28 Ağustos 2008 Perşembe

Ülke Güvenliği ve Özgürlük

2008 Pekin Olimpiyatları geride kaldı. Çin, hem sportif alanda, hem tanıtımda ve propagandada, hem de iktisadi bakımdan bu işten oldukça kârlı çıktı. Olimpiyatlar zaman zaman istismar edilmiştir. Soğuk Savaş dönemlerinden günümüze siyasi tesirler (meselâ 1980 Moskova Olimpiyatları), misyonerlik faaliyetleri (Barcelona Olimpiyatları) ön plâna çıkmıştır. Ancak, bu defa Çin pazarını ele geçirmek için uğraşan küresel sermaye kendini iyice hissettirdi. Küresel sermayeye yeni alan ve pazarlar açmak, önü açılmış milli devletlere karşı küreselleştirilmeyi pekiştirme, onları bastırma, bu Olimpiyatların dikkat çeken bir özelliğiydi.

Olimpiyatlara katılmak tabii ki önemlidir. Ancak, başarısız değil; başarılı olmak da gerekir. Türkiye’de basın ve yayın kuruluşları, demokrasinin gerektirdiği hürriyete sahip olmadıklarından bizim için hüsran olan sonuçları tartışmadılar bile. En fazla dalda ve sporcuyla katıldığımız bu Olimpiyatlarda toplam 8 madalya ile 37. olabildik. Çoğu yayın kuruluşu Türkiye’nin önüne geçmiş ülkeleri fark ettirmemeye çalıştı. Nedense ilk ona girenlerin dışındakileri öğrenemedik.

Özelleştirmeler ve devletin elini ayağını spordan çekmesi, faydalı veya zararlı bazı destekçilere (sponsor) alan açılması ve federasyonların özerkleştirilmesi alınan sonuçlar karşısında tartışılmalıdır. Sporda izlenen politika Anayasamızın 59. Maddesine ters düşmektedir. Ancak, dışarıdan liberal ve sözde yeni bir Anayasa dayatıldığına göre; bu da önemli sayılmayabilir.

Spor kafilemizde dikkat ve ilgi dağılması (konsantrasyon bozukluğu) oldukça yüksek seviyedeydi. Halter ve bazı branşlarda “sıfır çekmeler” sıkça görüldü. Milli duygu ve hassasiyetin, mensubiyet şuurunun yıpratıldığı, milli kimliğini tartışan ve mutabakatsızlıkların kol gezdiği bir ülke spor dahil birçok alanda istenen sonucu alamaz. Çin rüyasında yeni ve çok farklı bir Dünyayı müşahade etmeye çalışan sporcularımız, rüya ve hayal âlemi ortamında sportif yarışmalara adeta yabancılaştılar; dikkatler dağıldı. Birçok sakat sporcunun Olimpiyata neden götürüldüğünü de anlayamadık. Madalyalarımızın çoğunu da son yıllarda vatandaş yaptığımız sporcular aldı.

Olimpiyatlar ve Avrupa Futbol Şampiyonası asıl yönelmemiz ve düşünmemiz gereken noktalardan bizi ayırmamalıdır. Türkiye’nin; milliyetçiliği önemsemeyen, milli menfaatlere sarılmayı, milli davaları kucaklamayı, küreselleşmeye ters gören zihniyet tarafından yönetildiği artık bir gerçektir. Geçenlerde bir haber dikkatlerden kaçmış olabilir. Buna göre; Almanya yabancı yatırımcıları sınırlamak için bazı düzenlemelere gidiyordu. Aynı işi Rusya Devlet eski başkanı Putin de başkanlık görevini bırakmadan önce yapmıştı. Putin, önemli bir karar alarak yabancıların Rusya’nın enerji, doğalgaz, iletişim gibi stratejik sektörlerine yatırım ve hatta araştırma yapmalarını engellemişti. Almanya da ülke güvenliği açısından önem taşıyan sektörlerdeki yabancı payını %25 ile sınırlamaya kararlıdır.

Ülke güvenliğini özgürlüklerin genişlemesine feda eden Türkiye’de ise; bunların tersi yapılıyor. Rusya ve Almanya sınır koyarken; biz sınırları kaldırmayı demokratikleşme ve çağdaşlaşma zannediyoruz. 1995 tarihli yasada yer alan “Özelleştirmelerde sadece Türk vatandaşları hak sahibi olur” ibaresini 2004 yılında değiştirdik. Limanların özelleştirilmesinde yabancı yatırımcı payının üst sınırı olan %49 da değiştirildi.  

Petrol zengini ülkelere ait trilyon dolarlık bağımsız fonların gittiği ülkelerde güvenlik bakımından sorun oluşturması, kara para aklaması karşısında tedbirler alınması OECD tarafından kabul edilmesine rağmen; cari açığı sıcak parayla karşılama gibi yanlış bir yol seçen Türkiye’de olmaması gerekenler oluyor. İktidar günü kurtarmakla uğraşıyor. Düşük kur, sıcak para, yüksek faiz ihracatı ve ülke ekonomisini perişan ediyor. Tüketim ve kredi kartı her şeyin önüne geçiyor. Sosyal sorunlar doğuyor. Yolsuzluklar hayat tarzı oluyor. Kimi vatanı için şehit olup genç yaşında vatan toprağına gömülüyor. Kimi ise; topraktan türlü oyunlarla ve desteklerle gökdelen gibi yükseliyor.       

Devamını Oku...

22 Ağustos 2008 Cuma

Günümüzde Din ve Siyaset İlişkisi

Din ile siyasetin ilişkisi tarih boyunca karmaşık bir yapı olagelmiştir. Özellikle son iki-üç yüzyıl din ve siyasetin konumunun ve birbiri ile olan bağının nasıl olması gerektiği tartışmalarının yoğun biçimde yaşandığı ve günümüze de büyük oranda etkisi olan bir dönemi ifade etmektedir.

Günümüzde din ve siyasetin ilişkisini tartışırken tartışmanın ağırlıklı olarak dinin siyasete etkisi doğrultusunda yapıldığını ve tartışmaların dinin siyasete müdahale etmemesi gerekliliği üzerinde yoğunlaştığını görüyoruz.

Ancak özellikle ülkemizi göz önüne aldığımızda bugün din siyaset ilişkisinde gözden kaçırılan bir nokta olduğunu düşünüyorum: Siyaset dine ve dini anlayışa daha fazla ve tehlikeli biçimde tesir etmektedir.

Nasıl mı?

Gelin beraber düşünelim:

Türkiye’de son birkaç yıldır tartışılan “ılımlı İslam” sözcüğü aslında siyasetin dinden beklentisini ifade etmiyor mu? Buna göre kapitalizmin Hıristiyanlıktan aldığı cevabın yani Protestanlığın benzeri bir cevap İslam’dan da beklenmiyor mu?

Yine din temelli olarak ortaya çıkan şiddetin altında yatan gerçek neden siyasi hesap ve dinin bunlara göre yorumlanması değil midir? Mesela daha yaklaşık bir ay önce ABD konsolosluğuna yapılan saldırıda saldırganların dini yaklaşım ve temellendirmeleri siyasi bir yaklaşımı ifade etmiyor mu?

Aynı şekilde Türkiye’ye baktığımızda dinen açıkça yanlış uygulamalar yapan bazı siyasilerin “kendi siyasi görüşlerinden” olduğu gerekçesiyle bazı dindar muhafazakarlar tarafından eleştirilmekten dahi uzak tutulmaları siyasi bir tutum değil midir? Benzer yanlışlar başka siyasi görüşteki insanlar tarafından yapıldığında yapanların şiddetli eleştiri ve muhalefete maruz kalmaları dine siyaseten bakmanın göstergesi değil midir?

Bahsettiğimiz örnekler çoğaltılabilir.

Şüphesiz dine uygun hareket etmiş olmak veya olmamak siyasi tutum ve tavra göre değil dinin prensiplerinden yola çıkarak anlaşılabilir. Ancak örneklerde de görüldüğü üzere dinen neyin doğru neyin yanlış olduğu günümüzde siyasi akımların yönlendirmelerinden ciddi oranda etkilenmektedir.

Bunun en tehlikeli neticesi ise siyaset üzerinden insanların iman ve inançlarının tartılmaya ve Müslümanlıklarının sorgulanmaya başlanmasıdır ki bu yaklaşım toplum olarak bizi birbirimize bağlayan değerlerin birleştiriciliğini kaybetmesine yol açmaktadır. Bunun tabii sonucu ise aynı kültür içinde dahi sosyal parçalanmaların ve çatışmaların daha derin yaşanmasıdır.

Nitekim dini temel alan çatışmalar hem daha sert hem de daha kalıcı olmaktadır ki tarih bunun örnekleriyle doludur. Zira “sonsuz hayatı kazanma” ümidi, insanların akla hayale gelmeyecek şeyleri yapabilmeleri için önemli bir motivasyon unsurudur ve bu motivasyon yanlışa yönlendirildiğinde ne dine ne de insanlığa sığan fiillerin ortaya çıkması kaçınılmazdır.

Dolayısıyla siyasilerin ve ilim adamlarının meseleyi basmakalıp söylemlerle ele almaktan uzak durmak suretiyle konuya sağduyu ile yaklaşıp problemleri işbirliği içinde değerlendirmeleri ve çözüme yönelik projeler geliştirmeleri zorunluluk haline gelmiştir. Kendini tekrar etmekten öteye gidemeyen tartışmaların meseleye çözüm getirmek şöyle dursun, ayrışma ve çatışmayı tetiklediği ve çözüm için gerekli işbirliği zeminini ortadan kaldırdığını senelerdir yeterince tecrübe etmiş bulunuyoruz!

Dünyada da din – siyaset ilişkisi dahilinde benzer sıkıntıların yaşanması ise bahsettiğimiz etkinin hızla yayılması anlamına geldiği için geç kalınması halinde yanlış yönlendirmelerin kurbanı bu kez toplumun geneli olacaktır.

Bu yüzden meselenin kaynağı değil çözümü olması gerekenlere soruyorum: Bu bedele değer mi?

Devamını Oku...

21 Ağustos 2008 Perşembe

Ramazan Ayı Muhasebesi

Ramazan ayında nefsimizi, yaşantımızı ve değerlerimizi, değişmez ölçütler ışığında yeniden gözden geçirip, kendimize bir çekidüzen verme konusunda fırsat olarak değerlendirmek, belki de bu ayın ruhuna en uygun davranış şekli olur.

*       *       *       *       *       *
Nasıl yaşıyoruz?

Mübarek Ramazan ayına girdiğimiz bugünlerde, hem kendimizi ve hem de Müslüman olduğunu düşünerek sevdiğimiz, saydığımız, desteklediğimiz, kanaat önderi, lider bellediğimiz kişileri yeniden ve doğru değerlendirmemiz için, büyük velilerden Yahya Bin Muaz’ın (Ölüm: 872/ H.258 Nişâbur) aşağıdaki sözünü hatırlatmak istiyorum:

“Görüyorum ki; evleriniz Rum Kayzeri’nin evlerine,
Lükse hayranlığınız Kisrâ’nın tutumuna,
Servet peşinde koşmanız Karun’un anlayışına,
Saltanatınız Firavun saltanatına,

Nefsleriniz Ebu Cehil nefsine,
Gururunuz Ebrehe’nin gururuna,
Yaşayışınız sefillerin yaşayışına benziyor.
Allah için söyleyin bana, Muhammedi’den olanlar nerede?

*       *       *       *       *       *
Müslümanlar kimden yardım diliyor?

Fatiha suresi Kur’an-ı Kerim’in özeti sayılır. Fâtiha Suresi, 5. ayette “Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz” cümlesini namaz kılan bir Müslüman her gün defalarca tekrarlamaktadır.

Ancak özellikle Ramazan ayında sayıları daha da çoğalan batıl inançlı, eşyadan veya bazı kişilerden medet uman, muhtemelen farkında olmadan, Allah’tan başkasından yardım dileyen insanlarımız hangi dinin mensubudur?

Hele hele “ABD ve AB olmazsa biz adam olmayız” anlayışındaki insanlarımıza (Türk milletine mensubiyet duygusunu ve milli değerlerimize inançsızlığını sorgulamayı bir yana bırakıp) soralım: Müslüman’ın yabancıdan medet umması İslam inancına uygun mudur?

Müslüman iradesini teslim eder mi?

Hazret-i Peygamber’in sağlığında O’nun verdiği kararlara karşı “Ey Allah’ın Resulü, bu kararınız vahiy sonucu mudur (yani Allah’ın sana bildirdiği bir hüküm müdür), yoksa beşer olarak sizin şahsi kanaatinizin sonucu mudur?” sorusunu soran ashabın şuur aydınlığı bugünün Müslüman’ında neden yoktur?

Eğer vahiyle ilgili değilse, peygamberin bir insan olarak verdiği bazı kararlarına karşılık kendi fikrinin farklı olduğunu ve bu fikrin uygulanmasının daha doğru olacağını açıkça ifade edebilen ilk Müslümanlar… Dört büyük halifeyi hesaba çeken ilk Müslümanlar ve onları izleyen nesil……

Halife (devlet başkanı) Hz. Ömer’e camide hesap soran sahabeyi hatırlayınız:

Halife Hz. Ömer hutbede konuşurken, sahabeden birinin ayağa kalkıp, “Ya Ömer, savaştan hepimize ganimet olarak düşen kumaştan benim sıska bedenime bir elbise çıkmazken, senin heybetli vücuduna yetecek kadar kumaşı nasıl alırsın, bu mu senin adaletin” diye hesap sormasını… Ve büyük halifenin “ Doğru söylersin kardeşim, üzerime giyeceğim bir tane bile elbisem kalmayınca, oğlum Abdullah kendi hakkı olan kumaşı bana verdi ve benim hakkımla birleştirip elbise diktirdim! Ve Cumaya öyle geldim” cevabını… Herkesin Ömer’in sinirleneceğini beklerken O’nun, ellerini açıp haksızlık karşısında susmayıp, muhalefet eden bir ümmeti olduğu için rabbine dua edişini…

Buna karşılık serbest iradeleri ile oy kullanamayan, seçimden bir gün önce iradelerini teslim ettikleri zattan gelen habere göre oy kullanan günümüzün Müslümanları. Bırakın milletimizi yönetecekleri seçmeyi, kendi eşini, arkadaşını seçmeyi de, çocuklarına isim vermeyi de aynı zata sormadan yapamayan bir teslimiyet…

Hazret-i Muhammed son peygamber olduğuna ve O’ndan sonra bir peygamber de gelmeyeceğine göre hiç kimse vahiy yoluyla bir karar veremeyecek demektir. O halde her kim olursa olsun kararları ve kanaatleri beşeridir. İnsani olan her karar veya kanaat tartışılabilir olmak durumundadır. Sünnet olan budur.

İradesini birilerinin iradesine teslim etmek,  Kur’an’daki ifadesiyle ‘Allah dışında hiçbir kişiye ve şeye teslim olmamak’ anlamına gelen İslam’a uygun bir davranış mıdır?

**** **

Bugünkü yazımızın son sözü:

 “İnandığı gibi yaşamayan, yaşadığı gibi inanmaya başlar.”

NOT: Ramazan ayınızı tebrik eder, mübarek ayın ülkemiz ve insanlık için huzur ve mutluluk vesilesi olmasını dilerim.

