19 Aralık 2007 Çarşamba

Yaşamda Üç Cenaze


- Üstadım, ben niye böyleyim? Sizin söylediklerinize bazen dudak büküyor - affedersiniz ama -Üstadım saçmaladı.” diyorum, sonra da dediklerinizin doğru olduğunu anlıyorum ve kendi kendime tebessüm ediyorum. Sözlerinizdeki nükteyi niçin hemen anlayamıyorum?


- Ne oldu yine? Anlat bakalım.



- Siz derdiniz ki: “Her olay, daha öncekinin benzeridir. Nasıl fiziğin, kimyanın yasası varsa, sosyal olayların da yasası vardır. Yaşadığımız son olay, insanoğlunun yaşadığı ilk olaylardan farksızdır.” Az önce bir kitapta öykücük okudum, sanki bugünlerde aile çevremizde yaşadığımız bir olayı anlatıyor.



- Aile çevrenizde yaşadığınız olayı sana bırakıyorum, okuduğun öykücüğü anlat, ben de meraklandım.



- Üstadım, üç arkadaş para kazanmak için evlerinden ayrılıp yola çıkar. Bir süre sonra yorulurlar. Ağaç gölgesinde otururlarken içlerinden biri yerde gömülü sert bir cisimle karşılaşır, bakar ki, o, bir küp altındır. Sevinirler, kucaklaşırlar. Yaşça büyük olan, paylaşmadan önce karnımızı doyuralım, der. Yaşça en küçük olanı bir şeyler getirmesi için köye yollarlar. Bu da altının tamamını alabilmek için böreklerin yanında hazırlattığı ayrana zehir koyar. Kalan iki arkadaş da altınları ikiye bölmek, üçüncüsüne bir şey vermemek için köyden gelene tuzak kurarlar ve onu öldürürler. Getirilen böreği yerler ve ayrını bir güzel içerler. Birkaç dakika sonra ortada üç cenaze, bir de küp vardır.



- Kertenkele, senin sürüngen zekân bile, bu saçmalıkları anlıyor ve tuhaflıyor da insanlar niye anlamıyor ve değişmiyor? Mal, mülk, makam hırsı için birbirlerine zarar verenlere seni artık gönül rahatlığıyla öğretici tayin edebilirim.



- Üstadım, ben size göre dört ayaklılar sınıfında yer almıyor muyum?



- Olsun, dürtülerinde midesi ve göbeğinin altını merkez alanların ya da henüz gönül ve akıl noktasından hayata bakamayanların dilinden ancak sen anlarsın. Ortak lisan, iletişimi kolaylaştırır. Belki onlar da senin gibi zamanla terfi ederler.



- Üstadım, benzetmeleriniz tartışma yaratacak gibi. Bilirim, siz gürültüsüne dayanamayacağınız taşı yuvarlamazsınız, yine de üslubunuzu yumuşatsanız, diyorum.



- Elbette haklısın. İnsanların, anlamsız değerler yüzünden birbirlerini tahkir etmelerini bir türlü kabullenemiyor ve bu yüzden pek öfkeleniyorum. Senin anlattığın öykücük yaşanmış da yaşanmamış da olabilir. Ben sana yaşanmışını anlatayım.



- Üstadım, sizden dinlemek büyük zevk ve bir lütuf.



- Uzun Hasan’ı bilirsin. Akkoyunlu hükümdarıdır. O ölünce yerine oğlu Yakup, hükümdar olur. Annesi ise diğer kardeş Yusuf’un hükümdar olmasını istemektedir. Bir gün Yakup ile Yusuf avdan yorgun argın dönerler. Yakup annesinin hazırladığı suyu iştahla içer, kalan yarısını da kardeşi Yusuf’a ikram eder. Yusuf da zehirli suyun kalan diğer yarısını içmeye başlayınca anneleri, yırtıcı kaplan gibi Yusuf’un üzerine atlar, bardağı elinden alır ve kalan suyu içer. Şimdi ortada bir hain kadınla günahsız üç yavru kalmıştır. Akkoyunlu sarayından aynı anda üç cenaze çıkacaktır. Bu hainliğe sebep olan hükümdarlık makamı bütün çirkinliği ile aklı kısa başka kurbanlarını beklemektedir.



- Üstadım, insanlar henüz kendileriyle olan sorunlarını halledememişken niçin birbirleriyle uğraşarak sorun üretirler?



- Aslında, sorduğun sorunun cevabını verebilecek yeterliliktesin. Sen de bilirsin, bizim için mal, şöhret, kadın bir sınav aracıdır. Yazık ki, bu sınavı pek çoğumuz kaybediyoruz. Tarih, “insanlık” sınavını kaybedenlerin hikâyelerinin tekrarından ibaret. Büyük savaşların nedeni de bu. Yaratılmış en sorunlu varlık, insan. Sorunumuzun temelinde menfaat, şöhret tutkusu, hükmetme arzusu yatıyor. Buna, çıkarcılık, megalomanlık, narsislik de diyebiliriz. İnsan, rızkından fazlasını yiyemeyeceğini, biriktirdiklerinin hiçbirini öldüğünde götüremeyeceğini, makamların aslında ateşten gömlek olduğunu idrak etse hayat daha kolay olacak. Bizim kültürümüzde görev istenmez, layık olana verilir. Layık olduğunuz halde size görev verilmiyorsa o, size o görevi vermeyenlerin sorunudur. Hesap verecek olan, onlardır.



- Üstadım, şimdi ben zengin olamayacak ya da bir mevkie ulaşamayacak mıyım? Öyleyse ben niye çalışıyorum?



- Kertenkele, bu sorundan, sendeki ihtirasların, aklının ve gönlünün önüne geçtiğini anlıyorum. Unutma, yapı taşı yerde kalmaz. Şeyin dışında, önce “bir şey” olman lazım. Ayaklanmadan yürünmez, kanatlanmadan uçulmaz. Ayakların ve kanatların, aklın ve kalbin olursa yeryüzü sana hapishane olur. Üzgünüm, zindanda olduğunun farkında değilsin. Ancak yarasalar karanlıkları sever.



- Üstadım, şimdi ben terfi etmiş bir sürüngen miyim, aşağılanmış bir kanatlı mıyım?



- İsterim ki, “eşref-i mahlukat”tan olasın. Başa döner, “ilk insan”ın yaratılış hikâyesini öğrenirsek işin sırrını kavramış oluruz. Şimdilik bu kadar!


16.12.2007

Hiç yorum yok: