31 Ekim 2007 Çarşamba

Kahrolsun Pkk


Hakkari’nin Yüksekova ve Dağlıca ilçelerinde 13 erimiz daha şehit oldu. Diğer şehitlerimizle birlikte bu şehitlerimize de Allah’tan rahmet, ailelerine sabırlar diliyoruz. Mekanları cennet olsun.



Yazıya bu şekilde girmek gerçekten benim canımı acıtıyor. Yapılabilecek olanın en kolayını yapıyorum. Keşke ben de genç olsa idim de askerliğimi bir daha yapsaydım.



Şurasını peşinen vurgulamak istiyorum ki;



Bu olay bir kürt olayı değildir. Kürtlerin çoğunluğu PKK’lı olmadığı gibi, PKK’lıların da çoğunluğu kürt değildir. Şehitlerimiz içinde kürt kökenliler vardır. Kürtler bizim kardeşimizdir



Bu vurgulamayı yaptıktan sonra asıl yazmak istediklerime geliyorum.



Bulunduğumuz jeopolitik ve coğrafi haritamız, Osmanlının mirası oluşumuz, dini kimlik bakımından baktığımızda çevredeki uzak ve yakın komşularımıza olan bağlarımız, dikkate alındığında dünya yöneticileri için Türkiye başı beladan kurtarılmaması gereken bir ülke konumundadır. Çünkü Türkiye’nin komşuları ile geçmişine dayalı bir ortaklık kurma ihtimali dünyaya hakim olma çabasında olanları tedirgin etmektedir. Bu tedirginlik sömürgeci devletlerin bizim üzerimizdeki tehditlerinin devam edeceğini göstermektedir. Önümüze konan terör örgütleri, dün Hizbullah’tı. Bu gün PKK’dır. Yarın bir başka örgüt olacaktır.



Bu gün ise plan Türkiye’nin Irak bataklığında boğulma planıdır. Bu bataklığa saplanan Amerika, pisliğini Türkiye’ye temizletmek istemektedir. Afganistan’a saplandığı gibi Irak’a da saplanmıştır. Kamu oyundan onay alamamaktadırlar. İran saldırma planları sekteye uğramıştır. Artık Rusya da ciddi bir rakiptir. Bazı zamanlarda horozluk yapmaktadır. Bu horozlukta Orta doğuyu bir müddet rahatlatacaktır. Aslında bu durum bence bir fırsattır. Orta doğu kazanının kaynamasını geciktirecektir. Bu durum bizim içinde bir fırsat olacaktır.



Ne zaman ki biz bir oluruz. Bütün oluruz. Yek vücut oluruz. Ülkemizi milli gelir açısından, global etkinlik açısından, askeri caydırıcılık açısından dünyaya kabul ettiririz. İşte o zaman bu sorunlar ortadan kalkacaktır. Birde baş belası ABD’nin başı Rusya ile belaya girse ne güzel olurdu. Bence bunun da bir zamanı var.



Başımızdaki bu tuzağı atlatmak için kararlı ve o derece cesur olmalıyız. Her başarının arkasında bir risk vardır. Bazı riskleri almanın da tam zamanıdır. Sert olan kırılabilir ama kolay ezilmez. Kırılırken de kırana zarar verir. Tüm dünya bilir ki Türk milleti ile şaka yapılmaz. Kullanılabilir ama asla manda yapılamaz. Sömürülür ama asla süründürülemez.



Bu PKK belası geçici müddet için halledilecektir. Plan geciktirilmek üzere şimdilik askıya alınacaktır. Kıbrıs tekrar pişirilecektir. Ermeni sorunu tırmandırılacaktır. Hatta Ayasofya meselesi diye bir mesele icat edilecektir. Kuzeyde Pontus mirası tartışılacaktır. Ege sorunu gündeme getirilecektir. Çünkü Türkiye yer altı zenginliklerini işletmede adım atmıştır. Kıyılarında bulunan petrol rezervlerinin farkındadır. Bor yataklarının, volfram yataklarının zenginliği, enerji kaynaklarını çoğaltacak nükleer santral girişimleri Türkiye’yi bölgede uyanan tehlikeli bir lider namzedi haline getirebilir. Bu sebepten Türkiye sindirilmelidir. Bütün başımıza gelenler sebepsiz değildir. Muhakkak devleti idare edenlerde bunları biliyor.



Şimdi bizim için birlik ve beraberlik zamanıdır. Bu fırsattan istifade ederek hızla ortak paydada birleşip üzerimize düşen ne fedakarlık varsa yapmalıyız. Artık önemsenmeyen ülke değil, aksine önemsenen ve ciddiye alınan bir Ülkenin hazırlanması için Milletçe el ele olmalıyız. tidalden ayrılmamalıyız. Bu lanet terörü kökünden kazıyacak devletimizin yetkili güçleridir. Bu güçler bu işi fevkalade yapabilecek vasıftadırlar.



Bizler gerekli sivil tepkiyi göstermeli, kalanını yetkili ve sorumlulara bırakmalıyız. Onlar hepimizin intikamını alırlar.



Bu konuda gözden kaçırılmaması gereken nokta PKK’nın bu terör olayında taşeronluk görevi yaptığıdır. Bu örgütün lojistik desteğini sağlayan ülkeler, başta Amerika olmak üzere, Fransa, İngiltere hatta Almanya gibi Avrupa Birliği oluşumunda birlikte olmak arzusunda olduğumuz perde gerisi körükleyicilerdir.



Tarafımıza yöneltilen düşmanlığın bir başka sebebi de dini farklılığımızdır.



Zira Dünyada Hıristiyanlık gün geçtikçe taraftar kaybetmektedir. Dini tasallut gittikçe zayıfladığından bu sömürücü devletlerin gücüde gittikçe azalmaktadır.Bu açıdan bakıldığında devletlerin geleceklerini yeniden planlama zorunluluğu ortaya çıkmaktadır.



En doğuda 2 milyar nüfusu ile Çin, hemen yanı başında 1,5 milyar nüfusu ile Hindistan ve yakın komşuları, 6 milyar dünya nüfusunu nazarı itibara alındığında hakim devletleri her alanda ciddi olarak endişelendirmektedir. Çin kişi başı 10.000 dolarlık milli gelirin planlarını yapmaktadır. Düşünsenize 2 milyar insan ve kişi başı milli gelir 10.000 dolar. Bu boyuttaki kitleden kim korkmaz ki? Şimdiden Çin’in ekonomik istilası korku üretmeye başladı bile.



İstilacı devletlerin 50 yıllık, 100 yıllık olarak yaptıkları Dünya’yı idare etme projeleri bu korkularla doludur. Bizlerinde bu dünya da geçmişine ve bu günkü varlığına yakışır yeni planlar üretmesi şarttır. Bu planların etkili olması da birlik ve beraberliğe bağlıdır. Planı olmayan sadece savunmayı tercih eden bir ülkenin yavaş yavaş eriyip yok olması mukadderdir. Başarının yolunda cesaret bekler. Korkaklık çoğunlukla kaybettirir.



Bu millete korkaklık şimdiye kadar hiç uymadı. Onursuzluk hiç yakışmadı.



Bundan sonrada yakışmayacaktır.



Yüzlerce şehidimizin katili PKK’yı lanetliyoruz. PKK’nın şahsında kapalı kapıların ardında onlara lojistik ve askeri destek sağlayanları da lanetliyoruz.



Hep birlikte haykırıyoruz:



Kahrolsun Pkk… Kahrolsun Onunların İşbirlikçileri…




Kahrolsun Onların Gizli Destekçileri…




30.10.2007

Devamını Oku...

Mahalle Baskısı (mı?)


Son zamanlarda “akıl tutulması” diye bir söz çıktı. Ben de yıllardır “idrak yoksunu” tabirini kullanıyordum. Her iki söz de belli insanların, belli durumlarını anlatmak için oldukça uygun. “Düşünme özürlü” tamlamasını da pek severim. Bir insan her üç tanımlamayı üzerinde taşırsa, o insanlarla bir konuşmadan sonuç almak mümkün olmuyor. Bir de niyetleri bozuksa, bu insanlar; kişiye pösteki saydırıyor.




Şu mantığa bakar mısınız? Ankara İlahiyat Fakültesi’nde kızlar önce derse başı açık gelirlermiş. 1988”de örtü serbest bırakılmış, kısa sürede kızların hemen hepsi başını kapatmış. Bu bir mahalle baskısıymış. Yine bir başka örnek: Bu ülkede ezan 18 sene zorunlu olarak Türkçe okutulmuş, sonra 1950’de Arapça okunabileceğine ilişkin izin çıkmış. Bunun üzerine ezan tekrar Arapça okunmaya başlanmış, şimdi her yerde ezan Arapça okunuyormuş. Bu da bir mahalle baskısıymış.




Anlayış dergisinin bu ayki sayısında hayal mahsulü bir öykücük okudum: “Züğürkiye isimli bir ülke varmış. Züğürkiye’nin despot mu despot, deli mi deli kralı bir kanun koymuş: ‘Ayakkabıların ayağa giyilmesi yasak; ellere giyilmesi ise serbest olacak. Yolda sokakta ayağına ayakkabı giyenler toparlanıp zindanlara atılacak; ellerine giyenler de değişik şekillerde ödüllendirilecek.’ Aradan yirmi yıl geçmiş. Bizim despot kral ölmüş. Yerine gelen yeni kral ayakkabıların artık, ellerin yanı sıra, ayaklara da giyilebileceğini ferman buyurmuş.” Neticeyi tahmin edersiniz herhalde. Aradan yirmi yıl da geçse, ele ayakkabı giymek serbest de olsa, istisnasız aklı başında herkes ayakkabıyı eline değil, ayağına giyecektir. İşin doğası, bunu gerektiriyor. Mahalle baskısı fobisiyle, eşyanın doğasına uygun olması gereğine karşı çıkanların, özgürlüklerin kazanılması yerine gasp edilmesini savunanların mantığı bu öykücüğe ne kadar denk düşüyor?




Halit Ziya’nın: “Hayat tekâmül ve inkılâptan ibarettir.” sözünü sık kullanırım. İnsan yaşamı süresinde olgunlaşır ve değişir. Bunda etkili olan önce aile, sonra çevredir. “Mahalle” ile kastedilen çevre ise ben bundan hiç gocunmam. Sosyolojide buna “içtima-i murakabe” yani “sosyal kontrol” denir. İnsanların, kendi dünya görüşlerine göre birbirlerini etkilemesi ve denetlemesi doğaldır. Ancak bu ülkede, ben “parti baskısı”, “devlet baskısı”, “medya baskısı”, “YÖK baskısı” vb. adlar altında pek çok baskı türlerine şahit oldum. Bunların baskısına maruz kalanların hiçbiri de bu baskıdan hoşnut değillerdi. İnsanlar birbirlerine düşman edildi, memleketinden kaçırıldı ve soğutuldu, maddi zarara uğratıldı, haklarından yoksun bırakıldı, psikolojik bunalıma itildi. Yine bu baskılar insanlarda özgüven eksikliği, ümit kırılması, yarın endişesi oluşturdu. Bunlar görmezlikten, bilmezlikten gelinerek hayali senaryolar ile temel insan hakkı olan ve inanca dayalı özgürlüklere karşı çıkılması tam anlamıyla “akıl tutulması”dır, “idrak yoksunluğu”dur, “zekâ özürlülüğü”dür. Bunların hiçbir değilse, despotizmdir.




Yardım etmeyenler üzerinde baskı oluşturuyor diye yardımseverlik, takım tutmayanlar üzülmesin diye taraftarlık, okumayanların üzerinde aşağılık duygusu oluşmasın diye kitap okumak, yapmayanlar hayıflanmasın diye spor yapmak, bilmeyenler mahcubiyet duymasın diye yabancı dil öğrenmek, çirkinleri komplekse düşmesin diye güzel olmak ya da güzelleşmek bu nedenle makyaj yapmak, teknolojiden uzak insanlar eziklik duymasın diye bilgisayar kullanımını öğrenmek, cahillerin de haklarını korumak amacıyla çok şey bilmek yasaklansın demenin, “mahalle baskısı” gerekçesiyle temel haklara karşı çıkmadan ne farkı var? Bu iddiaları kanıtlamak amacıyla sağdan soldan tutarsız örnekler bulmak, geçmişten deliller getirmek tam bir garabet örneği. Bu insanlar ya mantıktan ya sosyoloji bilgisinden yoksun. Her toplumun kendine göre dinamikleri vardır. Sosyolojide hiçbir zaman iki kere iki dört değildir.




İçeriden ve dışarıdan kuşatılıyoruz. Dünyanın gidişatını iyi okumak lazım. Akıntıya kürek çekmek, rüzgârı görmezden gelmek, karanlıklara küfretmek değil yapmamız gereken. İt dalaşına gerek yok. Getirdiği yemle yavrusunu besleyen kuş olmak çok güzel. Newton ne güzel demiş: “İnsanlar köprü olacakları yerde duvar ördükleri için yalnız kalırlar.”




30.10.2007

Devamını Oku...

Oyunu Görelim


Osmanlı, vatandaşlarını müslim ve gayri-müslim şeklinde bir ayırıma tâbi tutmuştur. Cumhuriyet yönetimi de Milli Mücadeleye katkıda bulunan ve bağlılık gösteren kimseyi ne dışlamış, ne de reddetmiştir.