Devamını Oku...

Hukukun Devşirilmesi

TRT’miz her cumartesi “Sayısal Gece” Programı ve çekilişi dolayısıyla yurdumuzun bir çok köşesini tanıtıyor. İyi, kötü, yeterli veya yetersiz bilgiler veriliyor. Herkes çapına göre iş ve program yapar. Kimseden fazla bir şey beklemeye de hakkımız yoktur. Geçen hafta bu program Trabzon’dan verildi. Trabzon’la ilgili yeterli bilgi toplanmadan göstermelik bir iki çekimle iş idare edilmeye çalışılmış. Bu türlü tanıtım programlarında nedense son yıllarda görüntüye önce kilise geliyor. Bu programda da böyle oldu.

Dışarıya hoş görünebilmek için imar yasalarını da değiştirip kilise evlerin açılmalarını kolaylaştırdık. Bu konuda bir öğretim üyesi milletvekilimiz farklı dinler için okullarda ibadethane açılmasını da bir yasa teklifi haline getirmişti. Ancak teklifi geri çekmek zorunda kaldı. Aslında bu teklifle mescit değil; o görüntü altında okullarda kiliseciklerin açılması esas alınıyordu. Oysa, dini azınlıkların kendi okullarında bu zaten çoktan çözülmüştür. Çokkültürlülük dayatmalarına uyarak yapay sorunlar yaratmak ve bunlara yapay çözümler bulmak son yıllarda çoğaldı.

Öte taraftan Kafkasların Balkanlaştırılma süreci işletiliyor. Amerikan ve Rus çıkarları çatışıyor, Gürcü halkı bunun bedelini ödüyor. Turuncu devrimle beraber Soros yönetiminde siyaset biçimlendirilirse ve ABD temsilcileri iktidara getirilirse sonuç, başka ülkelerde de bundan faklı olmaz. Milli ve haysiyetli duruşa saygılı olmayan güdümlü dış politikalar kalıcı olamaz ve ergeç iflas eder. ABD’ye bu ölçüde bağımlı iç ve dış politika Gürcistan’ı Rusya’nın müdahalesine imkan sağlamıştır. Brüksel veya Washington’dan medet umanlar, oraların şefaatine sığınanlar bu olaylardan ders çıkarmalıdır. Kafkasların iyiden iyiye amerikanlaştırılmasına Rusya’nın direneceği ve karşı çıkacağı belliydi. Ancak, milli menfaatlerinden çok; küresel çıkarlara hizmet edenler bunun farkına varamazlar.

Biz burada asıl Türkiye’yi buhran ve bunalımlara sürükleyecek devşirme ve ısmarlama hukuk sistemi tehlikesinden bahsedeceğiz. Bir ülke kendi bünyesinden, organik gelişmesinden habersiz olarak veya onu hesaba katmadan devşirme ve ithal hukuk sistemleriyle hiçbir yere gidemez. Böyle çarpık ve sosyal bilimlerle ters düşen bir anlayışla sosyal düzen korunamaz, siyasi ve iktisadi istikrar, huzur ve barış sağlanamaz.  

Hukuk, hukuk için değil; toplum içindir. Hukuk, toplumun işlerliğini sağlayan, fonksiyonel, değer taşıyan bir sosyal müessesedir; soyut bir takım yasa ve yönetmelik kalabalığı değil…Toplum ve devlet gerçeği olmadan ne iktisadi faaliyetlere ihtiyaç doğar; ne de hukuka ve mevzuata… Devletsiz hukuk da olmaz. Siyasi ve sosyolojik anlamda bir devlet oluşmadan hukuka ihtiyaç olmaz. Son yıllarda ise, devletsiz ve devlet düşmanlığına dayalı sözde bir hukuk anlayışı gündeme getirilmektedir. Daha doğrusu dışardan tavsiye edilmektedir. Toplumu ve devleti değil; ferdi esas almak, güvenliği değil; sadece özgürlüğü öne çıkarmak, toplumsuz, devletsiz sözde bağımsız fert anlayışına saplanmak önemli bir çelişkidir. Hiçbir ciddi devlet bunlardan birini kutsallaştırmaz; ama aralarında anlamlı denge kurar.

Gerçek hukukçu sosyal gerçekleri hesaba katan, soyut bir takım yasalar yığını altında ezilmeyen sorunlara itibari bakabilen, ülke gerçeklerini hesap edebilen kişidir. Bundan dolayı evrensel hukukun çerçevesinin çizilmiş olması milli hukuk arayışını engellemez, özellikle terör konusunda…

Hukuki metinler ve iddianameler de sayfa sayısının çokluğuna göre değil; muhtevasına göre değerlendirilir. Bir iddianame ilgili ilgisiz bulunan her şeyi kapsamak zorunda değildir. İddia ile bağlantılı olmayan konular iddianamelere girmez. İddianameler objektif belgelerdir. Devletin gizli belgeleri deşifre edilemez. Hukukçu ulusal sorumluluktan pay kapabilmelidir. Bütün ciddi devletlerde bu böyledir. Siyasi beklentiler uğruna olmadık raporlar pazara çıkarılamaz. İddianamelerde gereksiz özel hayatla ilgili konular ancak magazin basına malzeme olabilir. Dinlenen ve bulunan her şeyi hukukçu belge sayamaz. Bu anlayışla bir doktora tezi hazırladığınız taktirde, o tez binlerce sayfa tutabilir; ancak organik bir bütün olmadığı için geçmez.  

Son yıllarda hukuk sistemimizi dış dayatma ve telkinlerle yaz boz tahtasına çevirdik. Bilhassa ceza hukuku ve anayasada bunun sancılarını yaşıyoruz. İleride daha da büyüyen sorunlarla karşılaşabiliriz.

Devamını Oku...

İbret Almak

Gazeteler, 17 Ağustos 1999’da yaşanan Büyük Marmara Depremi’nden hiç ders çıkarmadığımızı, ibret almadığımızı yazıyor. On binlerce insanın hayatını kaybettiği bu depreme rağmen insanlar yine yüksek katlı binalar yapıyor, sağlam olmayan binalarda oturuyorlarmış. Güçlendirilmesi gereken binalar güçlendirilmeden ikamete açılmış. Yeni yapılan binaların zeminlerine, statiklerine yeterince dikkat edilmiyormuş. Yine gazetelerin bir başka haberine göre, Gebze’deki tersane işçilerinin iş kazalarında son zamanlarda artış olmuş, işveren işçiye değer vermiyor ve onları kobay gibi kullanıyormuş. Ölümle sonuçlanan kazaların artması, çalışanlara değer verilmeyişinin sonucuymuş. İşverenlerin tamahkârlığından kaynaklandığı iddia edilen kazaların arkası kesilmediği için hükümet, burada gemi inşa eden tersaneleri kapatacakmış.

Bu ve buna benzer haberleri veren gazeteler veya bunlarla ilgili yorum yazan gazeteciler, yazılarının sonunu “Bizden adam olmaz; yaşadıklarımızdan ibret almıyoruz.”  diye bitiriyorlar.

Kendi çapımızda da yaşadıklarımızdan ibret almadığımız durumlara sık sık şahit oluruz. Daha önce aynı sebepten hastalanmamıza rağmen soğuk şeyler yer, soğukta ince giyiniriz. Ceza aldığımız, kaza yaptığımız halde otomobili hızlı kullanır ya da kırmızı ışıkta geçeriz. Belki de otomobilde emniyet kemerini takmayız. Çok yemek yemenin sağlığımıza zarar verdiğini biliriz; ama yemek iştahımızı frenleyemeyiz. Bir konuda tartışma yapmanın bir yarar sağlamayacağını hem biliriz hem başkalarına anlatırız; buna rağmen, yenilen pehlivan güreşe doymaz misali, insanlarla tartışırız. Gustave Droz’un dediği gibi, “Verilmesi en kolay şey, nasihat; alınması en güç şey ibrettir.” Bernard Shaw da  “Tecrübelerimizle biliyoruz ki, kimse tecrübelerinden ders almıyor.” cümlesiyle aynı iddiayı destekliyor.

İbret almak, yaşananlardan ders çıkarmak; ön yargısız davranan, akıllı olan, çıkarlarının esiri olmayan insanların işidir. Tekrarlanan olumsuzlukların; sabırsızlıktan, çıkar tutkusundan kaynaklandığını, istersek, kolayca görebiliriz. Bunun için öncelikle kendimize sonra çevremize karşı dürüst olmak zorundayız.

Hz. Ali, “Başkalarının acılarından, geçmiş felaketlerinden ders alanlar, gerçekten mutlu kimselerdir.” der. Hz. Ömer de  “Olmamış şeyleri soracağına olmuşlardan ibret al.” önerisinde bulunur. Mevlana akıllı insanın “çekilen beladan, dostlarının ölümünden ibret aldığını” söyler. Sadi Şirazi, “Kuş başka bir kuşu tuzağa düşmüş görünce taneye yaklaşmaz, sen, başkalarının başına gelen hatalardan ibret al ki başkaları senden ibret almasın.” diye uyarır. Sokrat ise “Senden önce gelenlerden ibret al; ama senden sonra gelenlere ibret olma.” diyerek ibret almasını bilmeyenlerin, ibretlik duruma düşeceklerini söyler.

Teknolojik oluşumlar ve ilerlemeler için doğanın düzeninden, canlıların yaşantısından esinlenmekte başarılıyız. Uçak teknolojisinde kuşlardan, gemi teknolojisinde balıklardan, makinelerin işleyişinde iskelet yapımızdan yüksünmeden yararlanıyoruz. Esinlenme oranında ibret alma yeteneğimizi kullanabilseydik yükselen teknolojiyle birlikte, özel ve genel yaşamımızda yaptığımız hatalar da azalacaktı. Ancak, bunun böyle olmadığını, yaşamımızın, almadığımız dersler yüzünden çekilmez hale geldiğini, bu nedenle hayatı kendimize zindan ettiğimizi rahatlıkla söyleyebiliriz. Esinlenmeyi içimize sindirdiğimiz kadar ibret almayı da bilmeliyiz. Bunu bir kişilik noksanlığı kabul etmemeliyiz. İbret almaya engel olan tutkularımızı ıslah etmek zorundayız. Bu, bir eğitim işidir. Bunda, yaşanan çevrenin kültürel değerlerinin etkisi inkâr edilemez.

Normal insan kendi tecrübelerini kullanırmış, akıllı başkalarınınkini de… Ancak aptallar ikinci ayaklarını kullanırmış suyun derinliğini anlamak için. Bizim, farkımız olmalı diğerlerinden. Yoksa M. Akif gibi çok hayıflanırız:

Geçmişten hisse kaparmış insan, ne masal şey!

Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?

Tarihi “tekerrürdür” diye tarif ederler;

Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?

Devamını Oku...

20 Ağustos 2008 Çarşamba

Kendi Bacağından Asılan Koyunun Kokusu

İkamet ettiğimiz sitede cinayet işlenmiş. Komşumuz İlknur Hanım’ın gece 22.00 civarında ettiği telefonla haberimiz oldu yedi gün önce işlenen cinayetten. Olay yerine koştum derhal. Derin koku ve tedirgin bir topluluk karşıladı beni. Herkes olayın korkusu, öfkesi ve merakı içindeydi. Kokudan rahatsız olmamak için ağzına maske takmış sivil polisler, “Kanın yerde kalmayacak!” diyen orta yaşlı, şişman bir adam, ağlamaya çalışan bir kadın dikkat çekiyordu. Kimliğinden, maktulun 38 yaşında, Diyarbakır doğumlu olduğu öğrenildi.

Oturduğu dayalı döşeli evi üç ay önce, çalıştığı şirket kiralamış. Kendisini pek tanıyan yok çevrede. Sitenin bekçisi, sık sık kavga seslerine şahit olduğunu söyledi polislere. Bekçinin, “Su testisi su yolunda kırılır ağabey.” demesi her şeyi anlatıyordu aslında. Cinayetten sonraki yedinci günün gecesinde ve medyadan öğrendiğimize göre ölen adam, evli ve bir çocuk sahibiymiş. Kocaeli’nde bir şantiyede mühendis olarak çalışıyormuş. Resmi nikâhlı eşinden başka, bir çocuk sahibi, genç bir kadınla yaşamaya başlamış. Ona evleneceklerini söylemiş ve birlikte olmuşlar, zamanla gönlü geçmiş kadından her nedense. Bunun üzerine kavgalar başlamış. Bir gece, kadın, yanına aldığı erkek kardeşiyle yedi yerinden bıçaklamış genç mühendisi. Mühendisin arabasını alarak kaçan iki kardeş, olayın tespitinden dört gün sonra Aydın’da yakalanmış.

Olay, genel medyada yer aldı, çevrede uzun süre konuşuldu. Kimisi “Her koyun kendi bacağından asılır.” kimisi “Beni sokmayan yılan bin yaşasın.” dedi. Bazıları “su testisinin su yolunda kırılacağını” söyleyerek alaylı duygularla bastırdı öfkesini, bazıları da ahlak yoksunu o kişilerin bir araya gelmesini “Sinek pekmezci dükkânını bilir.” diyerek özetledi. Birinin de, bu günahkâr insanların beraberliklerine gönderme yaparak, “Hacı hacıyı Mekke’de, derviş dervişi tekkede, sarhoş sarhoşu dakkada bulurmuş.” dediğini duydum.

Basit heveslerin esiri olan bu insanlara üzülene rastlamadım. Buruk bir acıma hissetti duyarlı yürekler. En iyimser sözler, “Ayıp ettiler, yazık ettiler!” şeklindeydi. En verimli çağındaydı mühendis. Memleket ondan hizmet bekliyordu. Yaptığı yanlışlığı hayatıyla ödedi. Şimdi o, arkada dul bir eş, yetim bir çocuk bıraktı. O, ölmedi belki, onun varlığına muhtaç geride kalanlar öldü. Kişi yalnız kendisi için yaşamaz. Ne oldu şimdi? Yetim çocuğun elinden kim tutacak, dul kadını kim teselli ve mutlu edecek? Bu yaranın merhemi yok. Haydi kadın evlendi, yetim çocuğun baba özlemini kim giderecek? Bir baba boşluğu hissedecek hep o. Metresi tarafından öldürülen bir babanın çocuğu olmak, ne kadar yaralayıcı değil mi? “Baban, niçin öldü?” diye soranlara verilecek cevap ne kadar incitici değil mi? Maktulun anne ve babasının taşıyacağı utancı burada hatırlatmak istemiyorum.

Kadın için ne denmeli? Hem metres hem katil yaftası ile cezaevinde bulunuyor şimdi. Evli bir erkeğin hayatına girmek ve onu katletmek. Bu, ne demek? Tam bir histerik hali. Hem bir çocuk sahibisin hem metressin. Paralı bir erkeği önce ayartıyorsun, sonra onun, eşinden ayrılmasını ve kendisiyle evlenmesini istiyorsun, “Olmaz!” cevabı alınca da onu öldürüyorsun. Onurlu, hayâlı, ahlaklı hiçbir kadın kendini bu duruma düşürmez, evladına “metres ve katil anne”nin çocuğu olma utancını yaşatmaz. Her çocuk gibi, övünç duyma ve özgüven hakkına sahip bu çocuk, yarınlarda annesinden nefret edecek, babasından iğrenecek. Bu haliyle, toplumda itilen bir tip olmanın ezikliğini hayatı boyunca hissedecek. Sebep; bir anlık heves, bir anlık öfke!

