“Bütün renkler aynı hızla kirleniyormuş, birinciliği beyaza vermişler.” İnsanı insan yapan değerler manzumesinin tepetaklak edildiği ve tersine çevrildiği bir çağdayız.
Çocuklarımız sınıfta “inek” muamelesi görmemek için ders çalıştığını gizlemek zorunda kalabiliyor.
Askere giden gençlerimiz “nöbetten yırttım, içtimadan yırttım” replikleriyle “keriz” olmadıklarını ispatlamaya çalışıyorlar.
İşçimiz 15 dakikalık çay molasını nasıl yarım saate çıkardığıyla, memurumuz nasıl izin üstüne izin aldığıyla övünebiliyor.
Doğruluğun, dürüstlüğün, erdemin borsa veya döviz karşılığının olmadığı anlaşıldığında zoraki kürtaja tabi tutuldular. Ve birden namusluluk namussuzluk, namussuzluk da namuslulukmuş gibi algılanır oldu. Delilik suyundan içmek zorunda kalan akıllı gibi..
Sezen Aksu bir şarkısında “Yüzyıllarca namussuzluk yapmaktan bıkmadın mı namus?” derken moda deyimle tabu yıkıyordu. Meğer o tabu toplumun omurgası değil miymiş? Sonra çokça şikâyetçi olduklarımız da meğer sebebiyet verdiklerimizin neticesi değil miymiş?
Sonuçta Nasrettin Hoca’cı bir toplumuz. Bindiğimiz dalı bile bile ve esprisine kesme alışkanlığımız var bizim. Ama bunun yanı sıra binlerce yıllık bir tarih birikimimiz ve ulvi bir din geleneğimiz de mevcut.
Tüm peygamberliğin yaptığı, yalnız da kalsa, kınansa da, anlaşılmasa da iyiliğe, doğruluğa ve faziletli olmaya davet etmektir. Kötülüğün hangi versiyonu o devirde modaysa onu alışkanlıklardan ve algılamadan çıkarıp atmaktır.
Tabi “Nice yangın söndürücüler, yangın çıkarmakla suçlanmışlardır” yaftalarına da hazırlıklı olarak. Hz. Muhammed, risaletten önce bile Hılf’ul-Füdül (Erdemliler) ekibiyle bulunmaktan övünçlüdür. Biz ise vahiye muhatap olduktan sonra bile adam gibi olmayı kerizlik, toplumu ifsat edecek donanımlara sahip olmayı da adamlık saymaktayız.
Gönüllü Kerizlik demek aslında idealistlik, mefkûrecilik, ülkücülük, adanmışlık demek. Ama “vatan–millet”in karın doyurmadığı; idealizmin, adanmışlığın esatir’ül- evvelin (eskilerin masalları) sayıldığı bir demde gaye güdücülük yapılacaksa elektro–şokla yapılmalı. Ters toplumsal baskılara baştan hazırlıklı olmak babında gönüllü kerizlik bir şuur serpintisiyle idrak edebilecek bir duruş olmalı. Ve kendi durumu en iyi kendi değerlendirir noktada yarışa bir adım önde başlamalı.
Evet; borsadan, paradan, kredi kartından, “aşkım”dan, “ben var ya ben”den, mide gurultusundan başka bir şeyin konuşulmaz hale geldiği bir cemiyette ezberleri bozmak da yeterli değil. Yeni bir dil ve anlayış koymak zorundasınız.
Bu alanda en büyük riskimiz kendi klasiklerimizdir. Toplumsal tükenmişlik belirli gün ve haftalardaki çeyrek asırlık söylemlerle aşılamıyor. Hutbelerde ağaç sevgisi dinlemekten, derslerde çevreyi koruma vaazından bıktık, yaşayan örnekleri istiyoruz. “Oku” diye başlayan bir dinin okumayan Müslüman’ını dinlemek içimden gelmiyor.
Ya makamları, sıfatları dökülünce ne olacak? Cıbıldak mı kalacak? Öyleyse sadece yeni şeyler söylemek de çözmüyor, yeni davranışlar edinmek ve topluma “Tekrar-ı ahsen, velev kane yüzseksen” diyerekten engelde etmemiz gerekiyor.
Yoksa yakında 32 farz da kerizlik kısmına girecek. Ne mutlu gönülleriyle düşünüp düşünüp de zihinlerine davranış sinyali gönderebilenlere. Ve gönüllerinin, keriz(!)liğince yaşayanlara..
28.11.2007
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder