28 Nisan 2008 Pazartesi

Hadiseleri Okumasını Bilmek

Geçen sabah gazeteleri okurken, bizlerle ilgili bir haber canımı sıkmıştı. Hemen sevgili ağabeyimi arayıp habere tepki gösterip göstermeyeceğimi sordum? Ağabeyim ise, haberi bizlere gösterilen ilgi gibi değerlendirmemi söyledi.

Çok doğru. İnsanların bakış açıları duygularını etkiliyor. Bu olayı olumsuz değerlendirdiğim gibi aksine ağabeyim bu işte de bir hayır vardır diyebildi. Demek ki olayları daha iyi okuyabilmeli ve bu tip hadiseler, bizlerin olgunlaşması ve eğitimi için iyi birer fırsat olmalıdır. Şerden de hayır doğabileceğini bilmeliyiz.

Bu hadiseden sonra, okuduğum son kitaptaki Aytekin’in hikayesi dikkatimi çekmişti. Aytekin, Karadeniz’in sahil şehri Ordu’da yaşıyor ve geçimini balıkçılıkla sağlıyordu.

Aytekin, Aralık ayının soğuk bir sabahında, sahilden arkadaşlarıyla birlikte denize açılmıştı. Öğleden sonra büyük bir fırtına kopmuş ve gecenin ilerleyen saatlerine kadar hiçbir balıkçı teknesi sahile dönememişti. Gece boyunca balıkçıların anneleri, eşleri, çocukları ellerini açıp Allah’a dua ediyor ve sağ-salim sahile dönmelerini merakla bekliyorlardı.

Böyle bir ortamda, Aytekin’in evinde büyük bir yangın çıkmış ve yangını söndürecek kimse de olmadığından ev tamamen kül olmuştu.

Sabahın ilk saatlerinde balıkçı ailelerinde çok büyük sevinç vardı. Balıkçıların tamamı sağ-salim sahile ulaşmıştı. Ancak Aytekin’in eşinin üzerinde çok büyük bir hüzün vardı. Evi, yangında tamamen kül olmuştu. Aytekin sahile ayak basar basmaz eşi çığlığı basmıştı. Aytekin’im mahvolduk, bittik. her şeyimiz yandı, yok oldu.

Aytekin ise eşine, o yangına şükürler olsun. Yanan evimizden çıkan alevler sayesinde bütün balıkçı tekneleri yolunu buldu ve salimen sahile döndü dedi

Olaylar karşısında sağduyuyu hiçbir zaman kaybetmemeli, herkesin bir hesabı olduğu gibi Allah’ın da bir hesabı olduğunu bilmeliyiz.

Ağabeyimin söylediklerine şimdi daha çok hak veriyorum…

Devamını Oku...

Hz. Adem (as) ve Demokrasi

Demokrasi bir ülkede yaşayan insanların cinsiyetini, dini, dili, rengi ve ırkı makam ve mevkisi, sosyal statüsü ne olursa olsun bütün insanları aynı haklarda o ülkenin vatandaşı olmaları sebebiyle hiçbir ayrımcılık ve hak ihlali ve kısıtlamaya tabi tutulmaksızın eşit bir şekilde yararlanabilmesidir.

İnanç düşünce ve yaşantı yönünden bizden farklı olan insanların varlığını kabullenmek onlara saygı göstermek farklılıkları bir gül bahçesindeki değişik renkler olarak görmektir.

Başkalarını bizim gibi olmaya zorlamak bizim gibi olmayanları güç bizde diye bir çok haktan mahrum etmek demokrasiye ve insanlığa ne kadar uyar ki ?.

Yeryüzü tüm insanlığı yaşayabileceği kadar geniş Allah'ın nimetleri bütün insanlığa yetecek kadar çoktur. Yeterki paylaşmasını bilelim. Aynı havayı soluduğumuz ama renkleri ve zevkleri bizden farklı olan insanlara saygılı olmayı bilelim. Hz: Adem'den günümüze kadar yaratılan tüm insanlarda bu farklılık içerisinde yaratılmışlardır. Kıyamete kadar yaratılan insanlarda , böyle yaratılacaklardır.