Kurtlanan cesedin kokusunun gitmesi için ev günlerce açık kaldı. Ev sahibi, evi tanımadığı birine kiraya vermenin pişmanlıkları içinde. Sitede, yeni gelenlere karşı ön yargı oluştu. Site, başkalarının gözünde cüzamlı, gelecek yabancılar potansiyel zâni ve cani. Site sakinlerinde hem infial hem çaresizlik… Güven duygusunda alabildiğine deformasyon… Tablo, her durumda negatif…

Biz, bu duruma gelmemeliydik. Eşyayı, zamanı, mekânı tabiatının dışında kullandığımızdan, suyu akarından çıkardığımızdan, insanı doğasından uzaklaştırdığımızdan beri bu belalar başımızdan eksik olmuyor. Kendimizi ve bizi kuşatan her şeyi yeniden okursak, tanımlarsak, buna uygun bir yaşam kurarsak, inancım odur ki, insanlık normalleşme sürecine girecektir.

Gücüm yoksa bile umudum hiç sönmedi, sönmeyecek!

Devamını Oku...

Enerji Savaşları

Dünyada yaşanan olaylar gösteriyor ki önümüzdeki seneler daha önce birçok bilim adamının açıkladığı gibi enerji ve su, savaşlara neden olacaktır. Şu an için öncelikli mücadele enerji hatlarında meydana gelmektedir.

Vizyonu olan her devlet gelecekte mücadele edilecek konulara karşı önceden kendini garantiye alacak bir plan yapar ve bunu uygular. Nitekim dünya siyasetini şekillendirme hakkının önceliğini kendinde gören ABD, ileride yaşanacak enerji kaynaklarına hakim olma savaşlarına karşı Büyük Ortadoğu Projesi adında bir plan hazırlamış ve bunu aşama aşama uygulamaya başlamıştır.

Bu projenin ilk ayağı olan Irak ve Afganistan’a ABD birebir müdahale etmiş fakat her ikisinde de çamura saplanınca bu sefer kendi yerine adamlarını kullanarak müdahale ettirme yoluna gitmiştir.

Geçtiğimiz günlerde yaşanan Gürcistan-Rusya savaşında da esas neden yukarıda bahsettiğim enerji hatlarında hakimiyet kurmak olup aslında mücadelede Rusya ve ABD arasında olmaktadır.

Hatırlarsanız geçtiğimiz senelerde Soros,  Gürcistan ve Ukrayna’da dernekleri vasıtasıyla para aktarımı yapmış sonuçta her iki ülkedeki hükümeti değiştirmiştir. Turuncu devrim gibi isimlerle adlandırılan operasyonlar sonucunda her iki ülkeye ABD yanlısı başkanlar seçtirilmiştir. Mesela şu anki Gürcistan devlet başkanın eşi ABD’li kendisi de ABD vatandaşıdır.

Dolayısıyla ABD’nin Kafkaslarda yaptığı bu müdahaleler en başta Rusya’nın kurulduğundan beri muhafaza ettiği tarihi politikalarına terstir.

Özellikle Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO’ya üyeliği de söz konusu olursa Rusya’nın Karadeniz hakimiyeti ABD’ne geçecektir. Pek tabiidir ki bu durum Rusya’yı bölgede varlığını korumak için birebir mücadele etmeye sevketmektedir.

İşte geçtiğimiz günlerde yaşanan savaşın arka planı burada yatmaktadır.  ABD teşvikiyle Gürcistan’ın Kuzey Osetya’ya saldırması Rusya için ABD ve yandaşlarına karşı bir gözdağı verme fırsatı doğurmuştur.

Kafkasya enerji yataklarının hakimiyetinin kendinde olduğunu vurgulayan Rusya’nın müdahalesinin sonuçlarını hep birlikte göreceğiz.

Kanaatimce ileride ABD’nin Kafkaslarda yapmak istediği projelerle Rusya’nın güçlenmesini engellemek istemesi, Afganistan’ı işgali ile Çin’i kontrol altıda tutmak istemesi, İran’ı açıkça tehdit etmesi, bu üç ülkenin bir blok oluşturarak ABD’ye karşı savaşma ihtimalini de güçlendirmektedir.

Değerli okuyucular, önümüzdeki günler dünya siyasetinde çok sıcak gelişmelerin olacağını göstermektedir. Dikkat edilirse yaşanan olaylar ülkemizi birebir ilgilendiren bölgelerde meydana gelmektedir.

Ülkemizin bu sıcak ortamda ince bir siyaset gütmesi gerekirken Sayın Turgut Özakman’nın dediği gibi ülkemizde “cehaletin saltanat sürdüğü bir ortamın” var olması bizlerin endişelenmesi gereken esas konuyu teşkil etmektedir.
İyi haftalar!...  

Devamını Oku...

18 Ağustos 2008 Pazartesi

İnanç ve İdeolojiler İnsan Tabiatına Uygun Olmak Zorunda…

“1980li yıllardan itibaren İslami çizgideki hanımların bir kısmına ikinci eş olmanın fazileti anlatılıyordu. Yani evli ve hali vakti yerinde bir adamın ikinci eşi olmak bir nevi zühd ve takva sebebi olarak gösterilmekteydi.  Bu sebeple birçok kadın ikinci eş olarak evlenmiş, hatta bazı evli kadınlar da kocalarına ‘uygun’ bir ikinci eş bularak onların tekrar evlenmelerini sağlamışlardı. Ancak bu kadınlardan hiçbiri evliliklerini mutlu bir şekilde sürdüremediler.”

“Bu dönemde İslami çizgideki kadınlara sokakta görünmez olmaları, bu mümkün değilse kendini çirkinleştirmeleri tavsiye ediliyordu.”
(“Zühd, nefsin arzu ve isteklerini denetim altına almak, başkasını kendisine tercih etmek ve imkân olduğu halde nefsi terbiye etmek amacıyla helal olan şeylerden bile vazgeçebilmek demektir. Takva ise, kişinin ahirette azap ve cezaya neden olabilecek her türlü şeyden kendisini titizlikle koruması, günahlardan kaçınıp iyi ve faydalı iş/ eylemleri yapmasıdır.”)

Bu sözleri Kanal7 nin diğer TV kanalı Ülke TV’de geçen hafta içinde yayınlanan bir programda dinledim. Programı sunan Ahmet Murat, program konuğu başörtülü bir hanım yazarla 1980 ve 90 lı yıllarda İslamcı çizgideki hanımların yaşadığı sosyal değişim üzerine sohbet ediyordu. Bu hanım yazarın çevresindeki gözlemlerine dayanarak verdiği örnekler ve vardığı yukarıdaki sonuç ilginçti ve benim münferit olduğunu düşündüğüm gözlemlerimle de örtüşüyordu. Anlaşılan bahsi geçen çevrede sosyal bir nitelik kazanacak kadar yaygınmış.
İnsan yaratılışına aykırı bir yorumun İslam adına benimsetilmesinin çok sayıda insanımızı mutsuz ettiği, birçok ailenin yıkılmasına yol açtığı anlaşılıyor. (Diğer yandan, özel durumlarda verilen bir ruhsatın fazilet olarak yorumlanması doğru da değildir.)

Bu olay bana, Fethullah Gülen’in “Başörtüsü dinin füruata ait bir meselesidir” sözü üzerine yaratılan tartışmaları hatırlattı.

Fethullah Gülen Cemaati'nin önde gelen ismi, Gülen'in onursal başkanı olduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın Mütevelli Heyeti Başkanı ve Zaman gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce bu sözün anlamını daha da açan şu açıklamaları yapmıştı:

Dinin özünü anlama sürecine girdik. Biz Anadolu Müslümanlığı diyoruz. Bizim milletimizin Müslümanlık yorumu demek bu. Anadolu Müslümanlığı İslam'ın yumuşak yüzüdür.. Bizim kadınlarımızı da hayatın içinde daha çok göreceksiniz. Biz AB'yle demokratikleşmeyi savunuyoruz. Bu demokratikleşme, kadının görünür olmasını bize kabul ettirecek..”

Oysa aynı söz hakkında, Fethullah Gülen’in 25 yıl boyunca başyaverliğini ve kuryeliğini yaptığını belirten, ancak cemaatle yollarını ayıran Nurettin Veren’in yorumu farklıydı. “30 sene cemaatin ilk giren üyelerine bile, 3 yaşındaki kız çocuklarından, 80 yaşındaki yaşlı kadınlarına, evin içinde dahi örtünmelerini, dışarı çıktıklarında mutlaka yüzlerine peçe örtüp ellerine eldiven takmalarını, topuklarına kadar pardesü veya çarşaf ile örtünmelerini emrederken, başörtüsünün füruat (teferruat) olduğunu bilmiyor muydu? Acaba 30 sene evvel bunları cemaatine emreden Gülen, o zaman mı Kur'an' ı tersten okuyordu ya da ABD' ye yerleştikten sonra mı tersten okuyor?”

Gerçekten cemaat içindeki erkeklerin eşi olan birçok kadın eskiden başörtülüydü ve tesettür konusunda ciddi baskı altındaydı. Bugün bu kadınların çoğu tesettürden uzaklaşmış durumda. Bu tür ailelerde yaşanan psikolojik travmalar da ciddi boyuttadır.

İslami çizgideki sosyal kesimlerde yaşanan bu değişimi, “Kur’an’ ı tersten okumakla” izah etmenin doğru olmadığını düşünüyorum. Ayrıca bu çevrelerin yaptığı özeleştiriyi ve yaşadığı değişimi değerli buluyorum.

Bu kesimler dar cemaat kalıplarından Türkiye’nin bütün kesimleriyle diyalog kurmalarını gerektiren çok boyutlu ilişkilere girmek zorunda kaldılar. Bir yandan siyasi iktidar gücüne, diğer yandan çok büyük ekonomik güce ulaştılar. Bu güçleri devam ettirmek bütün sosyal kesimlere açılmayı gerekli kılmakta.

Bu durumda “toplumsal gerçeklerin farkına varmaları” ve dar cemaat kalıpları içinde yorumladıkları din kurallarının dar yorumlarının dinin özünü tam olarak yansıtmadığını görmeleri söz konusu. Çünkü İslam “insanlık var oldukça hükümlerini sürdürecek bir din olduğu” halde, kendi yorumları bırakın yarını, bugünün ihtiyaçlarını bile karşılamamakta, toplumsal katmanlar arasında barış yerine çatışma unsuru haline gelebilmekteydi.

Doğru olan “kadınlarımızın daha çok hayatın içinde olmasıdır.”

Bunu sağlamak için, dinin ve sosyal kuralların doğru ve insan yaratılışına uygun yorumlanması şarttır. Kadınlarımız hem edepli, hem de güzel ve bakımlı olarak sosyal hayatın içinde olmak istiyor. Tesettürlü hanımlar bile şık ve güzel görünmeyi arzu ediyorlar.

Tesettürlü olarak bu hayatın içinde olanlara engel olmak ta, başörtülü olmadan da edepli ve ahlaklı bir şekilde sosyal hayatı yaşayanları suçlamak ta yanlıştır.

“Ahlak, namus, fazilet” gibi kavramlar kapsamında suçlanan ve kısıtlanan kadınlarımız, aslında mağduru oldukları vakaların faili olan erkekler tarafından, iki kere haksızlığa maruz bırakılmaktadır. Sosyal hayatın içinde yer alan kadınlarımızın namus ve ahlakını korumak için öncelikle erkekleri suç işlemekten caydırıcı tedbirleri almak gereklidir.

Devamını Oku...

16 Ağustos 2008 Cumartesi

17 Ağustos 1999 Unutturmayalım mı? Bir Daha Yaşatmayalım mı?

17 Ağustos 1999 Unutturmayalım mı? Bir Daha Yaşatmayalım mı?

17 Ağustos 1999 da son 1000 yılın en kapsamlı depremini yaşadığımız bölgemizde her yıl etkinlikler yaparız. Afetle alakalı veya değil her sivil toplum örgütü kendine özel bir şekilde ya etkinlik yapar, yada bir etkinliğin içinde olur. Slogan aynıdır.

“Depremi unutmadık. Unutturmayacağız.”

Gerçekten acılı insanların acılarını tazelemekte mahiriz. Mikrofonlara sarılarak göz yaşı akıtıcı konuşmalar yapmakta mahiriz. Televizyonlara, radyolara, gazetelere demeçler vermekte mahiriz. O gün geçti mi iş bitti. Gerek siyasetçiler, gerekse bürokratlar işlerini bitirmişlerdir.

Acılı ailelerin acıları kaşınmış, sırtları sıvazlanmış, içli konuşmalar yapılmış, bir dahaki seneye kadar bu konu kapanmıştır.

Dünde, evvelki günde bunları yaptık.

Değerli okurlarım.

Yollarda yürümekle, meydanlarda toplanmakla, demeçler vererek boy göstermekle afet olgusunun halledildiğini düşünüyormusunuz?. Eminim düşünmüyorsunuz.

Şimdiye kadar Kocaeli genelinde afet konusunda somut bir adım atıldığına inanıyormusunuz? Eminim inanmıyorsunuz.

Ben Kızılay İzmit şube başkanı olarak Afet deposu konusunda somut bir adım atıp, belli noktaya geldiğim halde, afet depomu gerçekleştirebildim mi? Hayır.

Bu gün İstanbul da bir deprem olsa ben Kocaeli de  çuvallarmıyım? Evet.

Şahane bir tıp merkezi işletiyormuşuz. Günde 500-600 hastaya kaliteli bir hizmet sunuyormuşuz. Elde edilen gelirle bir çok kişiye yardım ediyormuşuz. Çok çalışıyormuşuz. Herkes memnunmuş. Bunun o zaman manası olurmu? Hayır.

O gün, bütün basın Kızılay yine sınıfta kaldı diye yazar mı? Evet.

Bu benim özeleştirimdir.

Kocaeli de tekrar afet olursa (ki inşallah olmaz) hiçbir sorunumuz yok. 50 klm yakınımızdaki Türk Kızılay’ına ait Marmara afet depomuzdaki malzemeler yarım saatte kapımızdadır.

Deprem İstanbul da olursa yandık.

Çünkü depomuz sadece oraya hizmet verecek. Bizim ise depomuz yok.

İçim yanıyor. Şu afet depo alanının Özel idareye devrinin gerçekleşmesi bitmeden İstanbul da deprem olmaması için gece gündüz dua ediyorum.

Aslında Deprem  keşke hiç olmasa. Tabiiki bunun içinde dua etmekteyim.
Gelelim. Kocaeli genelindeki afette sorumluluk yükleneceklerin haline.

Öncelikle soruyorum.

996 yılından bu yana Kocaeli genelinde kapsamlı afet tatbikatı yaptıkmı? Hayır.
Gerek sivil savunma Müdürlüğünün, gerekse Belediyelerin depolarında çadır, battaniye, soba, mutfak malzemeleri, hijyenik malzemeler, temizlik ve dezenfektasyon malzemeleri, hastanelerin depolarında ise yeterli sağlık ürünleri varmı? Hayır.