Gerek 1982 Anayasasının 66. Maddesinde, gerek 1924 Anayasasının 88. Maddesinde “vatandaşlık bağı”nı milli kimlik olarak kabul etmiştir.


1924 Anayasasında “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur” denmiş; 1982 Anayasası aynı şekilde insanlarımızı kucaklayarak “Türk Devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür” ifadesine yer vermiştir.


Burada hukukilik ön plânda olmasına rağmen, mensubiyet şeklinde bir kültürel belirleyicinin de hesaba katıldığı görülmektedir.



Türk vatandaşlığı Türk soyundan olanlar ve olmayanlar ayırımı yapılmaksızın bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına atfedilen yasal ve siyasi bir statüdür. Kimseyi dışlama veya ötekileştirme söz konusu değildir. Yeter ki; bazıları kendi kendilerini ötekileştirmesin.


Türkiye herhangi bir ayırım yapmamış, çoğu dış etkilerle ve Türkiye’nin iç dinamiklerinden oluşmamış Güneydoğu’daki bazı isyanlara ve ayaklanmalara, Milli Mücadeleyi kırma hareketlerine karşı her devletin yapması gerekeni yapmış, milli devletin ve hukuk devletinin gereğini yerine getirmiştir.



Kürt asıllı bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının mensubu olduğu milli devletin milliyeti, siyasi ve ekonomik çıkarlarını koruması, kollaması, paylaşması vatandaş olmanın bir gereğidir.


Ortadoğu’da Hamasla El-Fetih’i, Şii ile Sünni’yi çatıştıran gücü görelim. Oyunu fark edelim. Kürt ile Kürtçü’yü ayıralım. Etnik taassup bizi topluma ve millete kapanma anlamını taşıyan dar bir etniklik koridoruna sokabilir.


Modern etniklik bu değildir. Milliyetle etnisiteyi rakip gören bir anlayış ilkel etnikliktir (primitive ethnicity).



Dün bazılarını Osmanlı milletinin ayrılmaz bir unsuru olarak görmek, örf-âdetlerinin tanınacağı ve haklarının gözetileceği demek; onların genç Cumhuriyetin de eşit ve anlamlı fertleri yapılacağı demektir. Bundan ayrı millet, ayrı devlet anlayışını çıkarmak maksatlı bir bakıştır.


Milli Mücadele ve kurulan Cumhuriyet iki ayrı millet, iki ayrı devlet için yapılmamıştır. Türk Milli Devleti izinle kurulan bir kavimler ittifakı olmamıştır. Sosyal ve kültürel bir mensubiyet şuuruyla, katılma ve paylaşmayla ortak iradenin şekillenmesidir.


Milletleşme de boy, kabile, aşiret, etniklik taassubunun aşılarak milli seviyede ortak paydalara ve milli kültür anlayışına varmaktır.



Milli ve üniter devletin ortadan kaldırıldığı, fertlerin neden ve niçin bir arada bulunduklarını fark edemedikleri bir durumda demokrasinin ve demokratik hakların, laikliğin tartışılması da çok teorik kalır. Demokrasi, milli mutabakatlar, sosyal ve kültürel bütünleşme ve milli devlet anlayışı üzerinde yükselir.


Demokrasinin temeli bunlardır. Bunlar olmadığı yerde demokrasi bulutlar üzerinde gezinmektir. Demokrasi kendisiyle uyuşmayan, ırk, dil veya dine dayalı ayrılıkçılığın kamuflaj örtüsü olarak düşünülmemelidir. Böyle bir yaklaşım demokrasiyi yıpratmaktır.


Demokrasi tesadüfen bir araya gelmiş kalabalıkların veya insan sürülerinin değil; milletleşmiş, milli mutabakatlarını geliştirmiş ortak paydaları şekillenmiş belirli bir gelişmişlik seviyesine gelmiş toplumların rejimidir. Toplum milletleşmeden geriye çekilip parçaların egemenliğine, boy ve kabile asabiyetine ve etnik taassuba döndürüldüğünde etnik ırkçılık ortaya çıkar ve milletleşme yara alır.


Böyle bir durum demokrasiyle çelişen bir ilkelliktir. Emperyalizme el sallamaktır.



Milli devlete karşı alternatif, mahalli egemenlik alanları açmak, demokratikleşme değil; egemenliğin paylaşılması ve devridir. Hiçbir ciddi milli devlet bunu kabullenemez. Milli devlet milli mensubiyet bilinci arar. Bu, mahalli değer ve özelliklerin reddi de değildir.


Farklılıklar bütünü tamamladığı ölçüde anlam taşır. Bir ülkede hakim kültür reddedilerek farklılıkların bütünü zenginleştirebileceği ileri sürülemez. Parçanın bütünü dışlaması etnik taassuptur veya “etnosantrizm”dir. Küreselleşme süreci son yıllarda etnik farklılaştırmayı ve çatıştırmayı ideolojik çatışmaların önüne geçirmiştir.



Türk, milli devletin ve milliyetin adıdır. Dün de bugün de Türk, bir etnik grup değildir. Türkü etnik grup seviyesine indirmek, Anadolu’da XI. yy.dan da önce var olmuş bir kültür ve medeniyeti egemen kültür olarak reddetmenin bir başka adıdır.





29.10.2007

Devamını Oku...

Teğmen Louis Antier’in Pierre Loti’ye Yazdığı Mektup








Free Image Hosting at www.ImageShack.us

1850 yılında Rochefort’da doğan Fransız yazar Julien Viaud Loti; ”Pierre” takma adını, deniz subayı olarak katıldığı bir Okyanusya seferinde rastladığı Kraliçe Pomare’nin nedimelerinin onu, ülkelerinde yetişen bir çiçeğin ismi olan bu kelime ile çağırmaları sonucu almıştır.


Deniz subayı olarak; Japonya, Senegal, Tonkin, Türkiye vb. gibi birçok ülkeyi dolaşan Loti, yazarlıktaki başarısını mesleğine borçludur. Yapıtları farklı ülkelerin görünümleri ve yaşam biçimlerini konu edinir. Yazar Loti, Avrupalı okurlara cazip gelen çevreleri anlatırken, bu ülkelerin toplumsal sorunlarını da yansıtır.


Birçok kez Türkiye’ye gelmiş olan yazar, ülkemizdeki izlenimlerini kitaplaştırmıştır. Aziyade (1879), Bir Sipahinin Romanı (1891), Naşad Kızlar (1906), Can Çekişen Türkiye (1913) yazarın ülkemizle ilgili önemli bilgiler verdiği eserleridir. Ayrıca I. Dünya Savaşı sonunda Türkiye’nin haklarını galip Avrupa ülkelerine karşı savunan yazıları “Supremes Visions d’Orient” (1921) adlı yapıtında derlenmiştir.


Pierre Lotti’nin Türk dostu kimliğine dayanılarak 10 Aralık 1920’de İstanbul’da birde dernek kurulmuştur. Bu derneğin düzenlediği konferanslarla Türklerin siyasal bağımsızlığına kavuşma yolundaki direnişleri dile getirilmiştir.


1923 yılında Hendaye’de ölen yazarın ismi, sevenleri tarafından -onun anısını yaşatmak için- İstanbul Divanyolu’nda bir caddeye ve Eyüp’te devamlı gittiği bir kır kahvesine verilmiştir.


Aşağıda size sunacağımız mektup bir Fransız subayı tarafından Pierre Lotti’ye yazılmıştır. Pierre Lotti’nin Supremes Visions d’Orient adlı eserinde de yayınlaman bu mektup, büyük yankılar uyandırmıştır. Özellikle Ermeniler ile ilgili olarak Türklere karşı yapılan haksız saldırıları aydınlatması açısından da son derece önemlidir.





“Komutanım,


Kendi adıma ve birkaç arkadaşım adına size “Ermeni Katliamları” üzerine yayınladığınız gözü pek broşür için teşekkür etmeme müsaade ediniz. Şüphesiz ki küstahlığımız büyük ama bu, sizin kitabınız konusunda etrafımızda gördüğümüz tartışmalara mazeret olabilmesi içindir. Muhakkak ki, bu tartışmalar her yerde buradaki kadar sert ve ateşli olmalı. Kimi bu olaya tamamen önyargılarını katıyor, kimileri ise sizi savunmak için vicdanlarının ateşi ve gerçeklerin aşkıyla mücadele ediyorlar. Muhakkak ki bunun yankıları size kadar geliyordur. Ama siz, sizi anlamayan bu aptallardan, sizin yüreğinizi parçalayan bu kötü insanlardan, sizin yürüttüğünüz muhteşem kampanyayı yabancılık olarak yorumlayan zavallılardan, hiç endişelenmiyorsunuz! Ama belki de biz, size duyduğumuz saygıyı ve minnettarlığı ifade ederek sizi memnun edeceğiz.


Şahsen ben savaş boyunca Doğu’ da çok kaldım. Türklere karşı birçok önyargıya sahip olarak oraya gitmeme rağmen, orada Türklerin sadece iyi ve uygar insanlar olduğuna ikna oldum. Üstelik Fransa’yı hiçbir art niyet olmadan gerçekten seven bir tek onlar. Vahşi Bulgar’ın, dalavereci ve gevşek Yunan’ın yanında, Türkler bütün ailevi ve sosyal faaliyetleri sergiliyorlar.


Ermenilere gelince, Balkanların en kötü ırkı onlardır. Düzenbaz, gevşek, yalancı -yani kısacası iğrenç- insanlardır. Ermeni katliamlarından söz ediliyor. Bunlar abartılarak anlatılıyor. Mademki katliam denen bir olgu var, şu halde gerçekten bütün katliamları, bu kötü ırk olan Ermeniler yapmışlardır. Kendilerinin güçlü olduklarını bildikleri yerlerde, haraç kesiyorlar, halkı sömürüyorlar. Kuvvetsiz buldukları Türkleri öldürüyorlardı. İşte bu yapılan katliamlar Avrupa’nın dikkatini çekmiyor. Siz gelin bunu Fransa’ya anlatın!


Mektubumu istediğiniz şekilde, ismim ve soyadımla yayınlayabilirsiniz. Sadece daha fazlasını yapamadığım için pişmanlık duyuyorum. Türklerle yakınlaşmamdan itibaren onları seviyorum. Onlar “ Kurbanlarında (!) “ eksik olan bütün iyi özelliklere sahipler...

2 Mayıs 1919


Teğmen Louis Antier


Kaynaklar



(1) Pierre Loti, Supremes Visions d’Orient, Paris, 1921


(2) Tuğrul Baykent, Pierre Loti – Sevgili Fransamızın Doğudaki Ölümü, Ankara, 2002


(3) Tuğrul Baykent, “Pierre Loti”, Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi (OTOM) Dergisi, Sayı:7, 1996, s.11-14




25.10.2007

Devamını Oku...

Bayramlık Pantolon


Bayramlarımı hep hatırlarım da benimle beraber hatırlansın da isterim. Bayramlar toplumumuzun hep beraber samimi duygularla ve gerçekten katılarak coşku ile kutladıkları güzel duyguların yaşatıldığı sevinç dolu günlerdir.



Bayramlar coşku ve hüznün beraber yaşandığı günlerdir. Büyüklerin hep çocukluklarının bayramlarını hatırladığı günler. Çocukların ise günü birlik kendilerine sunulan en ufak şeylerle dahi mutlu oldukları bir güzelliktir.



Bu bayramı nasıl anılarımın arasına almam ki!



Kayseri’de ramazanın son günleri belki ramazanın ilk olmasa da belki ikinci hadi bilemedik üçüncü olarak tamamını tuttuğum, diğer arkadaşlarımdan daha farklı bir büyüklüğün duygusunu yaşadığım nadir ramazanlardan biriydi. Ramazanın son günleri. Son bahar ile kış aylarının bir biri ile sürtüştüğü hüzünlü bir sonbahar günü. Evde çarşıda mahallede ramazan bayramının sevinci ile yapılan hazırlıklar.



Babam fabrikada işçi, gelir düzeyi düşük, ailesinin kıt kanaat geçindirebiliyor. Her zaman Allah’ın vermiş olduğu rızka hamd eden tevekkül sahibi aile reisi. Ben evin küçük çocuğu, belki en sevileni ama bir o kadar da birçok konuda en son akla geleni, karmaşık bir durum… Nasıl olmasın ki ağabeylerim benden on, oniki yaş büyük, onlar delikanlı. Değişik arkadaş grupları var ve bana göre çok geniş bir çevreleri öncelik onların olsun.



Bayramdan birkaç gün önce balıksırtı desenli kışlık kumaşlarla babam eve geldi.


Ağabeyime:



—Bu kumaşları kardeşinle beraber terziye götürün sizlere bayramlık pantolonlar diksin.



Abim:



- Ben gayrimüslim terziye gidiyorum ona diktireceğim.



- Oğlum o çok pahalı diker. Sen onları Terzi Mehmet’e ver.



Abim:



– Ben benimkini diğerine, kardeşiminkini de Terzi Mehmet’e veririm.



— Zaten laf anlamazsınız ki mübarek günde. Ne yaparsan yap.



O ana kadar belden lastikli sıkmalı pantolonlar giyen çocuğun o bayram delikanlılar gibi belinde köprüsü olan kemer takılabilen bir pantolonu olacaktı. Hiç bu kadar mutlu olmamıştım. Öyle mutluyum ki şehre giden belediye otobüsü durağına ne zaman geldiğimi hiç hatırlayamıyorum. Abime yaptığım iltifat ve şaklabanlıkların haddi hesabı yok o kadar çok sevinçliyim ki.