Tüm insanların parmak izleri birbirinden farklıdır. Fiziki yapılarıda DNA ve RNA'sı ve molekülerlide birbirinden farklı yaratılmıştır.

Bundan dolayı insanların algıları, ilgileri, düşünce ve inançları, hobileri ve fobileri birbirine benzemez.

İşte demokrasi bu farklılığa saygı göstermektir. Demokrasi sizin gibi inanmayan sizin gibi düşünmeyen ve yaşamayan insanlarında sizin ile aynı haklara sahip olduğunu kabullenmek onların istek dilek ve temennilerine dikkate almaktır.

Şimdi diyeceksiniz ki, bunun HZ: Adem ile ne ilgisi var ?

Allah ü Taala  Hz: Adem'i yaratıp henüz ruh vermeden tüm meleklere yeni yaratılan bu varlığa yani ( Adem'e ) secde edilmesini emreder. Melekler bu emri yerine getirirler, ama içlerinden biri emre uymaz. Allah ( cc ) neden emretmediğini sorunca Adem'in topraktan yaratıldığını kendisinin ateşten yaratıldığını dolayısı ile kendinin Adem'den daha üstün olduğunu bunun içinde secde etmediğini söyler. Yani Allah (cc) Emrine karşı gelir isyan eder.

Allah'ta rahmetinden kovar lanetler ve edebi olarak Cehennemlik olduğunu ona bildirir ve Şeytan diye isimlendirdiğimiz varlık böylece meydana gelmiş olur.

Bu Şeytan dediğimiz varlık Hz: Adem yüzünden lanetlenince Allah'tan bazı isteklerde bulunur. Mesela, kıyamete kadar yaşamak Hz: Adem'in neslinden gelecek insanları aldatarak onları Cehenneme sürüklemek ile vs vs..

Allah, Şeytanı dinler ve isteklerini kabul eder ve ona şöyle cevap verir "Ben Adem'in nesline Peygamberler ve Kutsal Kitaplara göndereceğim. Onlara akıl ve irade vereceğim. Cenneti, Cehennemi seni ve hilelerini onlara bildireceğim, onların kararına da saygı göstereceği. Tercih hakkı onların senin onların düşmanı olduğunu bile bile senin peşinden koşarak seninle beraber olurlar ise, bu da onların bileceği bir iştir. Esas olan insanları bilgilendirdikten sonra kararlarında ve tercihlerinde serbest bırakmaktır "

Demokrasi dediğimizde bu değilmidir?

Allah'u Taala isyan etmesine rağmen şeytan'ı muhatap alıp onun isteklerini kabul ediyor.

Yaratıp kendi mülkünde hayat verip rızık vermesine rağmen insanların inanmamasına, inanıp şirk koşmasına inanıp ibadet etmemesine insanların bir kısmının belki bir çoğunun hayatlarını günah deryası içerisinde geçirmelerine tahammül ediyor.

Hatta bazı insanların da şeytanı da geride bırakacak şekilde kendine isyan etmelerine, inananlara zulmetlerine tahammül ediyor.

İşte demokrasi her yönüyle sizden farklı inanan, düşünen, yaşayan sizinle hiçbir ortak paydası olmayan, belki size düşman olan insanların varlığına hak ve hukukuna saygı göstermektir.

Allah kendi mülkünde şeytana hayat hakkı tanıyor bunca günah isyan ve zulüme rağmen insanları ömrünü rızkın ve bizler için yarattığı hiçbir imkanı bizden esirgemiyor. Bütün bu imkan ve yetkiler bizde olsaydı da mahiyetimizde ki insanları bize karşı bu kadar fütursuzca davransaydı acaba neler yapmazdık?

Burs verdiğimiz bir öğrenci yada yardımda bulunduğunuz bir aile her halukarda size saygısızlık etse burs vermeye ve yardım etmeye ne kadar devam ederdiniz?

Allah u Taala Bakara süresini …. nci ayetinde  " Dinde zorlama yoktur " buyurarak insanları tercihlerinde serbest bırakmıştır. İnsanın istediği dini seçme ve hiçbir din seçmeyip dinsiz kalma hakkı vardır. Bu tamamen onun kararıdır.

İnsanları zorla Müslüman yapmak dinin emri olmadığı gibi bizzat dinin yasakladığı bir husustur.

Siz eğer demokrasiyi insanların hak ve hukukuna karar ve tercihlerine saygı olarak anlarsanız bu islamın özünde vardır.

Eğer parmak sayısı istediğinizi yapma yada gücünüzü kullanarak başkalarını yok sayma hakkı olarak görürseniz işte bu tür bir demokrasi İslam ile bağdaşmaz. Gerçek demokrasilerde %90 çoğunluğa sahip olsanız bile %10 luk kesimin hukukunu göz ardı edemezsiniz. %10luk bir imtiyazlı azınlık halkın %90 nının bir çok hakkını ihlal ederse elindeki gücü kullanırsa o sistemin adını siz koyun.

Allah ülkemizi İslam Alemini ve tüm insanlığı bu tür imtiyazlı azınlıkların azgınlıklarından korusun. Huzurlu ve mutlu yarınlar dileği ile…

Devamını Oku...

26 Nisan 2008 Cumartesi

Yurt Dışı Değerlerimiz

Ülke olarak uzun zamandan beri yurt dışına devletin imkanlarını harcayarak öğrenci göndeririz. Neden göndeririz? Dünyadaki ilmi gelişmelerden istifade edip, bu gelişmelerle donanarak ülkelerine yararlı olmaları için. Düşünce böyle de gerçek böyle mi? Tabii ki hayır.

Yurt dışındaki hangi konsolosumuz bulunduğu ülkede okuyan öğrencilerimizle yakın temas kurarak onların o ülkedeki yaşamlarını izleyebilmiş ve sorunları ile ilgilenebilmiş. Ya çok az. Ya da hiç.

Oysa bu gün gelişimlerini gıpta ile izlediğimiz Japonya ve benzeri ülkeler gönderdikleri her öğrenciyi yakından izlemişler. Devletin imkanlarını harcadıkları bu gençleri başı boş bırakmamışlar. Ülkelerine döndüklerinde beraberlerinde getirecekleri ilmi değerleri getirip getirmediklerini sorgulamışlar. Hatta bu konuyu onların namus meselesi haline getirmişler.

Biz ise devletin imkanlarını verip arkasını aramamışız. Başı boş bıraktığımız gençlerin bazıları ise devletin imkanları ile devlete düşmanlık etmeye başlamış. Devlet düşmanı mihraklarla işbirliği içinde olarak her türlü eylemlere katılmışlar.. Bizim yurt dışı birimlerimiz bu kişiler hakkında bir yaptırım uygulamamış. Bazı hainleri devlet eli ile yetiştirmişiz.

Bunun yanı sıra devletin imkanları ile gerçekten ilim öğrenerek iftihar edeceğimiz boyutlara gelen gençlerimize de sahip çıkamamışız. Yurt dışındaki başarılarını görmezden gelmişiz. Halkın imkanlarını harcadığımız bu insanları ülkemize getirememişiz. Onları ülke içinde değerlendirememişiz. Bu değerleri kendi haline bırakmışız. Yurt dışında hayatını sürdürmek istemeyen insanlar Ülke içinde ilimlerinin değerlendirilmediğini görünce hayatını kazanmak için aldıkları eğitimle alakası olamayan başka işler yapmaya başlamışlar. Zamanla bu insanlar sıradanlaşmışlar. Kendilerine yapılan masrafın karşılığını veremez hale gelmişler.

Bu onların suçu değildir. Bu onlara sahip çıkamayanların suçudur. Çünkü devlet imkanları ile okuyanlar varlıklı insan değildir. Ülkesine döndüğünde kendi imkanları ile aldığı ilmi kullanamaz. Muhakkak devletine ihtiyacı vardır. Zaten devletimiz  de ilimi açığını kapatmak için bu insanları ülke dışına göndermiştir. Devlet imkanı ile yurt dışı eğitiminin mantığı budur.

Bu takipsizlik ve ilgisizlik bir çok eğitimli insanın ülkesine dönmemesine sebep olmaktadır. Biz ise Ülke imkanları ile başkalarına eğitimli eleman yetiştiriyoruz. Bu hazin bir sonuçtur. Üniversitelerimizdeki siyasallaşma  eğitimli insanları ürkütmektedir. Bu camia içinde olacak insana belli bir safta olması adeta dayatılmaktadır. Kişiler eğitim seviyeleri ile değil siyasi kimlikleri ile değerlendirilmektedirler.

Ülkenin geleceğini şekillendiren bu bilim yuvaları huzursuzluk yerleri haline getirilmektedir. Özerklik verilmiş olan bu kurumlar işletiliş biçimine bakıldığında özgür değildir. Siyasi kimlikleri dolayısı ile bir araya gelmiş gurupların tahakkümü bu ilim yuvalarına hakimdir.

Ülkenin bazı değerleri kullanılarak ilim adamları sindirilmektedir. Bu sebeple büyük paralar harcadığımız genç beyinler, beynine bakılarak değerlendirilmedikleri için Ülkemize dönmemektedir. Hatta memleket sevgisi ile gelmiş olanlar küstürülerek geldikleri yere dönmek zorunda bırakılmaktadır. Bir istatistik yapılsa Ülke dışında çok miktarda değerli insanımızın olduğu görülecektir.

Bizim bu insanlara ihtiyacımız vardır. Ödediğimiz vergi ve harçlardan harcanarak okutulan bu değerlerin geri getirilmesi için şartların yeniden gözden geçirilmesi gerekir. Kaçıran değil çağıran bir politikanın izlenmesi gerekir.
Kalkınmamızın temelinde ilim vardır. İlim Ülke kalkınmasının ön şartıdır. Dünya ilimden para kazanmaktadır. Onlarca ton hammaddenin ekonomik değeri küçücük bir imalata eş değer olmaktadır. Bu ilmin sayesindedir. Bağımsızlık buradadır. Saygınlık buradadır. Kalkınmak buradadır. Özgürlük buradadır. Kendine yetemeyen toplumlar muhtaç oldukları ölçüde mahkumdurlar.

Yurt dışındaki insanlarımıza yönelik çalışmalarımızı yeniden organize etmemiz gerekir. Elçiliklerimiz vasıtası ile bu insanlarımızı Ülke içinde hizmet vermeye özendirmeliyiz. Ülke içinde çalışacakları alanları cazip hale getirmeliyiz. Ülkenin onlara ihtiyacı olduğu için imkanlarının bir kısmını onlar için kullandığını anlatmalıyız. Bu insanlar bizimdir. Eminin çoğu da ülkesini sever. Başka türlü muasır medeniyet seviyesine yükselmemizin imkanı yoktur. Sloganlar. Siyasi yürüyüşler. Şov maksatlı çıkışlar. Süslü süslü nutuklar. Hepsi boştur.
Bunlar bizi yarınlara götürmez. Ancak daha da geri bırakır. Oysa bizim acilen atılıma ihtiyacımız vardır. Bu da dolu beyinlerle olur.

Bu düşüncemi yerimin müsait olduğu ölçüde sizinle paylaştım.

Saygılarımla.

Devamını Oku...

25 Nisan 2008 Cuma

Papazın Sermayesi

Olaylar karşısında aptalca çözümler üreten kişi olarak tanıdığımız Temel, bazen zekice işler yaparak bizi kendisine hayran edebiliyor, bize ibretlik dersler verebiliyor. Bizim Temel, bir gün bir papazla karşılaşır. Papaz, kendine inananları Cehennem’le korkutmakta, onlara Cennet’ten arsa satmaktadır ve yüksek ücretle sattığı arsalar sayesinde köşeyi dönmüştür. Temel, papaza Cehennem’den yer almak istediğini söyler. Böyle bir teklif karşısında şaşıran papaz, “İstersen cehennemin tamamı satabilirim.” der. Zaten böyle bir teklifi bekleyen Temel, papazla Cehennem’in satışında anlaşır. Artık Cehennem’in tamamı Temel’indir. Temel bu defa Cennet için kuyruğa girenlere seslenir: “Cehennem benimdir, oraya kimseyi koymayacağım, sizin için Cehennem diye bir tehlike yok.” der. Sermayesiz kalan papaz, şaşkındır.

Kişileri korkutmak, bir sömürü yöntemidir, eğitim yöntemi olarak da hiç hoş değildir. Bu yöntem, sanırım, hiçbirimize yabancı değil. “Cıs yanarsın!”, “Öcü gelir, seni yer!” korkutma cümlelerini, ismimizden önce duymuşuzdur. Bu uyarılar, geleneğimizde eğitimin ilk sözleri. Annemiz, babamız da böyle yetişmiştir; öğretmenlerimiz, hocalarımız da bizi hâlâ aynı yöntemle terbiye etmeye çalışırlar. Korkutma, siyasiler için rant aracı olarak kullanılmış ülkemizde. Önce cehennem yaratılmış. Bu cehennemin adı, “Din elden gidiyor.”, “Komünizm geliyor.”, “Laiklik çiğneniyor.”, “Vatan bölünüyor.” olmuş tarihi süreç içinde. Bakıyoruz, ne din elden gitmiş ne komünizm gelmiş. “Laiklik”e de “vatan”a da bir şey olacağı yok. Bu korkularla bu millet yıllarca birileri tarafından sömürüldü. Şimdi anlıyoruz ki, yağmurdan kaçarken doluya tutulmuşuz.

“Laiklik”, soyut bir Cehennem. Bunun ne ve nasıl bir şey olduğunu şimdiye kadar kimse izah edemedi bana. Kimine göre bir özgürlük, kimine göre özgürlüğe vurulmuş zincir. Benim için sadece bir sözcük, laiklik. Birileri beni gaflet ve dalalet içinde olmakla suçlayacaktır belki; ama ülkemizin bölündüğü de yok. Biz, toprağa bağlılığı, vatan sevgisini genlerinde taşıyan bir milletiz. Ülkemizi bölmeye kimse cesaret edemez. Beni, soyut korkular yaratarak sömürenler veya ölümü gösterip sıtmaya razı edenler üzüyor. Ülkemiz insanının mayasını teşkil eden dini ve kültürel değerlerden yoksun kalmış insanların vatansever kesilmelerini samimiyetsiz buluyorum.

Tehlikelerden uzak bir çevrede, bir ülkede, bir dünyada yaşadığımızı iddia etmiyorum. Cehennem ve Cennet, gece ve gündüz kadar birbirine lazımdır, birbirinin tamamlayıcısıdır. Öfkem, korku dağları yaratılarak düz arazide emeğimizin sömürülmesine, özgürlüğümüzün kısıtlanmasına, hayallerimizin yıkılmasınadır.

Suda, yanıcı gaz olan hidrojen vardır. Kimse yanma korkusuyla su içmekten vazgeçmeyi düşünmez. Suyu hayat haline getiren, hidrojenin panzehiri oksijendir. Korkularımızla da hayatı kendimize zehir yapmamalıyız. Su için, oksijene hidrojen ne kadar gerekliyse, sağlıklı bir ömür için de kaygılarımıza hoşgörü o kadar gereklidir. Cehennem de Cennet’i kazanmak için vardır. Cennet, papazın olmadığı gibi, Cehennem de Temel’in değildir. Böyle papazlar, böyle Temellerle şaşkına dönerler.

