1924)




Asıl adı Selim olup, Sırrı ismini kullanmıştır. 1851 yılında Vidin’de doğmuştur. Babasının adı Seyyit, annesinin adı Pembe’dir.



Vidin’de eğitimini tamamladıktan sonra, İstanbul’a giderek devlet hizmetine girdi. Kısa bir süre sonra Sivas, daha sonra ise Kocaeli sancağı mutasarrıfı oldu.



İzmit’te Demiryolu Caddesi boyunca çınar ağaçlarının dikilmesi, İzmit ovası bataklıklarının kurutulması onun döneminde yapılan önemli çalışmalardandır.



Hayatının son günlerini İzmit Yumurtacı Camii yanında yaptırdığı konağında geçirdi. 1924 yılında vefat edince Fevziye Camii haziresine defnedilmiş olup, 1943 yılında mezarı Namazgâh şehitliğine nakledildi.


SULTAN BABA (BABA SULTAN)




Asıl ismi İbrahim Edhem olup, lakabı Derviş Baba’dır.



Fatih Sultan Mehmet zamanında Sinop’tan gelerek Örcün Köyü’ne yerleşmiş, ormanlık olan bu alanları açarak bir zaviye, ev ve hamam yaptırmıştır.



Baba Sultan Hazretleri ve evlatları, 150 yıla yakın bir süre Gölcük Örcün Köyü’nde dini hizmet vermişlerdir.


YAHYA KAPTAN (1891-1920)




1891'de Makedonya'nın Köprülü kasabasında doğdu. Müslüman Türk köylerine saldıran Sırp ve Bulgar çetelerine karşı savaştı. Balkan ve I. Dünya savaşlarına katıldı.



I.Dünya Savaşı bittiğinde, Osmanlı orduları merkeze çekilirken, Yahya Kaptan da İstanbul’a geldi. Eski İttihatçıların kurduğu gizli örgütlerden en önemlisi olan Karakol Cemiyeti’ne katıldı. Yenibahçeli Şükrü Bey liderliğindeki, Anadolu’da başlaması olası mücadeleye malzeme ve insan aktarımını sağlamak için Kocaeli Yarımadası’nı kontrol altında tutmaya çalıştı.



Kurtuluş Savaşı başlarında Mustafa Kemal ile ilişki kurdu ve ona sürekli destek verdi. İstanbul'daki Karakol Cemiyeti'nin de yardımlarıyla İstanbul'dan Anadolu'ya geçmek isteyenlere yardım etti. Gebze'de Kuvay-ı Milliye'yi örgütleyerek İstanbul-Kocaeli yöresinde çeşitli eylemlere girişti.



İstanbul Hükümeti kuvvetleriyle Tavşancıl'da girdiği çarpışmada yakalandı ve 9 Ocak 1920'de şehit oldu.


HALİT MOLLA (AKIN) (1877-1961)




1887 yılında Kandıra Kazası’nın Şeyhler Nahiyesi Kızılcalı Divanı’nın Sıraköy’ünde doğdu. Babasın adı Ali’dir. Medrese eğitimini tamamladığı zaman, çevresinde “Molla” lakabıyla tanınmaya başladı.



Balkan Savaşları ve I.Dünya Savaşına katılarak birçok cephede savaştı. İzmit’in işgal edilmesiyle birlikte çevresindeki gönüllüleri örgütleyerek milli müfrezesini kurdu. Kuva-yı Milliye birlikleriyle ortak hareket ederek, Ermeni ve Rum çetecilerine karşı savaştı.



Adapazarı, İzmit ve Kandıra’nın düşmandan kurtarılmasında önemli gayretler sarf etti. Savaş sonrası yaşamını çeşitli hayır faaliyetlerine adadı.



1961 Mart’ında vefat eden Halit Molla’nın mezarı bugün Söğütlü İlçesi sınırlarındaki Sıraköy Mezarlığı’nda bulunmaktadır.


İPSİZ RECEP (1862-1928)




Emiroğulları sülalesinden olan İpsiz Recep, 1862 yılında Rize’de doğdu. Annesinin adı Cemile, Babasının adı Hüseyin’dir.



Genç yaşında İstanbul'a giderek, yelkenli teknesiyle Boğaziçi'nde çalışmaya başladı. Cesareti, gözü pekliği ve ataklığı sayesinde "İpsiz" lakabını aldı.



Milli Mücadele döneminde, Kuvay-ı Milliye’ye katılarak, Kocaeli ve Sakarya yörelerinde önemli başarılar göstererek milis yüzbaşı rütbesini aldı.



Karasu'da 1928 yılında öldü.





KARA FATMA (Fatma Seher Hanım) (1888-1955)




Kara Fatma lâkabıyla tanınan Fatma Seher Hanım, 1888 yılında Erzurum’da doğmuştur. Babasının adı Yusuf Ağa, kocasının adı ise Binbaşı Derviş Bey’dir.



Kocasıyla birlikte Balkan ve I. Dünya savaşlarına katılmış olan Kara Fatma, Kurtuluş Savaşı başlayınca Mustafa Kemal Paşa ile görüşerek aktif görev almıştır.



Bayanlardan oluşan müfrezesiyle İzmit ve çevresinde faaliyet gösteren Rum ve Ermeni çetelerine karşı mücadele eden Kara Fatma, İzmit’in düşman işgalinden kurtarılmasında da önemli gayretler göstermiştir.




Kurtuluş Savaşı içerisinde Sakarya ve Başkomutanlık Muharebeleri’ne de katılarak Üsteğmenlik rütbesine kadar yükselmiş olan Kara Fatma, 1955 yılında Erzurum’da vefat etmiştir.




NİHAT ERİM (1912-1980)




1912’de Kandıra’da doğdu. Galatasaray Lisesi’ni, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Paris Hukuk Fakültesi’nde doktora yaptı. 1939’da Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kamu hukuku doçenti olarak atandı; 1941’de profesörlüğe yükseltildi.




1945-1950 arasında milletvekili olarak TBMM’de bulundu; II. Hasan Saka Hükümeti’nde Bayındırlık Bakanlığı, Günaltay Hükümeti’nde başbakan yardımcılığı yaptı.



1961’de milletvekili olarak yeniden TBMM’ye döndü. 12 Mart 1971 Muhtırası’nın ardından hükümeti kurmakla görevlendirildi. 26 Mart 1971’de kurduğu partiler üstü hükümet 3 Aralık 1971’de istifa etti. Yeniden hükümeti kurmakla görevlendirildi; kurduğu II. Erim Hükümeti 22 Mayıs 1972’ye kadar işbaşında kaldı.





19 Temmuz 1980’de İstanbul’daki evinin yakınındaki bir deniz kulübünde silahlı saldırı sonucu öldürüldü.


TURAN GÜNEŞ (1922-1982)




1922 yılında Kandıra’da doğdu. Galatasaray Lisesi ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Doktora çalışmasını Fransa'da yaptı. 1951'de İÜHF Anayasa Kürsüsü'nde asistan, 1954'de doçent oldu.1947'de Demokrat Parti’de siyasete atıldı, 1954'de DP'den Kocaeli milletvekili seçildi.



27 Mayıs 1960 hareketinden sonra Kurucu Meclis'e seçildi. 1961’de öğretim üyeliğine geri döndü, 1965'te idare hukuku profesörü oldu. 1973 seçimlerinde Kocaeli milletvekili olarak yeniden TBMM'ye girdi. 1974'te Bülent Ecevit koalisyon hükümetinde dışişleri bakanlığına getirildi. 20 Temmuz 1974'teki Kıbrıs Barış Harekâtı'ndan sonra Cenevre Görüşmeleri’nde Türkiye'yi temsil etti. Haziran 1977 seçimlerinde de Kocaeli milletvekili seçilen Güneş, devlet bakanı ve başbakan yardımcılığı da yaptı.



1982'de Çanakkale’de yaşamını kaybetti.


LEYLA ATAKAN (1925-1971)



1925 yılında Maşukiye'de doğan Leyla Atakan, İstiklal Savaşı Kahramanlarından Orgeneral Hasan Atakan'ın kızıdır.



Genç yaşta siyaset yaşamına başlayan Atakan, 2 Haziran 1968'deki yerel seçimlerde İzmit Belediye Başkanı seçilmiştir.



Üç yıl kadar süren Belediye Başkanlığı görevinde sosyal belediyecilik anlayışını ön plana çıkarak önemli faaliyetlere imza atmıştır. Kocaeli Fuarı, önemli eserlerinden birisidir.



1971 yılında geçirdiği trafik kazasında üç çalışma arkadaşıyla birlikte hayatını kaybetmiştir.


GAZANFER BİLGE (1925-… )




Karamürsel’de doğdu. Eski pehlivan olan babası İsmail Bilge’nin özendirmesiyle güreşe başladı.



1942’de Kasımpaşa Kulübü’ne girdi. 1946’da Mısırlı güreşçilere karşı ilk kez ulusal formayı giydi.



Stockholm’de yapılan Avrupa Serbest Güreş Şampiyonası’nda ve 1948 Londra Olimpiyatları’nda 62 kilo şampiyonu oldu.



1949’da ciğerlerinden hastalanarak ara verdiği güreşe 1952’de yeniden başladı, milli takıma girdi, aynı yıl güreşi bıraktı.



Özellikle teknik bilgisi ile dikkat çeken Bilge, Kırkpınar ağalığı da yaptı.


Cadde-Sokak Adlarının Bulunduğu Yerler




















1- Sırrı Paşa Derince
2- Pertev Paşa İzmit / Saraybahçe
3- Çoban Mustafa Paşa Gebze
4- Osman Hamdi Bey Gebze
5- Yahya Kaptan Gebze / Şekerpınar
6- Kara Fatma(Fatma Seher Hanım) Gölcük
7- Akçakoca Kandıra
8- İpsiz Recep Kandıra
9- Sultan Baba Gölcük
10- Halit Molla Saraybahçe
11- Zoboğlu Hasan Bey Gölcük
12- Leyla Atakan Saraybahçe, Maşukiye
13- Nihat Erim Kandıra, Derince
14- Turan Güneş Kandıra, Bekirpaşa
15- Gazanfer Bilge Karamürsel

30.09.2007

Devamını Oku...

27 Eylül 2007 Perşembe

Türbanı Sermaye Yapanlar


Önce bir noktaya işaret edelim. ABD Dışişleri Müsteşarının önce Patriği ziyaret edip Karaköy’de sözde azınlık temsilcileri denen bir grupla görüştükten sonra Ankara’ya gidişini ve Ankara’da da muhatabı ile değil; Başbakan ve Cumhurbaşkanı ile görüşmesini uygun bulmuyor ve içime sindiremiyorum. Bizim Dışişleri Müsteşarımız aynı temaslara olumlu cevap alabilir mi?



Herkes anayasa ile yatıp kalkıyor. 1982 Anayasasının bütünüyle savunucusu değiliz. Zaten 1982’den bu tarafa çok değişiklik yapıldı. Ancak, anayasa değişiklikleri konuşulurken, anayasanın temel ilkeleri tartışmaya açtırılırken, anayasa çalışmalarının, Türksüz Anadolu ve Atatürksüz Türkiye peşinde koştukları eserleri ve gazete makaleleri ile ortada olan sicili belli sözde ünvanlı bir gruba teslim edilmesini de uygun bulmuyoruz. Bu heyeti eğer iktidar seçmişse; demek ki yol arkadaşı bunlardır. Bunlar da geniş cephe hareketi içinde Cumhuriyetten, milli devletten intikam almak peşinde koşan, milli devlet ve milli kimliği dışlayan bir gruptur.



Daha önceki örneklerde görüldüğü gibi tepki anayasası yapmamak için nelerden kaçınmalıyız? Bunu çözersek epey yol alırız. Fert ve devlet veya toplum birbirine rakip değildir. Bunlardan sadece birini esas alırsak; yeniden tepki anayasalarına zemin hazırlarız. Tecrübesiz bazı siyasetçiler, bilim adamları veya bürokratlar hep bu iki tercihten birine yönelmişlerdir. Ülkeyi tekrar kısır döngüye sokmayalım. Öfke, hiddet, şiddet, şuur altına yerleşmiş bazı yanlışlar, kin ve husumet, duygusallık anayasaya taşınmaz. Anayasalar günlük veya dönemlik düşünülmez. Tasvip ettiğiniz yanları olur veya olmayabilir; YÖK’e ve üniversite rektörlerine “İşinize bakın” nezaketsizliği yapılmaz.



Bazıları türban ve baş örtüsünü birbirine karıştırıp bunlarla akıllarını bozmuşlardır. Türkiye Cumhuriyeti sadece laiklik ilkesine dayalı kurulmamıştır. Sürekli türbanın öne çıkarılması ve bundan medet umulması maksatlıdır; oy avcılığıdır. Sadece türbana karşı çıkılmakla da Cumhuriyete sahip çıkılmaz.