Ben terzi Mehmedin orada pantolon ölçüsünü verirken etrafa gülücükler dağıtmaya devam ediyorum. Bu arada abim diğer terziye gitti kendi pantolonunun ölçüsünü vererek kumaşını teslim edip geldi. Benim ölçülerim de alınmıştı içim içime sığmaz bir şekilde ağabeyimi bekliyordum.



Terzi Mehmet:



– Arife günü pantolonu teslim alırsınız. Güle güle giyin



Arife gününe kadar her gece balıksırtı desenli pantolonumun hayaliyle yatıp kalktım. Günler sanki geçmiyordu ama. Oruçlu insanların sofra başında huşu ile iftar topunu beklemeleri gibi bende Arife gününü beklemekteydim, sabırla ama acelesi olan bir bekleyiş.



İftar ezanına çok yakın, abim kara yolun dönemecinde tüm heybeti ile göründü. Bir koşuda o kadar yolu oruçlu olarak nasıl koştum ve ağabeyimin yanına vardım şu anda bile hatırlayamıyorum. Elinde gazete kâğıdına sarılmış iki paket vardı. Biliyordum bir tanesi benim pantolonumdu. Belinde köprüleri olan hatta kemer takılabilen balıksırtı kumaş pantolonum. Hayatımda özlemle beklediğim ilk pantolon. Bayramda giyeceğim. Yarın bayram. Arkadaşlarım kim bilir nasıl gıpta ile bakacaklar. Amma havalı olacağım bayramda.



İftar yemeğinden sonra bizi bayrama kavuşturan Rabbimize şükrederek sofradan kalktık.
Abim pantolonunu giymiş gerçekten çok şık bir pantolon. Hani zıpkın gibi delikanlı tarife gerek yok ağabeyime bak yeter. Bana;



—Sen de giysene bir de seninkini görelim. Dediler



Zaten içim kıpır kıpır ediyor.



Hemen oracıkta paketi parçalarcasına açarak pantolonu ayağıma geçirdim. Birden herkesten bir kahkaha daha sonra bir suskunluk. Ne olduğunu anlamak için saf saf sağa sola bakıyorum. Herkes de bana bakıyordu. Kendime döndüğümde pantolonun paçalarının dizlerimde olduğunu bir an göre bilmiştim. Şaşkınlıktan ağlayamamıştım bile. Terzi ölçüyü yanlış almış.


25.10.2007

Devamını Oku...

Hastalık Üreten Yaşantı


—Kertenkele, bayramı nasıl geçirdin?



—Üstadım, bir sürüngenin bayramı nasıl geçerse benimki de öyle geçti.



—Bana böyle sitemli konuşma, senin sürüngenlerden yürüyenler sınıfına terfi ettiğini kabul etmiştik.


—Üstadım, bayramda yüreğimin yağını eriten bir olaya tanık oldum, hatırladıkça tebessüm ediyorum.




—Tebessümüne sebep olan olayı öğrenmek isterim.




—Anlatayım. Bir eve ziyarete gitmiştik. Oraya önce beyefendinin emekli polis, hanımefendinin bir lisede müdür olduğu söylenen aile; arkasından ziyaret ettiğimiz ailenin öğretmen olduğunu öğrendiğim akrabaları geldi. Tanışma gerçekleşti, konuşmalar başladı. Emekli polis, ben siyasete girmiyorum, kimseyi suçlamıyorum, dese de ileri geri konuşmaya başladı. Bunun üzerine sonradan gelen ailenin emekli öğretmen hanımefendisi “Hiç değilse, bayramlarda bizi birbirimizden uzaklaştıran siyasi konulara girmesek.” deyince emekli polis, ailesiyle birlikte ev sahibinden izin istemek zorunda kaldı. Evde müthiş bir soğukluk oluştu.



—Kertenkele, bu olayda senin yüreğinin yağını eriten tarafı pek anlayamadım.



—Üstadım, yapmayınız. Siz değil miydiniz bana bayramların işlevini anlatan, özellikle bayramlarda ortak ve birleştirici konuların konuşulmasının doğru olacağını söyleyen?



—Kertenkele, senin sınıf atladığın bir kez daha tescillendi. Dikkat et, insanlar kurulmuş saat gibi çalışıyorlar. Ayarı bozuk saat, ona bakanlara yanlış bilgi verdiği halde onlar, bunun farkında değil. Çağımızda bize öyle bir yaşam dayatılmış ki insanlar bundan ya nemalanıyor ya da değiştirme gücüne sahip değil. Kişinin nerede, ne zaman, nasıl davranacağını bilmemesi ya aptallık ya aymazlık. Her birimiz kurulu bozuk saatin akrebiyiz. Bir çizgi filmde görmüştüm. Taşa takılıp ayağını kıranların imdadına koltuk değneği, sargı bezi, platin, çiçek satanlar sırasıyla geliyorlar; ama kimse bu taşı kaldırmayı düşünmüyor. Bozuk saatin işlemesi için taşın orada bulunması gerekiyor. Depresyona karşı pil bulunmuş. Piller, 15 bin dolarmış. Pillerin satılması için insanların önce depresyona girmesi gerekiyor. Sağlıklı bir yaşam için bataklığı kurutmak varken, hastalara cibinlik, şaplak, tablet, krem ve sprey satmak daha karlı geliyor. Sistem bu! Herkes, birbirinin paraziti olmuş. Kimse, kimsesiz edemiyor; fakat kimse kimsenin faydasına çalışmıyor. Dünya nizamına ayar veren bozuk saatin sistemi şöyle çalışıyor: Dünya yönetmenleri milyar dolarlık küresel şirketleri aracılığı ile insanları beklentiye sokuyorlar. Medya, sözel ve görsel unsurlar, siyaset, eğitim kurumları birer piyon olarak kullanılıyor. Oluşturulan karmaşık zihinsel mekanizmanın kobayı zavallı insanlar, sigaraya, hamburgere, kolaya iştahla sarılıyor. Koltukta pinekleyen; terlik, telefon televizyona mahkûm edilen bir tip ortaya çıkıyor. Bizi yönlendiren güçlerin esiri oluyoruz; fakat bunun farkında değiliz. İrademiz, küresel azmanların elinde. “Kilo veremiyorum, sigarayı bırakamıyorum, kolasız doyamıyorum.” yakınmaları başlıyor. Özgürlüğüne düşkün; fakat özgürlüğünün elinden gittiğinin farkında olmayan, birbirine benzeyen, sıradan insanlar arasındaki silik yerimizi alıyoruz. Üretim ve tüketimdeki çılgınlık, beni korkutuyor. Sen ve ben, hepimiz bir makinenin dişleri durumuna düşürüldük. Hani benim kalbim, hani benim ruhum, hani beni ben yapan yüce değerlerim?



—Üstadım, bu döngüye Dr. Kemal Yeşilçimen “hastalık üreten yaşam tarzı” diyor.



—Kertenkele, beni anlaman, bana yaşama sevinci veriyor. Ayrıca kitap okuyor olmana pek seviniyorum. Bizim neslimiz, bu bozuk saati fark etti. Sizin nesliniz bozuk saate yeni bir ayar vereceğini umuyorum. Her günün bayram olsun.



—Üstadım, bana “deli” demek istemediniz sanırım.



—Sen bu işin delisi olsan ne kaybedersin? Haydi iyi bayramlar!..



24.10.2007

Devamını Oku...

Terör ve Tezkerenin Gereğinin Yapılması


Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en tuhaf ve tartışmalı referandumunu yapmak için sandık başına gitmeye hazırlandığı, 21 Ekim Pazar sabahını Hakkâri Yüksekova’dan gelen acı bir haberle karşıladı.


“Yüksekova'ya 50 kilometre uzaklıktaki Irak sınırının sıfır noktasındaki Dağlıca Beldesi'nden Yeşiltaş'a giden Yüksekova 21'inci Sınır Jandarma Taktik Tugay Komutanlığı'na bağlı Komando Taburu'na ait askeri konvoy Avaşin Köprüsü üzerinde saldırıya uğradı. Ağır makineli silahlar ve roketatarların da kullanıldığı saldırıda 12 asker şehit oldu; 3'ü ağır 16 askerimiz de yaralandı. 13 askerin de kayıp olduğu, süren çatışmalarda 32 teröristin öldürüldüğü bildirildi.”


PKK’nın üslerinin bulunduğu Kuzey Irak’a sınır ötesi bir harekâta imkân veren “Tezkere” 18 Ekim’de, TBMM’den milli iradeyi yansıtan yüksek bir oyla (19 ret oyuna karşı 507 oyla) kabul edilmişti.


Türkiye hemen her gün bir iki vatandaşımızın terör örgütü tarafından şehit edilmesi haberlerine alıştırılmıştı(!) Ancak sınır ötesi operasyon için tezkerenin kabulünden sonra, Beytüşşebap ve Şırnak’taki saldırıların ardından, her bir saldırıda 12–13 kişinin şehit edildiği üçüncü önemli eyleme maruz kaldı.


Bu defa saldırı K.Irak’taki bir PKK kampından gelen ve saldırıdan sonra yine buraya kaçmaya çalışan 200 kişilik bir grup tarafından gerçekleştirildi.


Bu olaydan sonra bir kere daha durum değerlendirmesi yapalım:




  • PKK terör örgütünün Kuzey Irak’taki kendince güvenlikli bölgede kampları vardır ve bu bölgeden ciddi siyasi ve lojistik imkânlar sağlamaktadır. Kuzey Irak’taki Barzani yönetiminden; Irak merkezi yönetimi ve Talabani’den ve özellikle de stratejik işbirliği içinde olduğu ABD’den destek almaktadır.


  • Tezkere’nin çıkması ve sonrasında “tezkere çıktı ama kullanılmayacak” havasını veren açıklamalar, tezkerenin tesirini ve caydırıcılığını azaltıcı etki yapmıştır. Bazı AKP yetkilileri ve destekçilerinin, “şimdiye kadar yapılan 23 sınır ötesi harekâtın (gerçekte 38 büyük harekat yapıldı) hiçbir işe yaramadığı”, “Habur Sınır Kapısının kapatılmayacağı” yönündeki açıklamaları da “korkma, silahım var ama boş” anlamına gelmiştir.

  • Tezkerenin verdiği yetkinin kullanılarak sınır ötesi harekât yapılmasına ABD, AB ve Irak yetkilileri karşıdır. Özellikle ABD, bırakın PKK ve üslerini imha etmek, sınırlardan her türlü geçişi izleyecek teknik imkân ve kabiliyete sahip olmasına rağmen Türkiye’ye herhangi bir istihbarat yardımı dahi yapmamıştır.

  • Bu ortamda PKK örgütü yüksek bir moral içindedir. Türkiye’nin psikolojik harp alanında daha başarılı olması tam bir siyasi kararlılık gösterilmesine, devlet kurumları arasında uyum ve işbirliğine bağlıdır.

  • PKK ile mücadele daha uzun yıllar sürecek gibi gözüküyor. Örgütün dış desteklerinin kesilmesi siyasi kadronun, lojistik destek merkezlerinin ve örgüt üyelerinin tesirsiz hale getirilmesi güvenlik güçlerinin görevidir. Her iki alanda da başarılı olunmadıkça terörle mücadelede sonuç alınamaz.

  • Bir ülkenin komşusu olan bir ülkeye karşı terörün lojistik ve siyasi destek merkezi haline gelmesini uluslararası hukuk himaye etmez. Irak hükümeti terörist örgüte karşı gerekli önlemi almadığı sürece Türkiye’nin hukuken müdahale hakkı vardır.

  • Türkiye’ye düşmanlık anlamına gelen PKK destekçiliğinin maliyetinin ne kadar ağır olabileceği, Barzani, Merkezi Irak Yönetimi ve ABD’ye çok iyi hissettirilmelidir.

  • Askeri mücadelenin 25 yıldır yeterince başarılı olmadığı yanlıştır. PKK, unutmayalım ki siyasi kolu iki milyon oy alan bir kitleden destek almaktadır. PKK yıllarca Türkiye sınırları içinde bağımsız devlet yapılanmasına nüve oluşturacak şekilde, bazı illerimizin “kurtarılmış bölge” oluşturmasını hedeflemiştir. Yapılan mücadele ile PKK’nın bu hedefine ulaşması ve ülkenin bölünmesi engellenmiştir.

  • Kuzey Irak’a girmenin bir bedeli vardır. ABD, AB ve komşularımızdan destek alınabildiği ölçüde bedel azalacaktır. Ancak, halen ağır bir bedel ödüyoruz, Kuzey Irak’a girip PKK’nın beynini ve Barzani’yi etkisiz hale getiremezsek bunun bedeli daha da ağır olacaktır.

  • Ülkenin birliğinin korunması ve vatanın müdafaası için büyük devletlerin iznini almaya kalksaydık İstiklal Harbimizi yapamazdık.

  • “Ekonominin kırılgan olduğu” doğrudur. Sınır ötesi harekâtın en az ekonomik zararla atlatılması hükümetin ve tüm ekonomide etkili oyuncuların görevidir. Ancak Atatürk’ün veciz sözüyle ifade edelim ki, ”söz konusu olan vatansa gerisi teferruattır.”



Bütün şehitlerimize Allah’tan rahmet, yakınlarına ve Türk Milletine başsağlığı diliyorum.






23.10.2007

Devamını Oku...

Asıl Terör Nerede?


TSK’nin önünü açan ve yasal sıcak takiple askeri harekât hakkı veren tezkere nihayet TBMM’nden geçti.




Sayın Genelkurmay Başkanı’nın talebinin 17 Nisan’da olduğu düşünülürse, oldukça geciken ve büyük bir ekseriyetle alınan Meclis kararı ülkemiz için sevindiricidir, itibar kazandırıcıdır ve Türkiye’nin caydırıcılığını artırmıştır. Keşke, 6 aylık bir gecikme olmasaydı…





Ancak, yine de siyasi iktidar askerini rakip gibi görme yanlışından uzaklaşmaktadır. Dışarıya hoş görünmek uğruna askerle farklı düşünüyor görünümünün verilmesi, terörle mücadelede bize zaman ve kan kaybettirmiştir. Şimdi siyasi iktidar dahil birçok çevrenin ayağı yere basmıştır.





Bugüne kadar ülkeyi yönetenlerin beyanlarını alt alta koyarsak; bugün gelinen sonuç birbiriyle çok çelişkilidir. 2002’de iktidara gelir gelmez terörü daha fazla demokrasi ve özgürlükle çözeceğini zanneden iktidar, Eve Dönüş Yasası dahil birçok aflar çıkarmıştır. Terör gerçeğinde İspanya’dan bile ders alınamamıştır. Bölücü ve ırkçı terör örgütünü açıkça destekleyen eski ve yeni bazı milletvekilleri itibar görmüş, Bakanlıklarda ağırlanmışlardır. Bazı yanlış tavır ve beyanlar adeta vatandaşı terör örgütüyle özdeşleşmeye itmiştir.






Asker sınır ötesi harekât için Meclis’ten karar çıkarılmasını istediğinde “İçeride 5.000, dışarıda 500 PKK’lı var. İçeriyi hallettik mi ki; dışarıyı halledelim?” diyebilen herhalde yabancı devlet adamları değildi. Bu beyanla ülkeyi yönetenler Barzani ve terör örgütünün destekçileriyle maalesef aynı çizgide buluşmuşlardır.





Sınır ötesi harekâtı küçümseyen “Bu kadar gittik, bir şeye yaramadı.” diyebilen siyasilerin bugün vardıkları sonuç ibret vericidir. Devlet adamlığı yetersizliğidir. Kaldı ki; sınır ötesi harekât, tedbirlerden sadece birisidir. Erbil ve Süleymaniye’ye giden yolcu uçaklarına hava sahamızı açma gafletini gösterenler, şimdi acaba hiç utanmıyorlar mı?





Irak’ın kuzeyine su ve elektrik Türkiye’den gidiyor. Habur Kapısı kapansa, bir ikincisi açılsa, terör sorunu oldukça değişik bir şekil alırdı. Barzani şirketlerine neden hoşgörülü davranılıyor? Irak’ın kuzeyinde eş dost yatırımlarını müdahale edememenin gerekçesi yapanlar, şimdi bizimle aynı şeyi söyler hale geldiler.







Koordinatörlüğün, Maliki’nin Bağdat-Ankara seferlerinin oyalama olduğunu yeni mi öğrendiniz Sayın Cemil Çiçek? Ortada bir oyun var; ABD Türkiye’yi oyaladı, siyasi iktidar da Türk Milletini… Bugünkü ABD yönetimi Türkiye’nin ne müttefikidir; ne de dostudur. Ancak, ABD’yi de bir bütün olarak görüp düşman ilân etme akılsızlığını göstermeyelim. Herkes kendi milli menfaatinin peşinde olmasına rağmen, Bush yönetimiyle uyuşmayan etkili çevreler de vardır.








PKK terörü dıştan desteklenen bölücü, ırkçı bir harekettir. Teoriye uymamasına rağmen; Marksist kökenlidir. Teorik olarak ırkçılığı reddedenler, bal gibi ırkçılık yapmaktadır. Soyadı Türk olan DTP Genel Başkanı, bir TV programında aşırı sol menşeden geldiklerini itiraf etmiştir.






PKK’dan daha da tehlikelisi; onu siyasallaştıran, Meclis’e sokan iç ve dış ittifakıdır. PKK’dan daha da tehlikelisi; anti-Türk mayınları gibi ortada dolaşıp Türk düşmanlığı yapan, milli kimliği dışlayan, teslimiyetçi, ülkeyi zorla etnik sorunlu hale sokma peşinde olan, TCK’nun 301. Maddesini kaldırmayı içlerine sindirmiş bazı yöneticilerimizdir.





Bunların sahiplenemedikleri anayasa taslağı da ortadadır. Türk, Atatürk, Türk Devleti ve milliyetçilik kavramları yeni taslaktan çıkarılmadı mı? “Türkiye sadece Türklerin değildir.” diyebilen, Türkü milli kimlik ve milletin adı olmaktan çıkarıp Anadolu’da basit bir etnik grup olarak takdim eden eğer Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ise; demek ki asıl terör, Türkiye’de yaratılmak istenen milli kimlik karşıtı terördür. PKK dahil diğerleriyle uğraşmak ve onları yok etmek Türkiye için teferruattır.






Türkiye’ye karşı psikolojik savaşın bir parçası olan, yabancı istihbarat servis mensuplarıyla akraba bazı yazar-çizer ve basın mensuplarının ekranlardan o istihbarat kuruluşlarına hizmet etmeleri daha ne kadar sürecek? Utanmasalar ve elde edebilseler, askeri harekât plânlarını bile ekranlarda teşhir edecekler. Ve bunu da demokrasi ve basın özgürlüğü zannedecekler.





Bugün referandum yapılıyor. Referandumlar iktidar diktalarını hazırlayan siyasi oyuncaklar değildir. Önce oylamaya açılan, daha sonra çıkarılan maddeleriyle bu anayasa değişikliği bir hukuk skandalıdır. Masraflara yazık olmuştur. YSK’ndan 5’e karşı 6 oyla geçen karar hukuk devletini yaralamıştır.





23.10.2007

Devamını Oku...

Şuradan Buradan Zülfikara Dokunmadan


ABD’li büyük vekil Sherman, PKK’nın pusuya düşürüp şehit ettiği vatan evlatlarımız sebebiyle Ankara gelen sert beyanata karşı cevher yumurtlamış; “Ankara iki kızar, sonra susar.”



Demek ki adamların terazisi iyi tartıyor. Bizi de iyi tartmışlar. Nereye kadar horozlanacağımızı iyi biliyorlar. Hani bir söz vardır. ”Fakir babanın ailesine bile sözü geçmez.” diye.



Bizimde büyük patrona karşı horozlanmamız haddimize mi düşmüş?



Biz Osmanlı torunuyuz da Osmanlıyı kötüler dururuz. Şu Türk düşmanı ermeni dostu Fransa’ya Osmanlının yaptığını hep unuturuz. Acaba adamları bir nameyle korkudan iki yıl dans ettirmediğimiz için mi şimdi bize kinlenirler. ABD’de tarihinde ilk defa ve tek defa Osmanlı ya haraç verdiği için mi bizden intikam almak ister.



.......................



Condoleezza Rice; “Türkiye, İslam ile Dünyanın geri kalanı arasında köprü vazifesi görmektedir.” demiş. Nedense bu köprüden hep Amerika geçiyor. İslam Ülkelerini sömürüp, geri dönüyor. Bize ise oraları yasak. Aman ha yaklaşırsak gericilik bulaşır.



Zinhar onlarla ticaret yapmak ve yakınlaşmak bizi yobazlaştırır. Biz Avrupalıyız. Avrupalılar hep bizim köprüden geçer. Gider oralarda malını satar ve geri döner. Onlar hiç yobazlaşmaz.



Her şeyin orijinali de var. Yan sanayisi de var. Bizim Ülkemizde de çok yan sanayi var. Onun için sıkça arızalanıyoruz.



Çağdaşlık adına lime lime dökülüyoruz. Ne zaman uyanacağız?


Ne zaman akıllanacağız bilmem ki?



..............



Diyarbakır’ın Yenişehir Belediyesine ait çocuk korosu ABD de PKK marşı söylemiş.



Burası Türkiye. Özgürlüklerin namütenahi kullanıldığı bir Ülke. Şayet Milli Marş söyleselerdi şaşardım. Büyükleri zaten mecliste.Küçükleri de ABD de tanıtım peşinde. Bölücü başı da nasıl olsa bizden beş yıldızlı otel hizmeti alıyor.



Deveye sormuşlar “Boynun neden eğri?”



Oda cevap vermiş; “Nerem doğru ki?”



..................



Diyanet açıklama yapmış; “Beli veya ayakları rahatsız olanlar sandalyede namaz kılabilir.” diye.



Hiç cami ile alakası olmayanlar hemen bu habere atladılar.”Diyanet, İslam’a yeni yorum getiriyormuş. İnsanlar şimdiye kadar hep bu yüzden eziyet çekmişlermiş. Camidekilerde onlara şimdiye kadar hep ters bakılmışmış.” Halbuki Camilerde yıllardan beri rahatsızlığı olanlar safın kenarında sandalyede namaz kılarlar. Cemaatte onlara yardımcı olur. Bu durum herkesin başına gelebilir. Bu yeni icat edilmiş bir şey değil ki?. Yorumları okuyunca acısak mı?. Gülsek mi? diye insan ikilemde kalıyor. Nedense hep kendini İslam’dan saymayanlar, İslam hakkında yorum yapınca böyle komiklikler yaşanıyor.



İslam cemaatine dışardan gazel okuyanlar. Lütfen işinize bakınız. Bize ait olanı da bize bırakınız. Gölge etmeyin başka ihsan istemez.



....................



Devlet bakanımızın biri İngiliz vatandaşı imiş. Sayın Tansu Çillerde Amerikan vatandaşı idi.



Bazılarımız akıllıdır. Çift pasaport taşır. İş adamlarımız taşırda vekillerimiz niye taşımasın. Biz pratik zekalıyız. Dışarı çıkar gavur yeminine uyarız. İçeri girer Müslüman yemini ederiz. Acaba Devletler arası çıkarlar söz konusu olduğunda hangi yeminin gereğini yapılmaktadır?. Bunu da sormadan edemiyorum. Benim memurum işini bilirde vekilim niye bilmesin.



.......................



Geçmişi hep kötüleriz ya. Bu konuda üstümüze yoktur. Padişahların bir çoğu bizim entelektüellere göre vatan hainidir. Onlar 4 kıtada at koşturdu. Biz 80 yılda geri kalmışlıktan kurtulamadık. Hep kendimizi medeni saydık. Atalarımızı geçmişimizin utanılacakları olarak gördük.



Onlar hayvanları bile sevdiler. Onlara hafta da bir gün yük taşımama izni vererek, taşıdıkları yükün kilogramını yasaya bağladılar. Bizlerse sahip olduğumuz hayvanları acımasızca öldürdük. Öldüremediklerimizi süründürdük. Atalarımızın hayvanlardan esirgediklerini biz insanlarımıza reva gördük. Çatalı sol elle tutmakla, yemeği sol elle yemekle modern olduk. Biz Avrupalının bermuda şortu nu kendimize yakıştırdık. Kendi insanımızın haşamasıyla dalga geçtik. Halbuki biri öbürünün güllüsü. İkisi de diz kapağından aşağıda.



Hani derler ya; “insanın akıllısı önündeki işi yapar. Akılsızı ise başkasında hata arar.”



................



Referandumu da yaptık. Milletimize hayırlı olsun. Bazıları günler önce millete ilanatta bulundu.



“İktidarı sevmiyorsan kahverengiye bas.”. “Beyaza basarsan iktidarı aklarsın.”





Ne enteresan bir anlayış? Kendini elit görenlerin mantığına bak.



Hani ne demişler; “Şayet bir şey biliyorsan söyle millet seni dinlesin. Şayet hiç bir şey bilmiyorsan sus ta millet seni adam bellesin.”



Aziz Nesin i sevmem ki, dediğini diyeyim.









23.10.2007

Devamını Oku...

Şehitlere Saygı ve Rahmet


Uzun yıllardır bayramları bayram gibi kutlayamıyoruz. İç ihanet odakları ve onların dış destekçileri bölücü, ırkçı terörü sürdürmekten vazgeçmiyorlar.



Terör örgütü kadar gerekli tedbirleri almayanlar, Terörle Mücadele Yasası’nın içini boşaltanlar, güvenlik güçlerinin elini kolunu bağlayanlar, AB sevdası uğruna olmadık tavizler verenler, sıcak takip ve askeri müdahaleyi yılan hikâyesine çevirenler, Habur kapısını kapatamayanlar, yeni sınır kapısı açamayanlar, bir dönem koordinatörlükle, daha sonra Bağdat temsilcisi Maliki’nin ziyaretleriyle oyalananlar, Irak’ın kuzeyine sivil uçak seferlerine göz yumanlar, Irak’ın kuzeyindeki eş dost yatırımlarını gerekçe yapıp müdahaleden uzak duranlar, Barzani şirketlerine göz yumanlar, terörün azmasına az katkı yapmamışlardır.



Şehitler ölmez demek yetmiyor. Şehitler evet ölmez ama, onların emaneti olan geride bıraktıklarını yaşatmak da bizim görevimizdir. Onlar bizim için öldüler. “Biz onlar için neler yapacağız?” sorusu sadece bayramlarda değil; her gün vicdanlarımızı rahatsız etmelidir.



Bütün Aydınlar Ocaklarımızın en önemli faaliyeti ve hizmeti şehit aileleriyle ilgi ve dayanışma olmalıdır.



Ahmet SARIOĞLU, Tugay SALGAR, Çavuş Bayram GÜZEL, Çavuş Mehmet UYAR, Çavuş Seyfi ALTUNTAŞ, Onbaşı Mehmet YILDIRIM, Onbaşı Mehmet UÇARI, Onbaşı Kasım AKSOY, Onbaşı Şükrü KARATAŞ, Onbaşı Emrah ERYILMAZ, Onbaşı Fethullah SELÇUK, Er Mehmet COŞKUN, Er Sıddık KÜÇÜKGÖZ ve diğer aziz şehitlerimizi saygı ve rahmetle anıyoruz. Onları unutmamak ve unutturmamak, milli duruş ve tepkimizi ortaya koymak yaşayanların görevidir.







20.10.2007

Devamını Oku...

Şehitlerimizin Yüzü Suyu Hürmetine!


Tarihe bakıldığında Türk milletinin tarihinin hemen her döneminde vatan savunması içinde bulunduğu görülür. Anadolu’ya gelmeden önce Orta Asya’da başlayan vatan mücadelesi, Türklerin Anadolu’yu yurt edindiği 1071 yılından beri devam etmektedir. Yani bizler 936 yıldır bu topraklar için şehit vermekteyiz. 936 yılın son 100 senesinde de şu an üzerinde yaşadığımız sınırları kaybetmeme gayesiyle mücadele etmekteyiz.



Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un Anadolu toprakları için kullandığı “Şüheda fışkıracak, toprağı sıksan şüheda (şehitler)” ifadesi, bu süreci çok doğru biçimde vurgulamaktadır. Nitekim milletimiz hala bu vatan için kan dökmeye devam etmektedir.



Ulusal basında bir köşe yazarının yazısında bahsettiği bir cümle çok dikkatimi çekti: Kendisine bir büyüğü “devlet yaşlanmaz devletin yaşı hep yirmidir” demiş. Ne kadar isabetli bir cümle! Geçmişten günümüze değin yapılan savaşlara bakıldığında vatan için ölenlerin çoğunun genç olduğu görülmektedir. Mesela Çanakkale Savaşı tarihe o dönemin genç nüfusunun büyük çoğunluğunun yitirilmesiyle adını yazdırmıştır.



Bugüne geldiğimizde de 1980’lerin başından itibaren yapılan terör mücadelesinde vatanın bölünmez bütünlüğü için şehit olanların hemen hepsinin 20’li yaşlarda gençler olduğunu görüyoruz. Türk Devleti’ni tüm dünyada temsil edenler işte bu gençlerdir. Onlar vatanın bölünmez bütünlüğünün bizler için önemini lafla değil icraatla, kendilerini bu topraklar için feda ederek tüm dünyaya göstermektedirler.



Zaman zaman büyüklerimizin “Allah bu memlekete bir zeval vermiyorsa, bu toprakta yatan şehitlerin yüzü suyu hürmetinedir” diyerek İstiklal Savaşına şahit olanların şehitlerimizden gelen desteklere dair anlattıkları olayları hatırlarım. İlk bakışta çoğu insana mistik bir söz gibi gelse de Kur’an’da şehitlere dair geçen “onlar için ölü demeyiniz zira onlar diridirler” ifadesi ile bu makamın öneminin vurgulanmasının, yukarıdaki sözün gerçekliğini ifade etmek için önem arz ettiğini düşünüyorum.



Ancak gerek maddi gerek manevi anlamda kendilerinden destek bulduğumuz şehitlerimize karşı bizlerin gösterdiği saygı maalesef günden güne azalmakta, Türk milleti hafızası zayıf milletlerin başında gelmeye başlamaktadır.



Nitekim geçtiğimiz günlerde televizyonda gösterildiği üzere, Çanakkale Savaşı sırasında Kumkale mevkiinde yapılan taarruzda verdiğimiz şehitlerimizin kemiklerinin yağmur yağdığında hala yüzeye çıkması, üstüne üstlük bir de üzerlerinden yol geçirilmesi, hafızamızın nasıl zayıfladığını ve değerlere sahip çıkılmamasının derecesini göstermesi açısından hayli önemlidir.



Devletimizin esas sahibi olan şehitlerimizin bahsettiğimiz manada yardımlarına binaen devletimizin milli menfaatlerinin onayının dışarıdan aranması bizi bir kat daha fazla üzmektedir.



Hala vatanını büyük bir gururla savunan bu kadar genci bulunan genç bir milletin gücünü dışarıdan aramaya kalkması, hem bu vatan için canını verenlere hem de vermeye hazır olanlara karşı yapılabilecek en büyük yanlışlardan biri olduğu gibi milletimizin menfaatlerinin doğru biçimde gözetilememesi anlamına da gelmektedir.



Bu sebeple dökülen bunca kanın boşuna olmadığını, bilhassa günümüz için bu kanların yerde kalmayacağını ifade edecek en güzel tavır büyük önder Atatürk’ün öngörüyle vurguladığı üzere “muhtaç olduğumuz kudreti damarlarımızdaki asil kanda aramak” olacaktır.



Bu vesile ile mübarek Ramazan Bayramınızı tebrik eder, ihtiyaç duyduğumuz huzur, mutluluk ve hayırlara vesile kılmasını Cenab-ı Allah’tan niyaz ederim. Saygılarımla!...



18.10.2007

Devamını Oku...

Mahalle Baskısı ve Grup Psikolojisi Kıskacında Din


Son dönemde gündemimize yeni bir kavram girdi: Mahalle baskısı.



Özellikle dinin uygulama alanına dair hususlarda toplumun bir baskı unsuru olarak ortaya çıkmasına binaen tartışılmaya başlanan bu kavramın ele alınış biçimi zaman zaman yanlış bir din algısına yol açabilecek mecralara kayabilmekte, dinin bu süreci tetiklediği gibi yargılara varılabilmektedir.



Bu sebeple kavramın çağrıştırdığı ve bireysel manada doğru karar alabilmeye önemli bir engel teşkil eden bir diğer kavramın ele alınmasını, meselenin özünde dikkat edilmesi gereken nokta olarak önemsiyorum.



Neyi mi kastediyorum? Grup psikolojisini.



Sosyal psikoloji alanında yapılan çalışmaların ortaya çıkardığı önemli bulgulardan biri, insanların kendi görüş ve doğrularını, eğer toplumun görüş ve doğrularıyla uyuşmuyorsa inkara yönelebildikleri gerçeğidir. Buna göre, mesela herhangi bir nesnenin rengi ayan beyan “beyaz” dahi olsa eğer içinde bulundukları toplum buna “siyah” diyorsa, bireyler bile bile gerçeği inkar edebilmektedirler.



İman gibi kabule dayalı bir kavramı bünyesinde temel taş olarak barındıran din konusunda bahsettiğimiz kavram daha farklı bir önem kazanmaktadır. Zira bu alanda yapılan tartışmaların bir kısmının altında din olgusunun toplumsal baskı ile insanlar üzerinde yaptırım kurmaya “iman” gibi kavramlar üzerinden daha yatkın olması ve bireysel iradenin tehdit altında olduğu iddiası yatmaktadır.



Söz konusu noktadan hareketle ilk etapta belirtmek gerekir ki İslam açısından iman etme sürecinin ilk basamağını bilgi oluşturmaktadır. Yani iman, inanan ile inanılan arasında bilgiden yola çıkılarak kurulan ve bu bilginin tasdik edilip hayata geçirilmesi ile neticelenen bir ilişkidir. Nitekim Hz. Peygamber’e (S.A.V.) gelen ilk emrin “oku” (Alak, 1) olması bu anlamda manidardır.



Dolayısıyla İslam açısından dini hayatın başlangıcının ilk adımı olan iman durumu sadece bir taklitten ve baskıdan ibaret olmayıp, bilgiye, Kur’an’da pek çok yerde ifade edildiği üzere aklı, nefsi ve gönlü birbiriyle uyumlu bir halde kullanmaya dayalı olarak ortaya çıkması beklenen bir süreçtir. En azından hedeflenen iman şekli budur.



Zira Kur’an’a göre getirdiği hakikatleri en iyi anlayacak ve uygulayacak olanlar bilgili insanlardır (mesela bakınız Al-i İmran, 7). Bu sebeple Kur’an, bilinmeyen ve anlaşılamayanın kutsallaştırılmasından doğan bir korkuya dayalı imanı değil, öğrenerek, bilerek ve anlayıp içselleştirerek yerleşecek, saygı – sevgi temeline dayalı bir imanı ister, hedef olarak ortaya koyar.



Söz konusu iman sürecinin bir getirisi olarak bireylerden beklenen tutum ve davranışlar da, yapılan bir hareketin doğru bilgiye dayanarak gerçekleştirilmesi, böyle bir bilgiye uygun olan topluma uygun olmasa dahi yerine getirmekten çekinilmemesidir.



Nitekim bahsi geçen bu husus inkar psikolojisi bağlamında Kur’an-ı Kerim’de yer almaktadır. Öyle ki insanların bazı hakikatleri görememesi veya gördüğü hakikati itiraf edememesi, bile bile inkar etmesi grup psikolojisinin (veya bunun bir diğer yönü olan taklitçiliğin) üzerimizdeki olumsuz bir yansıması olarak kınanmaktadır: “Onlara ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar ‘Hayır! Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ dediler. Ya ataları akıllarını kullanmamış (bir şey anlamamış) ve doğruyu bulamamış idiyseler?” (Bakara, 170)



Dolayısıyla İslam açısından bakıldığında, inkar etmenin temel sebeplerinden biri olarak ortaya konulan grup psikolojisinin ve körü körüne taklidin dinin uygulama alanına dair teşvik edilen bir yönü bulunmamaktadır. Bireyler bilgiyi ve aklını doğru kullanmak suretiyle bunlara uygun düşeni yerine getirmeli, bu kıstaslara uygun olmayan hususlardan topluma rağmen uzak durabilmelidirler.



Bahsettiğimiz bu noktadan hareketle, “mahalle baskısı” kavramı ile vurgulanmak istenen hususun, dinden ziyade kültürel ve sosyal yönünün bulunduğunu dikkate almak ve bu sürece götüren grup psikolojisini göz ardı etmemek, kavram kargaşası açısından hayli önemlidir kanaatindeyim. Zira zorlamanın olmadığını vurgulayan, başkasının haklarını ihlal etmediği sürece her bireyin hür olduğunu belirten bir dine dayanarak böyle bir sürecin meydana gelmesi, din açısından mümkün değildir.



Ancak din eğitiminin doğru bir biçimde yapılamaması neticesinde dinde yeri bulunmayan kültürel unsurlar dini hayatın yönlendirilmesinde daha ağır basarsa, baskının pek çok çeşidini görmek mümkün olacaktır.



Bu ayırımın farkına varamadığımız müddetçe kavram kargaşası ve kör dövüşünden sıyrılıp problemlere kalıcı çözümler getirmek ideali ise sadece hayal olarak kalacaktır…





18.10.2007

Devamını Oku...

Puslu Bayram Yazısı


Birbirimizle uğraşacak ve kısır tartışmaların sürdürüleceği bir dönemde değiliz. Duygusallık, şahsi çekişmeler ve kendine oynama hastalığını bir tarafa atıp gerekirse her türlü fedakarlığa katlanıp ancak birlikte güç olunabileceğini kavramalıyız. Türkiye’nin kuşatılmasına ve açık ihanetlere karşı yasalar içinde kalarak milli tepki koymak, tavır almak vatandaşlık görevidir. Milli tepkiyi yoğunlaştırmak ve gerekli tavrı koymak yerine; suya sabuna dokunmamak, küçük hesaplar peşinde koşmak, her şeye seyirci olma zihniyeti ve yenilgi psikolojisi bize çok şeyler kaybettirebilir. Daha işin başındayız. İtibar ve güveni kaybettikten ve ümit olmaktan çıktıktan sonra her hangi bir siyasi hareketin başarılı olması mümkün müdür? Korkularla siyaset yapılabilir mi? Bu soruların cevaplarını vermemiz ve uzlaşmamız gereken noktadayız. Eğer Türkiye sevdalısı isek… İspanya’da terör örgütünün cinayetlerine karşı yüz binler yürüyor. Türkiye’de ise; tepki ve hassasiyet öldürülmeye, bastırılmaya çalışılıyor.



