31 Aralık 2008 Çarşamba

2009’a Girerken Yerel Seçimlerin Önemi

2008 yılının son günlerindeyiz. 2009 için şimdiden söyleyebileceğimiz şudur: 2009 yılının tamamı geçim yılı, ilk çeyreği hem geçim ve hem de seçim dönemi olacak.

29 Mart 2009 da yapılacak yerel seçimlerin önemi, çoğu vatandaşımıza göre, sadece AKP iktidarını zayıflatmak veya güçlendirmek için bir gösterge olmasından ibaret.

Bu seçimlerde AKP oylarında ve kazanılacak belediye sayısında artış veya azalış,  hatta bazı kale sayılan belediyelerin el değiştirmesi, iktidarın sonraki yıllarını nasıl geçireceğine dair gösterge olacak. 2009'da şiddetini daha etkili olarak hissedeceğimiz ekonomik kriz ve işsizlik belasının da tesiriyle, iktidarın bu seçimlerden zayıflayarak çıkması halinde genel seçimlerin öne alınması söz konusu olabilecek.

Oysaki yerel seçimlerin önemi sadece Ankara'da yönetimin değişmesine etkisinden ibaret değil. Seçmenlerin gündelik hayatlarına, yerel seçimlerde seçtiklerimizin kimlik ve kalitesi, belki de Ankara'daki yönetimden daha çok etkili olmakta.

Siyasette ve idarede gücün ölçüsü paradan ibaret değildir. Ancak gücün en önemli parametresi kullanılan para miktarıdır. Bu bakımdan bütçe büyüklüğü sıralamasına göre en önde gelen Maliye, Milli Eğitim, Çalışma ve Sosyal Güvenlik, Milli Savunma ve Sağlık Bakanlıkları sırf bu özellikleri bakımından bile önemli bakanlıklardır.

Belediyeler, özellikle de Büyükşehir Belediyeleri, son senelerde bütçe büyüklükleri itibariyle birçok önemli bakanlıkları geride bırakmaktadır. 2009 bütçeleri açıklanan İstanbul ve Kocaeli Büyükşehir Belediyeleri ile bazı bakanlıkların bütçelerini aşağıda veriyorum:

Milli Eğitim Bakanlığı :  27 milyar 883 milyon 696 bin TL

Milli Savunma Bakanlığı : 14 milyar 532 milyon 622 bin TL

Sağlık Bakanlığı : 12 milyar 720 milyon 313 bin TL

İstanbul Büyükşehir Belediyesi : 6 milyar 200 milyon TL

İçişleri Bakanlığı : 1 milyar 893 milyon 861 bin TL

Kocaeli Büyükşehir Belediyesi : 1 milyar 770 milyon TL

Ulaştırma Bakanlığı : 1 milyar 155 milyon 636 bin TL

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı : 467 milyon 411 bin TL

Sanayi ve Ticaret Bakanlığı : 639 milyon 25 bin TL

Bayındırlık ve İskân Bakanlığı : 709 milyon 448 bin TL

Dışişleri Bakanlığı : 816 milyon 935 bin TL

Büyükşehir Belediyelerinin bütçeleri içine, ilçe ve ilk kademe belediyelerinin bütçeleri ve yanılmıyorsam belediyelerin yan kuruluşları olan İzgaz, İzaydaş, İSU, Kent Konut gibi kuruluşların bütçesi dâhil değildir.

Demek ki Belediyelerimizin bütçeleri Türkiye'nin imkânlarına göre oldukça büyüktür. Bu büyüklüğün çok altında bütçelere sahip özel sektör şirketlerinin Genel Müdür veya CEO olarak adlandırılan yöneticilerinde ne türlü vasıflar arandığını hatırlayınız.

Belediyelerde kaynakların yüzde on, yüzde yirmi gibi oranlarda bile daha verimli kullanılmasının Türkiye genelinde ne büyük ilave kaynaklar yaratabileceğini düşününüz. Daha çok ve kaliteli hizmet almamız için vasıflı başkanlar ve meclis üyelerine ihtiyacımız var. Kaldı ki ben çok vasıflı bir başkan ve ekibinin sağlayabileceği verimlilik artışının, yüzde yirminin çok üzerinde olabileceğini düşünüyorum.

Bir özel sektör şirketinin Genel Müdürünün vasfı bile belediye başkanlığı için yeterli olmayabilir. Çünkü siyasetin halkla olan ilişkileri, şirketlerden daha önemlidir. Yöneticilik vasıfları özel şirket tepe yöneticisinden aşağı olmayan, dürüst ve halkla iç içe insanları, Belediyelerimizde başkan olarak görmek hayali içindeyim.

Ne dersiniz, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir hayal mi bu?

*  *  *  *  *  *  *  *  *  *  *  *

2009 yılının en azından ilk yarısını krizin şiddetli sarsıntıları ile geçireceğiz. İkinci yarısı için ise kimse tahmin yapamıyor. Sadece umutlar açıklanıyor: "Her krizin bir sonu vardır. İnşallah bu kriz de en kısa zamanda sona erer."

"Türkiye bu krize hazırlıksız yakalandı." "Yüksek faiz- düşük kur" politikası sonucu Türkiye'ye akan sıcak para ile günümüz gün edildi. Özel sektörümüzün yüksek borçlanması, ara malı üreticilerinin ithalat ile rekabet edememesi sonucu faaliyetten çekilmiş olmaları, bizi dış sermaye olmadan çarkların dönmediği bir ülke haline getirdi. Artık dış sermaye de son derece kısıtlı.

Şu anda alınan ve alınacak tedbirlerin 2009'un ilk yarısı için bir fayda sağlaması beklenmiyor. Ancak gelecek yılları kurtarmak için bugün alınacak tedbirler çok önemli. Yoksa önümüzdeki yılları da heba etmiş olabiliriz.

Bu bakımdan seçtiğimiz kimselerin kalitesi ve yetenekleri geleceğimizi tayin etmede en önemli faktördür. Şüphesiz daha iyi yönetilmiş bir Türkiye, dünya liginde daha üst sıralarda yer alır.

2009 yılı için Allah'tan, bizlere önümüze konulan sandıklarda daha iyi bir seçim yapma becerisi vermesini, seçtiklerimize de fırtınalı denizlerde bile iyi kaptanlık yapabilecek yetenek ve basireti vermesini diliyorum.

Devamını Oku...

İhanet Özgürlüğü Talebi

Haksız ve belgesiz sözde Ermeni iddiaları karşısında sahte imzalarla özür dilemeye kalkanlar, toplumu çok kötü tahrik etmişlerdir. Belki de görevleri budur. Aldıkları talimat buna uygundur. Bizim bildiğimiz, özrü ancak suçlular diler. Türk tarihinde utanılacak bir sayfa yoktur. Kimseden özür dilemek durumunda değiliz. Tarih boyu Türk'e karşı yapılan soykırımları (biyolojik ve kültürel) karşısında bizden özür dilenmelidir.

Bazılarının görevi toplumu germek, tahrik etmek, kendi ülkeleriyle başkaları adına çatışmak olabilir. Ancak, bunlara fırsat verilmemeliydi. Sayın Cumhurbaşkanının dinleyicisinden konuşmacısına kadar tek taraflı ve aynı yanlış ezberi ortaya koyan Boğaziçi Üniversitesi'nde düzenlenen Ermeni Konferansına bizzat katılarak açış konuşması yapma niyetini ortaya koyması yanlış olmuştu. Daha sonra bu malum toplantıyı iptal eden hâkimin Elazığ'a sürülmesi de bir başka ayıp ve yanlıştır. Toplantıyı iptal için dava açanların bir kısmının Ergenekon sanığı olarak tutuklu olması da ayrıca düşündürücüdür. Dost ve müttefiklerimiz bu her iki konuyu da çok önemsemişlerdir. Nitekim, ABD'nde bir enstitü müdürünün Sayın Gül'ün Erivan'a maç ziyareti dolayısıyla "Amerika için Erivan ziyareti Ergenekon'dan daha önemlidir" şeklindeki ifadesi ibretle düşünülmesi gereken bir husustur.

Milli davalarda ne ikili oynanabilir; ne de bunlar karşısında tarafsız kalınabilir. Bu milli davalar, Ankara eksenli ele alınmak durumundadır. Maalesef, ülkeyi yönetenlerin birçok konudaki beyanları ya tarafsız bir hakem, ya da dolaylı taraf durumundadır. Komşularınız çözüme yaklaşır, fanatik ve ırkçı tavırlarını terk eder, tarihi gerçekleri hesaba kattıkları takdirde gayet tabii onlarla da görüşürsünüz. Ancak, Ermenistan tarafı hayali soykırımı iddialarından, Karabağ işgalinden, Doğu sınırımızın tartışılmasından, Azerbaycan'la ilişkilerimizin yön değiştirilmesi talebinden vazgeçmiş değildir. Batı Ermenistan iddiaları acaba nereleri kapsıyor? Siz bu komşunuzla bunları konuşamazsınız. Konuşurum diyorsanız; taviz vermeye hazırsınız demektir.

Belge ve arşivlere dayanmayan sözde soykırımı iddialarını kabul etmek ve özür küstahlığı, vicdansızlığın âlâsıdır. Bazı karanlık çevrelerce ortaya konulan bu çirkin ve küstah tavır, düşünce hürriyeti ile etiketlenemez. İstenen ve arzulanan, Türkiye'ye karşı bir ihanet özgürlüğü talebidir. Hiçbir ciddi devlet ve o devleti yönetenler bu tür örnekleri hoş göremez. Kimse "Efendim devletin görüşü, resmi tarih görüşü" şeklinde ciddi belge ve arşivleri küçümseyemez. Bilimsel değilmiş gibi gösteremez.

Son günlerde TRT'deki bazı programları da anlamak mümkün değildir. Devlet kuruluşu olarak TRT acaba büyük gayretlerle bu özürcüleri mi seçip konuşturmaktadır? Aslında, TRT'nin Kurmançça ve Zazaca'yı dışlayarak Ortadoğu'ya dönük Kürtçe yayın gayretkeşliği de yanlıştır. Devlet eliyle insanları ötekileştirmektir.

Bu özürcü takımın malum bir cemaatin düzenlediği "Abant Toplantıları"nın sürekli müdavimleri ve aktörleri oldukları da gözden kaçmamaktadır. Bu toplantılarda konuşmacılar ve davetliler itina ile seçilmektedir. Ortak özellik; Atatürk, Cumhuriyet, Türk kimliği, Anayasanın temel giriş maddeleri, kısaca Türkiye'yi Türkiye yapan değerlere karşı olmaktır.

Etrafta bir mahalle baskısı lafı sürüp gidiyor. Yapılan bir araştırma ile inanan ve muhafazakâr kesim üzerindeki baskı ortaya konmaya gayret edilmişti. Bu defa, bir başka öğretim üyesi Anadolu şehirlerini de hesaba katarak değişik bir sonuca vardı. Bu defa çok dar anlamda laikler üzerinde çeşitli yönlerden bir baskı ve sindirmenin olduğu ortaya çıkarıldı. Aslında, değişik özellikleri olan bu geniş kitlenin sadece laikler olarak ifade edilmesi de yanlıştır. Ancak, bazıları laik-antilaik ikileminin sürmesinden yanadırlar. Oysa, bunların bazı temel özellikleri; Anayasadaki laiklik prensibine bağlı kalmanın yanında, küresel istilâ ve ablukaya karşı milli tavır ortaya koymaları, teslimiyetçi olmamaları, yasal haklarını kullanmaları, milli bağımsızlık ve egemenlik konusundaki hassasiyetleri, kısaca Türkiye'yi Türkiye yapan değerlere bağlı bulunmalarıdır.

Araştırmanın sonunda bazılarının Ermenilerden dilediği özre yeni ilâvelerin yapıldığı görülmektedir. Bazı yabancı resmi görüşlerin telkinleri de aslında bu yöndedir.  

Haklı tepkilerini "www.reddediyoruz.com (15.803), www.ozurbekliyorum.com (107.708), www.sizozurdileyin.com (40.888)" sitelerinde ortaya koyanlara teşekkür ederiz.

Devamını Oku...

30 Aralık 2008 Salı

Hac Esintileri 2

 

Medine'deki Peygamber misafirliğinden sonra kefenlik benzeri ihramları giyinip bir sabah vakti otobüslere binerek Mekke yollarına düştük. 2 yıl önce umre ziyaretinde geçtiğimiz bu yollarda bu sefer hacı adayı olarak yoğun duygularla hep bir ağızdan seslendirdiğimiz 'lebbeyk' nidalarıyla hicretteki peygamber izlerini kokladık.

Ve Mekke... Muhteşem kalabalık... Allah'ın evini ziyaret... Umre tavafı ve Sa'y... O büyük güne hazırlık...

İzmit esnafından Turan Fevzi Develi, Abdulrezzak Kocaelçi ve Gebze eşrafından Yüksel Yaylak beylerle Ahmet Kurucan Hocanın sohbetine gidiyoruz. Tavaf, Sa'y, Arafat, şeytan taşlama ve sembol ibadetler üzerine hocaefendinin müthiş tespitleri... İçimde  "Bu gönül insanları olmasaydı bir şeyler eksik kalırdı' hissi uyanıyor. Kurucan hoca diyordu ki; 'tavaf bir girdap gibi hem dönmek hem derinleşmektir. Mümin bu girdabın içindeki çöp gibi olmalı. Dirençsiz ve teslimiyet içinde derine daha derine gitmeli iç aleminde'.

Hac dönüşünde beni ziyarete gelenlere en önemli tavsiyem "gözü yaşlı,  gönlü kırık gönül insanlarıyla beraber olun" şeklindeydi.

Arafat... Peygamber Efendimiz "Arafatta ağlayın diyordu", " ağlayamıyorsanız ağlar gibi yapın". Hiç ummadığım insanlar bu tavsiyeyi ne güzel de yerine getirdiler.

Müzdelife Vakfesi...  şeytan taşlamaya yürüyüş ve Allah'ın "...Arafat'tan ayrılıp sel gibi akın ettiğinizde Meş'ari Haram'da Allah' zikredin..." ayetinde belirttiği manzara içinde bir figür olmak... Bu zorlu yürüyüş Hacc'ın bedeni olarak imtihanının zirve noktası. Yaşlı ve hasta hacılarımız dahi sanki gençleşiyor. Genç bir doktor arkadaşımız bu "kafileden kimse bana hastayım demesin" diyerek hayret ve hayranlığını ifade ediyordu.

Anlatılanların aksine çok rahat şeytan taşlama imkanları oluşturulmuş. Arife yola çıkıp bayram gününün ilk saatlerinde  yapılan şeytan taşlamadan sonra çok yorgun bir şekilde otele vardık. Yatsak sabah namazına kalkamayacaktık. Eşimle beraber son bir gayretle tavaf ve hac Sa'y ını yaptık. O muhteşem yorgunluğu ve ondan daha da muhteşem olan görevini yapma, hacı olma duygusunu yaşamak ne güzel şeydi Allah'ım.

Mekke de dikkatimi çeken şeylerden biri sigara karşıtı afişlerdi. Sigaraların üzerinde kefenlenmiş bir insan afişi, kalbin üzerinde sigara izmariti söndürülen afiş ve gelin hep beraber Mekke yi sigarasız bir şehir yapalım afişleri çok güzeldi ve gerçekten sokaklarda sigara içen görmedim desem yalan olmaz.

Hac organizasyonunda Kabe de ve çevresindeki kutsal yerlerde güzel hizmetler yapan Suudi rejiminin şehircilik konusunda maalesef pek iyi olmadığını gördük. İşin uzmanlarının dile getirdiği duygu bende de uyanmıştı: Mekke ve Medine yönetimi İslam topluluğunun ortak yönetimine girmelidir.

Her sene güzel organizasyonu ile takdir aldığı bilinen Diyanet İşleri rehberlik ve turizmin alanına giren konuları ehil olan insanlara bırakıp sadece dini hizmet konularıyla ilgilenmeli. Diyanet şunu anlamalı ki her iyi hocadan iyi bir lider, iyi bir rehber olmayabilir. Rehber hocaların konuşma Arapçasını iyi bilmedikleri veya pratiklerinin iyi olmadığını da müşahade ettim.

Yine Hacıların dile getirdiği bir konu da Diyanetin kendi adını değil Türkiye'nin adını daha ön planda tutması gerekliliği idi.

Bütün dünya Müslümanlarının bir araya geldiği bu büyük buluşmada ortak dil olmaması maalesef bazı şeyleri eksik bırakmaktadır. İngilizce konuşma fırsatı bulduğumuz hacılarımızın büyük çoğunluğu Pakistanlı. Bir de bazı Afrika ülkelerinden veya Mısır'dan gelen Müslümanlarla İngilizce anlaşabildik. Maalesef Makedonya'dan Bosna Hersek'ten Irak'tan İran'dan Malezya'dan hatta Doğu Türkistan'dan gelen hacılarımızla ancak gönül diliyle konuşabildik.

Dr. Şefik Postalcıoğlu'nun Kocaeli Aydınlar Ocağı hacı uğurlama toplantısındaki tavsiyesiyle yanımıza Türkiye'den getirdiğimiz ay yıldızlı tesbihler ve Türk bayrağı rozetleri güzel hatıralara sahip olmamıza vesile oldu. Kabe'nin dibinde namaz saatini beklerken ay yıldızlı tesbihimizi hediye ettiğimiz Malezyalı bir çift önlerine dönüp hararetli bir şekilde cüzdanlarını karıştırdıktan sonra eşim ve bana bir Malezya banknotu uzattılar. Tabii şaşırıp almak istemediğimizi gördüklerinde "only for collection (sadece koleksiyon için)" kelimeleri döküldü ağızlarından mahçup bir şekilde. Hediyemizi karşılıksız bırakmak istememişler ve kendilerini hatırlamamız için onlar da bir hediye vermek istemişlerdi. Yine tesbih hediye ettiğim 12 yaşındaki Pakistanlı çocuk (İngiltere'den gelmişler) 'bu benim mi?' diye gözlerini hayretle açarak sorması ve 3 yaşındaki kardeşiyle bu tesbihle şen şakrak oynaması görülmeye değerdi. Ancak dönüş yolunda Cidde havaalanındaki mescidde yan yana saf tuttuğumuz Doğu Türkistanlı 3 yaşlı hacıya Türk Bayrağı rozeti verdiğimde gözlerinin nasıl parladığını ve vedalaşırken beni nasıl sımsıkı kucakladıklarını görmeliydiniz

Bu kutsal görevi yerine getirirken aynı kafilede yer aldığımız Kayseri grubundan Türk Ocaklarından İnşaat mühendisi Metin Soylu bey, Aydınlar Ocağından radyoloji doktoru Ömer Öztürk bey, Prof. Doktor Ali Kurtsoy bey, gönüllü rehberimiz Orhan Keşoğlu bey, Kocaeli'nden Remax temsilcisi Turan Çakar bey, Gölcük'ten kuyumcu Hasan Sarı bey ve yine Gölcükten petrolcü Ömer Kodaman bey,  Gebze TÜBİTAK MAM dan kimya mühendisi Haluk Mete Söhmen bey gibi çok değerli dostlar edindik.

Kendilerini buradan sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.

Yazmazsam eksik olacak: Harem'de namaz için beklerken ve saflar iyice sıkılaşmışken açılan çok küçük yere bir hacıyı davet etmek için başımı koridor tarafında ayakta bekleyen hacılara çevirince göz göze gelip açılan yere davet ettiğim kişi Kocaeli Aydınlar Ocağı hacı uğurlama yemeğinde beraber uğurlandığımız Elektronik Mühendisi İbrahim Yenice beyin ta kendisi idi. Tevafuk... İbrahim Beye de saygı ve selamlarımı sunuyorum.

Hac Esintileri

Sodan Sağa:Mustafa Toka, Metin Soylu, Pof.Dr. Ali Kurtsoy, Yahşi Macit ile Mescid-i Kıbleteyn ziyareti sonrası hatıra fotoğrafı.

Hac Esintileri

Ecyad caddesinde sigaraya karşı yapılan kampanya afişi. Şimdiye kadar gördüğüm en etkileyici sigara karşıtı afiş.

Hac Esintileri

Bayrak başörtüleri ile ilgi odağı olan Kocaeli'li bayan hacılarımız.

Hac Esintileri

Kimya Müh. Haluk Mete Söhmen ve eşi Diş Hekimi Ayşe Söhmen Uhud ziyaretinde.

Hac Esintileri

Kocaeli Hereke'den komşularımız Yusuf Albayrak ve eşi Serpil hanımla güzel bir buluşma

 

Devamını Oku...

Samimiyet

Tarih boyunca toplum düzenleri ve hayat tarzları kendilerine has değer sistemleri ile paralel biçimde değişime uğramış, her hayat biçimi bir öncekine göre farklı değerleri getirmiş veya ön plana çıkarmıştır.

Günümüz için de aynı durum söz konusudur. Modernleşme süreci kendine has değer sistemine göre insan hayatını şekillendirmiştir.

Söz konusu değer sisteminden kimi zaman memnuniyetle kimi zaman şikayetle bahsederiz. Ancak bir değer var ki hayatımızdan giderek uzaklaşmasının tesiri sanırım pek çok değere göre daha olumsuz ve dolayısıyla tesirli olmaktadır: Samimiyet.

Samimiyet insanın hayatına ve davranışlarına anlam katan en temel değerlerden biridir. Samimiyet olmaksızın insanın ne kendisiyle ne de etrafıyla anlamlı bir ilişki kurması ve barışık olması mümkün değildir.

Nitekim zamanımızın değer sistemi içerisinde birçok insan tarafından "akıllı olmanın" şahsi menfaati her şeyin üzerinde tutarak gözetme ve hayatını menfaatini temin üzerine inşa etme şeklinde anlaşılması insanın hem kendisi ile hem de çevresi ile samimi ilişkiler kuramaması neticesine yol açmaktadır. Neticede sık sık şikayet ettiğimiz yalnızlık insanın hem iç hem de dış dünyasını ele geçirmektedir. Zira insanın kendine yabancılaşması ve kurulamayan hakiki dostluklar kader halini almaktadır.

Bu mudur akıllı olmak?

Yine başka bir örnek olarak, samimi şekilde başlayan pek çok fikri hareketin bir müddet sonra aynı samimiyeti taşımaktan uzak bir yapı haline dönüştüğünü görürüz. Zamanında insanlara heyecan veren, onları bir fikir altında toplayarak bir amaç uğrunda birleştiren ve aralarında bir nevi kardeşlik temin eden fikir ve değerler zamanla çatışma yeri ve unsuru olabilmektedir. Zira özellikle kurumsallaşma ile birlikte artık kurumsal yapıyı korumak ideallerin kaynağı olan fikri koruyup zenginleştirmekten daha önemli hale gelmekte, fikre aykırı hareketler, yapıyı korumak adına görmezden gelinebilmektedir. Netice ideallerin yerini menfaatler almakta, samimiyet yerine şekilcilik ön plana çıkmaktadır.

Bugün özellikle gençliğin politikaya bakış açısında ve apolitik olmayı tercih etmesinde temel etken bahsettiğimiz vaka değil midir? Bu sebeple fikri akım taraftarı olmak bir hizmet vesilesi yerine çatışma sebebi şeklinde algılanmıyor mu? Böyle algılandığı için milletimize faydalı olabilecek pek çok insan fikri ve siyasi alanda var olmaktan kaçınmıyor mu?

Bu noktada dinimizin koyduğu bir prensibin önemi daha da fazla ortaya çıkmaktadır: "Ameller niyetlere göredir." Bu prensip insanın iç ve dış dünyasında bütünlüğü sağlamasının onun kamil insan olmasındaki önemi vurgulaması açısından hayli önemlidir. Zira eğer insan halis ve samimi niyetlerle bir iyiliği yerine getirmiyorsa veya sebep olduğu bir kötülüğün gerçekleşmesinde kastı bulunuyorsa başkaları tarafından iyilik olarak görünse de davranışın hiçbir değeri yoktur. Veya tersine samimi ve halis niyetlerle yapılan bir davranış, başkaları onu takdir etmese de değerinden bir şey kaybetmez.

Bir insanın dış çevre baskısı altında kalmadan ve değerlerinden ödün vermeden idealist biçimde hareket etmesinde bu ilkenin rolü yadsınabilir mi?   

Dolayısıyla insanların gittikçe samimiyetten uzaklaştığı, kalbinin ve ağzının başka başka konuşmaya başladığı bir ortamda değerlerimizin yeniden ve doğru biçimde aktarılmasına çalışılması, hem gelecek nesillerin karakterlerinin doğru oturmasında hem de kendi kendimize yabancılaşmaktan uzak kalmamamıza vesile olacaktır. Tabii bunu samimiyetle yapmak şartıyla...

Devamını Oku...

29 Aralık 2008 Pazartesi

Yazıklar Olsun

Türkiye bu hızla giderse kendi kendini suçlayan ülkeler kategorisinde Guinness rekorlar kitabına geçecek. Kendisine aydın diyen, böyle demekle aydın olduğunu zanneden, zannettikçe de havalara giren bir gurup insan yine kendisini ihbar etme mutluluğuna ermiş.

Mevcut iktidarı hazmedemeyen, her fırsatta ülkede arıza çıkarmaya çalışan bu çakma entelektüeller bir özür dileme kampanyası başlatmış. Kimin için yapmışlar bu işi:

On binlerce masum insanın burnu dibinde dilediğince yaşayıp, onların hoşgörülerinden istifade ettikten sonra, arkadan vurmak sureti ile onları katleden Ermeniler için.

Bu aydınlanmamışlar,kendi dergileri olan Aydınlık dergisinin 2005 Ekim'inin başından itibaren yayımlanan KAZAÇNUNİ RAPORU nu okumadılar mı?.

Kim bu OVANES  KAZAÇNUNİ ?

Ovanes Kazaçnuni 1918 yılı Temmuz ayında kurulan Ermeni devletinin ilk başbakanıdır. Taşnak hükümetini 1919 ağustosuna kadar 13 ay yönetmiştir. Taşnaksutyun Partisi'nin kurucusu ve lideridir. Ermenistan'ın ve Taşnak Partisi'nin en yetkilisidir. 1867 yılında Gürcistan'ın Ahıska bölgesinde doğmuş bir mimardır. 1920 yılında Ermenistan'da Bolşevik iktidarının kurulmasının ardından tutuklanmıştır. 1938 yılında ölmüştür.

Şimdi size Kazaçnuni'nin 1923 yılı nisan ayında Bükreş'te yapılan Yurtdışı Konferansına sunduğu rapordan bazı maddeleri aktaracağım. Aslında bu rapor Kazaçnuni'nin bir itirafıdır.

Bu itiraf o yıl kitap olarak yayımlanır. Kitabın adı "Taşnaksutyun'un artık yapacağı bir şey yok."

Ovanes Kazaçnuni'nin kitabındaki saptamalardan bazılarını sunuyorum.

Tehcir kararı amacına uygundu.

Ermeniler Müslüman nüfusu katletmişlerdi.

Ermenistan da Taşnak diktatörlüğü kurmuşlardı.

Taşnak yönetimi dışında suçlu aranmamalıydı.

Bu başkalarının değil, Ermenistan'ın Başbakanının saptamalarıydı.

Gördünüz mü değerli okuyucular? Türklerin meşru olan savunma içgüdüsüne Ermeni'nin Başbakanı nasıl hak veriyor. Peki bizim içimizdekiler ne yapıyor?

Kendi ülkesinin meşru tepkisini yok sayarak bir suçlu gibi özür diliyor.

Ne siz nede ben bu hareketin yüzeysel bir gaflet olarak yapıldığına inanacak kadar saf değiliz.

Bu harekette Türkiye'nin bir diriliş içerisine girmemesi için uluslar arası sindirme politikasının bir parçasıdır.. BÜYÜK BELA'nın bir projedir.

Bu projenin bir parçası olanlara yazıklar olsun.

Almanya gibi yapmayıp, intikam adına misilleme ve yok etme yerine tehcir etmeyi tercih eden bir milletin bu icraatıyla örnek olduğunu ifade edeceğine en hafif tabiri ile  özür dileme aymazlığına düşen, asla aydınlanamamış bu insanlara yazıklar olsun.

Ağacın baltaya , "Sen demirsin. Sana kızamıyorum. Fakat sapına çok güceniyorum. Onunda aslının benden olması zoruma gidiyor."dediği gibi.

Aranızdan bazılarına kızamıyorum. Bazılarınızın yaptığı ise  çok gücüme gidiyor. Acaba bazılarınızın geçmişini bizden zannettiğim için mi?

Demokrasi ve özgürlüğü de bir hayli sulandırdık. Hakaret mi değil mi hiç umursamadan ağzımıza geleni söylüyoruz. Yeter ki karşımızdaki muhalifimiz olsun.

Bazı Yazarlarımız, çizerlerimiz, ilim adamlarımızda bir alem. Bazen üstlerini giyinip,olmadık yerde yollara dökülürler. Bazen de suspus olurlar. Tepkileri hak ve adalet için değil, tepkileri sadece taraf için. Tarafı tutuyorsa yapana methiyeler düzerler. Onun haklılığını bütün kuralları çiğneme pahasına da olsa savunurlar. Tarafı tutmuyorsa, bir bardak suda fırtınalar koparırlar.

Cumhurbaşkanının gayet insani olan soyağacı açıklaması bile onlara batar. Haddini fersah fersah aşan Milletvekilini savunmak için adeta kuyruğa girerler. Savunmaya ağzı varamayanlar bile onun üzerinden Cumhurbaşkanını eleştirme zevkine ererler.

Milletin adına, milleti temsilen o koltukları işgal ederken milletin temsilcilerinin soyunla sopunla uğraşanlara yazıklar olsun.

Milletin en sıkıntılı zamanında fırsatı ganimet bilerek onu arkadan vuran, on binlerce vatan evladını çukurlara doldurarak topluca katleden, binlerce kadın ve genç kızın ırzına geçerek, onları insanlık dışı işkencelere maruz bırakan Ermeni hainlerden özür dilemek rezaletinde bulunanlara yazıklar olsun.

Bu Ülkenin imkanlarıyla semirerek lüks yaşayıp, vatanına, milletine, geçmişine haksızlık edenlere,

Yüz bin kere yazıklar olsun.

Devamını Oku...

Sivil Toplum ve Sivil Toplum Kuruluşlarının Türkiye Pratiği üzerine...(2)

Sivil Toplum Kuruluşları(STK) Yirminci yüzyılın son çeyreğinde siyaset sahnesinde yoğun bir şekilde rol aldıkları görülmüştür. Önümüzdeki yıllarda da siyasette en önemli aktörler arasında STK'ların önemini artıracağını söyleyebiliriz. Geçtiğimiz yıllarda Doğu Avrupa'da ve Doğu Bloku ülkelerinde meydana gelen "Renkli devrimlerde" (turuncu) STK'ların hem ulusal hem de uluslar arası düzeyde siyasal aktör olarak önemlerinin arttığını gözlemlemekteyiz.

Çağdaş anlamı ile sivil toplum "kendi kendine oluşmuş, kendi desteğini kendi varlığından alan, devletten özerk, gönüllü, bir hukuki düzen yada kurallar kümesine bağlı toplumsal hayatın organize bir alanının " ifadesidir. (Wood. E.M. The Uses and Abuses of Civil Society. Socialist Register. 1990 s.62) Son yıllarda Dünyada yaşanan rejim değişikliklerinin toplumsal altyapısının hazırlanması geçiş sürecinin sancısız olmasında önemli rol oynamışlardır. STK'lar toplumların taleplerini ifadede en etkili araç haline gelmişler ve ulusal ve uluslar arası boyutta ciddi bir konuma yükselmişlerdir. En önemli rolleri ise yöneten ve yönetilenler arasında ilişkilerde belirleyici olmalarıdır.

STK'ları önemlerinin bu kadar artmasının sebeplerini anlamak için bu konu ile ilgili kavramlara iyi bakmamız gerekir. 1990 sonrası sivil toplumun "üçüncü sektör" olarak telaffuz edildiğini görüyoruz. Türkiye'de "Sivil Toplum Kuruluşu" STK' ların farklı farklı  isimlerle ifade ediliyordu. örnek verecek olursak "Sivil Toplum Örgütleri (STÖ)", "Gönüllü Teşekküller (GT)", "Sivil İnsiyatif (Sİ)", Kooperatifler, sendikalar, odalar, dernekler, kulüpler v.b gibi. Batı da ise "Hükümet Dışı Örgütler (Non-Governmantal Organisations - NOGs)", "Sivil Toplum örgütleri (Civil Society Organization - CSOs)", uluslar arası faaliyet gösterenler ise "Uluslar arası Toplumsal Hareketler (International Social Movements - TSMOs)", "Uluslararası Hükümet Dışı Örgütler (International Non-Governmental Organizations - INGOs") gibi adlandırmaları olduğunu görüyoruz.

Sivil kavramı tarih sürecinde pek çok anlam değişikliğine uğramıştır. Avrupalılar sivil kavramını kentli olmakla özleştirmişlerdir ve bu perspektiften bakmışlardır . Şehirde yaşayan kırsal ve köyde yaşamayanlara , askeri yada dini görevi olmayan, medeni ,uygar, kibar ve görgülü gibi kavramlar arasında değerlendirmişlerdir.  Buradan da görüldüğü gibi ortak bir tanımdan bahsedilemez..Sivil Toplum kavramının dayandığı en temel kaynak olarak Aristoles'in "Politika" adlı eseri gösterilir. Bu esere göre tüm toplulukların en yücesi en yüksek iyilik seviyesine ulaşmak isteyenin "Polis" veya "siyasi toplum (politike koinonia)" olduğundan söz eder. Bu eserde sivil toplum, devletle belirli bir özdeşliğe dayanmakta ve aynı zamanda da ilkel olmayan medeni anlamında da kullanılmaktadır. Avrupa'da sivil toplum kavramı 18. yüzyılda "toplum sözleşmesi" kuramlarında ortaya çıktığı görülmektedir.

İnsanların belli bir siyasi mekanizma çerçevesinde , bir sözleşme etrafında bir araya gelmeleriyle mümkün olan yeni durumda sivil toplum, devlete geçiş süreci ile eş zamanlıdır ve devletle özdeşleşmiştir. Zamanla bu özdeşlik devlet-sivil toplum biçiminde ayrışmıştır. Çeşitli kuramcılar siyasi alan dışında kalan toplumsal bir alanı ifade eder demişler. Bazıları da sivil toplum alanındaki meselelerin ekonomik ilişkilerden olmadığı siyasi ilişkiler dayandığından bahsetmişlerdir. O tarihlerde Devlet, siyasi toplum ve sivil toplumların toplamından müteşekkildir demişlerdir. Felsefi yaklaşım içinde olanların bazıları yönetenlerin yönetilenlerin rızası ile iktidara gelinmesi gerektiğini, kuvvetler ayrılığı prensibine de önemli vurgu yapıldığını söyleyebiliriz. Böylelikle sivil toplum kavramının olgunlaşma süreçlerini görmekteyiz.

Devamını Oku...

28 Aralık 2008 Pazar

Bir Öğretmen Yazısı

 

Dünyaya "Merhaba" dedikten sonra çevreyle bütünleşirken, cinsiyetimize göre kendimize meslekler seçeriz. Önce ya anne ya baba oluruz, onların rollerini oynarız. Sonra öğretmen kavramı girer dünyamıza. Artık, hepimiz birer öğretmeniz. Beyaz önlük giyeriz, beyaz tebeşir alırız elimize. Bir ciddiyet örneğiyizdir, tam otorite kurarız etrafımıza. Çocukları ağlatırız, severiz, döveriz rol gereği. Çünkü öğretmeniz. Tadına doyum olmaz bu rolün.

Bu tat, ilköğretim çağında biter. Başka meslekleri tanımışızdır, başka değerleri ve bu değerlerin kendi aralarındaki önceliklerini kavramışızdır. Öğrenmenin, öğretmenin, sevginin para etmediğini görmüşüzdür çevremizden. Evdekiler, ya para ya makam ya imaj konuşuyorlardır. Biz de mesleklerimizi, getirisine göre sıralarız aklımızca. Öğretmenlik, listedeki birinci sırasını terk etmiş, son sıraya düşmüştür. Büyüklerimizden "Bir şey olamayacaksa öğretmen olsun bari!" lafını duyarız. Bir şey olamayanın öğretmen olduğu bir ülkede yaşamak, ne acı değil mi?

Bu ülkede insanlar, "Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.", diyen Hz. Ali'yi, Fatih'in hocası Akşemsettin'i referans alır, onları yüceltir, kendisine model alırdı. Çünkü insanlar, ilim öğretenlerin peygamberler mertebesinde kutlu insanlar olduğuna inanırdı. Öğretmen, maddenin değil, mananın simgesiydi. İnsanlarımız, öğretmenlerin, insan yaşamında ekmek kadar, su kadar, toprak kadar gerekli ve değerli olduğuna bilirdi.

Devirlerle beraber, öğretilenler, bunun doğal sonucu olarak değerler de değişti. İnsanlar yaşama sevincini, özgüvenini, paylaşma mutluluğunu, yarın umudunu kaybetti. Gelinen nokta, ne öğreteni ne de öğreneni memnun etti. Özenilen meslek özenilmez, saygı duyulan meslek sayılmaz oldu. Çocuklarımız artık öğretmen olmak istemiyor.

Öğretmenliğe yeniden hayat vermek, onu yeniden inşa etmek zorundayız. Sporda birinciler o sporu yapanların seçilmesi ile ortaya çıkar. Öğretmenlik, bu mesleğe ilgi duyanların, gönül verenlerin seçilmesi ile ulaşılacak bir meslek olmalı. Öğretmen, kendisine ibadet hazzı veren değerleri öğretmeli, hem öğretmenin hem öğrettiklerini bilmenin ayrıcalığını yaşamalı. İlmiyle, irfanıyla, dış görünüşüyle, ailesiyle bulunduğu topluma kutup yıldızı olmalı.

Öğretmen; öğrenmeyi sevmeli, öğretmeyi sevmeli, insanı sevmeli. Kendisiyle barışık, çevresiyle uyumlu olmalı. O, alarak değil, vererek yüceleceğini bilmeli. Özveri, çalışkanlık, iyimserlik, dürüstlük, doğruluk, sabır; öğretmenin temel ilkeleri ve nitelikleri olmalı. Öğretmen hizmet ettiği insanları, vatanını sevmeli; tarihini, kültürünü, iyi bilmeli. İnançlı olmalı.

Her 24 Kasım'da atılan nutuklarla geçiştirilecek meslek değildir öğretmenlik. Her gün yeniden inşa edilen aşktır, heyecandır, ümittir öğretmenlik, bir yaşam tarzıdır. Şairin, şairlik için dediği gibi, ben de diyorum ki: "Öğretmen olunmaz, doğulur."

Şüphesiz her meslek kutsaldır. Her meslek insana hizmet eder, insan kutsaldır. Bazı meslekler insana dolaylı hizmet eder. Terzi kumaşa, mühendis betona, demire, şekil verir. Öğretmenin malzemesi de insandır, amacı da insandır. Bir mühendisten, bir terziden, bir çiftçiden daima bir adım öndedir öğretmen. Ağaç misali, bindiğimiz dalların tamamı öğretmen gövdesine bağlıdır. Bu gövdeyi önemsemeyen, beslemeyen toplumlar, zamanla köksüz kaldıklarını görmeye mahkûmdurlar.

Ülkemiz, hala, üç ayda öğretmen yetiştirme, ideolojik amaçla öğretmen devşirme politikalarının sancısı çekiyor. Bu ayıbı kısa zamanda kapatmalı, yarayı tamir etmeliyiz. Öğretmenlerimizin ekonomik durumlarını iyileştirmeli, hizmet içi kursları ile pedagojik yönlerini güçlendirmeli, motivasyonlarını artırmalıyız. Öğretmen - öğrenci arasındaki sevgi, saygı, güven bağını yeniden tesis etmeliyiz. Bunun için hem yöneticilere hem öğretmene hem velilere büyük görevler düşmektedir.

Öğrenmenin, öğreticinin ve öğrenicinin olmadığı yerde erdemden söz edemeyiz. Erdem yoksa biz niçin varız?

 

Devamını Oku...

25 Aralık 2008 Perşembe

Özür Dileme Yarışı!

Tarihi bilmeden tarihi yargılamak kadar cahilce bir hareket yoktur! İnsanların kendi şahsi düşüncelerini ifade etmeleri çok doğaldır; fakat bu tip düşüncelerin millet ve devlet adına seslendirilmesi, her şeyden önce bu insanların kendi devletlerine – milletlerine karşı yaptıkları en önemli ayıplardan birini teşkil eder.

Bu açıdan bakıldığında, son günlerde ülkemizi meşgul eden Ermenilerden özür dileme kampanyası, ülkemizde kendini “aydın” diye tabir eden bazı şahısların nasıl bir vahamet içersinde olduklarının en önemli göstergesidir.

Neden mi?

Kısaca izah edelim:

Değerli okuyucular, Türk milletinin tarihte uzun süreli imparatorluklar kurarak yerleştikleri yerlerde kendilerini çok çabuk benimsetmelerinin en temel sebebi bulundukları yerlerde karşılaştıkları toplulukları, Batı literatürüyle ifade edecek olursak, “öteki”leştirmemesinde yatmaktadır. Türkler bulundukları yerde kendilerinden farklı olan toplulukları kendinden görme ve benimseme ile tarihte, tarihe yön veren, uzun ömürlü üç büyük imparatorluk kurmuştur.

Türkler 11. yüzyılın sonlarında Anadolu’ya yerleştiklerinde Anadolu’da bulunan milletlerden biri de Ermenilerdi. Ermeniler o zaman Doğu Roma Ortodoks kilisesini kabul etmeyip kendilerinin kurduğu kiliseye bağlı oldukları için yönetim tarafından hor görülüyorlardı. Bu sebeple Fatih Sultan Mehmet’in, İstanbul’u fethettiğinde kendisini tebrik eden dönemin Ermeni Patriğine “dualarınız sayesinde” dediği kaynaklarda ifade edilmektedir.

Bölgedeki Türk hakimiyetinden hoşnutluk duyan Ermeniler daha sonra Osmanlı’nın kurumlaşmasında ve iskan politikasında önemli rol üstlenmiş ve yönetimde üst düzey mevkilere gelmişlerdir. Nitekim kendilerine “millet-i sadıka” yani sadık millet ismi verilmiştir.

Ancak 19. yüzyılda hızlanan milliyetçilik akımları Ermeni milletini de etkilemiş, o dönemlerde kurdukları Taşnak ve Hınçak teşkilatları ile yönetime karşı çeşitli faaliyetlerde bulunmuşlardır. Öyle ki, I. Dünya Savaşı sırasında özellikle Rusya’nın kışkırtmasıyla Doğu ve Güney Doğu Anadolu’da yöre halkına karşı yaptıkları katliamlar sonucunda 1915 senesinde dönemin yönetimi Doğu ve Güney Doğu Anadolu’daki Ermenileri tehcir ettirmiştir.

Bahsi geçenlere ilaveten belirtmek gerekir ki İngilizlerin İstanbul’u işgalleri esnasında Osmanlı Arşivlerine de el koydukları ve o dönemde özellikle “Ermenilere soykırım yapıldığına dair iddialarını” kanıtlamak amacıyla belge araştırmasına girdikleri görülmektedir. Ancak konuya dair böyle bir belgenin olmaması kendilerini tezlerini desteklemek üzere “mavi kitap” adı altında bir eser yayınlamaya itmiştir. Tarihi gerçeklikten ziyade siyasi bir amaca hizmet eden bu kitap hala tartışılmaktadır.

Genel hatlarıyla aktarmaya çalıştığım Ermeni konusu anlaşılacağı üzere karşılıklı olaylar zincirinin yaşandığı bir süreçtir. Bu sebeple ülkemizdeki bazı sözde aydınların, düzenledikleri “Ermenilerden özür dileme” kampanyasını tek taraflı olarak sürdürmeleri ve kendi milletine uygulanan katliamlara karşı aynı hassasiyeti hissetmemeleri iç acıtıcı bir durumdur.

Esasında özür dileme kampanyaları arkasında yatan gerçekler, kanaatimce, daha sonra büyük ihtimalle Ermenilerin isteyecekleri toprak, tazminat ve tanınma taleplerine karşı milleti psikolojik olarak hazırlamaktır.

Dolayısıyla Büyük Ortadoğu Projesi ve ılımlı İslam tezleriyle hız kazanan Anadolu topraklarını Türk kültüründen temizleme hareketlerinin bir yansıması olan bu kampanyalar karşısında bilinçli hareket edip içimizdeki ayrık otlarına fırsat vermemek hepimizin en asli vazifesi olmalıdır.

İyi haftalar!...

Devamını Oku...

Özür Kampanyasına Gül ve Erdoğan’ın Farklı Tepkisi

Ermenilerden özür dileme kampanyası açan bir grup sözde aydının kampanyasına, farklı tepki gösteren devletin zirvesindeki iki kadim dostun (Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan R.Tayyip Erdoğan’ın) tavır farkını anlamak için, olayı farklı boyutlarıyla değerlendirmeye çalışıyorum.

Türkiye adına Cumhurbaşkanı Gül ve Dışişleri Bakanlığımız Ermenistan ilişkilerinde bir “açılım” başlatmıştı. A. Gül’ün Eylül ayında milli maç vesilesiyle Erivan’a gitmesi, Türk kamuoyunda olduğu gibi Ermenistan ve ABD merkezli Ermeni Diasporasında farklı tepkilere yol açmıştı. Çok ciddi ekonomik sıkıntılar ve fakr ü zaruret halindeki Ermenistan, Türkiye kapısının açılmasına şiddetle ihtiyaç duymakta iken, Diaspora iki ülke arasındaki gerilimin düşmesini istemiyordu.

Abdullah Gül’ün vatanseverliğinden şüphe etmeyen geniş halk kitleleri de, “hiçbir karşılık alınmadan taviz verildi” iddialarına rağmen, Ermenistan ile Diasporanın bağının koparılacağı ümidiyle veya en azından “devletimizin bir bildiği vardır” inancıyla Erivan seferini ihtiyatlı bir iyimserlikle karşılamıştı.

Ermenilerin stratejisi belli idi, 3T olarak nitelendirilen bu stratejiye göre:

  1. Tanıma (Türklerin Ermenilere 1915 yılındaki olaylarda bir soykırım uyguladığının tanınması),
  2. Tazminat (Tanınmadan sonra uluslararası mahkemelerde açılacak tazminat davalarıyla Türkiye’yi büyük meblağlı tazminatlar ödemeye mahkûm ettirmek),
  3. Toprak talebi (Ermenilerden gasp edildiği iddia edilen yurt parçalarının Ermenilere devri) gerçekleştirilecekti.

 

Ermenilerin, soykırımın tanınması yönünde dünyada aldığı mesafe ciddi boyuttadır. Bazı Avrupa ülkeleri parlamentolarından, “soykırım yoktur denilmesini suç sayan” garip kanunlar bile çıkartmayı başardılar. ABD senatosunda sık sık soykırımın tanınmasını önlemek adına verdiğimiz tavizler, harcadığımız paraların da haddi hesabı yoktur.

Cumhurbaşkanı Gül’ün başlattığı Ermenistan açılımı ile ilgili beklentiler sürerken, gazeteci Ali Bayramoğlu, profesörler Baskın Oran ve Ahmet İnsel ve Dr. Cengiz Aktar’ın öncülüğünde başlatılan “Ermeni kardeşlerimden özür diliyorum” adlı kampanya Türkiye’nin gündemine oturuverdi.

Özür kampanyasının 3T stratejisine hizmet etmekte olduğundan kuşku yoktur.

Bir kısım sicili malum zevatın yanında “iyi niyetli, saf fakat bilgisiz tanınmış kişilerin” de katıldığı kampanya kadar, devletin zirvesinin verdiği farklı tepki de dikkati çekti.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, yaptığı açıklamada, “Türkiye'de her türlü görüşün açıkça tartışılabilmesinin devlet politikası olduğunu” ifade etmişti. Ermeni terörüne onlarca şehit vermiş Dışişleri Bakanlığı’nın açıklamasında da benzer ifadeler yer almıştı. Cumhurbaşkanı ve Dışişleri Bakanlığı’nın bu açıklamaları kampanyaya destek olarak algılanmış, hatta kampanyanın Çankaya’dan yönlendirildiği iddialarına yol açmıştı.

Oysaki Başbakan Erdoğan çok daha net ve halkımızın çoğunluğunun hissiyatına uygun bir tepki verdi: “Ortada böyle bir suç varsa, suç işleyen özür dileyebilir. Ama ne benim ne ülkemin, ne milletimin böyle bir sorunu yok. Suç işlemedim ki özür dileyeyim. Kampanya, sadece ortalığı karıştırmak, huzurumuzu kaçırmaktan ve atılan adımları da terse çevirmekten başka bir işe yaramaz.” CHP lideri Deniz Baykal ile MHP lideri Devlet Bahçeli’nin tepkileri de Başbakan’a paraleldi ve kendilerinden beklendiği gibi aynı netlikte idi. Dışişleri Bakanı Babacan da Başbakanın açıklamasını destekleyen ifadeleriyle, Bakanlığının açıklamasını düzeltti.

Kampanya hakkındaki Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın tavır farkı, basit bir karakter farkı olarak tanımlanamayacak kadar büyük.

Devletin zirvesinde politika farkı olmasını kaldıramayacak kadar önemli ve köklü bir dış politika meselesi söz konusudur. İcranın fiilen başında olmayan “temsil makam”ındaki Gül’ün Türk dış politikasında Ermeni Meselesine karşı tezimizi değiştirmeye yeltenmesi de beklenmemelidir.

Özür kampanyasını başlatanlardan ve destekleyenlerden bir kısmının “Cumhurbaşkanı’na yakın olan bir takımdan olması önemli.  Bu takımın içinde “Mehmet Altan, Can Paker, Eser Karakaş, Cengiz Çandar, Ali Bayramoğlu, Oral Çalışlar, Yaşar Kemal, Adalet Ağaoğlu ve Tayyip Erdoğan’ın yanından uzaklaştırdığı Ömer Çelik gibi pek çok isim var.” Bu zevat ve bunlarla dost olan Fehmi Koru gibi Cumhurbaşkanına çok yakın olan bazı yazarlar temel dış politika konularımız olan “Güneydoğu meselesi, AB ve ABD ile ilişkiler, Ermeni konusu, K. Irak, Kıbrıs, Patrikhane konularında geleneksel devlet politikasının değiştirilmesini ve “devletin kırmızıçizgilerini  değiştirmesini” savunuyorlar.

Bu çizgideki zevatın, Başbakan’ın “tek millet, tek vatan, tek bayrak, tek devlet” gibi milli çizgideki söylemlerine, “Başbakan MHP ve Devlet Bahçeli çizgisine kaydı” şeklindeki eleştirilerini hatırlayınız. Bu tür eleştirilerin, Fehmi Koru’nun ilk defa “Obama gibi geldiler Bush oldular” ifadesiyle AKP’yi eleştirmesini takiben yoğunlaşması da tesadüf olmasa gerek.

Başbakan Mart ayında seçimlerde halktan destek arayacak. Cumhurbaşkanı Gül’ün böyle bir kaygısı yok. Çankaya Köşkünde rahat etmesi için iç ve dış çevrelere sesini iyi duyuran malum zevatın desteğini daha önemli buluyor olabilir.

Belki de tamamen beşeri bir durum, yakın çevresinden etkilenme gibi basit bir neden de olabilir. Acaba uzun süre Başbakan’ın yakın çevresini kuşatan malum zevat, bu defa Çankaya Köşkünü mü kuşatmaya aldı?

Bir başka ihtimal olarak düşünüyorum. Acaba Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı makamını işgal eden iki eski dost, farklı çevrelere “iyi polis- kötü polis” rolü oynama konusunda anlaştılar ve izlediğimiz irticalen sergilenen bir sahne değil de, senaryosu önceden yazılmış bir oyun mu söz konusu?

Son ihtimal ve tek temennim Cumhurbaşkanımızın ifadelerinin yanlış anlaşılmış olması ve politika değişikliğinin kuruntu, malum zevatın tesirinin de sadece bir vehimden ibaret olması.

Devamını Oku...

Lânet Olsun İçimizdeki Bu Ermeni Sevgisine

Atillâ İlhan, ‘Türkiye’de her zaman yüzde 10 hain kontenjanı vardır’ derdi. Ki ihanet Türk Tarihinde vaka-yı âdiyedendir.

I.Dünya Savaşı ve öncesi Ermeniler Ruslarla işbirliği halinde Doğu Anadolu’yu kırıp geçirirlerken Dışişleri Bakanı  Noradunkyan isimli bir Ermeniydi. Ve Türkiye Ermenilerinin temsilcisi de Bogos Nubar Paşa.

Elbette savaşta bizimle kader birliği yapıp şehit düşenleri de oldu. Ama çifte kavrulmuş hıyanet insan havsalasının bile idrakte zorlanacağı bir boyutta idi.

Osmanlı ne zaman merhamete yanaşsa, nasihat etse, affa yeltense; “Korkunun adını af koymuşlar” teranesiyle merhameti âcizlik bildirisi sayarlardı. Zaten bizi yaptıklarımızdan ötürü değil yapmadıklarımızdan ötürü cezalandırmak istiyorlar. Komplekslerin dışavurumu böyledir.

Geçmiş zamandaki ‘Hepimiz Ermeniyiz’ sloganı aslında birçok insan için kimlik ifadesiydi. Oysa Selçuklu’dan  beri Ermeni’yle, Rum’la  yan yana yaşamışız ama ayrı mahallelerde. Şimdiki sorun kendini Ermeni olarak ifade eden Ermenilerde değil,Türk olarak ifade eden Ermenilerde. Bkz: www.ozurdileyin.com

Truva Atı bir tek Çanakkale’de olsa dert değil. Muhtelif çap ve markada memleketin bilfiil her köşesinde. Ve bilhassa üniversitelerimizde.. Nasılsa ülkede özgürlük kamaşması var. Çıldırın çıldırabildiğiniz kadar.