Ülkenin altı oyulurken, Anayasasının 42. Maddesi iki dilli eğitime açık hale getirilirken, TCK’nun 301. Maddesi kaldırılmaya çalışılırken, Türke saldırı serbest hale getirilirken, Türkiye’nin yapısını bozucu, federal yapıya döndürücü “açılımlar” ortaya atılırken, din dersleri karpuz seçer duruma sokulurken, icra ve iktidar güçlendirilip kuvvetler ayrılığı (yargı, yasama, yürütme) dengesi yürütme lehine bozulurken; tartışılan tek konu türban olamaz.




YÖK ve Yargı özellikle Anayasa Mahkemesi adeta iktidara bağlanmaktadır. Zaten yetersiz olan Yargı bağımsızlığı iyice zayıflatılmaktadır. TSK üzerinde oyunlar oynanmaktadır. Anayasa taslağında Milli Güvenlik Kurulu daha da etkisizleştirilmekte; nedense Jandarma dışlanmaktadır. Toplumun çeşitli kesimleri anayasa taslağında unutulmuştur. İşçi, çiftçi, esnaf, memur, kadın istekleri unutulmuştur. Kamu çıkarları ve ekonomik haklar, özelleştirme, mülk edinme gibi konular yok sayılmıştır. Türkiye’nin ekonomik bakımdan talan edilmesi nerededir? Türkiye’ye yön değiştirtme peşinde koşan bu ısmarlama ve Brüksel’den “aferin” almak için hazırlanan taslak, özgürlükçü değildir. Anti-Türk ve anti-devlet anlayışı tasarıda hâkimdir.



Şu halde bu taslak, onu hazırlayan şaibeli isimler bir tarafa, millet için yapılmamıştır. Sayın Burhan Kuzu’nun da ifade ettiği gibi, bu anayasa AKP felsefesini taşıyacaktır. Artık iktidar gücünü elinde bulundurana göre anayasaların yapıldığı ve şekillendirildiği dönemleri geride bırakalım. Eğer gerçekten demokrat olmak istiyorsak!

Devamını Oku...

Emaneti Ehline Vermek


Devlet kurumlarının çeşitli kademelerinde seçimle veya tayinle gelerek görev alan insanlar, millet adına kendisine verilen görevden sorumludur. Bir dernek, vakıf, parti vb sosyal organizasyonların yöneticileri de o organizasyonun üyeleri ve destekçileri adına sorumluluk almıştır. Bir özel şirketin yöneticisi ise önce patron ve diğer paydaşlar (çalışanlar, tedarikçiler, müşteriler) daha geniş anlamda halka karşı sorumludur. Aile reisliğini üstlenen baba veya anne de, hem ailesine ve hem de geniş manada topluma karşı mükellefiyetler üstlenmiştir.



İslam Hukukunda bu sorumluluklar “emanet” kavramı ile izah ediliyor. “Emanet, Allah Tealanın gerek kendi hukuku, gerekse yaratıklarının hukuku ile ilgili olarak insana yüklediği vazifelerin tamamına verilen bir isim olarak tarif edilmektedir.”



Kuran-ı Kerim’de : "Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor!.. Doğrusu Allah, işitendir, görendir." (Nisa, 58) buyruluyor.



“Emanet, maddi değeri olan bir mal olabileceği gibi, bir görev ya da sorumluluk da olabilir.” Emaneti teslim almaya talip olanlara emanet sorumluluğunun çok ağır bir yük olduğu bildirilmiş, emanetin gereğine göre hareket etmeyenlerin Allah’ın azabına uğrayacakları ifade edilmiştir.



Buna karşılık, Müslümanlara da, aklını ve teşhis yeteneğini kullanarak kimlerin emanet ehli olduğunu, hangi emaneti kime vereceğini tespit görevi verilmiştir.



Bir defasında Peygamberimiz (s.a.s)’e soruldu: “Ey Allah’ın Peygamberi! Kıyamet ne zaman kopacak?” O, bu soruya şu cevabı vermiştir: “İş, ehli olmayan kişilere verilince kıyameti bekle, kıyametin kopması pek yakındır.” (Buharî, İlim 2)






İki kişi, Allah Resulü’ne gelip kendilerini emir tayin etmelerini rica ettiler. Allah’ın Elçisi: “Biz, işimizi isteyene ve makam düşkününe vermeyiz” (Buharî, Ahkam 1) buyurdu. Hz. Peygamber, kendisinden valilik isteyen Ebu Zerr Gıfarî’ye de şöyle demiştir: “Ebu Zerr, sen zayıfsın, o makam bir emanettir. Sonu da kıyamet gününde bir perişanlık ve pişmanlıktır. Yalnız hak ederek alan ve üzerine düşeni de yerine getiren müstesnadır.” (Müslim, İmaret 16)



Emanetin ehlinin kim olduğunu anlamak için öncelikle iki ölçü dikkati çekiyor: Birincisi liyakat sahibi olmak, ikincisi ise adaletle hükmetmek.



Yeni terminolojide emanetin verileceği ehil kişiyi karşılayan kavramın “lider” olduğu kanaatindeyim. Çünkü “lider” tariflerini yapanların mutabık kaldığı özelliklerle ifade edersek bir yöneticinin “lider” olabilmesi için güven duyulan, sorumluluk sahibi ve adil olması gereklidir.



Ayrıca “sorumluluğunu sezgi, zekâ ve bilgiye dayalı karar ve uygulamalarla taşıyan lider, çevresine danışır ancak son kararı hep kendisi verir, şüphesiz tüm sorumluluğu alarak... İnsanları dinler ve anlamak için özel çaba sarf eder. Çevresindeki herkesin en iyi yanlarını geliştirmelerine imkân sağlayacak olumlu değişim ve sürekli öğrenme ortamları sağlar. Sahip olduğu güçlü sosyal değerler sayesinde çevresinde yarattığı “karizma” (büyüleyici özellik) sahip olduğu örnek kişilik ve tutarlı davranışları, diğer insanlar için etkin bir rol modeli olmasına yol açar.” (Vikipedi’den)



Emanetin ehline verilmemesinin sonuçları ise huzursuz ve gergin bir toplum, ekonomik ve sosyal krizler.. Etkin olmayan, kitleleri heyecanlandırmayan dernekler, partiler.. Zarar eden, kapanan işyerleri.. Hepsinin sonucunda gelişmemiş bir toplum, mutsuz ve yoksul insanlar…




Zaten gelişmiş ülkelerle gelişmemiş ülkelerin, başarılı organizasyonlarla başarısızların, büyüyen şirketlerle zarar edip küçülenlerin arasındaki en önemli hatta tek fark, iyi yönetilip yönetilmediğidir.





İyi yönetilen bir ülkeye, organizasyonlara veya şirketlere sahip olmanın yolu ise, ehil ya da lider insanlara emaneti vermekten başlıyor.




26.09.2007

Devamını Oku...

Öküz Altında Buzağı Aramak


Bize hasmı diye merak ediyorum. Nedense söz konusu başkaları olduğunda öküz altında buzağı aramaya bayılırız. Bu arada kendi buzağılarımızı da başkalarının ortaya çıkarmasından da asla hoşlanmayız. Ayrıca başkalarının başarılarını bir türlü hazmedemeyiz. Ayağı tökezlediğinde keyiften dört köşe oluruz. Hele hele fikri yapısı bizden farklı ise daha beter olması için sabırsızlanırız. Önce yakıştırırız. Tutmazsa iftiraya dönüştürürüz. Oda tutmazsa başkasından duymuştum deyip kıvırırız. Şayet o kişi iyi bir mevkie gelmişse zaman içinde onun en önde giden yalakası oluruz.



Bu sözlere ne gerek vardı. Bir şeylere mi kızdınız diyebilirsiniz. Evet bir şeylere kızıyorum.



Bazılarınız bilir. Ben aynı zamanda Kızılay İzmit şube başkanıyım. Daha önce 7 yıl başkan vekilliği yapmıştım. 3 yıldır da başkanlık yapıyorum. Asıl mesleğim inşaat mühendisliği. İnşaat işleri yapar inşaat malzemesi satarım. Devlet ihalelerine girmem. Devletle hiçbir işim olmaz. Şube başkanı olduktan sonra işimle ilişiğimi kestim. Benim işimi çocuklarım yapıyor. Ben sabah dokuzdan akşam on sekiz e kadar mesaimin tamamını Kızılay’a veriyorum. Yönetim kurulu üyelerimizle beraber işimizi tamamen ücretsiz yapmaktayız. 30 hekim 75 personel den meydana gelen bir sistemi günlük 600 hastası ile birlikte yönetmenin kolay olmadığını sizler takdir edersiniz. Telefonum 24 saat açıktır. Tıp merkezi gece de evimden internet aracılığı ile takip edilmektedir. Kan hizmetleri bana bağlı olmadığı halde bu konuda da elimden geleni yapmaktayım. Kızılay da çalışan hiçbir akrabam yoktur. Benim ve yönetim kurulu üyelerimden hiç birisinin akrabası dahi Kızılay a mal satamaz ve Kızılay’ın malını satın alamaz. Şayet öz geçmişimi merak ederseniz, Google’a girip adımı yazdığınızda özgeçmişimi bulabilirsiz. İşte bu kadar göz önündeyim. 5+5 olmak üzere iki dönem Belediye meclis üyeliği yaptım. İzmit Belediye meclis üyeliği yaptığım İlk beş yılın üzerinden 18 yıl geçti. İlk beş yılda belediye başkan vekilliğinden, encümen başkanlığına, imar komisyonu başkanlığından, İmar affı komitesi başkanlığına kadar rantın bol olduğu yetkili ve sorumlu makamlarda bulundum. Çok şükür hiçbir yanlışım olmadı. Olsa idi şimdiye kadar çoktan manşet olurdu.



Kendimi methetmeye hiç ihtiyacım yok. Fakat bazen gerekiyor. Çünkü Kızılay İzmit şubesi giderek büyüyüp rantı artmaya başlayınca ağzı sulananların iftiraları da başladı. Bunları bunun için yazıyorum. Tanıyan tanıyor da tanımayan bir miktar bilgi edinsin diye. Gerisini ise araştıran bulur.



Yıllardır yaptığımız gıda kampanyasını bu sene biraz daha genişlettik. Halkın katkılarını "GÜNDE 1 YTL" sloganı ile talep ettik. Halkımız çok ilgi gösterdi. Tabiî ki Düşmanlarımızda hasetlendi. Bazılarının ideolojisi ile uyuşmuyorum. 59 yaşımdayım. Bu saatten sonra bazılarına göre şekillenecek halim yok. Dün ne isem bugünde oyum. Fikri yapımla ve duruşumla ortadayım. Esnemeye de niyetim yok. Bazılarına da ortadaki ranttan pay aktarmıyorum. Bu bakımdan onların tepkisini çekiyorum. Şunu bilsinler ki bu kazanımlar da tüyü bitmemiş yetimin hakkı var. Hakkı olmayana asla verilmez. Hiç bir parti, hiçbir siyasi kuruluş yandaşımız olmaz. Herkese eşit mesafede oluruz. Herkesten yardım talep ederiz. Herkese, ihtiyacı olduğunda Kızılay ölçeğinde hizmet sunarız. Kimsenin dinine, diline, rengine, siyasetine bakmayız. Memleketine, milliyetine göre ayırımcılıkta bulunmayız.



Yaptığımız yardımlarımızı açık ve şeffaf yaparız. Listelerimizin bir kısmını yönetiminde bulunduğumuz Sosyal yardımlaşma vakfının araştırılmış listelerinden seçerek hazırlarız. Ayrıca bize müracaat edenlerin hakkında yaptığımız araştırmada uygun görülenlerle listelerimizi çoğaltırız. Bize yardım edenlere yaptıkları yardımın kime ulaştırıldığını yazılı olarak teşekkür yazımızla birlikte bildiririz.



Kafasında soru işareti belirenler her zaman Kızılay’a gelip akıllarına takılan sorulara cevap alabilirler.


Halkımız mütereddit olmakta haklıdır. Niceleri sivil toplum yöneticiliğinden ihya olmuştur. Sırtında ceketi yokken müthiş servetlerin sahibi olmuştur. Bu gibi kişilerde geçmişi bilindiği halde toplumdan saygı görmüştür. Kayırılmışlardır. Mevkileri yükselmiştir. Halkımız sütten ağzı yanınca yoğurdu üfleyerek içmekte haklıdır.



Durum bundan ibarettir. Erkekçe ortaya çıkmayan, kapı arkasında dedikodu yapıp ortalığı bulandırmaya çalışanlara ve bu asılsız dedikoduları duyup şüphelenenlere duyurulur.


25.09.2007

Devamını Oku...

26 Eylül 2007 Çarşamba

Çalışan Aileler ve Çocuklarıyla İlgilenmeleri

Genelde çalışan ailelerde yoğunluk hep kadınların üstünde kalmaktadır. Yoğun iş performansıyla gün içinde yorulan anne eve gelip tabiri caizse günün yorgunluğunu atmak üzere bacaklarını uzatıp dinlenmesi gerekirken evde ev işlerini kendini bekler bulmakta. Annenin yapması gereken bu işlerle uğraşırken haklı olarak günün yorgunluğu ile eve gelen baba bacaklarını uzatarak dinlenmek üzere yerini almalıdır ki yarınki işine dinç ve dinlenmiş olarak dönebilsin. Kısaca senaryosunu çizdiğimiz bu tablo da farkında isek çocuklar hiç rol almadılar. Neden?


Acaba ailenin çocukları mı yok veya çocuklarına ayıracakları zamanı mı?




Bu sorunun cevabını hepimiz biliyoruz. Ancak toplum olarak ihmale gelmemesi gereken en önemli unsuru ihmal etmekteyiz.



Günümüz şartların da ebeveynlerin her ikisinin de çalışan bireylerden olması toplumumuzun bazı değerlerinin değişimini gündeme getirmektedir. Bu arada ebeveynler çocuklarına zaman ayırabilmek için uğraşı vermelerine karşın bunu tam manası ile yerine getiremedikleri de aşikârdır.



Anne–babalar çocukla yeterli zaman geçiremediklerinde suçluluk duyabilirler; çalışan annelerde bu duygu daha yoğun yaşanabilir. Bunun sebebi ise yaşadığımız kültürde çocuğun ve ailede yaşayan diğer fertlerin bakımının ve evle ilgili diğer işlerin yürütülmesinin hala sadece kadının sorumluluğu gibi görülmesidir. Bu sorumlulukla baş başa kalan anne işindeki başarı ve kariyerini kaybetmekle karşı karşıya kalmakta anne üzerinde aşırı baskı ve strese yol açmaktadır.



Burada görülen baskı ve stresin hafifletilmesi veya tamamen ortadan kaldırılabilmesi için ailede anneye yardımcı unsurların ortaya çıkarak annenin yükünün azaltılmasıdır. Ama asıl sorun bunlar yapılmak istenirken evdeki çocuğun durumunu ele almak gerekmektedir. Çocuğun ilgi alanları ve çocukla ilgilenmek annenin üzerinde bırakılmamalıdır. Hem iş hem aile yaşantısının sorumlulukları çok fazladır; ama atlanmaması gereken, kişinin bütün işi tek başına yapmak zorunda olmadığı ve kalan bütün boş vaktini tamamıyla çocuğa adamasının gerekli olmadığıdır. Çocuğa değerli bir zaman aralığı bıraktığını hissettirebilmektir.



Anne evde bu konumu ile yalnız bırakılmamalı annenin evdeki işleri paylaşılmalıdır. Babalar genelde çocuklarına pahalı hediyeler alarak çocukları ile ilgili işleri çözdüklerine onlarla ilgilendiklerine inanmaktadırlar. Ebeveyn çocuğa rehberlik etmeli gözlemlemeli ama aynı zamanda çocuğun kendi kararları vermesine de izin vermelidir. Çocukla beraber vakit geçirildiği zaman, küçük projeler düşünülmeli ve anlık bulunan aktivitelerin günlük hayatta da uygulanmaya başlanması aile içi iletişimi arttıran temel unsurlardandır. Evde bir işle meşgulken ya da televizyon izlerken aynı zamanda çocukla ilgilenmeye çalışmak onunla değerli zaman dilimi geçirmek anlamına gelmez; doyurucu etkileşim değeri taşımaz. Örneğin; kurabiye yaparken onu da bu işin içine dahil etmek ya da çocuğun yaş dönemine uygun bir televizyon programı hakkında duygu ve düşüncelerini konuşmak o zamanı daha verimli kılabilir. Birlikte yapılan bir alışverişi dahi değerli zaman dilimine sokmak mümkün olabilir; eksiklerin tespitinde ve malzemelerin alımında etkin rol üstlendiğinde kendini önemli hisseder ve anne-babayla paylaşım ihtiyacını giderir.




Çocuğu için vakit ayıramayan ""çok meşgul"" aileler, çocuğun kendisini önemsiz, değersiz hissetmesine ve ebeveynin diğer işlerinin kendisinden daha öncelikli olduğunu düşünmesine yol açabilir. Kaliteli zaman geçirmenin amacı, çocuğun anne-babası için ne kadar önemli olduğunu hissetmesidir.



Çocukla beraber yapılabilecek sınırsız aktiviteler vardır. Önemli olan bu değerli zamanı çocukla beraber keyifli bir hale getirmek ve çocuğun bu zamandan maksimum düzeyde verim ve keyif almasını sağlamaya çalışmaktır. Anne-babaların hata yapmaktan korkmamaları, hata yaptıklarını hissettikleri zaman çocuğu da bir birey yerine koyarak telafi etmek için çaba göstermeleri, kendi anne-babalık içgüdülerine güvenerek bu zamanı değerlendirmeleri bu zamanı daha da etkin kılar.



Kaliteli zaman geçirmek çocuklar sadece küçükken değil büyüdükleri zaman da psiko-sosyal ve duygusal gelişimleri açısından büyük önem taşımaktadır.



24.09.2007

Devamını Oku...

Okuyorum, Ayrıcalıklıyım


—Üstadım, mutluluğum artarken bir yandan da insanlara acıyorum ve öfkeleniyorum.


— Kertenkele, ne oldu yine?



— Elime bir kitap geçti, okudukça okudum; mutlu oldum. İnsanlar niçin okumaz, vaktini orada burada hay huy ile geçirirler, diye de öfkelendim.



— Sana ben sanal senaryolara dayanan, pembe dizi olarak bilinen romanları yasaklamamış mıydım?



— Üstadım, beni güldürmeyiniz. Siz bana yine kertenkele deyiniz; ama ben artık sınıf atladım. Okuduğum kitaptan çok az insanın bildiği gerçekleri öğrendim.




— Anlat bakayım, neymiş onlar?



— Üstadım, öğrendiğime göre, İslam medeniyetinin zirvesi kabul edilen Endülüs’ün yıkılmasından sonra Gırnata’da engizisyon mahkemesi kararı ile bir milyon kitap yakılmış. Bununla ilgili olarak daha sonra Fransız fizikçi P. Cuirie: “Endülüs’ten bize otuz kitap kaldı; atomu parçalayabildik. Eğer yakılan kitabın yarısı kalsaydı çoktan uzayda galaksiler arasında geziniyor olacaktık.” demiş. O tarihlerde Avrupa’nın hiçbir ülkesinin kütüphanesinde bin yazma eser yokken Kardinal Ximenes seksen bin, Kral Ferdinand ile Kraliçe Isabella beş yüz bin eseri yaktırmış ya da yok etmiş.



— Kertenkele, sen kendi türün içinde değil, türler arası sınıf atlayacağa benziyorsun. Darwin sağ olsaydı teorilerini her halde senin üzerinden kurardı.



— Üstadım, siz yine beni hafife alıyorsunuz. Siz kabul etmeseniz de üzüm üzüme baka baka ağaracak.



— O söz, “Üzüm üzüme baka baka kararır.” değil miydi?



— Üstadım, sizden ders alan hiç kararır mı?



— Kertenkele, öğrenmenin vermiş olduğu haz, bitmeyen bir süreçtir. Yöntemi; gezmek, seyretmek, dinlemek, okumak, ne olursa olsun, öğrenme hazzı ancak öğrenenlerin hissedebileceği; fakat tanımlayamayacağı bir hazdır. Okumak ise bu yolların en kolayı ve en yararlısıdır. Beni yıllar öncesine götürdün. Biz, arkadaşlarımızla haftada bir buluşur, adına “kültür dersi” dediğimiz okuma saatleri düzenlerdik. Okuma sırasında “Ben bunları öğrenmekle ne kadar şanslıyım; ancak şu an benim yaşımda olup da sokaklarda gezenler bundan mahrum, onlara ne yazık.” diye düşünürdüm. Görüyorum ki sen de aynı şeyleri yaşıyorsun. Okuma hazzı insanı paylaşmaya zorlar. Bu, lezzetli bir meyveyi evladı ile paylaşmak isteyen, paylaşamamaktan rahatsızlık duyan annenin isteği gibidir. Paylaşıldıkça artan bir lezzet, ne yararlı bir lezzet, değil mi?




— Üstadım, size kızma hakkım yok; ama bana, az önce “Türler arası sınıf atlayacağa benziyorsunuz.” dediniz. Bu iğnelemenizle neyi kastettiniz?




— Okudukça beyninin, kalbinin bir işe yaradığını, bir değer olduğunu anlıyorsun. İşleyen bir beyin ve duyarlı bir yürekle “insan olmak” ne güzelmiş diyorsun, değil mi? Peki, okumasaydın, kendince, bu yorumları yapabilecek miydin?



— Üstadım, beni hangi canlı türü içinde gördüğünüzü artık önemsemiyorum. Okumak, bu sayede ilimde, irfanda yükselmek çok güzel. Bütün türdeşlerime okumayı ısrarla öneriyorum.



— Kertenkele, Mevlana, babasının ardından yürüyüp Nişabur’dan ayrılırken devrin bilginlerinden Attar hayretini şu sözlerle ifade ediyor: “Suphanallah! Bir deniz, bir ırmağın peşine düşmüş gidiyor.” Bir deniz de niçin sen olmayasın?



— Üstadım, ırmaklar denize akar; ama her deniz varlığını ırmağa borçludur. Sizin yanınızda damla olmak bile ayrıcalıktır.



24.09.2007

Devamını Oku...

21 Eylül 2007 Cuma

Hoş geldin Ramazan


Dua



Ey doğruların en doğrusu.

Adaletlilerin en adaletlisi.

Merhametlilerin en merhametlisi.

Temiz olanların en temizi,

Dürüst olanların en dürüstü.

Ey gökleri yoktan var eden

Gizlilikleri bilen, belaları defeden,

Ölüleri dirilten, bereketler indiren,

Sevabı sonsuz, cezası da şiddetli olan Allah’ım!

Bizi kabrin karanlığından,

mahşer gününün dehşetinden,

sorgunun heybetinden,

cehennemin ateşinden kurtar.

Bize mağfiret eyle, günahlarımızı bağışla

dualarımızı, ibadetlerimizi ve tövbelerimizi kabul eyle



Oruç



Oruç tutmak; İslam dininin beş temel esasından biridir.Ancak sıralamaya bakarsak namaz oruçtan öncelikli ve de önemlidir. İslamı istilahta oruç; “Fecr-i sadıktan güneşin batışına kadar, yemekten, içmekten, cinsi arzulardan ve orucu bozan diğer şeylerden Allah(cc) ya kulluk niyeti ile nefsi men etmeye” verilen isimdir. Malum olduğu üzere ibadetler üç kısımdır.




  1. Mal ile yapılan ibadet ( zekat-sadaka ).

  2. Hem mal hem de beden ile yapılan ibadet ( hac-umre ).

  3. Yalnız beden ile yapılan ibadet ( namaz ve oruç).




Dolayısıyla oruç şartlarını taşıyan her Müslüman için farzı aynıdır.



Farz-ı ayn ve farzı kifayeyi kısaca açıklayalım.


Farz-ı ayn: Mükellef olan her müslümanın bizzat kendisinin yapmak zorunda olduğu ibadetlerdir. Vakit namazları, oruç tutmak vb. Terki günahı gerektirir; inkarı insanı dinden çıkarır.



Farz-ı kifaye: Bazı Müslümanların yapmasıyla yapmayanlar üzerinden sorumluluğun düştüğü ibadetlerdir. Cenaze namazı kılmak, hafızlık yapmak vb. Cenaze namazını kılan sevabını alır kılmayan ise günahkar olmaz.



Peygamberimiz(sav) bir hadisinde “ Bir kişi başka bir kişi için oruç tutamaz, yine başka bir kişi için namaz kılamaz.



K. Kerimde de
“ Ey iman edenler oruç sizden öncekilere ( ümmetlere ) farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki oruç sayesinde korunursunuz.” (Bakara 183)


Peygamberimiz (sav) bir hadisinde oruçla ilgili olarak şöyle buyurur;



“Ramazan ayı gelince cennet kapıları açılır, cehennem kapıları kapanır ve şeytanlar bağlanır.”(Muslim)
Bilindiği üzere şeytan Hz. Adem’ e secde etmediği için lanetlenmiş Allah(cc)ın rahmetinden kovulmuştur. Bunun için Hz. Adem ve onun soyundan gelenlere düşman olmuştur. Şeytan bizim için rahmetten kovulunca bize düşman olmasından daha doğal bir şey olmaz. Fakat bizim şeytana yakın olmamızdan onu memnun edecek işler yapmamızdan, onun peşine takılıp gitmemizden daha yanlış ne olabilir ki. Dünyada insan düşmanından uzak durur, düşmanının bulunduğu semtte bulunmaz. Onunla aynı mekanı paylaşmaz ki ondan zarar görmesin doğru olan da budur. Aynı hassasiyeti ebedi düşmanımız olan şeytan içinde göstermemiz gerekmez mi ?




Aylar içerisinde ramazan ayının ayrı bir önemi vardır. Günler içerisinde Cuma gününün, geceler içerisinde kadir gecesinin, insanlar içerisinde sevgili Peygamberimizin nasıl müstesna bir yeri varsa, aylar içerisinde de ramazan ayının apayrı bir yeri vardır. Ramazan ayı ayların sultanıdır. Rahmet, mağfiret ve bereket ayıdır. Ona bu özelliği kazandıran K.Kerim’in bu ayda inmeye başlamasıdır. Oruçta ramazan ayına mahsus bir ibadettir.



Bu mübarek ramazan ayını merhaba diyerek karşılamış bulunuyoruz. Ona hoş geldin ramazan diyoruz.



Cenab-ı hak bu mübarek ayı her türlü haram ve günahlardan uzak ibadetlerle dopdolu yaşayarak uğurlamayı nasip eylesin.




Nefis ve şeytan oruç tutanın emrinde, oruç tutmayanlarsa onların emrindedir. Nefis ve şeytanın oyuncağı olurlar.



Peygamberımiz(sav) bir hadisinde:



Kim inanarak ve sevabını Allah tan umarak oruç tutarsa geçmiş günahları bağışlanır.



Kul hakkı bu günahlar kapsamında değildir. Allah(cc) ‘ın affetmediği günahların başında kul hakkı gelir. Kul hakkının affedilmesi için kimin bizde hakkı varsa o kişiye gidip ona hakkını ödemeli sonra helalleş ilmelidir. Hak sahibine hakkını vermeden helallik istemek helallaşma olmaz. İnsanlara maddi manevi ne gibi zarar vermiş isek onları açık açık söylemeli, mümkünse maddi zararları tazmin etmeli sonra helallik dilemeli. Bunu takibende tevbe ederek Allah(cc)’ dan af dilemeli.



Kul hakkı geniş bir kavramdır. Sadece maddi konularla sınırlı değildir. Manevi ve sosyal konularda bu kapsam içerisindedir. Gıybet etmek, iftira atmak, dedikodu yapmak, alay etmek, dalga geçmek, muhatabı küçümsemek, insanları hor ve hakir görmek, yaptığın işin hakkını vermemek vb.



Oruç tutan Müslüman gün boyunca aç ve susuz kalmakla şehevi istek ve arzularını terk etmektedir. Bu vesile ile toplumda ki açların, susuzların, çıplakların halini daha iyi anlama imkanı bulmaktadır. Tok açın halinden anlamaz. Açlığın ve susuzluğun ne olduğunu bilmek için aç ve susuz kalmak gerekir. Nasrettin hocanın ifadesiyle ağaçtan düşenin halinden ağaçtan düşen anlar. İşte oruçla Müslüman bunu bizzat yaşamaktadır.



Toplumdaki fakir- fukaranın, garip- gurabanın mahrumiyet ve mağduriyetini anlayarak onlara yardım elini uzatır.


Teravih




Ramazan ayında teravih namazı kılmak da sünnettır. Sünnet de iki kısımdır. Sünneti müekkede ve sünneti gayri müekkede. Teravih namazı sünneti müekkededir.



Teravih namazı tek başına da cemaat ile de kılınabilir. Yirmi rekat kılınabileceği gibi sekiz rekatta kılınabilir. İki rekatta bir selam verilebileceği gibi dört rekatta bir selam verilir. Yaygın olanı dört rekatta bir selam vermektir. iki rekatta bir selam vermek daha sevaptır. Teravih namazının ilk oturuşunda tehiyyat ile beraber salli barik de okunur. 3. rekata sübhaneke ile başlanır. Tıpkı ikindinin sünneti ile yatsı namazının ilk sünneti gibi


Sahur




Ramazanda dikkat dilecek bir hususta sahura kalkmaktır. Sahura kalkmak müstehaptır.



Peygamberımiz(sav) bir hadisinde:



“Sahur yemeği yiyiniz, çünkü sahur yemeğinde bolluk ve bereket vardır.



Sahuru biraz izah edelim…





  1. Sahura imsaka yakın kalkılmalı


  2. Sabah namazı mutlaka kılınmalı


  3. Az da olsa yemeli, içmeli


  4. Sahura erken kalkılırsa sabah namazı tehlikeye girer. Oruç tutup da sabah namazını kılmamak müslümana yakışan bir durum değildir.


  5. Ezan Ellahu Ekber ile oruç açılır, Ellahu Ekber ile başlanır. Ezanın sonuna kadar yenmez.
    Oruç içerisinde riya olmayan tek ibadettir. Bunun içinde nefse zor gelir. Sevabı da çok büyüktür. Oruç tutanlar cennete REYYAN kapısından girerler.





Bir ayette Allah(cc) buyuruyor ki: İnsanoğlunun her ameli kendisi içindir. Ancak oruç müstesna.
O benim içindir. Onun sevabını ben vereceğim. Oruç günahlara karşı kalkandır. Biriniz oruçlu iken çirkin ya da cahilce söz söylemesin. Şayet biri diğerine söver veya sataşırsa ben oruçluyum desin.




Muhammed’in canını kudret elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki oruçlunun ağız kokusu kıyamet gününde Allah katında misk kokusundan daha güzeldir. Oruçlu için iki sevinç anı vardır. Biri orucunu açtığı zamanki sevinç, diğeri oruçlu olarak rabbine kavuştuğu andaki sevinç.



Bir başka hadiste Peygamberımiz(sav) “ Oruç insanı cehennem ateşinden koruyan bir kalkandır. Tıpkı sizi harpte ölüme karşı muhafaza eden kalkan gibi



Oruç hicri takvime göre tutulduğu için her yıl on, on bir gün öne gelir. Dolayısıyla insan bazen -30 derecede bazen de +40 derecede oruç tutar. Bunun anlamı şudur: Yarabbi dondurucu soğukta da kavurucu sıcakta da emrine hazırım demektir.



Orucun açlık ve susuzluktan çıkıp oruç olması için şu hadise dikkat edelim:
Her kim ki yalanı, yalan ile iş yapmayı ve cehaleti bırakmazsa, Allah’ın onun yemesini ve içmesini terk etmesine ihtiyacı yoktur. ( feteva 223)




Oruçtan beklenen manevi faydayı elde edebilmek için, orucu midemizle beraber dilimize, gözümüze, kulaklarımıza ve duygularımıza da tutturmamız gerekir.


Harama bakmamak suretiyle gözümüze, yalan, gıybet, iftira ve dedikodudan uzak durmak suretiyle dilimize ve kulağımıza içimizi kinden, nefretten, hasetten, fesattan, kıskançlık ve düşmanlıklardan temizlemek suretiyle de duyularımıza oruç tutturmalıyız, yada orucu bu şekilde tutmalıyız. Aksi takdirde boşuna aç ve susuz kalmış oluruz.



Cenab-ı hak ramazan ayını nefsimiz, neslimiz ve tüm insanlık için hayırlara vesile kılsın.(AMİN)





21.09.2007

Devamını Oku...

“Türkler Boykot Yapamaz” (!) mış


Bir; çünkü Türkler enayidir, kendi aleyhlerine olan bir durumun karını-zararını ayırt edebilme kabiliyetine sahip değillerdir. İki; iyi biliyoruz ki Türklerin en büyük rakibi Türklerdir. Klasik olarak birileri derhal;


"Ne boykotu! Her şeyimiz zaten onların."


Yahu, bizimkilerin de doğru-dürüst bir şeyi yok ki!


"Bizim milletimize gelmez abi, sonuç almaz."



diyecekler diye iyi biliyorlar, hatta sözle destek verenlerin bir kısmının fiili alışkanlıkla boykot kırıcılığı yapacaklarını da iyi biliyorlar.


Biz de iyi biliyoruz ki Marlboro`dan, Coca-Cola`dan, Mc.Donalds`tan, Levi’s`ten vs. marka göz kamaşmasından kolay vazgeçemeyeceğiz. Ülkücülerimiz de, Solcularımızda, Liberallerimiz de, Dincilerimiz de çoğunlukla Mevlana`nın tarif ettiği gibi : “Ben ne insanlar gördüm, üzerlerinde ideoloji yok. Ben ne ideolojiler gördüm, içinde insan yok.” Söz, sanırım aşağı yukarı böyle..Bütün mesele de biraz şöyle ; uğruna ölünecek dava mı kalmadı, ölecek dava adamı mı? Bence ‘b’ şıkkı..



"Ruhun mu ateş yoksa o gözler mi alevden,

Bilmem ki bu yürek nasıl korla tutuştu?"



diyen bağrıyanıklar yerine; ‘Canım, ne olacak ki bundan’cılar, ‘bizim milletten bir şey olmaz abi’ciler ve boş ver bu işleri, kim aday, ondan bahset’çiler yarışıyor.



Ört ki ölem ! Çıkışı kendimiz kapatmışsınız bir de kaybolduk diyorsunuz. Hem ölmekten korkuyor hem de can çekişiyorsunuz. “Ölümden korkanlar intihar etsin” der Atsız. “Allah`tan korkan Amerika`dan korkmaz” diyor Gökkubbe Dergisi. Nihat Genç de “Allah`ın 99 ismine Amerika ne zaman eklendi?” diye soruyor dindar geçinenlere.



Ödümüz kopuyor Avrupa`ya, Amerika`ya laf, mallarına halel gelecek diye. Reislerimiz Marlboro tüttürmeye devam etsinler; ‘her zaman Türk`e göre, Türk için’. Devrimcilerimiz bar ve metres sosyalizmine devam etsinler; üretimden gelen güçlerini kullanarak. Muhafazakarlarımız hem İsa`nın hem Musa`nın kapitalistlerine secde etmeye devam etsinler ‘Büyük şeytan Amerika’, Lanet sana Yahudi’ replikleriyle.


Bir de Atatürkçülerimiz var; Emperyalizmle uğraşacağına başörtüsüyle, İmam-Hatip`lerle uğraşanlar ve laikliği içki içmek zannedenler. Çok yaşa sen ülkem ve ülkem insanı.



İSTER MERMİ OLSUN İSTER OY PUSULASI ;

İYİ NİŞAN ALMALI İNSAN, KUKLAYI DEĞİL KUKLAYICIYI VURMALI.



Malcom X`in ruhaniyeti de şahittir ki Dünyayı Şer Üçgeni yönetiyor: ABD, İngiltere ve İsrail. Dünyayı kana, ateşe boyayan bu Küresel Çete. Ülkeleri terörist damgasıyla damgalayabilecek kalıp atölyeleri ve terörist imalathaneleri de var. Bile bile lades diyoruz bunlara bile bile BOYKOT. Hemi de 365 gün 6 saat. Bir yıl dişimizi sıksak, üçlü sacayaktan biri kesin çatlayacak.


Evanjelik Kıyametçiler, Masonik Kraliyetçiler ve Semitik Siyonistlerledir dünyanın kavgası. Yani Küreselleşmeyle. Yeni sömürgecilik, neo kolonyalizmdir küreselleşme. Global Köyün Gladyatörleri de Bush-Blair-Olmert değil, Rockefeller, Morgan, Soros, Ford, Rotschild`lerdir. De olsun, boykot olsun. Adam gibi adamların boykotu da adam gibidir. İlla bahane gerekmez.



İki keçiden biri daha keçidir. Gandi, İngiliz sömürgeciliğini Pasif Direnişle yıktı. Yok, biz koyunsak uçurumdan peşpeşe atlama modasına uyalım ki dedikleri doğrulansın. Şu çılgın Türkler, boykot-moykot yapamaz (!) Oysa bu; Türklere aptal demeye çıkar. Katiline aşık kurban tipi.


Haydi, Kürşad`ın narasıyla indik boykota diyelim. Vur memur vur, 2023`ü kur. Amerika “the end”, sıra Çin`de. Ezeli rekabette 21.yy.randevusu. Yer Asya, zemin petrol ve gazla kaplı. Şahitsiniz; Amerikan kapitalizminin kanı çekildi. Akınımız var yine Çin Seddi`ne. Cesaret yiğidim cesaret, yıkılsın esaret.