Papazla Temel’in senarist olduğu bir yaşam oyunu pek sıkıcı. Güzel, anlamlı bir ömür için Papaz’a pirim vermemeliyiz. Papaz, rantsız kalırsa Temel de olmayacaktır. Bu pazarda, Papaz kadar ona prim veren alıcılar da suçlu. Bunun için doğru bilgi, sağlam inanç, uyanık zekâ gerekiyor. Analitik düşünme, işin metodolojik tarafı. Ben ülkemi seviyorum, hayatı anlamlı ve kolay yaşamak istiyorum. Bütün korkulara, PAYDOS!

Devamını Oku...

24 Nisan 2008 Perşembe

Merhamet!

Hz. Peygamber’in (S.A.V.) doğum yıldönümünü “kutlu doğum haftası” adı altında idrak etmekteyiz.

Hz. Peygamber’in (S.A.V.) şahsında insanlığa örnek olarak ortaya koyduğu pek çok değerden bahsetmek mümkün. Ancak bugün için, gerek dünyanın gerekse ülkemizin içinde bulunduğu hal ve gidişat sebebiyle biri üzerinde özellikle durmak istiyorum: Merhamet.

Bilindiği üzere Hz. Peygamber (S.A.V.) “rahmet peygamberi” olarak tanımlanır. O’nun en önemli özelliklerinden biri, gerek insanlara gerekse diğer canlılara karşı tutum ve davranışlarında “merhameti” ve “sevgiyi” temel almasıdır.

Öyle ki; peygamberliği süresince şahsına dair yapılan hata ve yanlışlara karşılık vermek, kin gütmek gibi bir eğilimi ve yaklaşımı asla mevcut olmamış, affetmeyi esas almıştır. Nitekim buna dair gerek özel hayatında gerekse sosyal hayatın her sahasında pek çok örnek mevcuttur.

Mesela savaş gibi devlet hayatında çok önemli neticeler doğuran bir vaka esnasında bile, esirlerin fidye veya fidye veremeyenlerin okuma – yazma öğretme karşılığında serbest bırakılmalarını uygun görerek (Bedir Savaşı), insanlığa temel yaklaşımını bu değer ile ortaya koymuştur.

Dolayısıyla O’nun temellerini attığı medeniyetin ahlak sisteminde de merhamet çok önemli bir değer olarak yer almaktadır. Yani bu ahlak sisteminin içinde yer alan, ona bağlı yetişen insanların en temel vasıflarından birinin “merhamet” duyguları olması beklenir.

Gelin görün ki, dini anlama ve yaşamada şekilciliğe olan eğilim bu alanda da kendini göstermektedir. Öyle ki; mesela kadına şiddetinin “usulünü” tartışan ve buna dini kılıf arayanları dahi görebilmekteyiz!

Kur’an’ın yaşayan örneği olan Hz. Peygamber’in (S.A.V.) hayatında bırakın örneğini, imasını bile görmediğimiz böyle bir konuda dini temel almaya kalkmak, bahsettiğimiz ahlak sistemi içerisinde nereye oturabilir?!

Dünyada şiddetin gittikçe arttığı, insanların fantezi için dahi birbirlerini öldürebildiği veya işkence edebildiği bir ortamda en temel ilaç olarak karşımıza çıkan merhamet değerinin vurgulanması, bunun güzel örneklerinin sergilenmesi Müslümanların ortaya koyması gereken en öncelikli tutumdur. Zira bizim örneğimiz böyle bir Peygamber’dir (S.A.V.).

Var olan değerlerimizi Kur’an’ı ve Hz. Peygamber’i (S.A.V.) doğru biçimde anlamak suretiyle yaşayarak örnek olmak yerine, dini bu kadar sığ ve yanlış bir pencereden görmek… Üstelik bunu dini temel aldığını iddia ederek yapmak… Çok yazık!