Cengiz Aytmatov’un MANKURT tiplemesini bilirsiniz. Güzel yurdumun güzide mekânları mankurt fotokopileriyle dolu. Sağım – solum sobe, milletine sövmeyen ebe.

Antranik, Vahan, Deli Yani, Kocabaş Hristo, Donik Çeteleri Kocaeli’de misket oynamıyorlardı; adam kesiyorlardı. Hala Yuvacık’ta, Bahçecik’te, Arslanbey’de, Karatepe’de, Kullar’da, Yeniköy’de, Gündoğdu’da, Akmeşe’de, Kandıra’da, Geyve’de, Şile’de dedeler torunlarına katliam hikâyeleri anlatır dururlar.

Bu millet sabrı ve tahammülü göğsünde madalyon deyu taşır. Özür’lü aydıncıklarını bile bir kalemde silip atmaz, akıllanmalarını bekler. Ne var ki öçten gözü dönmüşlerin akılları salyalarındadır.

Bu aymaz ve utanmaz aydın(!)lar yine bu milletin asaletinin gölgesinde ekmeksiz kalmadan yaşar dururlar. Lakin milli hafıza da bu isimleri cisimleriyle birlikte kayda geçer.

Bu milletin ekmeğini yiyip de ihanet edenler,ekmek yedikleri elden bir gün sille de yerler”. Velhasıl, abdestimizden şüphemiz yok ki namazımızdan endişeye düşelim. Bkz: www.sizozurdileyin.com

Tekerrür, tekerrür de bir yere kadar.

Devamını Oku...

Özürlülerin Özürü

Aydınlar(!) Ermenilerden özür diliyormuş!

Ben, mensubu bulunduğum Aydınlar Ocağının adı adına utandım.
Bu hareket, saygınlığını her platformda ispatlamış olan Ocağımızın adına da büyük bir saygısızlıktır.

Yönetim kurulunda olduğum halde ben bu Ocağın bir aydını değil, ancak aydınlara hizmet edebilmeye talip bir mensubuyum.

Özür dileyicilerin bazılarının kimliğine, kişiliğine, mesleğine bakıyorum da, içimden şu cümle geçiyor;

Bu rezaleti organize edenlerin, vasıfsız bir takım(lara) layık olmadığı unvanlar yüklemesi, Türkiye’nin geleceği açısından çok tehlikeli bir davranıştır.

Zira bu gibi iltifatlar karşısında kendilerini olduklarından büyük görenler, tarih boyunca başımızı ağrıtmışlardır.

Bazılarına siyaset adına, bazılarına din adına hak etmedikleri etiketle yüklenen görevler, bu kişilerin egolarını kabartmış, onlar da çevresini egolarının tatmini için kullanmış, sonuçta da çok tatsız olaylar yaşanmıştır.

Rahmetli Mehmet Gül tarafından, kampanyanın en meşhur savunucusuna ahlaka aykırı yaşantısı sorulduğunda “Bu benim hayat tarzım” diyecek kadar edepten, ahlaktan, inançtan, erkeklikten nasibini almamış bir ukalanın Aydınım diye ortaya çıkıp, suni bir soykırım masalından dolayı, Türkiye’yi ve Türkleri temsilen Ermenilerden özür dilemesi, Aydın kelimesini iyiden iyiye tartışılır duruma sokmuştur.

Aydın kelimesi bu kadar ayağa düşürülmemeli.

Diplomasını rüşvetle alan Profesörler duyduk Türkiye’de.

Torpil ile yüksek yüksek makamlara atananlara şahit olduk.

Bu milletin inancını zedelemek adına şeyhler uçuruldu da, uçkurları elinde rezil oldular.

Bu ve benzeri şeyler hep olmuştur, oluyor…

Ancak rüşvetle veya torpille aydın olmak mümkün değildir.
Aydın demek; Alim demek, müspet kültür sahibi demek, münevver demektir.
Bu meziyetlerin de rüşvetle falan elde edilmesi mümkün değildir.
Dolayısıyla hiçbir cahil veya kendini bilmez, kendini aydın olarak hiç kimseye dayatamaz, yutturamaz!

***

Sadece Van’ın Çitören köyü Zeve Şehitliğinde, Ermenilerce katledilmiş yaklaşık 2500 şehit yatmaktadır.

Erzurum ve Erzincan civarında katledilmiş, çoğu bebek ve kadın olan çok sayıda beden, acımasız Ermeni katillerin elinden şehit düşmüş, bu şehitlerin katledilme belgeleri de Rus arşivlerinde ortaya çıkmıştır.

Doğu ve Güney Doğu Anadolu Bölgelerinin muhtelif yerlerinde, 400 bin’i aşkın katledilmiş Müslüman ve bu Müslümanlara ait birçok toplu mezar bulunmuştur.
Daha sayılmayacak kadar yıkım, yakım yapmış Ermeni çetelerinin yaptıklarını yok sayıp, katlettiklerini görmezden gelerek, savunmaya geçen Omsalının öldürdüğü Ermeniler adına, hem de Osmanlıyı kabul etmedikleri halde, Osmanlıları temsilen Özür dilemek, ancak özürlü kimselerin yapabileceği bir eylemdir.

Bu özür; Hepimiz Ermeniyizcilerden müteşekkil yarım avuç kendini bilmez, Diaspora çapulcularının işgüzarlığından başka bir şey değildir.

 ABD’de yayın yapan Taşnak gazetesi, 1915 yılında Ermenilerin Van’da yaptığı katliamı, övünerek manşetine şu cümleyle taşımıştır; “Van’da sadece 1500 Türk kaldı”.
Öyle ya, Rus ve Fransız işgali altındaki Van ve yöresinde Türklerin Ermenileri öldürmesi mümkün mü?

Orada zaten sadece Rus, Fransız ve Ermeni var.

Taşnak’ın da yazdığı gibi, Ermeniler, (işgalci ülkeleri de arkasına alarak) o bölgede kalan  Türklerin tamamına yakınını katletmişler.

Ermeni Diasporasının; “Ermeni soykırımını tanıma adına bu ilk adımdır” açıklamasına sebe olan bu özürlü özürcüler, gözlerini ve kulaklarını gerçek dünyaya kapatmış, sadece sahiplerine karşı açık tutuyorlar. Zira sahibinin sesi doğrultusunda hareket etmektedirler.
Sayın(!) Özürlü aydıncıklar; Bedduayı hiç sevmem.

Ancak beddua edecek olsaydım, bütün ruhumla size “Allah belanızı versin” derdim.
Sizlere yüksek perdeden “Yuh” demek için tarih bilmeye veya milliyetçi olmaya da gerek yok, azıcık akıllı olmak yeterli…

Kanunlar ne der, hâkimler, savcılar ne der bilmem ama bu zevatların hala Türk vatandaşı olarak kalmaları, bütün Türk vatandaşlarımız adına talihsizliktir.
Bu zevatlar ya aşırı saf, ya da yukarıda da bahsettiğim gibi sahibinin sesi, sahipleri zembereğini kurup salmışlar orta yere.

***

Bir türlü akıl ile izah edemediğim bir olay da, PKK-Ermeni ilişkisi;

New York Times; Ermenilerin ağzından 1916 yılında kaydettiği bir ifadede,

“Ermenilerin öldürdüğü 523 bin Müslüman Türk ve Kürt var” diye yazıyor.

İmralı’daki bebek katilinin gerçekte Ermeni olduğu, gerçek adının Agop olduğu, soy isminin de tesadüf olmadığı geçmiş yıllarda defalarca dillendirildi.
Ermenilerin geneli Güney Doğuda yaşamış.

Kimlerle?

Kürt vatandaşlarımızla iç içe.

Peki, orada yaşanan savaşta taraflar kimlerdi?

Bir tarafta Ermeniler, diğer tarafta çoğunluğunu Kürt kardeşlerimizin oluşturduğu Osmanlı…
Peki, buna rağmen bugünkü Ermeni-PKK dostluğunun sebebi ney?

PKK-Kürt bağlantısı niye?

Yukarıdaki bebek katilinin kimliğine göre, dağlarda kim tarafından kimler kullanılıyor?
???

Bunları yazarken, bir taraftan da Meclisteki PKK’nın sözcülerini düşünüyorum…
Yukarıdaki formüle göre bunlar ya Kürt kökenli değil, ya da PKK’lı değiller.
Değiller de bunlar kimler Allah aşkına?

***

Kendini bilmez şebekler / Bizden ihanet imzası bekler.
Gövdeden bir kıymık umar / Ağzı salyalı köpekler.

Devamını Oku...

24 Aralık 2008 Çarşamba

“Bush’a Ayakkabı Fırlatmak” Üzerine

Ortada, katledilen, masum bir buçuk milyon insan ve yerle bir edilen, bin yıllık medeniyet varken, bunların faili birinin, işgalci askerler için şu sözleri söylemesi insanı çıldırtıyor: “Görev kolay değildi; ama bu operasyon, Amerika’nın güvenliği, Iraklıların hayalleri ve dünyada barış için gerekliydi.” Zalimin bu sözlerine hain ve işbirlikçi ruha sahip Talabani’nin ‘Ülkemizi kurtarmaya yardımcı olan kişi, Irak halkının büyük dostu’ övgüsüyle cevap vermesi, Irak’ın artık ‘demokrasi, insan hakları ve refah içinde olduğunu’ iddia etmesi, gören göze, titreyen kalbe, duyarlı vicdana, doğru ahlaka sahip herkesi iyice çileden çıkartıyor.

Bu ikiyüzlülüğe, zulme, ahlaksızlığa, kindarlığa, yüzsüzlüğe tahammül edemeyen biri çıktı, iki ayakkabısını da adamın yüzüne fırlattı. Fırlatırken de “İşte bu veda öpücüğü, seni köpek” diye bağırdı. Bu kahramanın adı, Muntazer el Zaidi. Mesleği, gazetecilik. Oldukça genç. Hemen yakalandı, sorguya alındı. Yapılan bu hareketten dolayı, işbirlikçi hükümet, özür diledi. Yalaka gazeteciler, olayı kınadı. Irak halkı ve dünyanın ezilmiş insanları, duygularının eylemcisi olarak algıladıkları bu genç gazeteciyi kahraman; olay gününü de kara mizah olsun diye “14 Aralık Dünya Ayakkabı Günü” ilan ettiler. Olay sonrası sokaklara dökülen Iraklılar, bir çubuğun ucuna yerleştirdikleri ayakkabılara “Go Home (Defol) Amerika” yazıları ekleyerek gösteri yaptı.

Ortada samimiyet kalmadı, büyük bir çelişki mevcut. Bush, Amerikan’ın, Irak’ta “Iraklıların hayalleri, dünya barışı ve demokrasi” için bulunduğunu iddia ediyor; Iraklılar ona ayakkabı fırlatıyor ve “Defol” diyor. Bu çelişkide iki şey söylenebilir: Ya Bush yalancı ya da Iraklılar nankör. Kimin ne olduğuna, yaşananlara bakarak siz karar verin.

Olay, bizde de yankısını buldu. Herkes kendi dünya görüşüne göre yorum yaptı. Sessiz çoğunluk diye nitelenen insanlar ve medyanın bir bölümü olayı ezilmişlerin çığlığı veya tepkisi olarak değerlendirirken, bir kısım medya da gazetecilik ahlakıyla ve Arap kültürüyle izah etmeye çalıştı. Hatta bu delikanlıya Saddamcı diyenler çıktı. Amerikan uşağı medya, El Zaidi’yi savunmak isteyen iki yüz avukatı Saddam’ın avukatları yapıverdi. M. Ali Birand’ın verdiği haber daha komikti. Ona göre, ayakkabı atmak, Arap kültüründe birine hakaret etmek anlamına geliyordu; onun için Bush’a ayakkabı atılmıştı. Camilere ayakkabı ile girilmemesi de bu kültürün gereğiydi. Yılların gazetecisi kimliğine sahip olan bir haber spikeri, haber sunduğu toplumun kültürüne, değerlerine ancak bu kadar yabancı olabilir. Bunun adı, olsa olsa, kültür yobazlığıdır.

Bush’a ayakkabı fırlatmak, şüphesiz, haklı bir tepkinin sonucudur. Fırlatılan bu ayakkabının altında hakarete, tacize uğrayan on binlerce insan, katledilen bebeler, yok edilen medeniyet, heba edilen sınırsız servet, doğal zenginlik, ipotek edilen gelecek var. Ayakkabı fırlatmak, bir acizliğin ilanı; ancak bu insanların yapacak bir şeyleri kalmamış fırlatmaya yarayacak ayakkabılarından başka. Yöneticiler satılmış, servet peşkeş çekilmiş, ordu dağıtılmış, halk birbirine düşürülmüş, ümitler söndürülmüş, vicdanlar iğdiş edilmiş. O ayakkabıyı atan kişi, ben olsaydım, iki atışa da iki isim koyardım. Biri, geçmiş; diğeri, gelecek. İlk atışım, geçmişimin mahvedilmesi; ikinci atışım günümün ve geleceğimin zindan edilmesi olurdu.                                         

Fırlatılan ayakkabıların, kendini koruması sayesinde Bush’un yüzüne isabet etmemesi; ancak Amerikan bayrağına isabet etmesinde de ayrı bir sır var. Ayakkabılar Bush’un yüzüne isabet etseydi, insanlar belki de kırılan burun veya kör olan gözle uğraşacaklardı, olayın duygusal boyutu öne geçecekti. Böylece verilen tepki gölgelenmiş olacaktı. Bayrağa isabet etmesini de tepkinin, Bush’tan öte, daha çok Amerikan ahlakıyla ilgili olduğu şeklinde yorumlamak gerekir.