Allah aksiyonumuzu arttırsın ve bizi geleceğimize bağışlasın.



20.09.2007

Devamını Oku...

12 Eylül 1980 Darbesi Kime Hizmet Etti?


12 Eylül 1980, günlerden Cuma… Türkiye Radyoları, saat tam 03:59'da İstiklal Marşıyla yayına girdi. Marş bitince birden Harbiye Marşı çalınmaya başlandı. Ardından tok sesli bir erkek spikerin "Milli Güvenlik Kurulunun bir numaralı bildirisi" şeklinde anonsu duyuldu.



Daha sonra Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren'in "Aziz Türk Milleti" hitabıyla yönetime MGK tarafından, el konulduğunu belirten konuşması kulaklarda yankılandı. Birazdan ülkemizde darbe dönemlerinin unutulmaz solisti Hasan Mutlucan'dan serhat türküleriyle başlayan seremoni, marşlarla devam etti.


Hakkında birçok kitaplar yazıldı. Bu dönemi anlatan filmler çekildi. Paneller, açık oturumlar, protestolar düzenlendi. Ama şu bir gerçek ki; karşı tarafı suçlayarak, herkes kendi fikriyatına göre darbeyi değerlendirdi.


Değerlendirmelerin ana teması, ne olursa olsun bu darbenin Türk Demokrasisine, Türk Devlet Geleneğine verdiği zararlar konusunda bütün vicdanlar hemfikirdir.



"Kardeşin kardeşi öldürdüğü ve ülkenin derin bir bunalım yaşadığı" iddia edilerek yapılan darbe için o günden bu yana çeşitli senaryolar üretildi.


Solcular, 12 Eylül darbesinin sağcıların işi olduğunu öne sürerek, yapılanları sürekli eleştirdi. Sağcılar ise bu darbeden en çok zarar gören grup oldu. Kimse bu darbenin Türkiye'deki ideolojik grupların menfaatine değil de; asıl amacın küresel güçlerin çıkarlarına hizmet etmek maksadıyla olduğu gerçeğini göremedi.



12 Eylül darbesi günümüzde yapılan bazı araştırmalara göre ABD'nin merkezi haber alma örgütü CIA tarafından " güzelce organize edilen" bir darbedir.



Yunanistan'da yönetimdeki darbeci "Albaylar Cuntası" 1973'te NATO'nun askeri kanadından çekilme kararı aldı. Bu NATO açısından büyük bir zafiyet demekti. Soğuk savaş yıllarıydı ve Sovyetler Birliği Batı için önemli bir tehditti. Yunanistan'ın ayrılmasıyla birlikte, NATO'nun savunma kanadında bir çatlak oluşmuştu. Türkiye'nin 1974'de Kıbrıs'a düzenlediği Barış Harekatı Atina'daki cuntanın sonu oldu.


Yenilgi, Yunanistan'a demokrasiyi getirdi. Albaylar görevi sivil iktidara devretmek zorunda kaldı. ABD baskısıyla Atina'daki Karamanlis yönetimi NATO'ya dönme kararı aldı. Türkiye ise Yunanistan'ın birliğe dönmesini kabul etmedi. Süleyman Demirel de, Bülent Ecevit de ABD'nin bu isteğine şiddetle karşı çıktılar.


Netice de ABD açısından sorun 12 Eylül 1980 darbesiyle çözüldü Bu o kadar açıktır ki; darbe sonrası dönemin ABD Başkanı Jimy Carter tiyatro seyrederken bir Beyaz Saray görevlisi yanına geliyor "bizim çocuklar Türkiye'de yönetime el koydular" diyor. Bu vakıa birçok CIA belgesinde ve basında yer almıştır. Darbedeki ABD bağlantısını en iyi şekilde gösteren bir delildir.


Netekim Kenan Evren darbe sonrasında, dönemin Dış İşleri Bakanı İlter Türkmen'e talimat vererek Türkiye'nin hiçbir karşılık almadan Yunanistan'ın NATO'nun askeri kanadına dönmesine onay vermiştir.



Darbenin ertesi günü yani 13 Eylül de, sanki hiçbir şey olmamış gibi bütün terör olayları, cinayetler son bulmuştur. Bu bile olayın ne kadar muammalı olduğunu gösteren bir tarihi gerçektir.



Kanlı Çorum ve Kahramanmaraş olaylarının arkasında CIA bağlantısı olduğuyla ilgili ciddi belgelere ulaşılmış, bu kanlı olaylarla ilgili birçok soru da, cevapsız kalmıştır.


Babı-ı ali Baskını, 27 Mayıs, 12 Mart, 12Eylül, 28 Şubat, 27Nisan isimleri ne olursa olsun bu müdahaleler sonuçları itibariyle, bu millete hizmet etmemiştir. Bu memleketin önünü tıkamış ve Türk Milletinin çocukları bundan zararlı çıkmıştır.


Allah bu ülkeye bir daha darbe yaşatmasın.




19.09.2007

Devamını Oku...

Güven Meselesi



Çok bilinen bir söz vardır: “İnanmak başarmanın yarısıdır.”


Geçmişimize baktığımızda ülkemizin bulunduğu en zor şartlarda dahi insanımızın hem kendine hem de devlete karşı bir güven duyduğu görülür ki bu durum o dönemde ülkemizi ziyarete gelenlerin yazdıkları eserlerde dahi mevcuttur. Mesela ünlü Türk sempatizanı Pierre Loti ve askeri eğitim için ülkemize davet edilen Kont Monteagu’nun eserlerinde bu tarz yorumlara rastlanmaktadır.


Günümüze geldiğimizde ise insanımızın bırakın devleti kendisine bile güven duymadığı apaçık ortadır.


Peki, yazılarımda her zaman bahsettiğim gibi, milletler tarihi için kısa bir dönem olan yüzyıl gibi bir zamanda nasıl oldu da milletimiz böyle büyük bir revizyona uğradı?


Milleti iyi yönde veya kötü yönde revize eden en önemli unsur eğitimdir. Bu noktadan hareketle Osmanlı eğitim sisteminde yetişen kişilerin kimliklerini iyi özümsediği görülmektedir. Bu kimlik önceden “Osmanlılık” olarak yerleştirilmiş daha sonradan milliyetçi akımlara binaen bu kimliğe “Türklük şuuru” da eklenmiştir.


Nitekim yine yazılarımda hep bahsettiğim gibi son dönem Osmanlı bürokrat ve askerlerine baktığımızda yukarıda izah etmeye çalıştığım kimlik meselesinin kendilerinde ne denli oturmuş olduğu, ülke parçalanma sürecine girdiğinde dahi gittikleri toplantılarda kendilerine gösterilen “saygı”dan da belli olmaktadır.


Maalesef günümüzde yapılan toplantılara katılanların bu tarz bir “saygı” görmedikleri ise hepimizce aşikardır.


Kanaatimce ülkemizdeki eğitim sisteminin gelgitleri sebebiyle henüz tam bir program belirleyememesi ve bunun neticesinde beş yılda bir okullardaki sistemin değişmesi, gençlerimizi güven bunalımına sokan en önemli faktördür.


Tabii bunun yanında eğitim sistemimiz içinde yabancı dille eğitimin anaokullarına kadar inmesi, henüz anadilini tam konuşamayan çocuğa yabancı dil öğretilmesi ve bu durumu her kesimin teşvik etmesi neticesinde kendisine ve ülkesine güvenen, kimliğine sahip bir nesilden ziyade, kendi kimliğini çok fazla önemsemeyen, “dünya vatandaşı” özelliklerine sahip bir neslin ortaya çıkacağı aşikar bir durumdur.


Nitekim en son geçen hafta Ankara’da 600 kilo patlayıcı yüklü bir minibüsün bulunup imha edilmesi neticesinde güvenlik güçlerimizle hepimizin gurur duyması gerekirken, olayın “acaba CIA bilgi verdi de öyle mi önlem alındı!” şeklinde yorumlanması, milletimizin kendisine ve devletine dair duyduğu güvenin geldiği noktayı açıklaması bakımından önem arz etmektedir.


Sevgili okuyucular, tarih boyunca milletlerin birbirlerine nüfuz etme çabalarının en etkili yöntemi, o milleti “kimliksizleştirme” propagandasıdır. Bu yöntem bir devleti savaş yapmadan ele geçirmenin en güzel yoludur. Bu sebeple, özellikle son dönemlerde “globalizm” adı altında milletlere dünyadaki “hakim kültürü” empoze etme çabaları son hızla devam ederken, bizim bu düzene karşı durmamızın yegane yolu ise kimliğimize sahip çıkıp kendimize ve devletimize her ne olursa olsun güven duymamızdır.


Güvenli ve mutlu yarınlara hep beraber ulaşmak dileğiyle, saygılar sunarım.




19.08.2007

Devamını Oku...

Aydın Sorumluluğu

Can Dündar, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün hayat hikâyesini anlatırken, AKP milletvekili İrfan Gündüz’den dinlediği bir anıyı da aktardı:



«Bir gün Üstad Necip Fazıl, Abdullah Gül, ben ve bir kaç arkadaş ikindi namazı için Sultanahmet Camii'ne gittik. Üstad dışında hepimizin üstünde tiril tiril gömlekler, İspanyol paça pantolonlarımız. Üstad namazdan sonra ellerini havaya kaldırarak, "Şükürler olsun. Bu kubbelerin altı böyle züppelerle dolmadıkça Türkiye'nin kurtuluşu yoktur" dedi.»



Bilemiyorum, Necip Fazıl sağ olsaydı, o zaman “kubbelerin altında” görmekten mutlu olduğu gençlerden birinin, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olmasını nasıl karşılardı?




Ancak biliyoruz ki, “Üstad” sağlığında kişileri ve olayları, unvan ve makamlardan etkilenmeden, sadece belirli değerleri esas alan ve çoklarına da aykırı gelen farklı bir zaviyeden değerlendirirdi.




Muhtemeldir ki, üzerinde emeğinin geçtiği bir kişinin Cumhurbaşkanı olmasından mutlu olur, ancak O’nun ve arkadaşlarının iyi ve doğru işlerine tam destek verirken, yapacakları hatalara, milli menfaatlere ve yüce değerlere aykırı gördüğü icraata karşı en sert muhalefeti yapardı. Bir dönem destek verdiği Erbakan’ın ve partisinin tavır ve politikalarına karşı en ağır eleştirileri yapmaktan geri kalmadığı hatırlardadır.



*************************************



Necip Fazıl, meşhur “Çile” şiirinde, “fikir çilesinin” şiddetini anlatırken bu çileyi çekenleri “beyninde zehirli kıymık taşıyan” kişi olarak tarif ediyor.



Gördüm ki, ateşte, cımbızda yokmuş,

Fikir çilesinden büyük işkence.


…….



Camdan keskin, kıldan ince kılıcın,

Bir zehirli kıymık gibi, beynimde.



Bilmiyorum, “aydın” olmanın tarifini bu kadar veciz anlatan başka bir söz var mı? Çünkü aydın gerçekten fikir çilesine talip olan, kimsenin dert etmediği konuları dert edinen, milyonlar içinde tek farklı fikre sahip olsa bile bu fikrini savunabilen kişidir.


Aydın, kendisinin kuş sütü eksik olmayan sofralarda doyma imkânı varken dahi, açlar ve yoksullar için fikir çilesi çekendir. Eğitimde fırsat eşitsizliğine kahrolan, en temel sağlık hizmetlerinden yararlanamayan insanlarımızın bu halinden dertlenendir. Dünyanın en berbat şehircilik uygulamalarını yaşamamızın ıstırabını, işsiz gençlerimizin dramını yaşayan ve bütün bu olumsuzluklara çare arayandır.


Oysaki bu kadar geniş “ilgi alanında” gezinen, bu zekâ dolu beyinler, küçücük “etki alanlarının” çaresizliğinde kıvranırlar:




Söyleyin, söyleyin, ben miyim yoksa,

Arzı boynuzunda taşıyan öküz?

Belâ mimarının seçtiği arsa;

Hayattan muhacir, eşyadan öksüz?



Ben ki, toz kanatlı bir kelebeğim,

Minicik gövdeme yüklü Kafdağı,



Gerçek aydının gözü yazar, şair, profesör gibi unvanlar veya çeşitli idari ve siyasi payelerde değildir. O’nun gözü ve gönlü daha ötelerde ve daha yücelerdedir:



Ver cüceye, onun olsun şairlik,

Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta.