Geçenlerde H. Dink davası ile ilgili tutukluların Adliye’ye getirilmesinde Adliye aracının önünde “ya sev, ya terk et” yazısının bulunması, bazılarını fazla rahatsız etmişe benzemektedir. Bunun yadırganacak bir tarafı yoktur. Öğrendiğimize göre; bunun patenti de bize ait değildir. ABD’de parklara kadar yayılmış olan bu ifade, ABD’ye uyum sağlayamayanların, ABD vatandaşlığını içine sindiremeyenlerin dışlanması anlamına gelmektedir. Sevilemeyen, benimsenemeyen bir yer ve ülke terk edilir. Bir taraftan anayasal hakları kullanacaksınız, temel hak ve hürriyetlerden, siyasi ve ekonomik hürriyetlerden istifade edeceksiniz; ama diğer taraftan Türkiye Cumhuriyeti, milli kimlik ve Türkiye’nin temel değerleri ile açıkça çatışacaksınız. “Bu ülke bizim de ülkemiz” diyeceksiniz; ama diğer taraftan “yıllardır Türküz dedik de Türk mü olduk” deme samimiyetsizliğini göstereceksiniz. Buna hangi demokratik ülke müsaade ediyor? İnsanın kendisine sunulan bütün imkanlara rağmen, bir türlü sevemediği, benimseyemediği, kendi kendini ötekileştirdiği bir ülkede durması, bu ülkenin vatandaşlığında kalma ısrarı, her şeyden evvel kendi kendisine saygısızlığı ve samimiyetsizliğidir. Türkiye, nüfusunu arttırmak için her türlü talebi kabul eden ne bir Belçika’dır, ne de bir yol geçen hanı…



* * *





Her geçen ay ihanetten odaklanan bölücü teröre verdiğimiz şehitler artmaktadır. Ancak siyasetçi yanlışını bir türlü görmek istememektedir. PKK katil bir terör örgütüdür. Ama o terör örgütüne dolaylı da olsa ortam hazırlayanlar, mükafat gibi aflar çıkaranlar, hayali barış projeleri üretenler, Irak’ın Kuzeyi’ndeki gelişmelere karşı tedbir almayanlar, tedbirlerden biri olan sıcak takip ve askeri müdahaleyi pehlivan tefrikasına çevirip tedbir olmaktan çıkaranlar, Terörle Mücadele Yasasının içini boşaltanlar, güvenlik güçlerinin elini kolunu bağlayanlar, yetkilerini sınırlayanlar, Brüksel sevdası uğruna olmadık hoşgörü örneklerini verenler, hukuk devletini işletemeyip üç-beş belediye başkanını görevden alamayanlar, askeri rakip gibi görenler, terör örgütünün siyasallaşmasına merdiven olanlar, tepki göstermeleri gereken yerde susanlar, günü gün etmeye çalışanlar, siyasi irade zaafı gösterenler acaba PKK terör örgütü kadar suçlu değiller midir? Terör örgütünün eylemleri durup dururken mi artmıştır? Örgütün taleplerini demokratik yoldan gerçekleştirmeye çalışmak terörü beslememiş midir?





Her konunun olduğu gibi terörün önlenmesinin ve siyasetçinin tekrar itibar kazanmasının, demokrasinin yıpranmamasının yolu; devlet ciddiyetindedir, devlet adamlığı gerektirir, anayasaya saygıdadır ve hukuk devletini işletebilmektedir. Milli kimlikle oynamak, yapay kimlikler icat etmek, onunla bununla egemenliği paylaşmak, milli bağımsızlık yerine karşılıklı bağımlılık adı altındaki teslimiyetçilik, milli devlet anlayışından uzaklaşıcı tavırlar ortaya koymak, ülkeyi etnik sorunlu hale sokmak ülkeyi yönetenlerin görevi değildir.





Daha aydınlık bayramlarda buluşmak ümidi ile Ramazan Bayramınızı kutlarım.





18.10.2007

Devamını Oku...

Siyasi Dengeler–1


22 Temmuz seçimlerinden sonra oluşan siyasi dengelerde AKP’nin aldığı %46,5 oy oranı en belirleyici parametre oldu. Seçimden önce de tek başına iktidar olan ve az bir destekle anayasayı değiştirebilecek konumda olan AKP, milletvekili sayısı bakımından benzer konumda olmasına rağmen, artan oy oranının sağladığı psikolojik güç ile hareket alanını daha da genişletti.




İktidarın cumhurbaşkanını seçtirmesi ve yapmak istediği radikal değişiklikler için meclis içi ve dışı muhalefet direncinin zayıflamasında, seçimlere katılım oranının yüksek olması ve mecliste daha çok partinin ve kesimin temsil edildiği bir yapının oluşması da etkili oldu.




Seçimin üzerinden daha üç ay bile geçmeden AKP iktidarının devamı için oy kullanan üç ayrı kesimin tepkileri arasında ciddi farklılıklar kendini göstermeye başladı:




1- İstikrar adına AKP’ye destek veren “liberal” ve “eski solcu” kesimler Cumhurbaşkanlığını da AKP’nin almasından, yapılmak istenen yeni Anayasadan ve AKP’nin esas tabanını teşkil eden “milli görüşçülerin” muhtemel “mahalle baskısından” endişe etmeye başladılar.



Bu kesim AKP’ye oy verdiği halde, başörtüsünün “Atatürk’ün Köşküne” girmesinden dolayı psikolojik yıkım yaşamakta ve “çağdaş yaşam” tarzlarına müdahale edileceği korkusu içindeler. AKP’nin bu kadar güçlenmesinden rahatsız olan bu kesimin öncüleri “liberal”, ve “eski solcu” aydınlar, Hürriyet Gazetesi öncülüğünde, AKP’nin gerçek tabanının zafer duygularına gem vurmaya ve iktidarın radikal kararlar almasını dizginlemeye çalışıyor.




2- “AKP’ye şartsız destek veren” ve kendilerine 2. Cumhuriyetçiler denilen bir grup var. Bu entelektüel grubun sayısı az, ancak AKP iktidarının yurt içi ve dışı etkin çevrelerde kabullenilmesini sağlamada tesiri hayli fazla.




Bu grup, AKP iktidarlarını “evrensel demokrasiye ve dünyalaşma sürecine geçişe” katkıda bulunduğu gerekçesiyle desteklediğini ifade ediyor. AB’ye ne pahasına olursa olsun girme taraftarı olan 2. Cumhuriyetçilerin, Batıdan gelen “insan hakları, demokrasi, özgürlük” ambalajlı ne kadar proje varsa hepsine kayıtsız şartsız destek olması; Kıbrıs, Irak gibi dış politika konularında ABD ve AB kaynaklı görüşlerle tam bir mutabakat içinde olması dikkati çekiyor.




ABD ve ilişkili fonlarla münasebetleri iyi olan bu grup, milliyetçi/ ulusalcı ve cumhuriyetçi gruplar tarafından, Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında Türkiye’nin parçalanması ve yeniden düzenlenmesi amacına hizmet etmekle suçlanıyor.




İkinci Cumhuriyetçiler AKP’nin “sivil ve renksiz Anayasa projesi”nin destekçisi. “Mahalle baskısı” nedeniyle “çağdaş yaşam” tarzının tehdit altında olacağı endişelerine katılmıyor.





3- Buna karşılık yıllardan beri kendini mağdur hisseden, seçimle geldiği zaman bile inandıkları gibi yaşayamadığını, dinine ve mukaddeslerine saygı gösterilmediğini düşünen AKP’nin gerçek tabanı, bastırılmış duygularını açığa vurmakla gizlemek arasında tereddüt ediyor. Bir yanda “geçmişte yaşadığımız mağduriyetlerin intikamını almalıyız” anlayışında olanlar, diğer yanda da “temkini elden bırakmadan devlet mekanizmalarını kontrol altına almaya çalışmalıyız” diyenler var.





AKP iktidarı oy verme konusunda ortak hareket eden, ancak farklı dünya görüşlerine sahip üç kesimin temsil ettiği siyaset anlayışı arasından hangisini seçecek?





İster uzun vadeli siyaset düşüncesiyle, isterse devlet adamı anlayışıyla hareket etsin, Sayın Başbakan ve Hükümetin milletimizin bütününün hassasiyetlerini dikkate alan tercihler yapması en doğrusu olacaktır.




İktidar öncelikle seçimlerde millete verdikleri sözleri unutmadan, “tek millet, tek devlet, tek bayrak” anlayışından milim sapmadan.. “Hukukun üstünlüğü” ilkesinden taviz vermeden.. “Mali, iktisadi ve idari tam bağımsızlık” umdesine bağlı kalarak.. “Din ve vicdan özgürlüğünü” sağlamalı ve ekonomik kalkınmayı başarmalı.






Ancak sadece kendilerine oy verenlerin değil, hayat tarzlarına devlet veya “mahalle baskısı” yoluyla müdahale edileceğinden endişe edenlerin de; “Türk’süz ve Atatürk’süz Anayasa istemeyenlerin, “vatan elden gidiyor” korkusunu yaşayanların da duygu ve hassasiyetlerine saygı göstererek…




16.10.2007

Devamını Oku...

24 Ekim 2007 Çarşamba

Asude Ayrılık


Ansızın gelen ayrılığı, yeğenim telefonda: “Dayı, annem öldü.” cümlesiyle bildirdi. İnanamadım, telefon açtım beş dakika sonra: “Oğlum şaka yapma.” dedim. Ölüm, uzaktı; yakıştıramadım ona ölümü; hayat doluydu, hem “rind”di hem “zahid”di. Onun ölümüne inanmak için yokluğunu kabul etmek gerekiyordu. Aile ortamımızda onsuz bir hayat, gülsüz çiçek bahçesinden beterdi. Gönül zenginliğiyle, her sıkıntımızın merhemi oldu. Bahçemiz gülsüz, yaramız merhemsiz kaldı.


“Allah’ım, sana en yakın olduğum zaman canımı al.” diye dua edermiş. Ölümden korkmadığını, ölümü özlediğini; sohbet ve dost meclislerinde bulunmak, bol ibadet yapmak, herkesten helallik almak ve çokça yardımda bulunmak istediğini söylermiş son zamanlarda. Onu bizden çok seven Yaratan, yanına almak için hazırlıyormuş meğer. Her zaman gafil olan bizler bunu ya anlayamıyorduk ya kabullenemiyorduk. Ebedi dünyanın yolcuymuş; o kurtuldu, biz öksüz kaldık.


Yatalak babamız, kötürüm annemiz, biz kardeşler, iki evladı ve karşılıksız seven dostlarıyla kabullenemiyoruz onun birden kuş misali uçuşunu. Bir ayrılık bu kadar güzel olabilir, sevenlerine bu kadar acı verebilir. Rahmet ayı Ramazan’ın son on gününe girmiştik. Vakit, ikindiyi biraz geçmiş. Her akşam her birine konuk olduğu bir dostunun evine gecikerek gitmiş. Seccade istemiş ikindi namazını kılmak için. Hiçbir rahatsızlık belirtisi yok, secde halinde Rabb’ine kavuşmuş. Her şey orada bitmiş zaten, kaldırılan hastanenin doktorları “kalp krizi” demişler. Ölüm gelmiş cihane, baş ağrısı bahane. Akrabalarına, dostlarına tez ulaşmış kara haber. Hastaneye gittiğimde eğilmiş başlar, fersiz gözlerle karşılaştım. Hıçkırık sesleri sarmıştı bahçeyi. İnanamadım öldüğüne, görmek istedim. Gördüm, ablam ölmüştü. Yapacak şey yoktu, gözyaşlarıyla yüreğimizi serinletmekten başka. O, kendini dünyanın kirinden arındırarak; fakat anasının, babasının, evlatlarının, yakınlarının, dostlarının yüreğini dağlayarak gidiyordu. Ne rahat gidişti o. Tez zamanda terk etti dünyayı. Ertesi gün öğle vakti kabrine teslim edildi. Hiçbir maddi sıkıntıya sebep olmadı ayrılırken. Kuş gibi yaşadı, kuş gibi gitti Karacaahmet’in serin servileri altındaki yuvasına.


Bir can değildi o, canlar canıydı. Yaşadığı hayatı önemsemez, yaşayanlara hayat verirdi. Bezgin ruhları canlandırır, kötümserleri iyimser yapardı. Bilgi dünyası dardı; ama gönül dünyası genişti. İlmi yoktu, irfanı vardı. Azığı, sabır ve tevekküldü. İki kocasının da kanserden ölümünü görmüştü; hiçbirinin ölümünde gözyaşlarını dışa vurmamıştı. Yedirmek, içirmek, hediye vermek, insanları birbirleriyle tanıştırmak, dostluklar kurup pekiştirmek en büyük zevkiydi. Günlük yaşardı, yarın endişesi yoktu. Ona göre yarının sahibi vardı. Çözümsüz sorun yoktu, her sorun mutlak bir sebeple çözülürdü. Dünya dertlerini önemsemediği için rind, Hesap Günü’ne uygun yaşadığı için zahid sıfatı pek uygundu kendisine. Hesabını veremeyeceği her türlü davranıştan, sermayeden kaçınırdı, inancını aşırı yaşamaktan haz alırdı. Bir daha söyleme fırsatı belki bulamam diye bildiği doğruları söylemekten kaçınmazdı, dönüşü olmayan bir seyahatin yolcusu olduğunu bilirdi. En zengin oydu; pek çok insanın emek vererek ulaşacağı makama, elde edeceği itibara o sahipti. Fethettiği bütün gönüllerin dünyalıkları onun sayılırdı. Dünyacı değildi; fakat dünyanın tadını çıkarmıştı. Dünyadan alacağı bir şey kalmamıştı, inanıyorum ki şimdi o, öbür dünyanın tadını çıkarıyor. Yahya Kemal dizelerinde sanki onu anlatıyor: “Ölüm, asude bahar ülkesidir bir rinde; / Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter. / Ve serin serviler altında kalan kabrinde, / Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter.”


Ablamız, serin serviler altında şimdi bir gül, biz ise bülbül… Özenilecek bir hayat ve ölüm için kendimize dua edelim.



16.10.2007

Devamını Oku...