Tepki koymak insani bir erdem. Gazetecilerin tepkisi daha anlamlı oluyor. Bizim tarihimizde Süleyman Nazif ve Hasan Tahsin işgale karşı tepki veren gazeteciler. Onlar bir kurtuluşun kıvılcımı oldular. Keşke El Zaidiler de bu tepkilerini Irak işgali başlamadan verebilseydiler. Belki milyonlar kurtulur, tarihin seyri değişirdi.

Devamını Oku...

Sakıp Sabancı’dan Başarı Önerileri

İş dünyasının renkli siması, değerli işadamı, sanayici Sakıp Sabancıyı 10 Nisan 2004’te kaybettik.

Sakıp Sabancı mütevazi hayatı ve çalışma disiplini ile örnek bir insan ve başarılı bir iş adamıydı. Sakıp Sabancı; Ülkenin en büyük özel teşebbüsü olan Sabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanı iken vefat etti. İş dünyası Sabancıdan çok şey öğrenmişti.

 Sabancı “Para Başarının Mükafatıdır” isimli kitabında; Merhum Hacı Ömer Sabancının, Çocuklarına verdiği tavsiyeleri ve kendi tecrübelerinin yer aldığı kitabı 1985 yılında kaleme almış.

Sakıp Sabancı: ”Çok uyumayın! Her gece üç saat daha az uyursanız, bir senede bir ay daha fazla yaşamak ve düşünmek fırsatını bulursunuz. Bu ekstra ay içinde çalışmakla hem geliriniz artar, hem başarı oranınız yükselir”

“Bir İşadamının başarılı olabilmesi için düzenli bir hayat yaşaması gerekir”

“İnsanın ömrü çok kısadır. Bu kısa ömrünün nerede ise yarısı öğrenmek, tecrübe kazanmak ile geçer ömrünün yarısında insanın elde ettiği birikimleri, geri kalan yarısında ise uygulayıp bunun meyvelerini toplanabilmesi için sağlıklı olması gerekir.”

“Evde dırdır var ise, evdeki huzursuzluğu bütün gün omuzunda taşıyan bir insanın başarılı olması imkansızdır.”

“Fırsatlar hiçbir zaman bitmez, tükenmez gözünü açan fırsatları görür. Yakalamayı becerirse insan başarılı olur.”

“Tasarruf yatırıma eşittir. Tasarrufa önem verin.”

“İyilikleri unutmayın, unutmadığınızı başkalarına hissettirin, gösterin ki bu iyilikler devam etsin.”

Sakıp Sabancı Babası Merhum Hacı Sabancının kendilerine olan tavsiyelerinden ise “Aman evladım kendi bileğinizin hakkıyla kendi gücünüzle iş yapın, güç sahibi olmak güçtür ama gücü koruyabilmek ondan daha güçtür.” Sözleriyle bahsetmiş.

Küresel Krizin yaşandığı bu günlerde Sakıp Sabancı gibi şahsiyetlerin iş dünyasındaki önemini daha iyi anlayarak, kendisini Rahmetle anıyoruz.

Devamını Oku...

CHP ve Yerel Seçimler

Partiler iktidar olmak, toplumu dolayısıyla ülkeyi yönetmek için kurulurlar

Toplumlarda tek renkli olmaz.

Değişik inanç düşünce, görüş, mezhep ve meşrebe sahip insanlardan oluşurlar.

Aslında aynı dünya görüşünü paylaşan insanlar içerisinde bile farklı renkler ve meşrepler bulunur.

Toplumu yönetmek için kurulan siyasi partilerin toplumun hepsine hitap etmesi (tüm renk ve meşrepleri içerisinde barındırması ) çok önemlidir.

Toplumun hepsini temsil etmeyen partilerin günümüzde iktidar olma şansı yoktur.

Toplum ile ters düşen, zıtlaşan, toplumun tarihine kültürüne örf-adetlerine yaşam ve giyim tarzına hitap edemeyen onlara saygı duymayan partiler muhalefet de kalmaya mecbur olur. Gittikçe de marjinalleşirler.

CHP, dolayısıyla Deniz Baykal geçmişte yapmış olduğu hataların farkına varmış olmalıdırlar ki bu hataları düzeltmeye kalktılar.

Bu konuda samimi olmalarını temenni ederim.

Samimi olup olmadıklarını zaman gösterecek, yaşayanlar da görecektir.

Millet kendisine değer vereni sever, ama enayi yerine koyanı da affetmez.

CHP’nin bu açılımı parti içerisinde ve kendi seçmeninde eleştiri alsa da samimi olması halinde yakın ve uzun vade de faydasını görür.

AK PARTİ’NİN yapmış olduğu açılımı CHP yapabilir mi? Gerçekleştirebilir mi? Bu konuda ne kadar cesaretlidir?

AK PARTİ Sn. Ertuğrul Günay ve benzerlerini seçilebilecek yerlerden aday yaptı, meclise soktu onlara bakanlık, komisyon başkanlığı vb. önemli görev ve sorumluluklar verdi

Ertuğrul Günay sosyal demokrat düşünce ve yaşantısıyla AK PARTİ hükümetinde bakan oldu. Parti seçmeni de bunu sempati ile karşıladı.

Bu gerçek ve samimi bir açılımdır.

CHP ‘de aynı samimiyeti gösterecek mi, gösterebilecek mi? Daha açık ifade edeyim kamuoyunda muhafazakâr görüşleri ve yaşantısıyla tanınan kaç insanı il ve ilçelerden belediye başkan adayı yapacaktır.

Dede ve babadan CHP’li olan emekli bir imamın aday yapılması kamuoyunu tatmin etmez.

Her gün partiye aday kaydedilen bu çarşaflı ve türbanlı hanımlar kendi kıyafet ve yaşantıları ile meclis üyeliklerine ve parti yönetimine girebilecek görev yapabilecek ve saygı görebilecekler mi?

Eğer CHP bunu gerçekten başarırsa kutlarım. O zaman CHP ve Baykal az da olsa halkın gönlünü almış bir nebze de olsa halkla barışmış olur.

Baykal çarşaf, türban açılımı yaparken o insanların sadece oylarından istifade edeceğini düşünüyorsa fena halde hüsrana uğrar.

Belediye başkan aday adayı olan bu kesimin insanları aday yapılmadığı onların istekleri (yönetime ve meclislere girme istekleri ) karşılanmadığı zaman, o çarşaflılardan bir tanesini bile CHP de görmemiz mümkün olmaz.

İşte o zaman çarşaf açılımı yapan CHP çarşafa dolanmış olur

“Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olur”

Seçimler de önemsiz bir iki göstermelik aday ile belki oylarını bir miktar artırmayı düşünebilirler. Seçimden sonra Allah Kerim önemli olan günü kurtarmak.

Şurasını da unutmamak gerekir;

Yaşar Nuri Öztürk gibi CHP’ ye yakın bir insan CHP de huzur bulamayıp ayrılmak zorunda kalmışsa bu insanlar CHP ile nasıl bağdaşacaklardır.

Türkiye’nin nüfusu gittikçe muhafazakâr (dindar) bir yapıya bürünüyor. Namaz kılan oruç kılanların sayısı 20 sene öncesi ile kıyaslanmayacak kadar fazla.

Genç kız ve evli hanımlardan türban takanların sayısı da ha keza öyle.

Ramazan’da teravihlerde Cuma ve Bayramlarda Camiler dolar taşar

Toplum hızla dindarlaşırken doğru olan CHP’nin de bu topluma ayak uydurmasıdır. Aksi takdir de kendi elleri ile kendi sonlarını hazırlamış olular.

Toplum mühendisliği artık etkisini kaybetmiştir Toplum mühendislere sürü olamadığını göstermiştir. Günümdeki strateji topluma göre şekil almaktır.

Bugün CHP denince; varoşlar, asgari ücretle ezilen ve sömürülen halk akla gelmiyor.

İstanbul’da Kadıköy ve Nişantaşı Ankara’da Çankaya akla geliyor.

Bu da CHP’nin sosyal demokrasiden ne kadar uzaklaşıp burjuva partisi haline geldiğini göstergesidir.

Nihayet CHP’nin derin güçlerden ümidini kesip halkı hatırlaması da güzel bir gelişmedir.

Seçimlerden sonra unutmamasını temenni ederim.

Huzurlu ve mutlu yarınlarda buluşmak dileğiyle…

Devamını Oku...

23 Aralık 2008 Salı

“Maç Dönüşü”

Tercüman Gazetesi’nin 6 Aralık 2008 tarihli nüshasının son sayfasında bir haber dikkatimi çekti. Değerli sanatçı Ebru Gündeş’in Azerbaycan’da verdiği bir konserden bahsedilen haberde, “Ebru jest yaptı ve Azerice şarkı söyledi” deniyor. Muhakkak ki gözden kaçmış olabilir; yoksa, Azeri Türkçesinin Azerice olmadığı herkes tarafından bilinmektedir.

Sayın Gül’ün Ermenistan maçı dönüşünden sonra birçok gelişmenin olabileceğini belirtmiş; bazı gerçeklere işaret etmiş ve bu konuda yanılmayacağımızı söylemiştik. Gelişmeler bizi doğruladı ve gerçekleri ortaya çıkardı. Dış politika dahil birçok konu bulutlara tırmanarak, hayallerle ve dış telkinlerle ele alınabilecek konular değildir. Türkiye’nin diplomatik ilişkileri bulunmayan Ermenistan’la futbol maçına çıkması dahi bir iyi niyet gösterisiydi. Bunu Ermenistan’ı yönetenlerin ve dışarıdan destekleyen diasporanın ırkçı ve fanatik gözlüklerle anlamaları mümkün değildir; ama biz anlamalıydık.

“Efendim, Ermenistan’la yakınlaşırsak diasporanın etkisinden kurtulurlar ve bizden destek beklerler; biz de ticareti geliştirir, sınır kapılarını açarız” hayalleri suya düşmüştür. Sayın Gül’ün bu ziyareti uygun olmamış, itibar kırıcı sonuçlar doğurmuştur. Bu futbol maçı dolayısıyla yapılan ziyarette, sadece ismen bizden olan ve her konuda Türkiye ile kavgalı sözde aydın takım, soykırım anıtını ziyareti bile tavsiye etmişlerdir. Cemal Paşa’nın torunu, acılar için milli maçta bir dakikalık saygı duruşunu da teklif etmişti. Ermeni tarafı “Bir ziyaretle soykırım meselesini unutmamızı beklemeyin” diyordu. Onlara göre diplomatik ilişkiler kurulmalı, sınır açılmalı, sözde soykırım tanınmalı, işgal altındaki Karabağ topraklarından çıkılmamalı, Türkiye Karabağ konusunda tarafsız kalmalı, soykırım tasarısı ABD Kongresinde engellenmemeli ve Doğu sınırımız tartışılmalıydı. Ardından Batı Ermenistan adı verilen Doğu Anadolu’dan toprak ve tazminat talebi gelecekti.

Sayın Gül, “Komşularımızla meselelerimizi konuşarak çözeceğiz” dediğine göre; bunların önemli bir bölümünü konuşulabilir buluyor demektir. Türkiye, Türkiye karşıtı fikirlerin serbestçe söylendiği ve ihanetlerin serbestçe ortaya döküldüğü, ciddi devlet adamlarına hasret çekilen bir ülkedir. Tarih boyu biz, düşmanlarımıza ve ihanet edenlere kucak açarız. Onlara sarılırız. Bu gaflet ile onları hedeflerinden vazgeçireceğimizi zannederiz. Yönetim zaafları bugün de devam ediyor.     

Ermenistan eski Dışişleri Bakanı kendilerine dost bir gazetecimize, Gül’ün gelişiyle söndürüldüğü iddia edilen soykırım anıtının ışıklarının söndürülmediğini söylüyordu. Bu ziyaret dolayısıyla Başkan Bush’tan tebrik ve aferin alınmış; Sayın Cumhurbaşkanı için “Seninle gurur duyuyorum, seni bunun için alkışlıyorum” sözleri söylenmişti. Bir siyasi teşebbüsün hem Ermenistan, hem ABD, hem Brüksel ve hem de Türkiye’nin çıkarlarına hizmet edebilmesinin mümkün olmadığı anlaşılmalıydı.

Milli futbol maçı 2-0 galibiyetimizle bitmiş olmasına rağmen; bu skandal ve zamansız ziyaret, kendilerini ASALA’yla aynı paralelde gören ihanet odaklarını tahrik etmiştir. Nitekim, “Biz de Ermeniyiz” diye bağıranlar, Ermenilerden özür dilenmesi gerektiğini ileri sürebilmiş ve imza kampanyaları açmışlardır.  Asıl onlara göre özür dilenecek olan Ermeniler değil; Ermeni terör örgütleridir. Bu ihanet soytarılarıyla aynı ülkenin vatandaşı olmaktan utanç duyuyoruz. Yarın Ermenistan vatandaşı olmak için müracaat ederlerse şaşmayalım. Ancak,  bunların Türkiye’deki refah ortamını bırakıp gideceklerini de zannetmiyoruz. Bu yapay Ermeniler, aslında vatan sevgisiyle dolu birçok Türk Ermenisinin de gerisine düşmüşlerdir.

Diğer taraftan, 8 Eylül tarihli Sabah’ta ABD’nin Hudson Enstitüsü Müdürü Zeyno Baran’la “Amerika için Erivan ziyareti Ergenekon’dan daha önemli” başlıklı yapılan söyleşi Erivan seferinin ne kadar düzmece ve plânlı yaptırıldığını gösteriyor. Tabii bu bakış açısı Ergenekon’a da ışık tutuyor.