************************************




Halkımızın önemli bir kesimi, “kubbelerin altını dolduran” dünün gençlerinin, bugün iktidarda olmasından mutludur. Bu mutluluğun yapılan her icraatı körü körüne desteklemeye sevk eden bir duygu olmamasını diliyorum. Kubbelerin altına gelmeyenlerin de, sadece bu özellikleri sebebiyle, her icraata karşı çıkmaması gerektiğini de vurgulamak istiyorum.



Özellikle aydınlarımızın olumlu icraatı desteklemek ve cesaretlendirmek; ancak olumsuz icraata karşı, “bize yakındır” gerekçesine sığınmadan, gerekli muhalefeti yapmak görevi vardır. Çünkü aydın, kişilerin ve grupların taraftarı değil, fikirlerin ve değerlerin savunucusudur.



Aydınların görevini hakkıyla yapılması, hem milletimizin ve hem de iktidarda olanların yararına olacaktır.




18.09.2007

Devamını Oku...

17 Eylül 2007 Pazartesi

Kumanda Bilekte mi, Yürekte mi?


“Durun kalabalıklar; bu cadde çıkmaz sokak!” diyen şairin gür sesi kulaklarımda çınlıyor, beynimde zonkluyor zaman zaman. Hangi sokak nereye çıkar, onu bilmiyorum. Beni bir sokağa yönlendirecek kumandayı bileğime mi yüreğime mi versem? Bilek ve yürek caddelerine açılan sokakların adları ne? Cennet ve Cehennem hangi sokağın bitiminde?


Herkes bilek mevsimini yaşıyor, yürek mevsimini unuttuk. Dirilişe, uyanışa, temizliğe muhtaç, yürekler. Bunun için susmak gerek, sancı gerek, uykusuzluk gerek. Yürekler ancak ıstırapla güçlenir, açlıkla terbiye edilir, tefekkürle dirilir. Kanaat, cömertlik, tevazu, korku, ümit; yürek sokağının sakinleridir, yürek mevsiminin meyveleridir.


Bilek sokağında daha fazla kazanmak var, daha fazla üretmek var, daha fazla yığmak, tüketmek var. Güç; gözde, kulakta, bilekte, sermayede. Bileğinin gücü, cebinin şişkinliği oranında adamsın. Bu sokakta her şey siyasi ve ekonomik rant için. En güçlü, en büyük benim; gerisi bana payanda olduğu kadar değerlidir. Edindiğim arkadaş, okuduğum kitap bana sosyal bir imaj kazandırmıyorsa, kazancımı artırmıyorsa, mevki sağlamıyorsa, beyhude meşguliyettir. Bas tepesine gitsin!


Öyleyse, kumanda bilekte mi yürekte mi olmalı? “Yürek Devleti” isimli bir kitap okumuştum bir zamanlar. Harika bir isim, “Yürek Devleti.” Nasıl bir yürek, sorusunun cevabı verilmişti uzun uzun. Olanlar değil, olması gerekenler anlatılıyordu kitapta. Temiz çevre, inançlı insanlar, güzellik arayışı, bugünü yarına bırakmama, yaptıklarında ibadet şuuruna sahip olma, az yeme, az uyuma, az konuşma, laf değil iş üretme, varlık bilinciyle hareket etme, neslini koruma… yürek devletinin ilkeleri arasında yer alıyordu. Nerede o yürek devleti? Bileği güçlü olanlar devletin sahibi şimdi. Para, kadın, yanlış ideoloji, sadist ve egoist duygular, uyuşturucu, ihtiras artırıyor bileklerin gücünü. Bunlar, zulmün adına barış diyorlar, demokrasi diyorlar, laiklik diyorlar. Böylece, bir değeri ifade eden kavramların içini boşaltıyorlar, kötü örneği oluyorlar.


Yürek devletinin ilk işi, azgın nefsi terbiye etmek. Nefsin zayıflaması, yüreğin güçlenmesi demek. Aralarında ters orantı mevcut. Birine karşı birini beslemek gerekiyor. Birinin galibiyeti diğerinin mağlubiyetini doğuruyor. Bu bağlamda, içinde yaşamak istediğiniz devlet tercihiniz önemli. Bilek devleti mi, yürek devleti mi? Aşkla, sabırla, tevekkülle, maddi ve manevi ibadetlerle, cömertlikle yüreğimizi beslersek, bilek devletinin azaları olan gözümüzü, kulağımızı, elimizi bütün kötülüklerden koruruz. Zihnimiz fitne üretmez, elimiz yasak işe uzanmaz, kulağımız dedikoduya açılmaz, gözümüz günaha bakmaz. Beş duyumuzun tamamı güçlü kalbimizin emrinde olur. Seyit Çavuş, yüreğini güçlendirmesiydi, inancını beslemesiydi Çanakkale Savaşı’nda 250 kg ağırlığındaki top mermisini kaldırabilir miydi? İnandı ve bileğini yüreğinin emrine vererek tarih yazdı, bizi bugünlere taşıdı.


Oruç mevsimi Ramazan, yürek devletini kurma zamanı. Açlıkla nefsimizi terbiye etmek, bileğimizi yüreğimizin kumandasına vermek, ne güzel. Yoksullara yardım etmek, bağışta bulunmak, kazancını paylaşmak, yokluktan yakınmamak, şükrünü bilmek, varlık nedenini sorgulamak; bu mevsimde kazanacağımız meziyetler olmalı. Unutmayalım, görünür özelliği açlık olan oruç, hem bedenlere hem ruhlara hem beyinlere hem yüreklere hem toplumlara şifadır.



16.09.2007

Devamını Oku...

Kuşatma Hareketi

Her gün karşılaştığımız acı ve çirkin o kadar örnek var ki… Bunlar Türkiye’nin nereden nereye getirildiğinin işaretleridir. Bir DTP’li milletvekili PKK’lıları “kardeşlerimiz” olarak isimlendiriyor. Onlara terörist denemez diyor.



Sayın Cumhurbaşkanı Gül, davetiyesini “Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül” olarak yazdırıyor. Kısaca muhafazakârlık görüntüsü altında geleneklere karşı çıkıyor. Cumhurbaşkanının ünvanından “Cumhuriyet” adeta buharlaşıp uçuyor. Sayın Gül mozaikten bahsediyor.



Bir ünvanlı yazar kitabında açıkça şunları yazıyor: “Kürt sorunu, çok-etnikli bir imparatorluğun yirminci yüzyılın başlarında tescil edilen çöküşünden doğmuş, … gasp edilen bu hakkın yeniden ele geçirilmesi, diğer bir deyişle, yeni bir ulus-devlet kurma imkânının kazanılmasıdır.” Kitap İletişim Yayınları dizisinden çıkmış. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Bazıları buna Türkiye’nin demokratikleşmesi veya modernleşmesi de diyebilir. Ancak, hiçbir ciddi Batılı ülkede böyle bir modernleşme ve demokratikleşmenin izine bile rastlanmıyor. Tam tersine farklılıklar reddediliyor. Kültürel çoğulculuk ancak kendi dışlarında düşünülebiliyor. Genelde hedef alınan coğrafyalarda…



Bir ara basına da yansımıştı. Belçika’da doktora yapan bir Türk öğrenciye tez hocası açıkça ihtar eder: “Tezinde Ermeni soykırımı iddialarına yer vermemezlik yapma! Aksini kabul edemem. Çünkü benim meclisimden bu doğrultuda karar çıkmıştır.” İspanya’da ETA’nın siyasi kolu Batasuna Partisini ve örgütü öven takibata uğrar, yargılanır ve hapse girer.



“Oryantalizm” isimli bir kitap yazan Edward Said, “Oryantalizm Doğunun Batılılaştırılmasının tezidir.” diyor. Bir bakıma Batının Doğuyu elindeki üstün güç ve malzeme ile kuşatmasıdır. Bu sadece keşfetme değildir. Bu kuşatma, bugün küreselleşme olarak kullanılıyor ve ülkelerin ekonomik kaynakları talan ediliyor. Sosyal ve etnik yapılarına Batının çıkarlarına uygun şekil veriliyor. Üniter milli devlet ufalanıyor. Alternatif mahalli egemenlik alanları yaratılıyor. Dünkü sağdan ve soldan birçok aydın devşirilerek ülkesine karşı kullanılıyor.



Türkiye’de bu amaçla Yerel Yönetimler Temel Yasa Tasarısı ve Anayasa değişikliği gibi konular kullanılıyor. Bir ara TCK’nun 301. Maddesiyle uğraşılmıştı. Basından elde ettiğimiz bilgilere göre; Sivil Anayasada Türklük daha kapsamlı ve geniş düşünülmeliymiş. Acaba 1982 Anayasasının 66. Maddesinde Türklük kapsamsız ve dar mı düşünülmüş? Hangi Anayasada ırkçılığa özenilmiş? Tam tersine 1982 Anayasası kültürel Türklüğü dışlayarak vatandaşlarımızı hukuken Türk sayma (vatandaşlık bağı) peşine düşmüş. Biz Anayasada yazıyor diye Türk olmadık. Her şeyden evvel Türklüğümüz hukuki değil; hem kültüreldir ve hem de soya dayanır. Kendini Türk olarak hisseden hiç kimseye “Sen Türk değilsin” de diyemeyiz. Kültürel Türklüğümüz Anayasada da ifade edilebilir.



Türkçe “Devletin resmi dili”dir. Bu ifadeden “devlet”i atarak Türkçe’yi gecekondu ve mahalli dillere ortak edemeyiz.



Anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi dahi teklif edilemez maddeleri ile oynamayınız. Sırtınızı bir yerlere de dayamayınız. Bu önemli konuda da STK’na önemli görevler düşmektedir. Yasalar içinde milli tepkiyi ve direnişi ortaya koymak vatandaş olmanın gereğidir. Kısaca adam olmaktır. Bundan önce TCK’nun 301. Maddesiyle ilgili Ankara’da ve İstanbul’da yapılan geniş katılımlı basın toplantıları etkili olmuştur. Türkiye’den yana olan, dışarıdan yönlendirilmeyen kuruluşlar gereğini yapmalıdırlar. Her şart altında ve dönemde demokratik ve yasal mücadele sürdürülmelidir. STK’nın yapacağı çok iş vardır.



Eğer demokratikleşme ve insan hakları konularında bir şeyler yapacaksak, Türkiye’yi yönetenlere karşı ülkeyi savunurken; artık Avrupa ülkelerinin ayrılmaz birer etnik parçası haline gelen yurt dışındaki vatandaşlarımızın Türkçelerine getirilen yasaklarla uğraşalım. Avrupa’da ayağa kalkan yabancı düşmanlığı ve ırkçılıkla mücadele edelim. Bir Nijeryalının İstanbul’da ölümü ile ilgilendiğimiz kadar Londra’da öldürülen ve 21 gün cenazesi ailesine teslim edilmeyen Evren Anıl ile de ilgilenelim.




12.09.2007

Devamını Oku...

Geldi Yine Bir Gül Mevsimi Ramazan

Ömrümüzün takvim yaprakları bir bir eksiliyor, zaman su gibi akıp geçiyor.


İşte geçen yıl, bir vuslatla yolcu ettiğimiz Ramazan-ı Şerif bütün rahmetiyle, bütün bereketiyle geliyor. Dört bir yanımız Ramazan ikliminin güzellikleriyle bezenmeye başladı.



Değerli dostlar, şu soruyu kendimize sorduk mu?



Bugüne kadar kaç Ramazan Hilal'i üzerimize doğdu? Bundan sonra kaç parıldayan ay daha doğacak? Aslında kısacık insan hayatında Müslümanların Ramazanları da çok sınırlı, acaba bunun farkında mıyız?


"Evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennem ateşinden kurtulmak" olan, "Cehennem kapılarının kapandığı, cennet kapılarının ardına kadar açıldığı "bu ayı anlayamamak, görmezlikten gelmek, onu hissetmemek, ona selam durmamak, sitemin en hafifiyle insafsızlıktır, mürüvvetsizliktir.


Bunun için bu mükerrem ayda akıllı insan; Ramazan ayının rahmet yağmurundan kuruyan gönlünü, pörsüyen dimağını, gülmeyen yüzünü, görmeyen gözünü, işitmeyen kulağını, hak söylemeyen dilini, yardım etmeyen elini, doğruya yürümeyen ayağını, velhasıl çoraklaşan, bataklaşan ruh dünyasını ıslatabilen, ıslah edebilen insandır.



İnsani ve ekolojik dengenin bozulduğu, özlemsizliğin, sevgisizliğin arttığı bir zamanda yaşıyoruz. Dünyanın dört bir yanında fakirliğin, açlığın, terörün ve savaşların her gün daha da çoğaldığı günümüzde şöyle bir düşündüğümüz de Ramazan'ın ruhuna, kuşatıcı iklimine ne kadar da muhtacız…


Ramazan her yıl aşınan değerleri onarmaya, bizim olanları yeniden kazanmaya bir fırsattır.