Görülüyor ki, doğumundan itibaren geçen yaklaşık bin beş yüz yıllık süre sonunda O’nu (S.A.V.) anlama yolunda kat edilecek daha çok yol var!

Hayırlı haftalar…

Devamını Oku...

23 Nisan 2008 Çarşamba

Egemenlik Kayıtsız ve şartsız Milletin mi?

“Hâkimiyet bila kayd ü şart milletindir” şeklinde ifade edilen düşünce, Cumhuriyetimizin kuruluşundan önce, Milli Mücadelenin ilk yıllarında, ifade edilmeye başlanmıştı. Daha sonra “hâkimiyet/egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” gibi kelime değişiklikleri ile anayasalarımızda ve TBMM Genel Kurul salonlarında yazılı belge olarak yer aldı.

Anayasamızın 6. maddesinde yer alan bu hükme rağmen, Egemenliğin günümüzde artık kayıtsız ve şartsız millete ait olmadığı görülüyor.

“Devlet egemenliğinin dış şartları yani bağımsızlık anlayışı uluslararası hukuk kuralları lehine değişiyor.” Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’in ifadesiyle “Devlet dış egemenliğinin milletlerarası hukukla, iç hâkimiyetinin ise kuvvetler ayrılığı ve ferdi hak ve hürriyetlerle sınırlı olduğu” söylenebilir.

Devlet egemenliğinin iç kayıt ve şartlarının demokrasi ve birey lehine değişmesini olumlu karşılamaktayım. Ancak mevcut dış kayıt ve şartların Türkiye’yi “tam bağımsızlık” fikrinden oldukça uzaklaştırdığı tehlikeli bir noktaya doğru gittiğimizi görmekten endişeliyim.

Türkiye birçok ülke gibi AİHM’e (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) ferdi müracaat hakkını tanıdığı gibi, bu mahkemenin kararlarını Türk yargı sistemi içinde yargılanmanın yenilenmesi sebebi olarak kabul etti.

Türkiye’nin imzaladığı uluslararası sözleşmelere aykırı herhangi bir hukuki düzenleme mevcutsa, bu çelişen konuda uluslararası sözleşmelerin geçerli olduğuna ve bu sözleşmelerin Meclis ve anayasal yargı denetimine tabi olmamasına dair anayasa hükmü yıllardır yürürlüktedir.

Anayasamızın 90. maddesi: “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.”

Gümrük Birliği anlaşmasıyla, Türkiye bırakın oy hakkı olmasını, temsil dahi edilmediği AB organlarının aldığı gümrük mevzuatıyla ilgili her türlü kararı kabul etmeyi taahhüt etmiş olup, alınan kararları itirazsız uygulamaya devam etmektedir.

Yabancılara bireysel mülk satışının yanında, azınlık vakıflarının yabancı vakıflarla işbirliği yapmaları, yabancıların vakıflarda görev almaları, vakıflar arası mal değişimi, sınırsız bir şekilde Türkiye’de mülk edinmesinin ve vakıfların dış destek almasının yolu açıldı.

Daha da kötüsü Türk yargı sistemi içerisinde görülen birçok davaya dış telkin ve müdahaleler artık normal kabul edilmeye başlanmıştır. (Öcalan, Hırant Dink, parti kapatması davaları gibi.)

Cumhuriyet döneminin maddi birikimlerinin büyük kısmı çok kısa bir zaman diliminde yabancıların kontrolüne girmiştir. Bankacılık, sigortacılık, enerji, telekomünikasyon sektörlerinde yabancı hâkimiyeti gerçekleşmiş, limanlar, madencilik, gıda, perakende ve diğer sektörlerde de yabancı sermaye oranı ciddi bir şekilde yükselmiştir. Türkiye’nin en büyük 500 şirketinde yabancı sermaye oranı % 60’ı, İMKB’da işlem gören hisselerde %70’i aşmıştır.

Mustafa Kemal Paşanın “bila kayd ü şart hâkimiyet” fikrini ifade ederken “dış anlamda tam bağımsızlık, iç anlamda da meşrutiyet yerine cumhuriyeti” işaret etmek için kullandığında bir tereddüt yoktur.