Kısaca “maç dönüşü” bağ bozumu olmuştur.  

Devamını Oku...

21 Aralık 2008 Pazar

Mübadil Havva Hanım’ın İskeçe’den Gelişi

16. yüzyılda Karaman ve çevresinde bulunan birçok aile, bu dönemde uygulanan iskân politikası gereğince Rumeli’nin çeşitli bölgelerine yerleştirilmişlerdir. Drama ve çevresi de bu göçlerin olduğu alanlardandır.

Havva Hanım adlı hanımefendinin kökeni, 16. yüzyılda Karaman Bölgesi’nden Drama’nın Kozluca (Kozlu) Köyü’ne iskân edilmiş olan bu ailelere dayanmaktadır. Kozluca doğumlu olan Havva Hanım, evlendikten sonra eşinin görevi nedeniyle İskeçe’ye taşınmıştır.

1923 yılında imzalanan Lozan Barış Antlaşması’na göre Türkiye ve Yunanistan’da oturan Türk ve Rum nüfusun mübadelesi gerçekleştirilmiştir. Havva Hanım’ın köyü olan Kozluca‘da mübadele kapsamı içerisine alınmış, halkı da İzmit’in Bahçecik Nahiyesi’ne bağlı olan Yeniköy’e yerleştirilmişlerdir.

Mübadele sırasında (1924)  İskeçe’de ikamet eden Havva Hanım’ın 1927 yılında kocası vefat etmiştir. Kocasının vefatıyla birlikte büyük bir sıkıntı içerisine düşen Havva Hanım Yeniköy’de oturan yeğeni Rahimoğlu Bektaş’a haber göndererek kendisinin Yeniköy’e gelmek istediğini bildirmiştir.

Bunun üzerine 1 Ağustos 1927 tarihinde bir arzuhal yazarak Kocaeli Vilayeti İskan Müdüriyeti’ne başvuran Rahimoğlu Bektaş, halası Havva Hanım’ın Yeniköy’e gelebilmesi için gerekli işlemlerin yapılmasını istemiştir.

Yapılan bu girişimler sonucu, Havva Hanım -Yunan Hükümeti’nin tüm engellemelerine rağmen-  Türkiye’ye gelmeyi başarmış ve akrabalarına kavuşmuştur. Mübadele sonrası yaşanan bu ilginç olay, o günlerden günümüze acıklı izler taşıyor.

Kocaeli, Lozan Mübadillerinin yoğun bir şekilde iskân edildikleri bir şehir. Ne yazık ki şuana kadar, bu dönem tarihiyle ilgili ciddi araştırmalar yapılmamıştır. Bu nedenle mübadele dönemi tarihiyle ilgili her belge ve bilginin ayrı bir önemi bulunmaktadır.

Mübadil Havva Hanım’la ilgili Cumhuriyet Arşivi’nden aldığımız belgelerin ışığı altında sizlere sunduğumuz bu ilginç olay, mübadele dönemi ve sonrasıyla ilgili önemli ipuçları vermektedir.

Umulur ki bu ve buna benzer olaylar tarihin tozlu sayfalarında kalmaz, araştırmacılar tarafından ortaya çıkartılarak, yakın dönem tarihimize ışık tutar…     

Rahimoğlu Bektaş Tarafından YazılanArzuhal

İskân Müdîriyyeti  Umûmiyesi Cânib-i Alîsi’ne

Efendim;

Acizleri Drama’nın Kozluca Karyesi Mübadillerinden olup, İzmit  Vilâyeti’ne tâbii Bahçecik Nahiyesi’ne merbûd Yeniköy’de  iskân edildik. Aynı suretle mübadeleye tâbii olup bizimle beraber Yeniköy’de iskânı icap eden halam Havva Kadın; mahdumunun İskeçe’de mektep muallimi bulunması dolayısıyla bi-l-mecburiye İskeçe’de kaldı. Fakat ahîren mahdumu vefat ettiğinden akrabası ve köylüsü namıyla hiçkimsesi olmayan mahalli mezkûrede her türlü himayeden mahrum zaruret içinde pûyân olmaktadır Merkume halamdır. Bilûmum köyümüzün sâkin olduğu Yeniköy’e gelmek içün  can atmaktadır. Fakat ora şehbenderliğine vûku bulan müracâatı müsmir olmamış ki hükümetimiz cânib-inden emir verilmedikçe buraya gelmesi için pasaport i’tâsının mümkün olmadığı cevabı verilmiştir. Merkumenin daha bir müddet orada kalması fevkalade sefaletini ve belki de bu yüzden telef olmasını intâç edeceğinden İskeçe’de Venizelos Caddesi’nde 14 numaralı Osmanoğlu Hacı Şakir nezdi’nde ikâmet etmekte olup merkume halamın anavatanda akrabası ve köylülerine kavuşturulması esbâbının istikmâlini kemâl-i suz’işle istirhâm eylerim efendim.

Pul ( Üzerinde)
Fi 1 Ağustos sene 927
Yeniköy’de sâkin Kozluca Karyesi mübadillerinden
Ve İskeçe’de mukime Havva...
Rahimoğlu Bektaş

İskan Müdiriyeti’ne Yazılan Yazı

TÜRKİYE CUMHURİYETİ
KOCAELİ VİLÂYET-İ  
İSKÂN MÜDÎRİYYETİ 

Numarası:
Sırası:
494

Dâhiliye Vekâlet-i Celîlesi’ne

9/8/ 927  tarih ve 32130/161 iskân numaralı emir-nâme-i aliyi vekalet penâhileri arizeyi cevabiyyesidir.

İskeçe’de Venizelos Caddesi’nde  14 numaralı hanede mukim Osmanoğlu Hacı şakir  nezdinde bulunan Havva Hanım’ın fi-l-hakika Bağçecik’in Yeniköy Karyesi’nde  meskûn Kozluca mübadillerinden Rahimoğlu Bektaş’ın halası bulunduğu gibi kendisininde Kozlucalı olduğu  mahallince icra ettirilen tahkikatten anlaşılmış ve mürsil arzuhal leffen iade ve takdim kılınmış olmağla iktizâsının infasına müsâade buyurulması arz olunur efendim.

Kaynakça

1 İzmit İskan Müdüriyeti’ne Yazılan 1 Ağustos 1927 Tarihli   Arzuhal, Cumhuriyet Arşivi Ktl, Fon Kodu: 272..0.012, Yer No: 56.144..3.

2 Cumhuriyet Arşivi Ktl, Fon Kodu:272..0.012, Yer No:56.144..6.

Devamını Oku...

Resmin Bütününü Görmek

Sosyal olaylar çok boyutludur, onları bir tek açıdan görmek ve yorumlamak genellikle yanlış veya eksik değerlendirmeye yol açar.

Bu sebepledir ki, iktidarın herhangi bir icraatını, ülke menfaati açısından değerlendirdiğimizde, bir kısmımız çok yararlı bulurken, diğer bir kısmımız son derece zararlı olarak nitelendirebilmekteyiz.

Aynı durum muhalefet için de geçerli. CHP’nin çarşaflı ve türbanlı hanımlara kapılarını açması kimimize göre çok doğru, kimilerine göre de çok yanlış bir açılımdır.

Sadece sosyal olaylar değil, insanlar hakkında değerlendirme yaparken de tek boyutlu değerlendirmelerimiz bizi yanlışlığa sürükler. İyi bir insanın içinde bir kötü taraf, kötü bir insanın içinde de inanılmaz derecede güzel bir iyilik özelliği bulunabilir. Son derece kibar ve zarif birinin, bazen aşırı kaba davranışlarını görmemiz mümkün olabildiği gibi, bazen de tersi olabilmektedir.

Yani gerek sosyal olaylar ve gerekse insanlar karmaşık yapıdadır, tek boyutlu bakış açılarıyla değerlendirmek yanlış olur.

Diyelim ki, ekonomik kriz hakkında hükümetin tavrını değerlendirirken, “kriz bizi teğet geçer” yaklaşımı halkın paniğe kapılmasını engellemek, krizin tesirini psikolojik faktörlerle artırmamak yönünden faydalı görülebilir.

Diğer taraftan şöyle bir değerlendirme de mümkündür: Krizin bu boyuta gelmesi zaten “halkın ekonominin oyuncularına olan güvensizliği” sebebiyledir. Halktan gerçekleri gizlediğiniz zaman bir süre sonra yöneticilere olan güven duygusunun iyice sarsılmasına yol açabilir ki, ileride alınacak tedbirlere inançsızlık ve yöneticilerin tavsiyelerine uymama sebebiyle krizin hasarı büyüyebilir.

****************

Şimdi aşağıdaki resme lütfen dikkatlice bakınız. Resimde gördüğünüz bayanın yaşı hakkında fikir yürütünüz.

yaşlı mı genç miEğer resimde gördüğünüz bayan size göre gençse, bir başka arkadaşınız yaşlı bir bayan gördüğünü söyleyebilir.

Esasında resimde hem bir genç bayan ve hem de yaşlı bir bayan resmi iç içe geçmiş vaziyettedir. Yani hem genç bayanı gören ve hem de yaşlı bayanı gören doğruyu söylüyor. Ancak her ikisinin de gördüğü resmin tamamı değil, dolayısıyla doğru ama eksik bir görüş söz konusudur.

Sosyal, siyasi, kültürel ve insani konuları değerlendirirken genellikle bu resimde olduğu gibi görmeye şartlandığımız şeyleri görürüz.

Yetişme tarzımız, kültürümüz, çevremiz, inançlarımız, tecrübelerimiz resimde bizim gördüğümüz objeyi belirler.

Yarısı su dolu bir bardak için iyimser olanımız “yarısı dolu” derken, kötümser olanımız “yarısı boş” diyecektir.

Mesela eylül ayında Political Researcher Strateji Geliştirme Merkezi’nin yaptığı bir ankette, Almanya'daki Deniz Feneri e.V için öne sürülen yolsuzluk olaylarına Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da dâhil olabileceğine inananların oranı ise yüzde 47,8 olurken, yüzde 34,4’ü ise inanmadığını söyledi. Bu konu ile ilgili fikir beyan etmeyenlerin oranı ise yüzde 17,8 oldu.

Yine Aynı ankette, AKP’nin kendi zenginlerini yaratma çabası içinde olduğuna inananların oranı ise yüzde 57,5’i bulurken, inanmayanların oranı yüzde 24,8’de kaldı.

Konumuz anketteki oranlar değil.  Vatandaşlarımız neden farklı görüşteler, anlamaya çalışıyoruz.

Demokrasi ve çok sesliliğin önemi burada kendini daha çok gösteriyor. Olayları bütün boyutlarıyla değerlendirmek, doğru ve eksiksiz sonuçlara varabilmek için tarafların tamamının sesinin duyulabildiği, eksiksiz bir demokrasi ve bütün görüşlere açık bir rejime ihtiyaç var.

Medyanın bağımsız ve tarafsız olması (veya bütün tarafların medya gücünün eşit olması) kitlelerin resmin bütününü doğru ve eksiksiz olarak görmesi için kesinlikle şart.

obamaYoksa “ben gördüğüme inanırım” derseniz, yandaki resimde olduğu gibi ABD Başkanı Obama’nın dört gözlü ve iki ağızlı olduğuna veya gözünüzün bozuk olduğuna inanmanız gerekecektir.

Eğer bilgisayar tekniklerinden ve photoshop adlı programdan haberiniz yoksa  ikna edilmeniz kolay olabilir.

O halde birbirimizi kıyasıya eleştirirken, bir de karşı tarafın bizim görmediklerimizi de görüyor olabileceğini veya bilmediğimiz bazı bilgilere vakıf olduğu için farklı kanaatte olabileceğini düşünmemiz daha doğru olacaktır.

İster ekonomik kriz, ister Ergenekon Davası, ister Aydın Doğan- R. Tayyip Erdoğan kapışması olsun, gözümüzün önünde cereyan ettiğini sandığımız olayları değerlendirirken göremediğimiz, bilemediğimiz gerçeklerin var olabileceğini peşinen kabul edelim.

Ben yazılarımda, olayları tarafların bakış açılarından görmeye ve yansıtmaya gayret ediyorum. Fotografın bütününü kendi bilgi ve sezgilerimle görmeye çalışarak sizlerle paylaşmaya çalışıyorum. Dileğim odur ki, sizlerin bakış alanınızda yeni pencereler açmam mümkün olsun.

Devamını Oku...

20 Aralık 2008 Cumartesi

Sivil Toplum ve Sivil Toplum Kuruluşlarının Türkiye Pratiği üzerine...(1)

Türkiye’de Sivil toplum örgütlenmeleri incelendiğinde; 1950 yıllarında çok partili demokratik hayata geçişle birlikte yurdumuzdaki iklim değişikliği sürecinde mesleki muhalefet şekliyle ortaya çıktığı gözlenmektedir. Özellikle mimarların kurumsallaştığı odaların ve diğer meslek gruplarının da katılımı ile yoğunlaşan sivil toplum örgütleri oluşturmaktadır. Bu bağlamda o döneme baktığımızda sivil toplum örgütlerinin, devlet bürokrasindeki siyasal kadrolaşma hareketleri ile iç içe olduğu hatta onlarla paralellik arz eden bir yapıda olduğu görülür. Kendilerinde halkın düşüncelerini ilgili kademeler aktaran bir temsilci gibi görme misyonu yatmaktadır.   Gelişmekte olan ülkenin, yeni yapılanmasında karşılaşılan sorunların, onlara sorularak aşılması gereken merciler olarak algılanmak istemişlerdir.