Afet olduğunda bu gibi acil malzemeleri tedarik etmek için gösterilecek çabaların bir manası varmı? Hayır.

Öyleyse unutmamanın ve unutturmamanın bir anlamı kalıyormu? Hayır.

Kendimizi kandırmayalım.

Özel idareye arsa devri gecikiyor diye Milli emlak Müdürlüğünden hiç olmazsa Kızılay a afet deposu yapmak üzere 2 dönüm kadar yer istedim. Cevap verdiler.

“İstediğiniz yer kayıtlarımızda yok.”

Şahsıma istemedim. Şehir için istedim. Koca şehirde Kızılay için bir hayırsever yok mu?

Ulus pazarına 30 dönüm yer bulundu. Hem de anında.

Buradan Başta Büyükşehir Başkan vekili İlyas Şeker e teşekkür ediyorum. İlgisini hiç eksik etmedi. Halen devam ettiriyor. İl Genel Meclis Başkanı Ali Ayaz’a teşekkür ediyorum. Elinden geldiğince ilgilendi. Defterdarımıza teşekkür ediyorum. Üzerine düşeni yapmaya çalışıyor.

“Devletin işi ağır gider.” diye düşünmediğini zannettiğim Sayın Valimize buradan biraz sitem ediyorum. Bana kızacak, ama kızsın. Çünkü Kocaeli’nin başı O.

Fırçayı çekerse kurumlar hızlanır.

1 - Lütfen bu afet alanı işini hızlandırın. Her şey tamam olmadan da hiç olmazsa depo inşaatları başlayabilir.

2 - Lütfen afette görev alacak kurumların iştiraki ile geniş kapsamlı bir tatbikat yaptırın. (bunu birkaç kez söyledim)

Belki hepimiz kendi çapımızda birer cevheriz. Fakat afet anında toplu olarak hareket ettiğimizde organizasyonsuzluktan dolayı  çuvallamayalım.

Bu acıları yaşayanlara artık yaşadıklarını unutturalım. Tekrar tekrar kaşımayalım.
Eğer yapabiliyorsak bir daha yaşatmamanın yöntemlerini hayata geçirelim.

Devamını Oku...

15 Ağustos 2008 Cuma

17 Ağustos’u Hatırlamak

 

“Unutulmadı ki”
Eminim her okuyan aynı kelimeyi mırıldanacaktır.
Tabiiki unutulmamalı, unutturulmamalı...

Sırlarla dolu bir depremdi Gölcük depremi.
Depremin şiddeti sır, büyüklüğü sır, ölü sayısı sır, İlahi felaket mi, yapay deprem mi? O da sır.
Öyle ya, depremlerde toz oluşurken, duman oluşurken, bu depremde ateş topu oluşuyor.
Bu meyanda Sayın Aydoğan VATANDAŞ’ın iddialarını ve Tesla teorisini ciddiye almak gerekir.
Bu iddiaları araştırmak bize düşmez şüphesiz.
Peki bize ne düşer?
Deprem anında Kocaeli’de olmasam da, sonrasında ve enkazlar yerde iken 3-4 defa uğrayıp, harabeler arasında dolaşırken yaşadığım duyguları kağıda dökerek yaşananları unutturmamak adına bir şeyler yapmak; İşte o an için bana düşen o idi diye düşündüm.
İşte o günlerde, ÖLÜMÜN ÖTESİ başlığı altında yazdığımı dikkatlerinize arz ediyorum.

 

ÖLÜMÜN ÖTESİ

On yedi Ağustos sabahıydı, neler oldu neler,
Ya dul kaldı, ya öksüz bıraktı bazı anneler.
Denizden yükselen ışık, Gölcük'ü aydınlattı,
O aydınlık, yanan nice ocakları kararttı.

Çok depremler olmuştu da, böylesi görülmedi,
Gürleme gökte olur, bu defa yer gürledi.
Neden başımıza geldi bu felaket acaba?
Gemiler karaya vurdu, deniz dibinde araba.

Kimi hayatın cilvesi dedi, kimi feleğin çarkı,
Seldir, depremdir, yangındır; var mıdır farkı?
Birisi boğar, birisi yıkar, öteki yakar,
Ne gençliğe, ne güzelliğe, ne de varlığa bakar.

Uyku her gün sabaha kadar sürmüyormuş,
Demek bazen de üçü iki geçe sona eriyormuş.
Hayat da öyle; ölmek için yaşlanma beklenmez,
Vade ne ise o'dur, bir saniye bile eklenmez.

Bazılarının ömrü bitti, bazılarının sefası,
Kimi yeni sayfa açacak, kiminin bitti sayfası.
Hayat bu, her zaman düşünülen olmuyor,
Deprem bu, herşey yerli yerinde durmuyor.

Bir yanda ağlama sesi, bir yanda çığlık,
Bir yanda morglar taşmış, mazide sağlık.
İnlemek mi, ağlamak mı, anne, kardeş ve evlat,
Sığınmak ancak Allah'a dır, imdat Hu imdat!

Hayatla ölüm arasındaki mesafe nedir?
Tabii felaket mi? Onlar birer bahanedir.
Felaket bu, zaman tanımaz, gelir de geçer,
O an kim kalacak, kim gidecek, Azrail seçer.

Ufukla dağ arası bir adımlık yol gibi,
Yukarı neresi, aşağı nerede, var mıdır dibi?
Yaklaştıkça aradaki mesafe büyür,
İstikamet ne tarafa, kim nereye yürür?

Burası ev idi, şurası okul, orası Cami,
Ana Ayşe, baba Mustafa, arkadaş; Metin, Erol, Sami...
Daha kırk beş saniye önceydi, yaşıyorlardı,
Hepsi tatlı mı tatlı birer, can taşıyorlardı.

Şu yırtık kumaş parçası, bir annenin mantosuydu,
Annenin ölüm sebebi; patronun ucuz çimentosuydu.
Körpe canlar dayanamadı yıkılan duvarlara,
Kurban edildiler, malzemeden çalınan paralara.

Bu binalar ne idi, şimdi ne oldu?
Odalar, mutfaklar cesetle doldu.
Bir kat alçak imiş, beş kat çok yüksek,
Gidene mi üzülsek, kala mı sevinsek?

Öteye nasıl gidilecek, önceden bilinmiyor,
Vakit dolmayınca, istense ölünmüyor.
Bugün sağız da, ya bugünün ertesi?
Hedef nerede, nedir ölümün ötesi?

Ölümün neresidir, önü mü, arkası mı yaşamak?
Önünde mi, ötesinde mi en büyük basamak?
Ölümden ötesi, en büyük basamaktır,
Ölümden ötesi, en gerçek yaşamaktır.

Devamını Oku...

14 Ağustos 2008 Perşembe

Tarihi Genetik

“Türkler üzerine bir gam dağı çökmüşse bundan üzülünmemelidir. Zira yüzbinlerce yıldızın kanı dökülmelidir ki seher gözüksün.” 1

Türkler aslan burcudur. Güneş gibidirler ve göksel imparatorluk düşçüsüdürler. Onların krallığı karizmatik ve kader teşvikiyledir. Doğuştan hükmediciler hükmettikçe değişmezler. Yönetmek bazıları için yeme – içme gibidir. Ve bu yüzden 5 Türk bir araya gelse anlaşamazlar, çünkü en az 4’ü lider tabiatlıdır.

                                     

Avrupa bir akrep coğrafyasıdır. Ve akrep tabiatlıdır Batı insanı. Kimseyi sokamazsa kendini sokar. Uyuşturucu tecimiyle kendi yavrularını zehirleyen bir mesaidedir. Kurbağayla anlaşan akrebin yarı yolda onu sokması ve ikisinin de ölümüne sebep olması gibi bütün insanlığın bindiği dalı kendileri de o dalda oldukları halde kesiyorlar. Kin, nefret, gayz, haset, azgınlık, vahşet, sapkınlık gibi tüm öğretilerin yasakladığı ne varsa onu kuşanıyorlar. 10 yaş altındaki çocukları bile bilişim ortamında sanal manyaklar ve kana susamış sersemler haline getiriyorlar. Neticede bumerang kendilerine toslayacak. Ne var ki huy çıkmıyor. Etraflarına ateşten bir daire örmekten başka bir çaremiz yok.

          

Türk Dünyası patlamaya hazır bir tabancadır. Tersten gizli bir toplu tabanca.. Kabzası Yakutistan (Saka), mermi haznesi Türkistan ve namlusu Türkiye. Avrupa’nın alnına çevrili. Ve ağızda mermi..

AB, Türk korkusunun eseridir. Ve bizden korktukları için kurdukları birliğe girmeye çalışıyoruz, daha çok korkuyorlar. Korku onların bin yılı aşkın Ortaçağları boyunca tek bilinçaltları ve ortak duygularıdır. Her ne kadar Yalçın Küçük, korkuyu bir atom bombası olarak ilk Moğollar kullandı diyorsa da korkunun her türlü türevinden, integralinden muhtelif çap ve markada bomba imal edenler ise Batılılar. Adeta korku manyakları.. Gece yarısında cinlerden, perilerden bahsedip de korkan gençler gibi. Korktukça bahsediyorlar, bahsettikçe korkuyorlar.

Bizim yakın zamanlara kadar en büyük kötü adamımız Erol Taş’tı rahmetli. Ve büyük kötülüğü de sevenleri ayırmaktı. Hele birini sırtından vurması artık son raddedir.

Tabi, artık yeterince Avrupalılaştık. Artık bizim de kanlı, irinli, ifritli filmlerimiz çekilmeye başlanıyor. Mutasyon tamamlanmak üzere. Soruyoruz; bu nasıl bir beyin ve bilinçaltıdır ki yılandan Anakonda, köpek balığından Jaws, robottan Frankeştayn, konttan Drakula, köpekten kurtadam, insandan yamyam, oyuncak bebekten Katil Çaki vs. vs. çıkarabiliyor. Dev örümcekler, dev böcekler, uzaylı yaratıklar, maymunlar cehennemi, mumyaların laneti, kötü ruhlar, dirilen ölüler, vesaire.. Kalemler yazmaya, film şeritleri arşivlemeye, insancıklar seyretmeye yetiştiremez. Bu bilincin kuracağı medeniyetten ne olur? Saatli bomba..

Türk’ün iki temel karakteristiği vardır: Teşkilatçılık ve savaşçılık. İlkini 195 adet farklı devlet kurgusuyla örnekleyebiliriz, ikincisini örneklemeye bile gerek yok ki olsa ayrı bir kitap olur. Bu iki vasıf kendini meşru dairede ifade imkânı bulamazsa gayrimeşru ifade eder. Yani teşkilatçılık (örgütçülük) çete misilli modellere, savaşçılık da sokakta, statta ve sağda – solda ‘vur, kır, parçala; bu maçı kazan !’ repliklerine dönüşüverir. Akışını normal seyrine çekmek isteyenler millete hedef gösterenlerdir. Atatürk gibi, Osman Gazi gibi, Tuğrul Bey gibi, Kutluk gibi, Bumin Kağan gibi, Tanhu Mete gibi..

Amerika dediğiniz insanat bahçesi veya milletler kümesi 72,5 parçadan bir uyduruk milliyet çıkarıyor da 298 milyon kişi sinekler gibi etrafında dönüyor. Siz zaten bir olan, birleşik olan, kavileşmiş olan, bin yıldan öte birbirinde kaynamış olan et ile tırnağı sökeceksiniz; biz de Amerikan televizyonkolikleri olarak seyredeceğiz öyle mi?

Her Türk asker doğar. Sonradan çevre şartları onu vejetaryen yapar. Sanki kuvvet ve kudret suçmuş gibi.. Bakın görün, dünyayı şiddet yönetiyor. Hatta şiddetin şer üçgeni; ABD, İngiltere ve İsrail. Şiddete kontra atabileceğiniz gücünüz yoksa hiçsiniz. Demokrasiniz, insan haklarınız, diplomatik reveranslarınız çocuk oyuncağı. Eğleş, dur.

İki büyük vasfın yanında bir de büyük zaaf sahibiyiz. Kültürel kanmışlık. Evvela dil, sonra din, kılık – kıyafet, düşünce, yeme – içme, yaşayış, özenmek, imrenmek, yabancılara öykünmek, değerlerine uzanmak ve dolaylı olarak zıbarmak gibi bir tarihi alışkanlığımız da var. Çin’i altüst eden Türklerin, Çinlilerin içten yıkma oyunlarıyla birbirine düşmesi ve zamanla Çince konuşma, çubukla yeme, bol giyinme, uzletçi düşünme gibi Türk Milletinin genetik yapısını bozacak işlere girmesi, devamen Çinlileşmesi ve Türklükten çıkması gibi. Bir kısım Uygurlar ve bir kısım Göktürkler böyle eridiler. Avrupa’daki Hunlar, Avarlar, Sabarlar, Kumanlar neredeler? Bulgarlar, Macarlar bırakın bizden çıkmayı, bize nasıl bu kadar kanlı – canlı düşman olabildiler. Yoksa hepsi rol kuşanması mı? Bir kısım Farslaşan, Bizanslaşan, Fransızlaşan, İngilizleşen, Amerikanlaşan Türkleri de katarsak Birleşmiş Milletler’e DNA testi mi yaptırmamız gerekecek?

‘İnsanlığın son adası Osmanlı’ysa, 2 dünyanın huzur ve güven ihtiyacı için son şansı Türklerdir. Batı Medeniyeti aradan çekilmeli ve daha fazla cızırtı yapmamalıdır. Kader programında bu misyon Türklere havalelidir. O yüzden ve arslan olması suçundan hem ağ atılmış, hem kafasına vurulmuş, hem iğne yapılmış, hem kafeslenmiş, hem tırnakları sökülmüş, dişleri çekilmiş, hem ayağına prangalar bağlanmış, hem başına bekçi konulmuş, hem de yine korkuluyormuş. Zira arslan arslandır. Hatta bir arslandan daha tehlikelisi yaralı bir arslandır.


1 Muhammed İKBAL (Tulu-ı İslam)

2 Mustafa ARMAĞAN

Devamını Oku...

Acilen Bir Bozkurt Lazım

Hani derler ya “Bize bizden başka dost yok” diye.
Yok be, bizden de dost olmayanlar var.
Bizi biz yapan değerlerin bütünü, yeryüzündeki kimliğimizi belirlemektedir.
Yıllardır bu bütün üzerinde haince planlar yapıldı, haince ihtilal denemeleri yapıldı, küçük menfaatlere büyük değerler satıldı.
Bunun son sürümü de Ergenekon soytarılığı oldu.
1940’lı yıllarda, “dine artık ihtiyaç olmayacak” diyen zihniyet adeta hortladı.
Öyle ki halkımızın oyları ile milletvekili olmuş muhalefetten bir vekil; Resulullah (sav) efendimize hakaretler yağdırıyor,
Anayasa Mahkemesi Başkan Vekili; AKP’nin kapatılması ile ilgili “Davadan ne çıkarsa çıksın Türkiye’de kıyamet kopacak” diye felaket tellallığı yapıyor ki kapatılmadı ve felaket de olmadı.
Bir eski Başbakan; “İslam saldırgan bir din” diyor…
Örnekler saymakla bitmez.
Bu bizdenler için bize dosttur diyebilir miyiz?