Ramazana Veda Ederken


Değerli dostlar



Bu günkü yazımı biraz farklı yazmak istedim.Yazdığım konu bende stres yapıyor.Yazı bittiğinde kimyam bayağı bozuluyor.Bu bakımdan hiç olmazsa ramazanın son günlerinde stresten uzaklaşmak istiyorum.Hele de bu gece kadir gecesi olunca.



Avrupalıların gıpta ettiği,İsveç te hastanelerde tedavi maksadı ile kullanılan,vücuda faydaları çokça olan oruç iki gün sonra sona eriyor.Bu ayda gözlemlediğim insanların dine daha fazla yaklaştığı.Ayrıca dini vecibelerini yerine getirenlerin giderek genç nesil olmaya başlaması.İçinde bulunduğumuz ortamın ve yozlaştırmaya yönelik yayınların var gücü ile insanları dinden uzaklaştırmaya çalışmasına rağmen dini duygularına daha çok sahip olan nesil giderek gençleşiyor.Bir taraftan acaba İslamlaşıyor muyuz endişesi,diğer tarafta laiklik elden gidiyor kaygısı dolayısı ile bazıları feryad’ü-figan ediyorsa da Türkiye de %99 kesimin giderek artan bir bölümü kimliğindeki İslam hanesinin gereklerini yerine getirmeye özen gösteriyor.



Bazıları laikliği;”Din işlerinin devlet işlerinden ayrılması” yerine” insanların dinine karışmak.Hatta onları dolaylı olarak kınamak” gibi kullansalar da bu çabaları küçük bir kesimi sindirmekten öteye gitmiyor.Her insanın mayasında inanmak vardır.Allah a inanmayanlarında mayasında inanmak vardır. Dehşet anlarında müracaat ettikleri güç bilinç dışı bile olsa” Yüce Yaratıcı “dır.Kendi sınırları içinde fanatik dindarlığı suçluları kontrol etmede birinci önemli etken gören Ülkeler inancı teşvik ederken,kontrol altında tutup sömürmek istedikleri Ülkelerde de inancı zayıflatmak için azami ölçüde para ve güç sarf etmektedirler.



Bulunduğumuz coğrafyanın çok önemli olması dolayısı ile bizi doğudan koparmaya çalışanlar,doğu ile sürekli ekonomik çıkar ilişkileri içinde oldular.Onların kaynaklarından azami ölçüde istifade ettiler.Bizleri de gericilik vehimleri ile bu pazardan yıllarca uzak tuttular.



Topraklarımızda petrol bölgelerini işlettiler.Açmak zorunda oldukları kuyular verimsiz diyerek içine taş doldurdular.Yıllar sonra bu kuyuların çok verimli olduğu kendi imkanlarımızla kazılmaya başlanınca anlaşılmıştır.



Maalesef en çok din adına konuşanlar dini bilgi ve tecrübesi olmayanlardır.



”Bana göre” diye başlayan , din hakkında ahkam kesen ve gerçek bilgilerden tamamen uzak yazılar dine karşı ihanetlerle doludur.Satır araları okunduğunda bu ihanet daha çabuk anlaşılıyor.Bütün bu dini saldırılara rağmen sosyete dahil olmak üzere her kesimde inancı daha rahat ifade etme eğilimi var.İnsanlar inanmak ve kendi ölçülerinde inancının gereklerini ucundan kenarından yerine getirmeye çalışıyorlar.



Getirmeyene de kimse sesini çıkarmıyor.Ufak tefek lokal olayları yapan kendini bilmezleri fırsat bilerek bir karış suda fırtına koparmanın,felaket senaryoları üretmeninde bir alemi yok.



Gereğini yapmamak inanmamak anlamına da gelmiyor.İnanmak kalple,gereği vücutla olmaktadır.



İnanın Avrupalı insan inancı olmayanı sevmiyor ve ondan korkuyor. Uzun süre yurt dışında kalanlar bu durumu çok daha iyi bilirler.İnanmayandan her tür tehlikenin geleceğine inanıyorlar.Hangisi olursa olsun kişinin bir inancı olması gerektiğini biliyorlar.İnanmayana itimat etmiyorlar.Ona güven duymuyorlar.Onların bakış açısı budur.



Bu Ülke insanını birileri ne kadar korkutmaya,inanan ve inanmayan diye bölmeye,kapalı açık diye kavga ettirmeye çalışsa da tabandaki halkın büyük bir bölümünün böyle bir sorunu yoktur.Her kes kol kola gezmektedir.Hatta bazı ailelerdeki bireylerin bir kısmı kapalı bir kısmı açıktır.Hiçte sorun olmamaktadır.Sorun tabanda değil,tavandaki düzen kuruculardadır.



İyi ki varsın ramazan.



İnsan vücudunu rektifiye eden,dostlukları pekiştiren,dini daha çok hatırlatan,iyilikleri arttıran,her şeyin sadece bu dünya ile ibaret olmadığını,ötesinde bir başka alemin olduğunu hatırlatan ramazan.Sana elveda.



Biliyorum ki seneye sen yine geleceksin.Fakat biz seni görebilecek miyiz.Ya nasip.



İnşallah görürüz.



Değerli dostlar.




Bu güzel ayı üzülerek geride bırakıyoruz.Bu güzel ay hürmetine aramızdaki kırgınlıkların bir an önce giderilmesini,Ülkemize ihanet içinde olanların ıslah olmasını,Ordumuzun her türlü dış düşmanlara karşı daima muzaffer olmasını,Ülke bütünlüğümüzün daim olmasını,tüm iyi isteklerimize ulaşmamızı,hür,kalkınmış,içte ve dışta itibarını arttırmış bir Türkiye idealinin gerçekleşmesini ALLAH(C.C) den niyaz ediyor.



Ramazan bayramınızı can’ı gönülden tebrik ediyorum.









14.10.2007

Devamını Oku...

Gül Bahçesi


Hz. Ali (r.a) kendisine neden sıkça mezarlığa gittiğini soranlara şu cevabı vermiş: İki sebebi var.



-Anlattıklarıma itiraz etmiyorlar.


-Arkamdan gıybetimi yapmıyorlar.


Ramazan orucu hicretten bir buçuk yıl sonra farz kılınmıştır. Bu durum kıblenin Kudüs’ten Kabe’ye çevrilmesinden kısa bir müddet sonraya rastlar.



Peygamber (sav) efendimiz hayatında dokuz ramazan orucu tutmuştur. Bunlardan 4 ü 29 gün 5 i de 30 gün olmuştu



Lokman Hekim'e:



Bilgeliği kimden öğrendin diye soranlara körlerden öğrendim cevabını vermiş. Çünkü onlar elindeki değnekle tam araştırma yapmadan adım atmazlar. Emin olduktan sonra adım atarlar. Bundan dolayı bende bir şey yapacağım zaman düşünür, faydalı ise konuşur, yararlı ise yaparım. Faydasız ise bırakmayı ve susmayı tercih ederim.


Necip Fazıl’dan :



Ey akıl nasılda delinmez küfen,

Ebedi oluşan urbası kefen.

Kursa da köprü boşluğa, fen,

Allah derim başka hiç bir şey demem!



Hz. Ali (r.a) buyuruyor ki:


-Karşılığından bir menfaat umarak yapılan ibadet ticaretçinin ibadetidir.



-Korku sebebiyle yapılan ibadet kölenin ibadetidir.


-Allah’ın nimetlerine şükretmek maksadıyla yapılan ibadet hür insanın ibadetidir.


-Makul olan ibadet Allah (cc) rızasını kazanmak için yapılan ibadettir. Allah ancak böyle samimi ibadetleri kabul eder.



Allah Rasülünden:



Herhangi bir devlet başkanı yada idareci kapısını ihtiyaç sahiplerine kapatırsa yani onları baş başa bırakırsa Allah da af ve lütuf kapılarını onlara kapatır. Artık onlar ihtiyaçlarını ve dualarını Allah’a iletemezler.


Şimdi dualarımızın neden kabule şayan olmadığı daha rahat anlaşılıyor.


Üç kişinin duası kabule şayandır.



  1. Mazlumun

  2. Misafirin

  3. Anne - babanın evladına



İbrahim Ethem’e sormuşlar:


İnsan niçin ölümden korkar?


Cevaben: Bütün servetini Dünya için biriktiren ahirete yeterli hazırlık yapmayan o serveti malı mülkü bırakıp gitmek ister mi?


Hadis-i Şerif’te kim Kuran-ı Kerim’i öğrenip de okumazsa sadece odasının bir köşesine aşarsa Ahirette Kuran ondan şikayetçi olur.


Hadis-i Şerifte: Mallarınızı zekatla koruyun. Hastalarınızı sadaka ile tedavi edin. Belalara karşı dualarınızla hazırlıklı olun.


Lokman Hekime sormuşlar:


Hastamıza ne yedirmemizi tavsiye edersiniz? Oda cevaben:


Aman acı söz yedirmeyin de ne yese olur.



Hasan el-Basri: “Ben ölümden korkuyor ve onu sevmiyorum” diyen birine şu cevabı vermiştir:


Malını geride bıraktığın için sevmiyorsun. Eğer onu ahirete gönderseydin peşinden gitmek isteyecektin.


Alimlerden birisi abidlerden birine “Ben Allah’ın varlığını ispat edecek yüz tane delil buldum deyince; Abid “O’na ben Allah’a delilsiz inanıyorum” cevabını vermiş.


Ebu Hureyye den: peygamberimiz (sav) buyuruyor ki:


Nice oruç tutanlar vardır ki, açlık ve susuzluktan başka kazancı yoktur. Nice gece kalkıp ibadet eden insanlar vardır ki uykusuzluk ve yorgunluktan başka kazançları yoktur.


Şeyh Sadi’den:


Şeyh Sadi’ye insanlık nerede başlar diye sorarlar. Cevaben: “Teşekkür etmekle başlar” der.



Birisinden iyilik gören kişi “Adam sende canım yapmasaydın derse insan değildir.”diyor.



Önce teşekkür etmesini bilecek insanoğlu insana teşekkür etmeyen Allah’a da şükretmez.



Teşekkür etmesini bilen şükretmesini de bilir. O halde insanın yaradanına ne kadar şükretmesi lazım. Bir nefeste iki kere şükretmesi lazım. Niye, nefesi alamasa patlar ölür, aldığı nefesi veremezse çatlar ölür.




Mevlana’dan:



Selçuklu sultanlarından biri Mevlana’yı ziyaret eder. Bu ziyaret esnasında Mevlana ya saltanatları arasında ne gibi bir farkın olduğunu sorar. Hz. Mevlana bu soruya şu cevabı verir:



“Senin saltanatın gözlerin kapanınca ( ölümle ) biter, oysa benim saltanatım gözlerim kapanınca başlar.”




Halid Bin Safvana:


“En aciz en beceriksiz insan kimdir? Diye sormuşlar


O da cevaben:


“En aciz en beceriksiz insan dost aramayandır. Ondan daha acizi ve daha beceriksizi ise bulduğu dostu kaybedendir.” demiş.


Ebu Hureyre’den:


Resulullah (sav) şöyle buyurdu: Kulun rabbine en yakın olduğu zaman secde de olduğu zamandır. Bunun için secde de iken çok dua ediniz.


Aziz Mahmut Hüdayi hazretleri devrin padişahının gönderdiği hediyeyi kabul etmeyip, geri göndermiş. Bunun üzerine padişah da o hediyeyi bir başka alim olan Abdulmecid efendiye göndermiş. Abdulmecid padişahın gönderdiği hediyeyi kabul etmiş. Bunun üzerine padişah:



Abdulmecid efendi Aziz Mahmut senin kabul ettiğin hediyeyi kabul etmemişti der. Abdulmecid efendi padişaha hitaben Aziz Mahmut Anka kuşu gibidir. O öyle şeylere itibar etmez ki. Padişah bu sefer bu cevap üzerine Aziz Mahmut’a senin kabul etmediğin hediyeyi Abdulmecid efendi kabul etti dediğinde Aziz Mahmut Hüdayi padişaha cevaben: O deniz gibidir. İçine bir damla necasetin düşmesiyle kirlenmez der.




Müslümanın Müslüman üzerinde altı hakkı vardır:




1- Karşılaştığın zaman selam vermen.


2- Davet ettiği zaman davetine icabet etmen.


3- Senden nasihat istediği zaman nasihat etmen.


4- Aksırıp da “Elhamdülillah” dediği zaman ona hayır duada bulunup “Yerhemukallah” demen.


5- Hastalandığı zaman ziyaret etmen.


6- Öldüğü zaman cenazesine katılman.



14.10.2007

Devamını Oku...

Bilim Adamları Neredesiniz?


Yıllardır bilim adamlarını dinlerim. Bazen solcusunu, bazen milliyetçisini, bazen muhafazakarını dinler, hepsini dinlerken doğru şeyler söylediklerini düşünürdüm. Onlara hak verirdim. Çünkü meselelere hepsi ayrı bir pencereden bakıyordu. Zamanla dikkatimi bir şeyler çekti. Herkes kendi kulvarında belki haklıydı. Fakat ortada bir netice yoktu. Düşman adım adım amacına yaklaşıyordu. Taşlarını satranç tahtasında doğru hareket ettiriyordu. Nedense bu alim takımı bir türlü bir araya gelip meseleleri sözden aksiyona geçiremiyorlardı. Git gide kendi içimizde bölünüyorduk. Kürt-Türk, Laik-Antilaik, Cumhuriyetçi-Dinci diye soyut hedefler üretiliyordu. Hudutlarımız etrafında problemler gitgide büyüyor. Komşularımız Amerikanın Ortadoğu’yu teslim alma projesine teker teker teslim oluyordu. Dikkat ediniz. Amerika Irak’ı işgal ettiğinde sadece Petrol Bakanlığının etrafını korumuştur. Ne Merkez Bankasını, nede başka bir Bakanlığı koruma gereği duymamıştır. Çünkü ona lazım olan sadece kendi şirketlerinin Iraktaki petrol tapuları idi. Amerika Ortadoğu projesini elli yıldan beri uyguluyor. Taşları yerlerine ustaca yerleştiriyor.Bizim için suni korkular üretiyor. Bizde sazan gibi bu tuzağa düşüyoruz.