Doğu Blok’unun 1989 yılında yıkılması ile birlikte dünyada tek süper güç olarak kalan ABD dünyada farklı bölgelerinde ortaya çıkan güç boşluklarını dolduramamıştır. Bütün Dünyaya “yeni Dünya Düzeni” diye Pompalanan süreçde ABD küresel ölçekte siyasi ve politik etkinliğini arttırmak maksadı ile özellikle 90 yılların ortalarında “yumuşak güç” unsurunu yoğun bir şekilde kullanmaya başlamıştır.. STK (Sivil Toplum Kuruluşları) bu yumuşak gücün en önemli araçları haline gelmiştir. Amerikalı diplomatlar bir çok sivil toplum kuruluşu ve sivil toplum liderleri ile doğrudan ilişki kurmuşlardır.

Bu sürecin de etkisi ile sivil toplum, katılımcı demokrasi ve insan hakları gibi konular farklı kesimler tarafından yoğunluklu olarak gündeme getirilir olmuştur. Türkiye’de en büyük STK ‘ların önemli bir bölümü 90’lı yıllarda kurulmuş veya güçlerini bu dönemde artırmışlardır...!!!

1990 yılların ortalarından itibaren hem ABD hem de AB Türkiye’deki sivil toplum ile doğrudan ilişki kurmuş hatta bu ilişkilerin kurumsallaştırması adına ciddi ilişkiler içine girmişlerdir..

AB(Avrupa Birliği) ile Bölge ülkeleri arasında 1990 yılında imzalanan Paris Şartı ve 1993 ‘de gerçekleşen Kopenhag zirvesinde alınan kararlar doğrultusunda Türkiye’de Sivil toplumun gelişimine ciddi katkıları olmuştur..1990 ‘ların sonlarına doğru AB yerli ve uluslararası STK’ lara aktarılan fonlar vasıtasıyla onların kurumsallaşmasını hızlandırmış ve ilişkileri daha kurumsal bir zeminde yürümeye başlamıştır....Buna paralel olarak 1995 yılında Türkiye’nin Farklı illerinde Avrupa Birliği Bilgi Büroları kurulmuş ve aynı yıl AB’nin ilgili kurumları tarafından sivil topluma önemli misyonlar biçen Barselona Bildirgesini yayınlanmıştır..

Sivil toplumla ilgili kavramlarla yoğun olarak Haziran 1996 yılında İstanbul’da yapılan HABİTAT II Zirvesi’nde tanıştı . “Sivil Toplum Kuruluşları” (STK) ifadesi Türkiye’de il kez resmi düzeyde kullanılmıştır. Bu zirve öncesinde , zirveye katılarak Türkiye’yi temsil edecek sivil örgütlerin temsilcileri, İngilizce’de NGO (Non-Governmental Organization)  olarak ifade edilen kavramı Türkçe’ye “Sivil Toplum Kuruluşları” (STK) olarak çevirmişler ve bu şekilde kullanmışlardır. Zamanla da  bu ifade toplum tarafından karşılık bulmuş ve kamuoyu tarafından kabul görmüştür..

Devamını Oku...

17 Aralık 2008 Çarşamba

Baba Ocağında Kurban Bayramı

15 yılı aşkın bir süreden beri ilk defa baba ocağında Kurban kesmek nasip oldu elhamdülillah.
Kurban Bayramı bitiminin Cuma gününe denk gelmesi büyük bir fırsat oldu.

8 günlük zamanı fırsat bildik ve uzun yıllardan sonra Bayramı Elazığ’da geçirmek, benimle beraber, ailem, annem ve Elazığ’da yaşayan akraba ve dostlarım için de oldukça güzel, neşeli ve hatıralarla dolu bir süreç oldu.

Elazığ’a gidenleri, şehrin hemen girişindeki “Çayda Çıra” heykeli karşılar.

Bu heykel, görüntü olarak tabii ki cansızdır, ancak bunu Elazığlılara inandıramazsınız.

Özellikle gurbette yaşayan Elazığlılar, o tabloda kocaman bir canlı geçmişi görürler.

Elazığ’dan biraz uzunca ayrı kalmış Elazığlıların, şehre girerken karşılaştıkları bu tablo karşısında gözlerinin nemlenmemesi mümkün olmaz.

Çayda Çıra Heykeli

Ve İzzet Paşa Camii;

Dünyanın ilk asansörlü minaresine sahip ve hali hazırda Dünyanın en zengin camii İzzet Paşa…

Zemin katı, özellikle Elazığ’ın tüm kuyumcularının bir arada oldukları kocaman bir pasaj, Tespihçilerin ve dini kitap satıcıların yoğun olduğu modern bir alan,

Bir kat daha aşağısı umumi helâlar ve sıhhi banyolar.

Geliri, ihtiyacının kat kat üstünde.

Şehir Merkezi - İzzetpaşa Camii

Kendisinden daha büyük bir cami Van’da yaptıran İzzet Paşa Camii, hemen 5–6 yüz metre aşağısında, yaklaşık kendi büyüklüğünde ve yine alt katı pasaj olan, aşağıda fotoğrafı verilen Saray Camiini yaptırdı.

Saray Camii

Elazığ’a gidip de Harput’a çıkmamak, lokantaya girip, aç çıkmak gibidir.

Balakgazi Heykeli

O evliyalar otağına çıkıp, Balak Gazi heykelinin dibinden Elazığ’ı seyretmek, ayrı bir haz verir Elazığlılara.

Kış mevsiminde Harput Kalesini gezmek biraz zahmetlidir. Ancak Gerek Balak Gazi heykelinden, gerek Sara Hatun Camii veya Ulu Camiinden seyretmek, insanı tarihin taa ötelerine götürmeye yetiyor.

Harput Kalesi

Aşağıda fotoğraf, Temmuz 2008’de Elazığ’a gittiğimde, gördüğüm perişan halinden dolayı Sayın Elazığ Belediye Başkanı hakkında hiç de güzel olmayan şeyler yazdığım ve Mahalli Basında yayınlanan alanlardan biri olan Bosna Hersek (İstasyon) Caddesi.

Bayağı ihmal edilmiş bir alan idi. Ancak Kurban Bayramında gittiğimde gördüm ki, Sayın Başkanımız sağ olsun, bayağı hummalı bir çalışma başlatmış.

Bosna Hersek Bulvarı

Tabii ki memlekete gidip de eş dost ziyareti ihmal edilmez.

Hısım, akraba ziyareti yanında, Fırat Üniversitesi;

TEF’nden Sayın Doç. Dr. Mehmet Gedikpınar ve İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyelerinden Sayın Mustafa Kırmızıgül’ü ailece evlerinde ziyaret ederek bayramlaşma ve sohbet etme imkânımız oldu.
Türk Kamu Sen Elazığ Şubesi Başkanı Sayın Mehmet Şerif Arıca’yı ziyaret etmek istedik, ancak kendisi o anda Malatya’da olduğundan dolayı sadece telefonda bayramlaşabildik.
Bizim için oldukça kısa süren bir haftalık seyahatten çıkardığım ana fikir ise şu oldu;
Mümkünse Dini Bayramları herkes Baba Ocağında geçirsin.

Unutulmaz ve olağan üstü bir mutluluk.

Gitmeseydim bu kadar özlediğimin bile farkına varmayacaktım.

Ömrümce çok yerler gezdim, çok yerler gördüm de,
Bir başka hoş ülkemin; her köyü, her bucağı…
Hepsini çok beğendim, hepsini çok sevdim de,
İlle de o ocak; ille de Baba Ocağı.

Sayın Doç. Dr. Türker Eroğlu’nun küçük abisi Sayın Bünyamin abi der ya; “Meteristen attık gurbete gurşun, / Alın yazımız; ganadında guşun”
Guş nereye gonar kim bilir?

Ya Rab; Zat’ını seyran ettir, Kendine hayran ettir.
Öyle yaşat ki bizi, ebedi bayram ettir…

Dualarda buluşmak ümidiyle nice bayramlara…

Devamını Oku...

16 Aralık 2008 Salı

Kurbanla Neyi Kestik?

Bayramlarla, çocuklar için hayaller, yaşlılar için hatıralar canlanır. Bir köy çocuğu olarak ilkokulun ilk yıllarında okurken para biriktirme alışkanlığı kazandırılmıştı bana. Toprak bir kumbaram vardı. Bayramlarda, düğünlerde ve diğer zamanlarda verilen metal paraları bu kumbaramın içinde biriktirirdim. Kumbaramı bazen kucağıma alır, sever, onunla hayaller kurardım. Bir gün rahmetli dedem, biriktirdiğim paralarla bir koç alacağını söylemişti. Alınan koç benimdi ve adı, Karagöz’dü. Göz civarı, kulakları ve ağız bölgesi simsiyah, kalan kısmı bembeyazdı. O, tam bir karagözdü. Yanına bir koç daha verdiler, adına Garip dediler. Garip ve Karagöz’le bir yaz tatilini geçirmiş, onları beslemiş, büyütmüştüm. Özellikle Karagöz’le pek samimiydik. Ben, onunla anılır olmuştum.

Kurban Bayramı geliyordu, biz çocuklar sevinçliydik. Önce Garip’im satıldı. Ev için bayram masrafı yapılacaktı. Köylünün ne sermayesi olurdu hayvanlarından başka. Pek üzülmedim Garip’in satılışına. Olsun, Karagöz, hayatımı dolduruyordu. Bana bayramlık alındı mı pek hatırlamıyorum, belki alınmıştır. Pek sevinçliydik; bayramda şeker, fıstık, para toplayacaktık. Hele, para verenlerin kapılarına daha erken gidiyorduk, ellerini daha hararetle öpüyorduk her bayram. Bayram namazından gelindi. Evde olağan dışı bir heyecan vardı. Kahvaltı dahi yapılmadı. Babam, ahırdan Karagöz’ü çıkardı, evin arka tarafına götürdü. Olacaklardan haberim yoktu. Meğer o, kurbanlıkmış. Her ikisi de rahmetli oldu, dedemin, babamın tekbir sesleri arasında Karagöz kurban edildi. O anda, oğlu İsmail’le test edilen Hz. İbrahim sanki bendim. Ben, Karagöz’le test edilmiştim. O anki tepkimi hatırlamıyorum; ama çocuk masumiyetindeki o sızıları yüreğimde hala hissediyorum.

Hikayeyi hatırlarsınız. Hz. İbrahim’in çocuğu olmamaktadır. İlerlemiş yaşına rağmen çocuk özlemi çekmektedir. Rabb’ine yalvarır, çocuğu olduğu takdirde en sevdiğini ona kurban edeceğini söyler. Nihayet İsmail dünyaya gelir; bu sevinçle develer kurban edilir. İsmail yedi yaşına geldiğinde Hz. İbrahim’e rüyasında en sevdiğinin oğlu İsmail olduğu, onun kurban edilmesi gerektiği hatırlatılır. Hz. İbrahim için zor günler başlar. İsmail nasıl kurban edilir? O zaten zor elde edilmiştir. Allah’a verilen söz de önemlidir. İsmail, kurban edilecektir. Hz. İbrahim için sınav çok ağırdır. Bir tarafta oğlu, bir tarafta şeytan, bir tarafta Allah’a verilen söz. Bu anafor, bir kâbus gibi sarmıştır Hz. İbrahim’i. Hz. İbrahim, samimiyet testini kazanır, İsmail’i de kurban etmeden Rabb’inin yardımıyla Rabb’ine vermiş olduğu sözü yerine getirir.

Biz hangi sınavı veriyoruz her Kurban’da? Hz. İbrahim’i kaçımız hatırlıyor, onun hissettiklerini anlıyor ve yaşıyor?  Günümüz dünyasında bakıyorum, çoğumuz Kurban ibadetini sıradan bir ritüel olarak algılıyor. Bazılarımız aldığı kurbanın ekonomik değerini düşünüyor, bazılarımız yeter ki evde kargaşa olmasın düşüncesiyle kurban parasını bir yerlere gönderiyor, bazılarımız kendince yeni yorumlarla bu ibadetini hakkıyla yerine getirdiğini düşünüyor. Kurban ibadetiyle, Hz. İbrahim’in İsmail’le olan diyalogundaki samimiyeti, ıstırabı, teslimiyeti duymuyoruz. Öyleyse biz kurbanı niye kesiyoruz? Kesilen bir kurban mı, bir hayvan mı? Bayramın adı Kurban bayramı mı, hayvan kesme bayramı mı? Kurban ibadetinin, günümüzde, ibadetin özündeki amacına ulaşmadığı kanaatindeyim.

Gerçekleşmesi zor bir önerim var: Kurban edeceğimiz hayvanı çok önceden satın alsak, onu beslesek, sevsek, kendimizden bir parça haline getirsek. Gerçek dünyamızda ve gönül dünyamızda ona yer versek. Kurban günü geldiğinde, sevdiğimizi kurban etmenin hüznünü, aynı zamanda Allah için sevdiklerimizden vazgeçebilme sınavını kazanmanın mutluluğunu duysak. İnanıyorum, kurbanla edindiğimiz terbiye, kazandığımız ahlak, ulaştığımız seciye sonucu, tutsağı olduğumuz dünyacı değerlerden daha rahat kurtulabileceğiz, daha özgür olabileceğiz. Bizi, Yaradan’dan alıkoyan bütün İsmail’lerden yani makamdan, servetten, hazlardan, şöhretten daha kolay vazgeçebileceğiz. Onlara gerektiği kadar değer vereceğiz. Onlar bizim efendimiz değil, kölemiz olacak; biz onların efendisi olacağız.

Hz. İbrahim, bir İsmail sınavını kazandığı için özgür oldu, efendi oldu. Bizi Hz. İbrahim olmaktan alıkoyan o kadar çok İsmail var ki! İsmail’ini kurban edenlerin bayramı kutlu olsun.

Devamını Oku...