Bir emekli paşa Ergenekon zanlısı olarak Kandıra F tipinde yatıyor, bir milletvekili teselli ziyaretine gidiyor ve bildik Atatürk ilkeleri manzumeleriyle mesaj kuryeliği yapıyor.
Böylesi bir karışık ortamda, Atatürk’ün istismarı suç değil midir?
Biz neden bizim değerlerimizin tümüne saygı duymayı öğrenemedik?
Bir kısmımız tarihimizi kabullenemiyor, bir kısmımız birtakım kültürümüzü kabullenemiyor, bir kısmımız dini değerlerimizi kabullenemiyor, bir kısmımız kahramanlarımızı kabullenemiyoruz…
Oysa ülkeler iyi veya kötü, tüm varlıklarıyla ülkedir.  
Şimdi bu güzelim Ülkenin temeline dinamit koymak isteyen dış güç mihrakların, iç işbirlikçileri bir bir ortaya çıkmaya başladı nihayet.
İnşallah sonuna kadar gidilir.

Çocukluğumuzdan beri okuduğumuz destanların birinde;
Asırlar öncesi düşman esaretinden kaçmayı başaran iki Göktürk aile, geldikleri yoldan başka yolu olmayan sarp bir yoldan geçerek, gözlerden uzak, ıssız bir alana kurdukları yerleşim yerinde 400 yıl yaşayıp çoğalıyorlar.
Zamanla bu bölgeye sığamaz olduklarından dolayı bir çıkış yolu arayışına giriyorlar.
Girdikleri yerden çıkmaları mümkün değildir.
Tek çare, çoğunluğu demir madeninden oluşan bir dağı, çok miktarda odun ve kömür yakarak eritip bir çıkış yolu açmaktır. Bir geçit açıyorlar ancak açtıkları bu geçitten çıkışları da mümkün olmuyor. Çünkü oldukça karmaşık bir alandır açılan geçit.  
Destan bu ya, çaresizlik yaşayan Göktürkler, bu labirentten bir Bozkurt’un yol göstermesi sonucu, adına Ergenekon denilen sıkışık bölgeden çıkarak geniş alanlara dağılıyorlar.
Ve bugün de Anadolu, Ergenekon misali bir çıkmazın içerisinde.
Bu çıkmazdan kurtulmamızı sağlayacak bir Bozkurt lazım.
Beklenen Bozkurt çıkar mı bilmem ancak, bu bataklıktan çıkmak, Ergenekon çıkışından daha kolay olacağını sanmıyorum.

Devamını Oku...

Değişim Üzerine

Gazete aracılığıyla, Çukurova Üniversitesi öğretim üyelerinden biri, klima kullanımına karşı bizi uyarmış. Dışarıdaki sıcak ortamdan klimanın bulunduğu serin ortama geçildiğinde, ani ısı değişimine uyum sağlayamayan insan bedeni felç olabilirmiş. Mecbur kalınmadıkça evlerde ve otomobillerde klima kullanılmamalıymış.

Felç, insan bedenindeki herhangi bir uzvun veya mekanizmanın fiziksel iflasıdır. Depresyon da ruhsal iflastır. Her ikisi de bir yetersizlik halidir ve insandaki değişim yasasının ürünüdür. İnsandaki değişime yetmezlik gösteren her mekanizma bir yerde iflas eder.

Değişim nedir, değişim her zaman olumsuz sonuçlar mı verir? Değişim, bir durumdan diğer duruma geçmektir, onun her zaman olumsuz sonuçlar verdiğini söylemek; değişimin yasasını tanımamak, mantığını kavrayamamak, amacını bilmemektir. Değişim, evrenin varlığını devam ettirme yasasıdır. “Artık değişmeyecek hale geldiğin zaman, bitmiş sayılırsın.” der, Bruce Barton. Değişim, bu açıdan bakıldığında, canlılık belirtisidir. Değişim yoksa statiklik vardır. Statik olan ya kokar ya küflenir ya çürür. Bu da bir tür ölüm durumudur. Benjamin Disraeli de değişiklik için “Zevkin annesidir.” der. Lezzetin şahı kabul edilen baklavanın bile fazlaca veya sürekli yendiğinde bıkkınlık yaptığını biliriz. Soframızda farklı tatların olmasını isteriz. Yine göz ya da ruh zevkimizi tatmin için bulunduğumuz odada değişiklik yaparız. Değişiklikten kaçınamayacağımız kesin, o halde ondan kaçmayıp ona egemen olmalıyız. Değişiklikten, değişik olandan ve değişimden ancak “zayıf insanların tiksinti duyacağını” söyler Andre Gide. Claus Moller de “değişimin, gerekli hale gelmeden” yapılması gerektiğini söyler. Kendisini gerekli kılan bir değişimde kişi özne olmaktan çıkar çok kere nesne olur. Değişimi, zorunlu hale gelmeden siz gerçekleştirirseniz işin kumandanı olursunuz.

Waterman’a göre “Değişim, bir şeyleri riske atmaktır. Bu bizi güvensiz kılar. Değişmemek en büyük risktir; ancak nadiren böyle algılanır.” Değişimin elbette bedeli olacaktır. Bu bedel, gül ağacının, fazla gül açması için kesilen dallarından daha büyük değildir. Kesilmeyen dallar, yeni açacak güllere de engel olacaktır. Dostoyevski de “insanların en korktuğu şeyin, yeni bir adım atmak, yeni bir söz söylemek” olduğunu dillendirir. Bu korku, insanın tabiatının zayıflığıyla ilgili olmalı. Beden, ruh sağlığı, düşünce dinamikliği; değişimin anahtarıdır.

Bir değişiklikten korkumuz, her zaman zayıflıkla ilgili olmayabilir. Mükemmeliyetçi yapısı, kişide değişikliğe karşı tedirginliğe yol açabilir. Francis Bacon “Canlı varlıklardan doğan yavruların biçimi ilkin nasıl bozuksa, zamanın doğurduğu yenilikler de böyledir.” benzetmesiyle hiçbir değişimin başlangıçta mükemmel olamayacağını, mükemmelliğin zamanla elde edileceğini söyler.

Fizik dünyasındaki değişimin kendine özgü yasaları var. Bu yasalara karşı çıkmaz, uyum sağlarsak yorulmayız. Ancak konu insan olunca karşımıza aşılmaz dağlar çıkıyor. Voltaire, “Kendini değiştirmenin ne kadar güç olduğunu düşünürsen, başkalarını değiştirmede şansının ne kadar az olduğunu anlarsın.” diyerek bu zorluğa dikkat çekiyor. Bernard Shaw da, “Dünyada değişiklik yapmakla başarılı olan insanlar, değişikliğe kendilerinden başlayanlardır.” diyerek adres gösteriyor.

Değişim, hava kadar su kadar gerçek. Bundan kaçış yok. Evrende her şey değişiyor; değişmeyen tek şey, değişimin kendisi. Burada bize düşen, değişimin yasalarına uymak. Buna inkılap denir. Kaçınılmaz olan bu değişimde bize düşen ikinci görev, değişimi yönlendirmek. “Daima iyiye, güzele, doğruya…” parolamız olmalı.

Her zaman olduğu gibi bugün de önce kendini değiştirmeyi başarmış değişim mühendislerine acilen ihtiyaç var.

Devamını Oku...

12 Ağustos 2008 Salı

4 Yıllık Hesabı Aldık

28.07.2008 Günü Büyük Şehir Belediye Başkanı Sayın İbrahim Karaosmanoğlu’nun 4 yıllık icraatını bizzat kendisinden dinledik.

Gördük ki 4 yıla gerçekten inanılmaz projeler sığdırılmış.

Görülen o ki, biz rahat yataklarımızda mışıl mışıl iken, o hep bişeyler planlamış.

Sorumluluk duygusu, görev aşkı böyle bir şey olmalı.

4 yılda on bin porojenin gerçekleştirildiğini dile getirdi.

Gerçekten büyük bir rakam ve büyük bir olay, tebrikler.

Hele yapılması planlanan projeler; Taslağını gördüğümüz kadarıyla, moda tabirle devrim niteliğinde.

İnşallah o projeler de Kocaeli halkının kullanımına biran evvel açılır.

Tarih 29 Temmuz. Yani sayın başkanımızın açıklamalarından bir gün sonrası.
63 yaşında bir tanıdığımın konuşması;
Açıklamaları 41TV’den canlı takip etmiş.
Aynen şunları söylüyor;
“Projeler gerçekten büyüleyici. Ancak benim dikkatimi çeken projelerden ziyade, konuşmanın hiç bir yerinde başkanın BEN dememesi, yapılan çalışmalarda tüm çalışanlarının katkısını yüksek sesle seslendirmesiydi”.
Bütün projelere çaycının bile katkısını, üzerine basarak dile getirmek, herkesin hakkını teslim etmek; İşte olgunluk ve büyüklük budur.

Bu sözleri dinleyince 25 yıl eskiye gittim;
1982–83 öğretim yılıydı, yani çeyrek asır öncesi.
Çiçeği burnunda bir öğretmenim ve Kocaeli Endüstri Meslek Lisesi Elektronik Bölümünde göreve başladım.

Kısa süre içerisinde, okul içinden ve okul dışından belli bir çevre edindik.
Okulumuzdaki öğretmen camiasından edindiğimiz bir kaç kişinin yeri bir başkaydı.
Bunların başında da, Mehmet Karagöz ve İbrahim Karaosmanoğlu gelmekteydi.
Bu iki kişi, gerek beyefendilikleriyle, gerek mesleklerindeki başarılarıyla, gerek mesleklerine bağlılıklarıyla, gerek öğrencileriyle ve gerekse çevresindeki kişilerle olan diyaloglarıyla çok büyük değerlerdi.

Sayın İbrahim Karaosmanoğlu’nu o günkü haliyle bir düşündüm;

O vakitler 4 öğretmen arkadaş bir ev kiralamıştık.

Evimiz misafir ağırlamaya müsait idi.

Mehmet Karagöz, İbrahim Karaosmanoğlu ve beraberinde 2–3 öğretmen arkadaşımızla beraber zaman zaman bize uğrarlar ve koyu bir sohbete dalardık.

O ekibin geldiği gün günümüz dolu dolu geçerdi. Ve biz, o günü boşa geçirmediğimize inanırdık.

Sayın İbrahim Karaosmanoğlu’nun beyefendiliği, asaleti, kibirden son derece sıyrılmış olması, o günlerde biz genç öğretmenleri, tabiri caizse eziyordu.
Şimdi o günden bugüne ne değişti diye bakıyorum da, önemli bir makama gelmiş, herkes tarafından tanınan, meşhur biri olmuş Sayın Karaosmanoğlu.
Ama hala gösterişten uzak, hala kibirden eser yok, hala mütevazı, hala alçak gönüllü.
Ee bu durumda ne denir; “Sayın İbrahim Karaosmanoğlu, siz kendinizi aşmışsınız, siz hakikatlere vakıfsınız, siz Yüce Dinimizin yasakladığı gururdan, kibirden arınmışsınız.
Siz, “Çalışanı Allah muvaffak eder” düsturunu kendinize şiar edinmişsiniz.
Ve büyük bir tespit de yapmışsınız; “Çalışınca Oluyor”.
Bunu 4 yıllık icraatınızla ispatladığınıza inanıyorum.
Eminim Kocaeli kıymetinizi bilecektir.

Allah yar ve yardımcınız olsun sayın hocam.

Devamını Oku...

Denge Üzerine

Denge sözcüğünü ve bundan türetilmiş kelimeleri ve tamlamaları sıkça kullanıyoruz. “Dengesi bozuk”, “ekonomik denge”, “ideal denge”, “iç denge”, “duygusal denge” tamlamaları ve “densiz”, “dengesiz”, “dengeli” sözcükleri hiç yabancımız değil. Bazı dengesizlerin denge sözcüğünü dengeli kullanmadıklarına şahit oluyorum.

Denge; uyum, mizan, eşitlik sözcükleriyle anlamdaştır, denebilir. Denge, bir bakıma zıtlıkların nötrde buluşmasıdır. Denge; her şeyin özüdür, sıfır noktasındaki güçtür. Dengenin olmadığı yerde anarşi, buhran, isyan olur. Depresyon, psikolojik dengenin; enflasyon, ödemelerdeki dengenin; anarşi, özgürlüklerdeki dengenin; kıyamet, kozmik âlemdeki dengenin bozulması ile oluşur.  Dengeden yoksun durumlar, çok kere “tuhaf, anormal” gibi sözcüklerle karşılanır.

Yeryüzündeki her şeyin zıtlıklar dengesine dayandığını akıl sahibi herkes kolayca idrak edebilir. Dolu boşla, tüketim üretimle, isyan sabırla, gece gündüzle, bitiş başlangıçla, siyah beyazla, zengin fakirle, tembel çalışkanla, iyi kötüyle dengelenir. İnsanın yaşamı ve kendisi dengeye dayalıdır. Dengesizlik, her şeyi altüst edebilir. Çünkü dengesizlik; bozukluk, yanlışlık demektir. Tat, lezzet, yaşama sevinci, şükür, kendisine konu olan eylemlerdeki dengeyi yaşamak ve keşfetmekle oluşur. Kirlilik, güvensizlik, inançsızlık, dengedeki insicamın bozulması ile ortaya çıkar. Görsel, devinimsel, sessel anlatımda dengenin sağlamlığı; resimdeki, doğadaki, musikideki ritmi ortaya çıkarır. Denge; formda, renkte, harekette, açık-koyuda kendini gösterir.

Cambaz dengeyi sağlayamazsa telden düşer. Kuş dengeyi tutturamazsa uçamaz. İnsan dengeyi kuramazsa bisiklete binemez. Baba dengeyi sağlayamazsa ailede huzur kalmaz. Denge, evrende ayakta kalmanın sihridir. Fizik, kimya, sosyoloji, psikoloji denge üzerine kurulmuştur. Güzel sanatlara ait bütün eserler dengenin gözetilmesi ile ürün haline gelir. Her ürün, kendisine malzeme olan enstrümanların dengeli kullanımıyla esere dönüşür. Allah, Tevrat’ta Hz Eyüp’e: “Bulutların dengesini, ‘Bilgisi kusursuz olan’ın şaşılası işlerini biliyor musun?” diye seslenirken gökyüzündeki dengeye dikkat çekmektedir.  

Dengede, tek vücut olmak vardır. Denge, çokluğun tekliğidir. Su, hidrojenle oksijenin dengeli birleşiminin sonucu değil midir? Dengede ayrım yok, bölünme yok; birlik var, dirlik var. Ayrılıktan, bölünmeden yana olanlar, birlik, dirlik istemeyenler, dengeyi bozanlardır.

Denge, ölçülü oranda uyumdur. O, bir uzlaşma değildir. İyi ile kötünün, beyaz ile siyahın uzlaşmasında kaybeden iyi ve beyaz olacaktır. Kötü ve siyah, iyi ve beyazın kıymetini bilmek adına gereklidir. Denge olsun diye zararlıyı, kötüyü, siyahı, çirkini öne çıkarmak, onunda haklarını savunmak iyiye, beyaza, güzele haksızlıktır. Dengede uzlaşı değil, ölçülü oranda gereklilik vardır. Bütünlükte ölçünün kaçırılması bu defa dengesizliği doğurur.

Evrendeki dirliği, dengeyi kimyanın, fiziğin, biyolojinin, astronominin orijinindeki yasalar sağlıyor. İnsan olarak buna müdahale gücümüz de hakkımız da yok. Bu güç bizde olsaydı, çoktan, dünyanın sonu gelmişti. Kendimizle ve toplumla barışıklığımız ise irademize verilmiş. Bu barışıklık, hem varlık sebebimiz hem sınavımız.

Kendi içinde “dengeli”, toplum içinde “denge insanı” olmak, şüphesiz çok önemli. İnsanoğlu Kur’an’daki iki ayette: “O Allah ki seni yarattı, seni düzgün ve dengeli kılıp ölçülü bir biçim verdi.  Sakın dengeyi bozmayın.” diye uyarılmaktadır.

Ne mutlu, bu kaotik ortamda dengeyi yakalayıp istikamet bulanlara!

Devamını Oku...

Paranoya” ve Yanlışlar

İstanbul Güngören’de halkı bombalayanlar ortaya çıkarıldı. Halk düşmanı bölücü ve ırkçı terör örgütü yine çirkin yüzünü gösterdi. Terör örgütü sadece kendinden olanları temsil edebilir. Bazı vatandaşlarımızı temsil ediyor şeklinde konuya yaklaşmak büyük bir yanlıştır. Bu yol terörün ekmeğine yağ sürer. Zaten bu kışkırtma ve tahriklerin (provokasyon) amacı insanlarımızı birbiriyle çatıştırmaktır. Bunu terör örgütü hedefleyebilir. Devlet sorumluluğu taşıması gerekenler hata yapmamalıdır. Sayın Başbakanın Diyarbakır’da bölücü terör olayını “Kürt sorunu” olarak isimlendirmiş olması büyük bir siyasi gaftı. Herhalde “biz de yanlış yaptık” derken kastettiği yanlışlardan birisi de bu olabilir. Böyle bir genelleme son derece isabetsiz ve yanlış olmuştur. Halkla terör örgütü bir tutulamaz. Aslında halka da karşı olan katillere dünyanın her tarafında ne yapılıyorsa, bizde de o yapılmalıdır. Siyasi gaflar hiç bitmiyor. Bir dönem eski TBMM Başkanımız terör örgütü yandaşlarını Dolmabahçe Sarayında kabul etmişti.

Başbakan ve bakanlarımızın yine terör örgütü yandaşlarını ve terör örgütü mensuplarını kardeş olarak görenleri ağırlamalarını unutmuş değiliz. En son üzücü ve düşündürücü örnek; Sayın Cumhurbaşkanının Bahreyn Devlet Başkanına verilen ziyafette örgüt üyeliğinden yargılanıp hüküm giyen, milletvekili seçildiği için tahliye olan bir DTP’li hanım milletvekilini Çankaya’da ağırlaması olmuştur. Çankaya sıradan bir yer değildir. Orası Atatürk’ün bize emanetidir. Devletin başı ve başkomutanı orada oturur.

Güngören’deki halkın bombalanması örgütün halktan fazla bir şey beklemediğinin bir işaretidir. Gerek bu olay ve gerek onunla irtibatlandırılan Kerkük’teki çatışmalar-Kürtlere yönelik intihar saldırısı ve ardından Türkmen kuruluşlarına saldırılar- Bölgeyi karıştırarak, tarafları çatıştırarak Irak’tan çıkmama gerekçesi yapacak olanların işidir. Bu olaylarda CİA ve MOSSAD’ın kokusu gelmektedir. Saddam Hüseyin, Sırp katil Karadziç gibi kullanılabilecek ve daha sonra atılabilecek yüzlerce işbirlikçi vardır. Gerçekler ortaya çıktıkça; olayları saptırmak ve olmadık yerlere yamamaya çalışanlar hiç utanmayacaklar mı? TV’lerde yine bunların maksatlı görüşlerine mi müracaat edilecektir? Unvanlı bir özel üniversite rektörü bir hanım hedef şaşırtır gibi konuyu El-Kaide’ye bağladı. ABD’li dostlarımız bundan son derece mutlu olmuşlardır. Bir ünvanlı ve şöhretli siyaset bilimci de yine ekranlardan Ergenekon’u işaret ediyor. Ergenekon’un emrindeki birlik ve kıtalar ve Ümraniyeli bombalar! Darbe paranoyasına kapılanlar masa altlarında, kapı arkalarında darbeci arayışı içindeler… Akla gelebilecek her olay ortalığı karıştırmak ve sözde darbeye zemin hazırlamak için yapılmış… Anlaşılan psikiyatri uzmanlarına çok iş düşecek. Tabii ki bazıları hastalıklarını kabul edebilirlerse…

Ortadoğu’da Türkiye’nin barış ve istikrarın kurulması yolunda aracı olması çeşitli tahrik ve kışkırtmaları arttırmaktadır. Suriye-İsrail görüşmeleri ve Türkiye’nin rolü, Türkiye ile İran arasında artan işbirliği ve temaslar dikkat çekmektedir. Bazıları Bölgemizde bize görev verseler dahi alttan alttan bizi başarısız kılmaya çalışıyorlar.

İran-Irak savaşını sürdürürken Saddam ne kadar ilgi çekiyordu. Katil Karadziç de Bosna’da Müslümanları ABD ile anlaşmalı olarak katlederken iyiydi. Saddam götürüldü. Ancak Sırp katil Karadziç çok akıllı davranarak belki de yeni bir intihar olayına karar vermeden önce! ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı ile anlaştığını ve talimatlarına uyduğunu açıklayıverdi. Dahası ABD Dışişleri eski Bakanı Albright ve Holbrooke’un da ifadelerinin alınması gerektiğini belirtti.

Yakın geçmişte bize Irak’ın kuzeyine harekât yaptırmıyor ve milletlerarası hukuktan doğan haklarımızı tanımıyorlardı. Şimdi istediğimizde ve istihbarat aldığımız taktirde; hava harekâtı yapabiliyoruz. Acaba bunun bedeli Ermenistan’la ilişkileri geliştirmek, tarihi tezlerden vazgeçmek, KKTC’yi ortadan kaldırmak ve Kıbrıs’ın Kuzeyinde sözde yeni bir devlet, daha doğrusu “Türk Belediyesi” kurmak, Irak politikamızı değiştirmek, ekümenikliği tanımak, bağımsızlığı ve egemenliği kısmen de olsa devretmeyi anayasa teminatı altına almak ve ekonomik tuzakları kabul etmek olmasın?

Devamını Oku...

Beyin Yıkama

Yıkama denince akla temizleme, kirlerden, kötülüklerden arındırma gelir. Gerek görüntüsünü gerekse içeriğini beğenmediğiniz bir şeyin üzerinde aslınla alakası olmayan şeyler gördüğünüz zaman onu yıkarsınız. Aslı gibi olması için onu temizlersiniz. Bu su ile de olabilir başka malzemelerle de olabilir. Amaç temizleme,arındırmadır. Ama “ beyin yıkama” sözcüğü kullanılırken amaç yukarıda söylediklerim gibi olmamaktadır. Bu iki kelime bir arada kullanılırken beyindeki fikirleri değiştirme anlamında kullanılıyor ki, bu tabir yanlıştır.
Bu zamanda keşke beyinler yıkanabilse. Çünkü basılı ve görsel medya ile birlikte sokaklar insan beynini o kadar kirletiyor ki, kabil olsa da bu kirlenmiş beyinler sık sık yıkansa. Belki bu kadar kötü bir tablo ile karşılaşmayız.

Bence gerek medyadan gerekse sokaktan edinilen kirliliklerle beyin yıkanmıyor. Beynin formatı bozuluyor. İyi düşünceler beyinden çıkarılarak beynin içine her türlü kötülük  belli metodlarla enjekte ediliyor. Küçük yaşlarda playstation oyunları ile çocuklar canavarlaştırılıyor. Magazin sayfaları ile serbest ilişkilere, aykırı beraberliklere alıştırılıyor.
Bir zamanlar kızdığımız, yadırgadığımız görüntülere bizde zamanla alışıyoruz.

Aslında istenende bu. Bu metoda “birden bire  ürkütme, zaman içinde alıştır.” diyorlar.
Sizlerde kendinizi yoklayın. Zaman içinde ne çok şeylere alıştığınızı göreceksiniz.

Alıştığınız bir çok şey önceleri size itici gelmiyormuydu? Ne çabukta alıştınız.
Bu düzenin ahlaksızlığını özgürlük kabul edenler, ahlaki eğitim içerikli müesseseler gördüler mi beyin yıkama tabirini kullanmakta mahir olurlar. Aslında o müesseseler, gerçekten beyni kirliliklerden arındırmaya çalışıyorlar da bu beyefendilerin işine mi gelmiyor?
Hem bataklığı genişletmek için çaba sarf edeceksiniz, hem de sivrisineklerden şikayet edeceksiniz. Bu akıllıca bir iş mi?. Tabiiki değil. Ama yapılan bu.

İnsanlar yaratılırken içleri iyilikler ve güzelliklerle doludur. Onun içindir ki bebeklerin yüzleri tertemizdir. İnsan ne renk olursa olsun o yüze baktıkça hayran olur. Çünkü o yüzde hiçbir kirlilik yoktur. O yüz yaratılırken tertemiz yaratılmıştır. Zaman içinde o  temizlik ve berraklık yaşamın kirlilikleri ile bozulur. Kendini o kirliliklerden koruyanların yüzü 100 yaşına geldiğinde bile aynı güzellikte kalır. Bu devirde bu gibilerin sayısı çok azalmıştır.
Her türlü dalavere ve ahlaksızlığın içine batmış olanların iyilikleri hazmedememesini yadırgamam. Fakat manevi anlamda güzellikleri savunurken beyinler yıkanıyor gibi bir kelimeyi kullanmaktan çekinmeyeni yadırgarım. Bir yurt ta tüp patlar. İçinde yılan taşıyanlar hemen yılanlarını sokağa salarlar. Ortalık karışsın isterler. Ağızlarına gelmedik sözleri söylemekten çekinmezler. Sorarsanız muhafazakardırlar. Fakat yurtları hazmedemezler.

Cemaatler manevi konularda devletin laiklik adı altında dinden kaçışı sonucu doğmuştur. Milletin manevi ihtiyaçları devlet tarafından yeterince yerine getirilmiş olsa idi, ortaya cemaatler çıkmazdı. Bir dönem, insanlar Allah deyince suç sayılmadı mı?
Dindarlar vebalı gibi görülmedi mi?. O günlerden kalan insanların kaç ta kaçı dinini biliyor.
Dindarlık sadece “ ben müslümanım” demekle oluyor mu? Kuralları bilmek gerekmiyor mu?
Öyle ise birileri bu boşluğu dolduracaktır.

Gençliğe unutulan ahlakı birileri öğretecektir. Ana baba hakkını, komşu hakkını, fakir fukara hakkını, yetim hakkını, saygıyı, sevgiyi, devletine bağlılığı, bayrağına sadakati, yan gelip yatmamayı, hortumlamamayı öğretecektir.

Devamını Oku...

Helal Süt - Helal Oy

İnsanın anasından emdiği sütün helal olup olmaması kültürümüzde çok önemli. Ana ve babalar evlatlarının evlenmesi için uygun görecekleri kız veya erkeğin helal süt emmiş, yani anasının babasının, soyunun ve geçmişinin temiz olmasını ararlar.

İş hayatına ilk atıldığımda bir süt fabrikasında çalışmıştım. Buradaki tecrübem bana sadece emdiği değil, sattığı sütün de insan kalitesini gösteren bir ölçü olabileceğini öğretti.

Süt hile yapmaya çok müsait bir ürün. Su ile çok kolay karışabiliyor. Birçok vatandaşımız sütü satarken içine bir miktar su karıştırarak haksız kazanç elde etmeye çalışıyor. Süt işleme fabrikaları bu hileyi tespit için sütün dansitesini (yoğunluğunu) bomemetre denilen basit bir cihazla ölçerler. Sütün yoğunluğu suya nazaran fazla olduğu için içine su konulmuş sütün yoğunluğu düşer.

Sütün kalitesi için yağ oranı da önemlidir. Çünkü sütten tereyağı üretmek isteniyorsa tereyağı elde etme oranı yükselir. Peynir veya yoğurt üretmek istenirse bu ürünlerin yağlı tipleri daha lezzetli ve pahalı olur. Süt üreticilerinin bir kısmı sütü biraz beklettikten sonra üstte biriken kremasını (yağını) alarak daha düşük kaliteli hale gelmiş sütü fabrikaya satarlar.

Yağın yoğunluğu sütten daha düşük olduğu için, kreması alınmış sütün yoğunluğu yükselir. Fabrikada süt alımı esnasında sadece bomemetre ile yoğunluk kontrolü yapılıyorsa,  bu iki özelliğin de farkında olan hileci süt üreticileri için ikinci bir hile fırsatı mevcut demektir. Şöyle ki kremasını alarak yoğunluğunu yükselttiği sütün içine su ilave etmek suretiyle yoğunluk istenen değere ayarlanabilir. Evinde bir tek ineği olan okuma yazması olmayan köylü vatandaşımız bile, bir bomemetre alarak böyle ince ayarlı çifte hileyi gerçekleştirme konusunda çok becerikli olabilmektedir.

Bu bakımdan süt işleme fabrikasında biz, yoğunluk ölçümüne ilave olarak süt içindeki yağ oranını ölçen daha gelişmiş cihazlarla bu hileleri tespit etmeye çalışırdık.

Komşu bir ilin muhafazakâr bir ilçesinde, süte hile yaparak satmaya çalışan insanımızın toplam süt üreticileri içindeki oranının yüksekliği beni çok şaşırtmıştı. O zamandan beri kanaatim odur ki, eğer süt üretip satıyorsa, bir kişinin dürüstlüğünü gösteren en önemli gösterge sattığı sütün kalitesidir.

Aynı ilçede iki seneye yakın çalıştım. Bu ilçede ormandan kaçak kesim de çok yaygındı. Çok geniş bir ormanlık alanın benim görev sürem içinde kaçakçılar tarafından tamamen ağaçsız bırakıldığına şahit oldum. İlçenin yerlisi bir esnafa, “bu kadar dindar bir halkın bunu nasıl yapabildiğine şaşırdığımı” söylediğimde gülerek, “bizim halkımız devletten çalınanı hırsızlık saymaz” diye cevap vermişti. Bütün milletin her ferdinin hakkının yenilmesi nasıl hırsızlık olmazdı, anlamak mümkün değil.

Bu zihniyetin sadece süt ticareti ile sınırlı olmadığı herkesin malumu.

Geçen seçimlerde aday olan, bir belediyenin üst düzey yöneticilerinden biri belediyeye iş yapan bir müteahhitten yüksek meblağda rüşvet almış. Rüşveti aldığı müteahhide “bunun bir lokması bile boğazımdan geçmeyecek, bunu seçimde harcayacağım” diye söylediğini duymuştum. İnsanların en kolay kendisini kandırabildiğini ve ne kadar kolay yoldan çıkabildiğini gösteren örneklerden sadece biri idi.

Bu politikacı tipini yaratan vatandaşlar olarak kendimize soralım: Aynı kültürün yetiştirdiği politikacı tipinden dürüstlük beklentimiz ne kadar gerçekçidir?

Vatandaş olarak biz gerçekten seçtiklerimizin veya kamu görevlilerinin dürüst olmasını istiyor muyuz? Bize kamu imkânlarından bir miktar haksız kazanç temin etmeleri halinde bunu elimizin tersi ile itebiliyor muyuz, yoksa haram kazancı yiyip, bize bu imkânı verenlerin bütün kusurlarını görmezden mi geliyoruz?

Hırsızlığa, rüşvete, haksız kazanca karşı çıkanların derdi gerçekten bu haramların/suçların kökünün kazınması mı, yoksa birileri yapıyor, ben yapamıyorum kıskançlığı mıdır?

Kimi bir ihaleye, kimi bir tayine, kimisi de bir torba kömüre oyunu satan vatandaşlar varsa ve bunlar güya kamu görevlilerinden dürüstlük beklemekte ise, bunlar sütün hem kremasını çalan ve hem de süt içine su koyan çifte hilecilere benzetebiliriz.

Demokrasimizin selameti için, bu ikiyüzlü hilecileri tespit eden ve etkisiz kılan yeni yöntemler bulmak, seçimlerde kullanılan helal oy oranını artırmak zorundayız.

Devamını Oku...

11 Ağustos 2008 Pazartesi

Suçlu Ayağa Kalk

Terör, yine can aldı. İstanbul’daki terör eyleminde ondan fazla ölü, yüzden fazla yaralı var. Daha önce de terör nedeniyle ülkemizin değişik şehirlerinde insanlar ölmüş ve yaralanmıştı. Son çeyrek asırda terör nedeniyle binlerce insan hayatını kaybetti.

Her terör eyleminden sonra yöneticiler, sorumlular bildik beyanatta bulunuyorlar: “Ölenlerin kanı yerde kalmayacak.”, “Hainler bulunacak.” vs. Terör durmuyor, ülkemizde gündemi belirliyor, siyaseti yönlendiriyor. Zaman ayarlı bombalar, artık gündem ayarlı olarak patlatılıyor. Ölenler, hep içimizden biri: Anamız, babamız, kardeşimiz, evladımız…

Terörün mantığı yok. Öldürmenin ne mantığı olabilir ki? Hiçbir neden, öldürmeyi haklı kılamaz. İnsan, en kutsal varlık. İnsan kutsalını yok sayan düşüncenin ve kutsallığına inanılan sözde kutsal inançların, insana hizmet etmesi beklenemez. Terör, yapılan yer ve kişiyle sınırlı kalmaz. Sınırları çizilemeyen dinamittir, terör. Terörü gerçekleştirenin de yaptığı bu eylemden dolayı uzun süre mutlu olması mümkün değil. O halde, terör niçin yapılır?

Bir terör değerlendirilmesinde işin en kolayı, sonuçlar üzerinde konuşmaktır. Bir terörde gerçek suçlu, hiçbir zaman eylemi gerçekleştiren değildir. Eylemi gerçekleştiren kişi, bu eylemin belki de en masum insanıdır. O, ya aklen eksik ya afyon çekmiş biridir, tedaviye muhtaçtır. Her terör eyleminde bir azmettiren yani tetikçi aranır. Gerçek hain odur, terör mağdurlarının gözünde. İnsanlar çok kere onun da bir taşeron olabileceğini düşünmezler. İnce ve ileri düşünmeyi sevmeyiz çünkü biz. Tam ya da az görülenle uğraşmak daha kolaydır. Görünenin arkasında görünmeyen bir suçlu aramak, işimize gelmez. Korkarız onu düşünmekten. Aynayla yüzleşmek tehlikesi belirir belki. Sözüne güvendiğimiz, davasına inandığımız, arkasından gittiğimiz kişilerin; yaptığımız yanlışların, söylediğimiz sözlerin terörde patlayan bombanın pimi olabileceğini kabullenmek istemeyiz nedense.

Örnek, basit olabilir. Yaşadığım bir olayı paylaşmak istiyorum sizinle. Birkaç gün önceydi. Yolda üç öğrencimle sohbet ederken Elif geldi yanımıza. Elif’le devam ettim yola. Bir hayli sohbetten sonra Elif şunları söyledi bana: “Hocam, siz farkında olmayabilirsiniz. Ders yılının ilk günlerinin birinde çantamda sigara görmüştünüz. ‘Elif, bunu sana hiç yakıştıramıyorum.’ dediniz. O günlerde bunalım takılıyordum, sigara içen yeni arkadaşlar ediniyordum. Bu uyarınızdan sonra hem sigarayı hem o arkadaşları terk ettim. Siz bana o uyarıyı yapmasaydınız belki sigara tiryakisi olacaktım ve yanlış arkadaşlar edinecektim. Size çok teşekkür ediyorum. Sizi hiç unutmayacağım. Hayatımda benim için dönüm noktası oldunuz.” “Bunu sana hiç yakıştıramıyorum.” cümlesi benim için her öğrenciye söylenebilecek sıradan cümleydi; ama Elif için hayatını değiştiren cümleydi.

Toplum içinde yaşadığımıza göre, birey olarak yalnız kendimizden sorumlu değiliz. Çevremizde, yaptığımız iyiliklerin ve kötülüklerin kapsama alanına giren çok sayıda insan mevcut. Söylediğimiz sözler, ortaya koyduğumuz davranışlar biz görsek de görmesek de bir yerde yansımasını gösteriyor. Öyleyse söylediğimiz her söz, yaptığımız her eylem öncesi boğazın dokuz boğumlu olduğunu hatırlamalıyız. Bir kötünün dokuz mahalleye zararı olduğu gibi, bir iyinin de en az dokuz mahalleye faydası olacaktır. Terör tarzında karşımıza çıkan bu vahşetin suçlusu, terörist denen kişi ya da kişiler midir?

Bana kimse kızmasın. Bu ülkenin yarınlarını şekillendirecek insanları eğitmede “iyiliği emredip kötülükten sakındırmak” ilkesi eğitimin temel yasası kabul edilseydi ve eğitimciler insan yetiştirmede yetkin olsaydı, ekonomide bu denli çarpıklık olmasaydı, adalet gerçek anlamıyla işlese, herkes adalete güvenseydi, yönetilenler yönetenlerden memnun olsaydı, siyasi liderler ideolojik saplantılara sahip olmasaydı ve sorumsuzca beyanlarda bulunmasaydı, medya menfaat temelli olmayıp halka doğruları aktarsaydı… terör bu kadar can alır mıydı? Bireysel sorumluluğumuzun sonucu olarak insanlara daima güzel sözler söyleseydik, güzelliği telkin etseydik, insanların yaptığı hatalar karşısında gece karanlığı gibi olsak ve hoşgörüde kendimizi zorlasaydık bu kadar insanı teröre kurban verir miydik?

Dürüst olmak zorundayız. Terör var, terörist belli. Şimdi başımızı öne eğip düşünelim: Gerçek azmettirici kim? Suçlu ayağa kalk, dendiğinde hepimiz ayağa kalkalım.

Devamını Oku...

AKP’nin Kapatılmaması Kararı

Anayasa Mahkemesinin kararı ile AKP kapatılmaktan, Türkiye muhtemel bir siyasi kaostan kurtuldu. Mahkemenin 6 üyesinin “kapatılsın” 5 üyesinin ise “kapatılmasın” şeklinde oy vermesine rağmen, kapatma için gerekli nitelikli çoğunluk olan 7 üyenin kapatılsın oyu çıkmadığı için parti kapatılmadı.

Yakın tarihimizde böyle kritik sayıyla geçen oylamalar hatırlanacaktır. ABD ordusunun Irak’a, Türkiye üzerinden girmesini sağlayacak 1 Mart 2003 tezkeresi de, (Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye'de bulunması için Hükümet'e yetki verilmesine ilişkin Başbakanlık Tezkeresi) TBMM’de çoğunluk tezkerenin geçmesinden yana oy kullandığı halde, yasal sayı bulunamadığından kabul edilmemişti.  Bu karar da benzer bir yapıdadır.

Nasıl ki, “tezkerenin” nitelikli çoğunluk sağlanamadığı için reddedilmiş olmasının sonuçlarına oy miktarlarının etkisi olmamışsa, AKP’nin kapatılmamış olmasının sonuçlarına da Mahkemenin 6 ya 5 oy veya 11 e sıfır oy ile karar almasının pek bir önemi olmayacaktır.

Yine hatırlanacaktır, 06 Eylül 1987 de siyasi yasakların kalkması için yapılan referandumda kıl payı çoğunluk sağlanabilmişti. Hatta 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in anlattığına göre, dönemin Başbakanı Turgut Özal, havaalanlarında ve gümrüklerde kullanılan 'hayır' oyları"nın referandum sonuçlarına katılmamasını sağlamış. Özal, "Eğer o oyları da katsaydık, evet'ler ile hayır'lar arasındaki binde 16'ya denk gelen 75 bin 66 oy farkının kapanacağını ve siyasi yasakların kaldırılamayacağı bilgisini vermiş. Eğer Özal, o 'hayır' oylarını da referandum sonuçlarına ekletseydi 1987'den sonra iktidara gelen Demirel, Erbakan, Baykal, Ecevit, Türkeş ile yüzlerce ünlü isim siyaset yapamayacaktı. Ecevit Başbakan, Demirel Cumhurbaşkanı olamayacaktı. Türkiye'nin siyasi ve belki de ekonomik tarihi başka bir şekilde tecelli edecekti.

Önceden belirli olan kurallar çerçevesinde yargılama sonuçlandığına göre herkesin saygı göstermesi veya en azından sonuca katlanması gerekir.

***********************************

Bir ay öncesine kadar ağırlıklı olarak beklenti 7 ye 4 kapatılsın kararı çıkması yönünde idi. Bu beklenti Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçiliş dönemi, bilinen dünya görüşleri ve önceki kararlardaki oylarının rengine göre yapılan tahmine dayanıyordu.

Son haftalarda ABD’de bazı önemli görevlerde bulunmuş kişiler ve daha sonra bazı yabancı finans kuruluşlarının kapatılmama kararının ağır bastığına dair açıklamaları dikkat çekti.

“Borsada bir süredir Ak Parti'nin kapatılmayacağına oynayan ve içeriye yüklü para sokan borsacılar tahmininde haklı çıktı. Yabancı kurum raporlarının da işaret ettiği gibi Ak Parti siyasi hayatına devam ederken, son bir ayda gerçekleşen yüzde 20'lik yükselişin beklentisi gerçekleşmiş oldu.”

Mahkeme üyelerinden 10 kişinin ne yönde oy kullanacağına dair tahminler genelde tuttu. Nihai kararı belirleyici olan bir üyenin oyunun rengini önceden kestirip, ekonomik ve siyasi yatırım yapanların bu becerisini nasıl değerlendirmek gerekiyor?

**********************************

“Ergenekon Davası”nın “Kapatma Davası”na karşı bir rövanş olduğu söylendi, yazıldı, çizildi. AKP kapatılmadığına göre “istikrar” adına, “demokrasi” adına, “Türkiye’nin itibarı” adına “olumlu” bir sonuca ulaşıldığına göre, “rövanş” konusu ortadan kalkacak mı?

Yoksa taraflar kozlarını yeni bir maçta ortaya koymak üzere muhafaza etmeyi mi tercih edecek?

Yani bir yanda Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı “laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmak” konusunda AKP’nin söz ve eylemlerini dosyalamaya devam edecek ve zamanı geldiğinde yeniden ortaya çıkaracak; diğer yanda “Ergenekon” davası içine, AKP karşıtı fikir ve eylemlerin odağı olan veya olabilecek kişiler dâhil edilerek “sindirme” operasyonu sürdürülecek mi?

Tarafların kılıçları kınına sokma konusunda istekli olduğunu gösteren işaret pek yok. Oysa bu davanın sonuçlanması güçlü bir muhalefeti de olan, demokrasinin kurallarının yerleştiği bir ülke olmak için, milli iradeyi temsil eden ve toplumun bütün kesimlerini kucaklayan bir iktidara kavuşmak için vesile olabilir.

Milletin bu arzusunu çok görmeyin. Yaklaşmak için lütfen herkes bir adım atsın.

Devamını Oku...

Destanlara sığmazlardı

Destanlara sığmayan Türk Askerinin çuvallara sığdırılmasına kayıtsız kalanların, yarına planı var mı?

İsrail askerlerinin(!) yaptığı zulümlerden bir yenisini daha, tüylerimiz ürpererek ve nefretle seyrettik televizyonlardan.

Öyle alçakça, öyle kin dolu ve öyle korkakçaydı ki; Uluslararası bütün kurallara inat, eli kolu ve gözleri bağlı bir Filistinli genç, bir düzine asker tarafından ablukaya alınarak ve bir metreden ateş edilerek yaralandı, Dünya yine suspus, yine kayıtsız kaldı.

Bunun adı eğer savaş ise, çok kalleşçe bir savaş.

Aşırı dengesiz kuvvet uygulanarak yapılan bu zulüm, hem asker eğitimi, hem de yıldırarak toprağın bizzat sahibini mülteci durumuna düşürüp uzaklaştırma hareketidir.

Bosna’da, Irak’ta, Afganistan’da yapılanlara da savaş dediler.

Hâlbuki orada yapılanlar ve yapılmakta olanlar da, inanç katliamı ve soy kırım uygulamasıdır.

Tüyü bitmemiş körpe kızlara annesinin babasının gözü önünde tecavüz etmeye, masum sivillere akıl almaz zulümler yapmaya savaş denebilir mi Allah aşkına?

Savaşın bir gerekçesi olur.

Sırf silah denemek için, Müslüman toplumlarda nüfus planlaması yapmak için, Müslümanları eğitimde, ilimde dünya standartlarının gerisinde bırakmak için, kültür varlıklarını yağmalamak için yapılan kalleşliklerin neresi savaş?  

İyi de, bu ve benzeri sayısız zulüm ve katliamlarda bizim hiç mi suçumuz yok?

Dün “Dost ve müttefik” hikâyeleriyle halkı uyutup, yayılmacı-emperyalist ABD’ye üsler vererek, onları bizim coğrafyamızda güçlendiren hükümet zincirleri; bugün İsrail’in cesaretlenmesine, etrafındaki tüm Müslüman ülkeleri sindirmesine, canı sıkıldıkça Müslüman kanı dökmesine sebep olmadıklarını söyleyebilir miyiz?

ABD’nin sudan bahanelerle Irak’a girmesine ve hatta orada Türk Askerinin başına çuval geçirilmesine sebep kim? Biz değiliz diyebiliyor muyuz?

Tarihe bir bakın, Tarihçiler, sosyologlar, edebiyatçılar Türk Askerini destanlara sığdırabilmişler mi?

Ama o şanlı askerimizin başı, alçakça ve sinsice, bir keten çuvala sığdırıldı!

Yarım asırdır topraklarımız üstünden eşkıyalık yapan, devlet terörü çıkaran, Müslüman devletleri abluka altına alan, bizim topraklarımızdan, bizimle savaşan teröristleri besleyen ABD’nin, iki ülke sonra, yani İran ve Suriye’yi vurduktan sonra bize ihtiyacı kalmayacağının sinyallerini şimdiden açık açık vermektedir.

Zira bizi vurmak için de çevremizdeki birkaç ülkeye ihtiyacı olduğundan dolayı, şimdiden Bulgaristan’da üç adet üs kurmak için anlaşma yaptılar bile.

Buna bağlı olarak Ortadoğu'da yeni bir harita çizeceğini alenen ifade eden ABD, ülkemizi mezhep, ırk ve aşiretlere göre parçalamanın planlarını yapmadığını söyleyebilir miyiz?

Bu aleni planlara karşılık bizimkilerin herhangi bir planının olup olmadığını merak ediyorum doğrusu.

Ancak şu an gördüğümüz; yılanın bize dokunmadığı doğrultusundaki tavırlardır.

Hâlbuki yılan bize dokunmuyor değil.

Gerek Yahudi ve Ermenilerin tetikçisi PKK, gerek borsamızdaki yabancı sermaye yüzdesi ile bizi istedikleri anda vuruyor ve daha tehlikeli yılanlar her gün biraz daha yaklaşıyor.

Ancak bizimkiler bunu görmüyor veya görmezden geliyorlar.

Öte yandan Uluslararası hukuku hiçe sayan İsrail, yukarıda da bahsedildiği gibi insan hakkı gözetmeden savunmasız Lübnanlı, Filistinli sivilleri, çocukları, bebekleri vuruyor.

Bölgenin insansızlaştırılması için tonlarca bomba yağdırıyor, herkesin yok olmasını veya en azından kendi egemenliği altına girmesini istiyor.

Dünya ise bu kadar büyük bir vahşeti sadece seyrediyor.

Biz de bu vahşet karşısında sessizliğimizi muhafaza etmekte ısrar ediyoruz.

Sadece seçmenin hoşuna gidecek bir kaç kelam ediliyor o kadar.

Unutulmamalıdır ki İsrail'e karşı sessiz kalanlar, İsrail'le birlikte vebal altındadırlar.

Devamını Oku...

Teröre Bir Bakış–1

Ülkemizin, aslında uzun zamandır canını acıtan, fakat son günlerde ki alçakça saldırılarla acılarımızı zirveye çıkaran, malum bir konuyla yine karşınızdayım. TERÖR… İki yazılık bir seri ile ele almaya çalışacağım bu konu, kabul edersiniz ki hemen herkesin üzerinde söyleyeceği bir şeylerin olduğu, oldukça geniş bir konu. Mümkün olduğunca genel söylemlerden kaçınıp, terör konusunu farklı bir çizgiden yansıtmak ve sizlerle beraber, ilk yazıdaki gibi yine fantastik bir yolculuğa çıkmak istiyorum. Umarım bunu hep birlikte gerçekleştiririz. Yolculuğumuz başlıyor… TERÖR

Terör, adı konulmadan daha önce de vardı. Bu anlamda, terör bir kavram değil, bir eylem... Kısaca; terörü terör yapan, hareketin ya da eylemin oluşma ve uygulanış biçimidir şeklinde söyleyebiliriz. Terör eylemlerini çeşitlendirirsek; bireyin bireye uyguladığı terör, devletin bireye uyguladığı terör, bireyin devlete, devletin devlete, toplumun bireye, erkeğin kadına, insanların hayvanlara ve hatta bireyin kendisine uyguladığı terör, vs. Tabiî ki günümüzde bahsedilen terör, profesyonelleşmiş, örgütleşmiş, kurumsallaşmış ve etkileri geniş çaplı olan terör biçimidir.

Ama unutulmamalıdır ki terörü yaratan insanlardır. Ve insanlık var olduğu sürece terör de var olacaktır. Dünyanın terör konusunda algı birliği sağladığını da söyleyemeyiz. Resmi söylemleri bir kenara bırakırsak, ülkelerin terör olaylarına ve örgütlerine yaklaşma biçimlerinde tutarsızlıklar göze çarpar. Hatta devletler bazında terör örgütlerinin daha derin amaçlar için kullanılabildiğini de söylemek abartı olmaz. Zaten genelde bütün terör örgütlerinin kuruluş aşamasında, kendi amaçlarına göre devletlerin istihbarat servislerinin büyük destekleri olduğu günümüzde daha iyi anlaşılmaktadır. Özellikle güçlü ve derin bir yapıya sahip devletler, resmi söylemlerinde teröre ve terör örgütlerine karşı olduklarını ve de mücadele ettiklerini dillendirseler de, çağlar boyunca terörü ve örgütlerini beslemişlerdir. Kendi devlet çıkarları için başka ülkeler üzerinde kullanmışlardır. Hatta paranoya denmeyecek olursa, menfaatleri için kendi toplumlarına bile uygulamışlardır. Günümüzde bunların açık örnekleriyle karşılaştığımız halde, toplumların terörü Mars’tan gelmiş gibi algılamaları hayret vericidir. Terörü yaratan derin sistemlerin, toplumların teröre bakış açılarında da çeşitli çalışmalarda bulunduklarını söylemek pek uçarı bir söz olmaz. Bu perspektiften sonra terör konusuna iki yönden devam etmek istiyorum.

Dünya ve terör;

Son yıllarda üç kavramın yaşamımızı kuşattığını görmekteyiz. DEMOKRASİ - İNSAN HAKLARI - TERÖRDünyada her ne yapılıyorsa ve kim yapıyorsa, bu üç kavramdan ilk ikisi amaç olarak, sonuncusu ise sonuç olarak karşımıza çıkmakta. Son 200–250 yıla bakmak istiyorum. Hiçbir ön hazırlık yapmadan aklıma ilk gelenleri sıralayayım; Köle ticareti ile katledilen milyonlarca siyahî insanlar, Milyonlarca Kızılderililin soykırımı, 1.Dünya savaşı, 2.Dünya savaşı, Japonya’ya atılan 2 atom bombası, Kore savaşı, Vietnam, Kıbrıs, Soğuk savaş döneminde Latin Amerika ülkelerindeki darbe ve terörler, Afrika’da uygulanan terör, İsrail-Filistin durumu, Çeçenistan’da uygulanan terör, 1.Körfez savaşı, Yugoslavya’nın parçalanması, Bosna soykırımları, Azerbeycan ve Karadağ katliamları, Afganistan işgali, nihayetinde 2.körfez savaşı ile demokrasi ve insanlık adına yapılmış ve sonuçta yüz binlerce insanın katline yol açmış olan resmiyette savaş, bana göre ise tüm unsurlarıyla tipik bir terör olan Amerika işgali... Bunların haricinde onlarcası daha da vardır mutlaka.

Hemen çoğunda Amerika gözümüze çarpıyor. Günümüz için bir yorum yapacaksam, kesinlikle bir ABD-İsrail işbirliğini belirtmem gerekir. Dünyanın enerji ve hammadde kaynaklarının azaldığı malum bir olay... ABD ve büyük batı medeniyetinin temelinde ise sanayi ve ekonomi gücü var. Bu gücü besleyen ise enerji ve hammadde kendi topraklarında yeterince yok. Bu durum kendi aralarında bile Pazar kavgalarına yol açmaktadır. Zaten dünya bunun bedelini milyonlarca insanın kanıyla ödemiştir. Geçmişte milyonlarca insanın kanı ile zenginleşen Batı’nın, kurdukları bu insanlık tarihinin en vahşi medeniyetlerinin vizyonunu ise Demokrasi ve İnsan Hakları üzerine oluşturmaları ne acıdır. Ve dünyanın geri kalanını da kendi sahip oldukları zenginliğe, demokrasiye, insan haklarına ulaşma vaadi ile yozlaştırmış, siyasi ve ekonomik olarak kendine bağlamış ve sömürmenin son biçimine ulaşmıştır. Bu şekilde elde edemedikleri ülkeleri Terörist ilan ederek, işgal yoluyla sömürmüşlerdir. Sömürünün önünde duran ulus devletlere gelince, işte bahsettiğimiz profesyonel terör burada devreye giriyor. Bu ülkelerde de etnik, siyasi ya da dini unsurlu terör örgütleri kurarak, istikrarsızlık, bölünme vs. etkilerle ele geçiremeseler de en azından kontrol altında tutacak şekilde ve ekonomik, siyasi etkenleri de kullanarak sömürülerine devam etmişlerdir. Ve ikinci kısımdan devam ediyorum.

Türkiye ve Terör;

Ülkemizde terörün geçmişi hakkında genel bilgilerden yola çıkarak, kafamda dönüp duran bazı soruları sıralamak istiyorum. 1979’da Suriye’ye geçen ve 1998’e kadar fiili faaliyet yürüten Abdullah Öcalan, kaldığı eve kadar her şeyi bilinmesine rağmen nasıl olur da tarafımızdan ele geçirilemez? PKK’nın kuruluş ve eyleme başlama dönemleri arasında nasıl olur da bunca istihbarat gücümüze rağmen yetersiz kalırız? Eylemleri başladıktan sonra siyasiler terörü nasıl bu kadar önemsemezlikten gelebilir? Hitaplarında millete terör konusunda bu kadar ahkâm kesen bazı insanlar, nasıl olurda Barzani ve Talabani aracılığıyla PKK ile görüşmelerde ve hatta pazarlıklarda bulunur? Dünyanın gelmiş geçmiş en organize ve güçlü terör örgütü, onlarca yıl bu millete birkaç çapulcu diye nasıl yutturulur? Bu soruların sonu gelecek gibi değil. O nedenle neticeye gelmek istiyorum. PKK, Türkiye’deki terörün sadece bir kısmıdır. Kabul edilmelidir ki günümüze kadar yaşayan ve büyüyen tek kısımdır aynı zamanda. Bu ülke sağ-sol terörü gördü, Asala’yı gördü, Dini terör gördü ve son aşamasında etnik terörü gördü. Dönem dönem bunların yanında kokteyl terör de görüldü. Bugün PKK dendiğinde ekranda, uzmanları tenzih ederim,  bazı ahkâm kesiciler yüzlerce söylemlerle toplumun aklını hallaç pamuğu gibi dağıtmaktalar. Bunların bazılarının bilinçli bir çalışma olduğuna inanlardanım. Öyle bir hale getirdiler ki; PKK= demokrasi sorunu+ kürt sorunu + insan hakları sorunu oluverdi. PKK’nın Marksist-Leninist bir örgüt olarak kurulduğu, gelişiminin gereklerine göre kendisini yaratan gizli servislerin çalışmalarıyla buna etnik ve dini unsurların katıldığı, sonra nihai aşamada ise siyasallaştırılmaya çalışıldığı ki, itiraf etmek gerekir bunu da başardılar, bir terör örgütüdür. Aynı zamanda özel bir yapılanmayla, tipik bir terör örgütünden de öte bir şeydir. Zira bugünün bu terör örgütünün, ilerideki yıllarda kimin paralı ordusu olacağını da bilemiyoruz. PKK militanlarını, ABD’nin olası İran işgalinde, Barzani’nin güçleriyle hareket edecek koalisyon askerleri olarak görürsem hiç şaşırmayacağım.

Ben büyük planın ne Irak ne de İran olduğuna inanmıyorum. Bu projenin en büyük halkası Türkiye’dir. Dünyanın geleceği, enerji kaynaklarıyla, dinlerin ve tarihin merkezi oluşuyla ve hammadde kaynaklarıyla Ortadoğu ve Orta Asya’dır. Buralara sahip olamayan dünyaya da sahip olamaz. Ve Türkiye’ye sahip olamayan bu iki bölgeye de sahip olamaz. Türkiye’nin Osmanlı döneminden beri muhatap olduğu terör ve bölücülük olaylarının, yaşadığı siyasi ve ekonomik bunalımların, Türk milleti üzerinde yapılan dejenerasyon çalışmalarının, genel mantığı Türkiye’ye sahip olmaktır diye düşünmekteyim. Türkiye’yi toprak olarak bölmenin yolu işgal olamaz. Bunu denediler. Gazi Mustafa KEMAL ve arkadaşları ile yüce Türk milletinden gereken cevabı aldılar. O nedenle çağımızda ilk hedef toprakları bölmek değil, milleti bölmektir. İşte ülkemizde 1945–1961 yılları arasında ön hazırlığı yapılan ve 1961’de başlatılan terör olaylarının ana hedefi budur. Milletimizi sağ-sol ile bölmeyi denediler, sonra buna dini bölücülüğü eklediler ve sonunda asıl bombayı bu topluma attılar; Etnik bölücülük. Amaç budur işte; Türk Milletini zihinlerinde, yüreklerinde ve yaşamlarında bölmek. Bunun nihai sonucu da vatanı bölmektir… Yugoslavya’nın bunun ilk büyük ön çalışması, bir uygulama denemesi olduğuna inanmaktayım. Elde ettikleri sonuç ise; Mükemmel..! İkinci büyük uygulama IRAK… Milletleri nasıl bölecekleri konusunda artık çok deneyimliler...  

Terör örgütleri genel olarak rasgele oluşmaz. Belli bir amaçla kurulurlar. Hedefleri vardır. İstihbarat servislerinin desteği olmadan yaşayamazlar. Lojistik destek olmadan var olamazlar. Ekonomik kaynaklar olmadan adım bile atamazlar. Bir terör örgütünün oluşması, yaşaması ve etkili olması için saydığım ve aklıma gelmeyen birçok unsurlar gerekir. Ve bu unsurlar devasa sistemler olmadan gerçekleştirilemez. Terör denince insanların aklına elinde kaleşnikoflu, bombalı teröristler geliyor, ne yazık!

Teröristler sadece uygulayıcılardır. Terörü yaratanlar ve uygulatanlar ise; dünyaya hükmetmek isteyenler kimlerse, işte onlardır.

Bir sonraki yazı da konumuza Doğulu Olmak alt başlığı ile devam etmek düşüncesindeyim. Allah’tan terörün iğrenç zulmünün insanlıktan, ülkemizden, askerimizden, polisimizden, savunmasız masumlarımızdan, yavrularımızdan uzak durmasını diliyorum. Bir sonraki yazıda tekrar buluşmak dileğiyle, Sağlıcakla Kalınız Efendim… Sevgilerle...

Yüreğimden;

“HİÇBİR ATOM BOMBASI, BİR ANNENİN YAVRUSU İÇİN DÖKTÜĞÜ GÖZYAŞINDAN DAHA PARÇALAYICI OLAMAZ… BU NEDENLEDİR Kİ, TERÖRÜN EN BÜYÜK HEDEFİ, ANNELERİN GÖZYAŞLARIDIR… EY O ELLERİ ÖPÜLESİ, YÜREKLERİ ACIYLA DAĞLANMIŞ, FARYATLARI GÖKKUBBEYİ SARSAN ANNELER, ALLAH YAR VE YARDIMCINIZ OLSUN…”

 “VE EY TERÖRÜ OLUŞTURAN VE UYGULAYANLAR, ANNELERİN YAVRULARINI KUCAKLAMA GÜNLERİNİ MAHŞERE BIRAKTIRANLAR, EY ŞEYTANIN HİZMETÇİLERİ, KÖTÜLÜĞÜN KANLI ASKERLERİ, EY ZALİMLER, DİLEDİĞİNİZ KADAR İNANMAYIN, AMA O MAHŞER GÜNÜNDE, YAPTIĞINIZ HİÇBİR TERÖRE BENZEMEYEN, CEHENNEMİN TERÖRÜNÜ TADACAKSINIZ”

Devamını Oku...