Bundan dolayı, bu ayda insan kendini, kendi hayatını temizlemeli, içine dönmeli, ruhuna bakmalı, kısaca otokritik yapmalıdır.




Biliyoruz ki; yine medya Ramazan gibi, uhrevi bir zamanı sulandırmaya, magazin malzemesi haline getirmeye çalışacak. Her yıl olduğu gibi medya abuk, sabuk konuşmayı meslek haline getirmiş adamları bir yerlerden çıkarıp saçma sapan sorularına cevap bulmaya çalışacak. Bu durumda bile biz, bu zavallılara Allah'tan hidayet dilemeliyiz.




On bir ayın Sultan'ı olan bu ay egoizmi ve bencilliğimizi kırmalı. Bizim gibi oruç tutan, ama muhtaç olanların durumunu düşündürmelidir. Zekât, fitre, fidye, sadaka gibi İslam dininin sosyal yardım amaçlı emir ve tavsiyelerini yerine getirmek suretiyle yardım duygularını zirveye ulaştırmalıdır.



Allah Resulünün "Komşusu aç iken kendisi tok yatan, olgun bir mümin olamaz." Evrensel mesajını daha iyi anlamamıza vesile olur.




Bu ay farkına varmaktır yaşamın. Kadrini bilmektir nimetlerin, imkânsızlara imkan oluşturmak için hayatı paylaşmaktır.



Ramazan hem iç derinliğe, hem dışa açılmaktır. Bir yandan Allah'ın verdiği nimetlerin şükrünü eda ederken, öbür yandan sofrayı muhtaçlara açmaktır.



Her Ramazan ayrı bir sevinç, ayrı bir vuslattır. Donatarak iyilik ve güzelliklerle ruhumuzu Yaratanla buluşmaktır.




Bu kutlu misafiri çok özlemiştik. Minarelerdeki mahyaları, fırındaki sıcak pideleri, teravih namazlarını, iftarları, sahurları daha nice güzellikleri…


Hoş Geldin Sefalar Getirdin Ya Şehri Ramazan…


Müjdeler olsun bu kutsal zaman dilimini hakkıyla değerlendirenlere.



12.09.2007

Devamını Oku...

Ya doğruysa

Hazreti Ali’nin materyalist ve İslam karşıtı olan bir adam ile tartışması nakledilir: Adam, “siz Müslümanlar ölümden sonra bir hayat ve yargılanma günü var olduğu zannıyla, dünya nimetlerinden yararlanmadığınız gibi, çeşitli zahmet ve külfetlere katlanıyorsunuz. Ya cennet-cehennem yoksa? Sizin yaptığınız akılsızca” der.



Hazreti Ali’nin cevabı net ve hayatını kişisel menfaat üzerine şekillendirmiş birinin anlayabileceği keskinliktedir: “Eğer ahiret ve hesap günü yoksa sen haklısın. Bu durumda benim gibi Müslüman olanların kaybedeceği bir şey yok. Belki kısa bir ömür süresince bedenimize zor gelen namaz, oruç gibi ibadetleri yapmak; içki, kumar, zina gibi nefsimize hoş gelen günahlardan uzak kalmış olmanın külfetine katlanmaktan ibarettir. Fakat bizim inandıklarımız ya doğruysa, ahiret, hesap günü, cennet-cehennem varsa, senin halin nice olur?”



*****************************************


Bakış açınızı değiştiren bir olay, bir cümle ve hatta bazen bir beden dili ifadesi, o ana kadar kesin ve tek doğru olduğuna inandığınız bir hususun yanlış olduğuna veya başka doğrulardan sadece bir tanesi olduğuna dikkatinizi çekiverir. Böyle bir değişime paradigma (değerler dizisi) değişikliği deniyor.



Tarih boyunca köklü değişiklikleri gerçekleştirmiş ve derin iz bırakmış liderler ve bunların en önünde gelenleri olan peygamberlerin yaptığı da, öncelikle toplumda var olan paradigmayı değiştirmeleri, yozlaşmış değerler yerine yeni bir değerler dizisini yerleştirmeleridir.




Mehmet Akif, İslam’ın doğduğu yılları şu mısralarla anlatıyor:



“Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta,

Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi”



Böyle bir toplumun insanlık değerlerini, düştüğü derin çukurdan alıp zirveye taşıyan dönüşümünün en güzel örneklerinden birisi Hazreti Ömer’dir.



Yaşadığı toplumun değerler dizisi O’na cahiliye döneminde öz kızını diri diri toprağa gömdürmüş. Aynı Ömer, Müslüman olduktan sonra merhamet ve adaletin yaşayan timsalidir. Halife (devlet başkanı) iken “Dicle kenarında bir kuzuyu kurt yese, hesabı Ömer’den sorulur” diye düşünen, devlet adamı sorumluluğunun örnek şahsiyetidir. “Adalet mülkün (devletin/ülkenin) temelidir” özdeyişini ilk defa söyleyen de, uygulayan da aynı Ömer’dir.




İnsanlığın var oluşundan bu yana, bütün toplumlarda genel kabul görmüş olan doğru, iyi ve güzel davranış şekillerinin tanımlanması ve hukuk kurallarına yansıtılmasında bir mutabakat vardır. Bütün toplumlarda hırsızlık, yalan, iftira, rüşvet, zina gibi fiiller kötü olarak kabul edilirken; fedakârlık, merhamet, yardımseverlik, sadakat, doğru sözlü olmak gibi özelliklerde iyi hasletler olarak görülmüştür. Bu tanımlamalar, bütün semavi dinlerde de benzerlik arz etmektedir.



İnsanlığın ve dinlerin temel ilkeleri ise doğru, iyi ve güzel olanı yapmak, kötü ve çirkin olandan kaçınmak esasına dayanır. (emr-i bil-ma'ruf, nehy-i ani'l-münker)



Fakat bugün toplumumuzda bazı temel değerlerin tanımlamalarında köklü yozlaşmalar yaşanmakta olup, bu değişimin hızı ve boyutu ürkütücüdür:



- Çok ve büyük boyutlu çalan hırsızlar “işbilir” ve “saygıdeğer” kabul edilmekte.



- Ahlaksız ve namussuzluklarını alenen yazan köşe yazarları en çok okunmakta; en bayağı TV programları en çok reyting almakta.



- Siyasetçinin yalan söylemesi, devlet yetki ve imkânlarını şahsi menfaati için kullanması kınanmamakta, becerikliliği ve iş yapma yeteneği olduğu şeklinde yorumlanmakta.



- “Önce vatanım, milletim sonra ben” anlayışı yerine “önce ben, sonra yine ben ve yakın çevrem” diyen egoizm hâkim olmakta.



- Daha çok güç, para ve mevki kazanmak daha başarılı olmak anlamına gelmekte, doğruluk, dürüstlük, merhamet, fedakârlık, yardım duyguları enayilik olarak değerlendirilmekte.




***********************************************



Temel değerler ve ilkeler pusula gibidir. Dünyanın neresine giderseniz gidin doğru yönü gösterirler. Sizin onları yok saymanız “yerçekimini kabul etmiyorum” demek gibi nafile bir inattır. Yerçekimini kabul etmemeniz, sekizinci kattan aşağı atlarsanız yere çakılmanızı engellemez.





Önümüzde çok ciddi bir fırsat var. Mübarek Ramazan ayı, temel değerleri ve ilkeleri yeniden hatırlamamız için çok iyi bir iklim sunuyor. Bu Ramazan ayının, İslam’ın ve insanlığın yüce değerlerinin bilinip yaşandığı bir dönemin başlangıcı olmasını diliyorum.




11.09.2007

Devamını Oku...

İşin Sırrı, Künhünde

Anadilinizden başka, iyi konuşabildiğiniz ikinci bir diliniz var mı? Varsa bile hemen “Evet.” demeye hazırlanmayın. Bir radyo programındaki konuşmalara kulak verdim. 11 Eylül Olayları’ndan sonra, Amerika’da Arapça öğrenmeye ilgi artmış. Kursiyerlerden biri şunları söylüyor: “Arapların kültürleri, yaşantıları dikkatimi çekti. Arapça öğrenmeye karar verdim; bir kursa başvurdum. Zamanla anladım ki bu iş, kursla olmayacak. Arabistan’a gittim. Gördüm ki bir dil, çıktığı kültürü öğrenmeden öğrenilmezmiş. Arap coğrafyasını, kültürünü, folklorunu, sosyal yaşamını öğrendim. Biraz zamanımı aldı; ama amacıma ulaştım.” Bir tarihte şunu duymuştum: “İngilizce, İngiltere’de öğrenilir.” Anadolu liselerinde ve benzeri liselerde bir yabancı dili niye öğrenemediğimizin cevabı burada. Aslen Yahudi olan ve Kuran tefsiri yazmaya karar veren M. Esed’in, bu eserini yazabilmek için en az yirmi yıl Arap kültürünü ve iklimini tanımak üzere bu bölgede kaldığını, izlenimleriyle ilgili “Mekke’ye Giden Yol” isimli seyahat-hatırat türü bir eser yazdığını biliyoruz.


Bir şiiri, şairinden başka, en iyi kim açıklayabilir? Picasso’nun resmini, kendinden başka, en iyi kim yorumlayabilir? Bir motorun işleyişini, mucidinden başka, en iyi kim bilebilir? Bir limon, Akdeniz ikliminden başka, en iyi nerede yetişebilir? Bir çocuk, anne kucağından başka, sevgiyi en iyi nerede tadabilir ve nerede öğrenebilir? Niçin bir sivrisinek, batakta; bir balık, denizde yetişir? Bunların her biri “orijinine uygunluk” ilkesiyle izah edilebilir. Koklamayan kişi gülü, tatmayan kişi balı ne kadar izah edebilir? Bir şeyi mükemmel bilmek ve izah etmek orijinine nüfuz etmeyi gerektirir. “Yarım doktor candan, yarım âlim dinden edermiş.” sözünü bilmeyenimiz yoktur. Kemik beklentisiyle kasabı seyreden köpeğin kasap olamayacağı gerçeği, içine nüfuz edilmeyen hiçbir işte başarıya ulaşılamayacağını bize ne güzel anlatıyor. Öyleyse, yapılacak işte, ortaya konacak eserde, öğrenilecek bilgide, yaşanacak her güzellikte “işin künhüne vakıf olmak” gerekiyor.


İşin künhüne vakıf olmayanlar ya da olduğunu zannedenler; yaşadığı aşktan, kullandığı eşyadan, yediği yemekten, edindiği dosttan, gördüğü güzellikten, elde ettiği üründen, soluduğu nefesten, dinlediği musikiden ne kadar zevk alabilirler; bir eylem olarak doğmakta, ölmekte, sevinmekte, ağlamakta, yemekte, içmekte, kazanmakta, kaybetmekte, ayrılmakta, bir olmakta ne mana bulabilirler? İşin sırrına eremeyenler için, bu yaşananların ne anlamı olabilir? Herkes kendince bir anlam verecektir. Bir de Yunus’u dinleyelim: “Sevgi baht olmuş ezelden bize / Sizde bir türlü, bizde bir türlü / Alaca düşmüş gördüğümüze / Sizde bir türlü, bizde bir türlü / İstemem versen cihan varını / Gönül nakşetti, güle yarını / Her yüzde görmek dost didarını / Sizde bir türlü, bizde bir türlü.”


Yunus Emre, 10’lu hece ile ilahi türünde yazdığı bu iki dörtlüğünde nakarat haline getirdiği “Sizde bir türlü, bizde bir türlü.” dizesiyle sevginin ve diğer değerlerin, nesnelerin algılanmasının kişiden kişiye değiştiğini, kendisini dünyacı algılamalardan tenzih ettiğini ne güzel dillendiriyor. Yunus Emre’ye göre, sevmek bizim “baht”ımızdır. Ancak, sevmekten ve sevgiden ne anladığımız önemli. Edebiyatımızda mecazi, platonik, ilahi olmak üzere üç sevgi türünden bahsedilmektedir. Sizce doğru sevgi hangisidir? İşin künhü hangi sevgide yaşanmaktadır? Yunus Emre’ye bütün cihan varını elinin tersiyle ittiren sevgi hangisidir? Gönlün gülde bulduğu yar, hangi yardır ve hangi sevgiyi kişiye yaşatmaktadır? Her yüzde görülen o güzel yüz, kimin yüzüdür ve bu yüz hangi sevginin ürünüdür? Her yüzde bir yüzü görmek, ne demektir? Görülen yüzün “sizde bir türlü, bizde bir türlü” olmasından ne anlamalıyız? Yunus Emre, burada sevgi yorumundaki farklılıktan yakınırken bir taraftan da sevginin künhüne dikkat çekmektedir.