Uyan ey halkım diyemiyorum. Zira önce uyanması gereken bilim adamlarıdır. Araştırabilen, gerçeğe ulaşma şansı olan bilim adamlarıdır. Çünkü dış güçlere göre düşman anti laik, dost ise laik olan değildir.



Onlara göre düşman top yekün Türk milletidir. Ele geçirilmek istenende Türkiye topraklarıdır.



Hedef milleti bağlı olduğu değerlerinden uzaklaştırmak, millet olma özelliğini yok ederek sürü haline getirmektir. Bu sadece benim fikrim değildir. Bu tabirleri bir çok konuşmacı bilim adamından duydum. Bende herkes onları alkışladım. Dağıldıktan sonra aradan geçen günlerde hiçbir şeyin değişmediğini, fakat ülkenin giderek daha fazla kötü şeyler yaşamaya başladığını gördüm. Siz hastaya bir yararı olmayan ilaca iyi ilaç der misiniz? Tabii ki demezsiniz.




Öyleyse bir yerde yanlış var. Ülkeyi sevdiğini iddia edenler icraatın içinde olmuyorlar. Kendilerini sıkıntıya sokmadan yaşamayı kendilerine amaç edinmişler. Başka milletlerin bilim adamları da böyle yapmıştı. Şimdi o bilim adamları çok sıkıntıda. Çünkü o ülkeler artık istiklalini kaybetmiş. Yine o rahatını bozmayan bilim adamlarının çoğu ülkelerini terk etmiş. Artık vatanlarında yaşamıyorlar. Böyle giderse bizimkilerinde başına bu halin gelmesi kaçınılmazdır. Ben duvarın arkasını görmeye çalışıyorum. Soyut hedefler,soyut düşmanlar hiç ilgimi çekmiyor. Onların asıl düşmanımız tarafından üretildiğini adım gibi biliyorum.



Argo tabirle gaza gelmeye, olmuşa binmeye hiç müsait değilim. Geçmişe ait hafızası olmayanlar tuzakları fark edemezler.



Sayın bilim adamları!




Birbirinizi yemeyi bırakın. Bir zaman sonra birileri hepinizi yiyecek. Hatta hepimizi yiyecek.



Lütfen beraber olalım. Düşman bildiklerinizle ön yargınızı bir kenara bırakarak yarım saat sohbet edebildiniz mi?



Hayır mı diyorsunuz? O zaman en kısa zamanda sohbet edin. Kısa zaman sonra hiçte düşman olmadıklarını anlayacaksınız.



Bu hepimiz için geçerli.



Ben dik duran ve diyalog kurabilen insanları seviyorum. Sütlaç gibi bulunduğu kaba göre şekillenen insanlardan da çekiniyorum. Onlardan kimseye fayda gelmez.



Ülkesine borçlu olan, bu ülkenin kendisine bir hayli yatırım yaptığı insanlar. Yani bilim adamları. Ülkeye borcunuzu ödemek, boşa konuşmak değildir. Konuşmayı aksiyona geçirmektir. Bir araya gelmektir. Ortak bilgiyi yöneticilere kabul ettirmektir. Lütfen bunu yapınız.



Size ihtiyacımız var.





11.10.2007

Devamını Oku...

Delik Balonları Şişirmek


Balonun hayatınızdaki yeri nedir? Siz çocukluğunuzda hiç balon şişirdiniz mi? Rengârenk balonlarınızı şişirirken, uçururken neler hissettiniz? Balonun, delik olduğu için şişmediğini fark ettiğinizde veya bin bir gayretle şişirdiğiniz balon patladığında neler düşündünüz?




Özgür, varlıklı bir ailenin ilk çocuğuydu. İyi bir öğrenim görmüştü. Öğreniminin bir kısmını yurt dışında yaptı. Para, hiçbir yaş döneminde sorun olmadı onun için. Amacı, yönetici olmaktı. Ceo sözcüğü, hayallerini süslüyordu. Birkaç yabancı dil öğrendi. Güçlü bir bedeni vardı. Çevresi genişti. Balonlu dost meclislerinde mutlaka bulunduğu için popülerdi ve medyatikti. Ona göre aklın ve paranın çözemeyeceği sorun yoktu. En büyük güç, bilimdi. Aklı ve bilimi ölçü almayan hiçbir düşüncenin, inancın değeri yoktu. Bir gün çok sevdiği kardeşinin ateşler içinde yattığını öğrendi. Ateşin nedeni belli değildi, teşhis konamıyordu. Bilim, ateşi düşüremiyordu, kardeşi kıvranıyordu. Günlerce sürdü hastalık. Aşırı dozdaki ağrı kesiciler ve antibiyotikler kıvranan kardeşin derdine derman olamıyordu. Bir gece vakti karanlığın sessizliği çınladı kulaklarında. Her şey bitmişti. Ertesi gün, mezarlıkta kendine geldi. Madem ölüm var, öyleyse niye doğduk, diyordu. Balonda ikinci delik açılmıştı: Akıl deliği. Tarih kitaplarını okumayı severdi Özgür. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nda nice servetin bir değer olmadığını, zenginliklerin kişiyi kurtarmadığı gibi başlarına dert olduğunu babasının vefatına kadar idrak edememişti. Tersine dönen işler ve az kalan mirasın kavgası maddenin boğucu dünyasına karşı isyan ettirmişti onu. Balonda üçüncü delik açılmıştı: Para. “Üç delikli balonun peşinde koşuyoruz.” diye düşündü Özgür. “Üç delikli balon. Akıl, bilim, para… Peşinde koştuklarımız birer delikse, biz bu balonu niye şişiriyoruz? Şişirmek için balonu üfleyenler aslında delikleri üflüyorlar. Delik varsa, bu balon şişmez.” cümleleri bir pişmanlığın ifadesi olarak döküldü dudaklarından.



Her insan, dünya balonunu şişirmeye ve onunla oynamaya geliyor. Hangi balonu şişirdiğiniz ve hangisiyle oynadığınız burada önemli. Balonda oluşacak delik ya da delikler seçtiğiniz balonla doğrudan ilişkili. Yunus Emre’ye kulak verelim: “Okumaktan mana ne / Kişi Hakkı bilmektir / Çün okudun bilmezsin / Ha bir kuru emektir.” Yunus, dizelerinde en kutsal eylem kabul ettiğimiz ve inancımızın ilk emri olarak bildiğimiz “okumak”ın bize amacını söylüyor. Hak sözcüğünün tevriyeli kullanıldığını düşünürsek, Allah’ı bilmeyenin, Allah’ın koyduğu nizama göre bir yaşam tarzı kurmayanın; doğruluktan, adaletten ayrılanın okumasının bir “kuru emek”ten öteye geçemeyeceğini vurguluyor. Tek hedef, Hakk’ı bilmek. Bunun dışındaki bütün uğraşlar, havanda su dövmek ya da akıntıya kürek çekmek.



Özgür de balonu çok severdi. Renkli balonlar belli bir yaşa kadar heyecanına heyecan katmıştı. Yaşamak güzeldi. Akıllı ve paralı olmak, bilimsel düşünmek büyük ayrıcalıktı. Pozitivist gaz, bu balonu orta yaşlarda patlattı. Balonu şişirmek için zorladığı ciğerleri bir daha gelir gelmeyecek.



Hâlbuki balon delikti. Geç anladı, taşın sert olduğunu, ateşin yaktığını, suyun boğduğunu…



Sizin balonunun ne durumda? Siz hangi balonu şişiriyorsunuz? Balonunuzda delikler var mı?



11.10.2007

Devamını Oku...

Anayasa Oyunu


Şırnak’ta bölücü terör örgütünün halka yönelen katliamını ve 12 vatandaşımızın şehit edilmesini protesto ediyor; onlara Fatihalar gönderiyoruz. Örgütün aslında halka karşı olduğunu belgeleyen bu olay yeni değildir.


Anayasa taslağı konusunda “efendim, ortada bir şey yok; bu taslak AKP’yi bağlamaz” sözleri söylenebiliyor. Bu siyasi pişkinlikle ortaya çıkanlar sanki bir çalışma grubu kurmamış, bu grubu isimlendirirken siyasi kanaatlerine göre hareket etmemişler ve ortada hiçbir şey yokmuş. Demek bu, bir anket veya kamuoyu yoklamasıdır. İktidar kendine yakın bulduğu, yabancılara hoş gelecek bir metni hazırlayacak yol arkadaşlarını seçmiştir.



Bu anayasa ne sivildir; ne de yenidir. 174 maddeli 1982 Anayasasının 8-10 maddesi hedef alınmıştır. Bu Anayasa sivil de değildir; çünkü, anti-Türk ve anti-devletçi değerlendirmeleri taşımaktadır. Bunu hazırlayan sicili belli insanlar da milli devlet, milli kimlik ve Cumhuriyetle yabancılaşmış kimselerdir.



1982 Anayasasının ilk 3 maddesinin değiştirilemez ve değiştirilmesi dahi teklif edilemez ifadesi 4. maddeden alınmış, oldukça geriye 134. maddeye değiştirilerek taşınmıştır. Teklif edilen ve tasarıda yer alan 56. maddede milletin isminin Türk olduğu dışlanmıştır. Milli Güvenlik Kurulu ile ilgili 91. maddede Başbakanın başkanlığında denerek, kuvvetler ayrılığı prensibi yürütme lehine güçlendirilmektedir. Jandarma Genel Komutanı Kurul dışına çıkarılmaktadır. Bunun gerekçesi de Jandarma Genel Komutanlığının İçişleri Bakanlığına bağlı olmasına bağlanmaktadır. Acaba Genel Kurmay nereye bağlıdır?



Tasarıda madde 94 de “milletlerarası tahkime ancak “yabancılık” unsuru taşıyan uyuşmazlıklar için gidilebilir” ifadesinde yabancılığın ne olduğu anlaşılır değildir. Oysa, bu taslağın hazırlanış gerekçelerinden birisi anlaşılır olmaktır. Mahkemelerin bağımsızlığı ve tarafsızlığı başlığı altında kimsenin mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremeyeceği, tavsiyelerde bulunamayacağı belirtilmektedir. Bu maddenin benzeri 1982 Anayasasında da vardı; ama, bizzat Sayın Başbakan Elif Şafak davasına müdahale edici beyanda bulunmuştu. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu yürütme ağırlıklı hale getirilmektedir. TBMM tarafından 5 asil üyenin seçilecek olması yanlış bir müdahaledir. 1961 Anayasasındaki madde bundan dolayı değiştirilmişti. Anayasa Mahkemesine de yürütmenin müdahalesi artmaktadır.



1982 Anayasasının başlangıç metninin 1980 Müdahalesinin izlerinden arındırılması doğrudur. Ancak, burada ifade edilen Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesini ve temel ilkelerini ifade eden anlamlı cümleler neden devre dışı bırakılmıştır? Türkiye gecekondu bir devlet midir? Tasarıyı hazırlayanların nerede “Türk”, “Atatürk” ve “Türk Milleti”, “kutsal Türk Devleti” varsa değiştirdikleri düşünülürse; bunun altında yatan sebep daha berraklaşır.



Taslak, ferdi, vatandaşlık duygusundan uzaklaştırmakta, onu tek, bağımsız ve Türk Milletinden kopuk ele almaktadır. Bundan dolayı “birey” odaklı demektedir. Bu değişikliğe gerekçe olarak 18.yy dan bu yana anayasacılıkta ortaya çıkan değişmeler gösterilmesinin yerine; ülkenin ihtiyaçları asıl gerekçe olmalıydı. Burada, Batıdaki devlet ve fert ilişkileri ile bizdeki durum aynıymış gibi ele alınmaktadır.



Tasarıyı hazırlayanların milliyetçilikle ırkçılık arasındaki sosyal mesafeyi bilmedikleri veya art niyetli oldukları anlaşılmaktadır. Türk milliyetçiliği, etnik köken çağrışımı yapmaz, ırkçı, şövenist ve yayılmacı da değildir. Bundan böyle bir anlam çıkaranlar günümüzde yükselen milliyetçiliği bile fark edemeyen dar kafalılardır. Etnik özelliği ne olursa olsun; hiçbir TC vatandaşının milliyetçi bir tavır almasını engelleyen sınırlamalar yoktur. Yeter ki, farklılıklar kutsallaştırılmaya çalışılmasın. Dışa kapalı ilkel etniklik peşinde koşulmasın. İnsanlar kendi kendilerini öteki olarak görmesin.



Tasarıda 1982 Anayasasının değişik kısımlarında yer alan “ülkenin bölünmez bütünlük ilkesi”nden rahatsız olup bunu farklılıkları dışlama ya da bastırma olarak nasıl görülebiliriz?




10.10.2007

Devamını Oku...