Ampulü bulmak için birlikte dokuz yüz doksan dokuz deney yaptıkları asistanı, bininci deney öncesi, Edison’a: “Ampulü icat edemeyeceğimizi siz de kabullendiniz; sanırım, yeni bir deney düşünmüyorsunuz.” deyince Edison: “En azından dokuz yüz doksan dokuz yolun çıkmaz sokak olduğunu öğrendik, şimdi bininci yoldayız.” diye cevap verir ve yoluna devam eder. Kullandığımız ampul o azmin ve çalışmanın ürünüdür. Kolay değildir işin künhüne inmek, Olmazları görmek de bir yöntem ve gerekliliktir. Bunun için emek gerek, sabır gerek, bitmeyen ümit gerek; neyi, nerede, ne zaman, ne kadar yapacağını bilmek gerek.


İster dil öğrenmek için ister bir ürün ortaya koymak için ister bir hazzı tatmak için olsun, ne olursa olsun, rasyonaliteden kopmamak lazım. Unutmayalım, “Kem âlât ile kemalât olmaz.”




10.09.2007

Devamını Oku...

A L T E R N A T İ F E K S E N L E R – I Afrasya Birliği(United Afrasia)


Türkiye ve Türkler, tarihin her çağ dönüm kura torbasının seri başlarındandır. Dünyanın en zayıf fizik teorisi; Türkiye’nin AB yada ABD haricinde alternatifinin olmayışı şartlamasıdır. Türklerin bizatihi kendisi insanlık adına her zaman bir alternatiftir. Denenmiş ve onanmış ve hatta başarısı kayıtlara geçmiş güçlü bir alternatif.



Fakat AB’nin alternatifi Rusya’nın AVRASYACILIK’ı veya Çin’in başını çektiği ŞANGHAY BEŞLİSİ değil ve olamaz. Alternatif Türk mutfağında, Türk aşçılarının tuz ve yağ ayarıyla ve ancak Türklerce servis edildiğinde güvenle yenecek, doyuma erilecek bir aş, iş olmalı. En azından D-8 gibi.. Ne yazık ki siyasi istikrarsızlığımız ve ısrar devamsızlığımız kaderdenk noktasındaki devasa projeleri bile kadük kılıyor. Akif buna, azmin yüreksizliği ve süreksizliği diyor. Bizce de komplike bir eziklik.



Bu bağlamda çıkış arıyorsak, el yordamıyla birinci planda AFRASYA BİRLİĞİ’ni (United Afrasia) öneriyoruz. Kaderdaş iki kıtanın; Afrika ve Asya’nın, yani dünyanın yarısının Amerika, Avrupa ve Okyanusya’ya karşı terazinin kefesinde ağır basması. Afrika’dan 3, Asya’dan 7 ülkenin yer aldığı ve eşbaşkanlıklarını Türkiye ile Japonya’nın yaptığı stratejik kesişim kümesi en zengin ve en sağlam birlik.



Afrika’nın insan ve enerji devi Nijerya’yı alın Orta Afrika’dan; üstüne Arapların ağabeyi ve Nil’in sahibi, tam bir Afro-Asya ülkesi Mısır’ı ekleyin; yanına da Akdeniz’le Atlas, Afrika’yla Avrupa bileşiminin ekonomik ve kültürel kalesi olan Fas’ı koyun, bakın neler oluyor? Güney Afrika ve Merkezi Afrika Beyaz! Cumhuriyetlerinin ayakkabıları birbirine bağlanmış demektir.




Asya’dan elbette Pakistan, Endonezya ve Malezya en başta, illaki Kazakistan ve Azerbaycan yan başta (biri Orta Asya’yı biri Kafkasya’yı temsilen) alınmalı. Ve Türkiye ile Japonya bu ortak hinterlanda teshir edecek ilk iki güç. Tarihleri, dilleri, gelenekleri, sıkıntıları ve insanları birbirine benzer, daha da ötesi akraba iki taze güç. Birbirleriyle tarih boyu savaşmamış, atışmamış, dostluğu tarihi olaylarla sabit ve birbirini en iyi tamamlayacak ikiz ve gizil güç. Savaşçılıkları ve insanlık algılamalarıyla aynı yüreğin sağ ve sol çocukları olarak 21. yy. başında işbölümünü tarihin yaptığı ve yapacağı bir mihenk noktasındadır.



Türkiye ve Türkler liderdir, lider geleneğindendir. Zor zamanların milletidir. Afrika’yı İslam’la, Asya’yı Türk-İslam’la bağlayan en kudretli ipin örücüsüdür. Zaferi de hezimeti de iki kıtaya sadaka olarak dağıtılan zekat coğrafyasıdır. Bu dokuyu tamamlayacak birikim, teknoloji, hırs ve susamışlık Güneş’in oğlundadır. Güneş ve ay tutulması birlikte gerçekleştiğinde Dünyanın dönüş öyküsü de değişecek. Alın Güneşi, Ayı, ve Yıldızı; “Gök Konfederasyonu” oluşturun. Ki seyyareler peşinizin
yörüngesine takılacaktır. Ki arz size musahhar kılınacaktır.




Gelin rakamların cesaretine bir göz atalım ve kalemi serbest bırakalım, bakalım neler oluyor?



AFRO – ASYA PROJE AÇILIMI























































































































ÜLKE ADI NÜFUSU (Milyon)YÜZÖLÇÜMÜ (Metrekare)TEMEL GÜCÜ İHRACAT (Milyar $)İTHALAT (Milyar $)GSYİH (Milyar $)
TÜRKİYE 72 780.000 Ordu 85 137 627
JAPONYA 12 377.000 Teknoloji 590 524 4.367
PAKİSTAN 162 796.000 Nükleer 10 12 282
ENDONEZYA 241 1.905.000 Madenler 103 78 935
NİJERYA 128 924.000 Petrol 25 14 117
MISIR 77 1.003.000 Petrol 24 36 328
KAZAKİSTAN 16 2.724.000 Doğalgaz 36 22 139
MALEZYA 26 330.000 Ticaret 110 90 309
FAS 33 448.000 Konum 12 21 147
AZERBAYCAN 8 88.000 Petrol 7 6 21
(GÜNEY AZER.) 30 650.000 Doğalgaz ? ? ?


TOPLAM NÜFUS: 921 milyon kişi


TOPLAM YÜZÖLÇÜM: 10 milyon 025 bin kilometrekare


TOPLAM İHRACAT: 1.002 milyar dolar


TOPLAM İTHALAT: 940 milyar dolar


TOPLAM GSYİH: 7.272 milyar dolar
























































NÜFUSU (Milyon)YÜZÖLÇÜMÜ (Metrekare)TEMEL GÜCÜ İHRACAT (Milyar $)İTHALAT (Milyar $)GSYİH (Milyar $)
AB 457 3.987.000 Ekonomi 1.040 1.170 14.5
ABD 295 9.629.000 Silah 930 1.750 12.2
ÇİN 1.306 9.640.000 İnsan 1.040 778 10.0
RUSYA 143 17.098.000 Toprak 318 172 1.7


Bir Japon atasözü der ki; “Türkler her zaman bir süper güçtür. Bunu Türkler hariç herkes bilir.” En geç 2023’te dünya hakimiyetine ulaşmak dileğiyle.. Zira Amerikan zulmünün dünyayı yönetmesinden bıktık usandık.


Allah bu milleti geleceğine bağışlasın!



10.09.2007

Devamını Oku...

9 Eylül 2007 Pazar

Anayasa ve İstikrar

17 senedir sembol haline gelen Edirnekapı Şehitliği’nde Şehitleri Anma Toplantıları düzenliyoruz. İlgi büyük olmakla beraber, bazılarında artan duyarsızlık dikkat çekiyor. Yaşayanların şehitlerin değerini bilmesi ve ona göre davranması gerekir. Bölücü terörle mücadelede iç ihanet odaklarına karşı mücadele veren bu aziz varlıkların Çanakkale’de, Kıbrıs’da, Milli Mücadelede, Balkan ve Kafkas cephelerinde ve diğer yerlerde şehit düşenlerden hiçbir farkı yoktur.



Bu aziz varlıklar, Diyarbakır Belediye Başkanına Devlete savaş açma ortamı sağlansın diye şehit olmadılar.



Bu aziz varlıklar, yakınları, akrabaları ve onlara son görev için cami avlularını dolduran vatandaşlar horlansın, itilsin, kakılsın ve tahrikçi muamelesi görsün diye şehit olmadılar.



Bunlar “Ne mutlu Türküm diyene” ifadesini içlerine sindiremeyenlere, Türkiye ile hesaplaşma, rövanş alma peşinde olanlara destek vermek için ölümü seçmediler. Milli gurur ve haysiyetimiz zedelensin, buna fırsat verilsin ve yabancılara hayır diyemeyen bir Türkiye için şehit olmadılar.



Dıştan kumandalı, tavizci, teslimiyetçi politikalar için ölmediler.



Türkiye, Brüksel veya Washington’dan yönetilsin diye şehit düşmediler. Bankaların, sanayi kuruluşlarının, sermaye piyasasının yabancılara peşkeş çekilmesi ve Türkiye’nin açık arttırmaya çıkarılması için şehit düşmediler.



Zinanın serbest bırakılması, Cuma Hutbelerinden bazı ayetlerin çıkarılması, Müslümanların devşirilerek tanınmaz hale getirilmesi için ölmediler.



Sözde Ermeni soykırımı iddialarına çanak tutulması, bu iddiada olanlara dolaylı destek verilmesi için şehit düşmediler. Başbakanlığa, Bakanlıklara, Dolmabahçe Sarayı’na terör örgütü uzantılarının kabul edilmesi ve ağırlanması için ölmediler.



Türkiye’nin ekonomik kaynaklarının özelleştirme adı altında yabancılaştırılması için şehit düşmediler.



Dışarıdan dayatılan, ısmarlama, Atatürksüz ve Türksüz bir anayasa hazırlanması için canlarını vermediler.


Anayasa, temel yasadır. Ona göre diğer kanunlar şekillenir. Anayasasız ülkeler anayasa yapar. Yapılan anayasalar basit birer kitapçık değildir. Bir milletin belirli tarihi birikiminin, özelliklerinin, kuruluş amacının, milli hassasiyetlerinin ortaya çıkmasıdır. Anayasalara tabii ki evrensel değerlerden atıflarda bulunulabilir. Ancak, bir anayasa belirli bir toplumun ihtiyaçlarına cevap vermek, o toplumda fonksiyon yerine getirmek durumundadır. Bu bakımdan milli özellikler ve milli hukuk dışlanarak sadece evrensel hukuka göre anayasa yapmak sosyal gerçeklerle ve ihtiyaçlarla çelişir. Küresel güç veya AB istedi diye anayasa yapılmaz. Bu, bu kadar basit bir iş değildir. Kimse kendini tarih önünde basitleştirmesin.



Aslında, 1982 Anayasası o kadar değişikliğe uğradı ki; artık onu 1982 tarihiyle yorumlamak bile yanlış olur. Ancak, Türkiye’de bir metod yanlışı yapılmaktadır. Silbaştancılık hem zaman, hem de kaynak israfına yol açmaktadır. Bu defa işin içine bir de art niyet girmiştir. Türkiye’ye yeni yön vermek isteyenler, milli ve üniter devlet düşmanları, Türke karşı ırkçılık yapanlar yeni Anayasaya sığınmışlardır. Onlara göre, anayasa sivil ve renksiz olmalıdır. Sanki Türkiye, 22 Temmuz 2007 Genel Seçimleriyle demokrasiye geçebilmiştir. Yanlış buradadır. Silbaştancılık yerine ihtiyaçlara göre Anayasaya şekil vermek, onu anlaşılır ve uygulanabilir kılmak bizi bazı metod yanlışlarından uzaklaştırabilir. Bu bakımdan, anayasa hazırlama işi sadece hukukçuların işi değildir. Konunun sosyal ve kültürel arka plânı inkâr edilebilir mi? Ancak, bizde meslek taassubu olduğu için yıllardır yasa ve Anayasa konuşulunca hep hukukçular akla gelir. Sosyal bilimciler arasındaki işbirliği göz ardı edilir. Bu yanlış bizi devamlı tepki anayasalarına götürmüştür. Bugün 1982 Anayasası hedef tahtası haline geldiği için 1961 Anayasası öne çıkarılmaktadır.



Gerekli düzenlemelere evet; maksatlı, Cumhuriyet, milli devlet ve Türk düşmanlığından kaynaklanan art niyetli tezgâhlara da hayır diyoruz! Sık sık istikrardan bahsedenleri de uyarıyoruz!





09.09.2007

Devamını Oku...