Prof. Başgil’in ifade ettiği dış sınırlama milletlerarası hukukla olmaktadır. Milletlerarası hukukun milli hâkimiyet ilkesine aykırılık teşkil etmemesinin temel sebebi milletin iradesinin tecelli ettiği TBMM’nin denetimi ve onayından geçmiş sözleşmelerin millet iradesine aykırı olamayacağının kabul edilmesine dayansa gerektir.

Oysaki yukarıda saydığım milli hâkimiyeti dış anlamda sınırlayan düzenleme ve uygulamalar bu ilkenin temeli olan “tam bağımsızlık” ilkesine ciddi bir şekilde aykırılık içindedir.

“Tam bağımsızlık fikrine” aykırı olan, egemenliğe dair kayıt ve sınırlamalar Cumhuriyetimizin kuruluşuna temel teşkil eden ilkeleri aşındırmaktadır. Milletlerarası ilişkilerde karşılıklı menfaate dayanan, eşit şartlara dayalı bağlılık yerine, bağımlılık ilişkisi diyebileceğimiz bir aşamaya geldiğimiz görülmektedir.

Milli iradenin tecelli ettiği TBMM’ nin kuruluşunun 88. yıldönümündeyiz.

“Düyun u umumiye’ yi” hazırlayan şartların benzerini yaşamaktan, ekonomimizi IMF ve yabancı sermayenin, siyasetimizi ise ABD ve AB’nin yönlendirdiğine dair uygulamalardan hoşnutsanız; çıkarılan petrol kanunundan, vakıflar kanunundan, uyum yasalarından ve son olarak TCK 301. maddede yapılan değişiklikte yabancıların baskısına boyun eğilmesinden mutluysanız:

“23 Nisan Milli Egemenlik Bayramınız” kutlu olsun.

Devamını Oku...

21 Nisan 2008 Pazartesi

Siz Düşünün

Gönül dostlarım, bu ülkenin toprağına, değerlerine ve insanlarına, sevgimin ve saygımın ölçütünü, kimseler hiçbir araçla inanın ölçemez...

Ülkemizde,  bu gün gelinen ya da getirildiğimiz  noktaya baktığımız da ;kullanılan araç ve teknikler, daha ilk meşrutiyetten ya da ilk anayasanın ilanından (1876) beri aynı ! Hiç, ama hiç değişmedi

Millet olarak bu kutsal topraklara gelişimiz 1014'lü yıllara varır. 1071 de yurdumuz olmak için kapılarını açar, 1076' dan itibaren bu topraklar, altı ve üstüyle bize yani her zaman övgüye mazhar olmuş yüce Türk Milletine vatan olmuş ve   Kutalmışoğlu Sultan Süleyman Şah tarafından da devletini kurmuştur.

Ben de bu toprakların güney bölümünde 1957 Ocağının ortasında dünyaya gelmişim. O topraklar da dünyaya gelmek çok az sayıda insana nasip olduğuna gönülden inanıyorum... Niçin mi ? Hatay farklı bir coğrafya .(LÜTFEN İLK FIRSATTA ORALARA GEZMEYE GİDİNİZ) camisi, sinegogu, kilisesi üçü de sırt sırta. Üçü de Tanrının evi... daha, diğerleri de... Keldanisi, Nasturisi, Şafisi, Hanefisi, Alevisi, Rumu, Ermenisi, Hristiyanı, Ataisti, Ateşperesti, Caferisi, Sunnisi v.s.hepsi bir arada... Yüzlerce asır inançlarından dolayı canavar olmuş nesil ve düşüncelere örnek olmuş bir coğrafya da doğduğumdan dolayı mutluyum. Beni o coğrafyada dünyaya gelmeme vesile olan anamdan ( Allah Rahmet etsin) da babamdan (Allah Rahmet etsin)da bu ve öbür dünyada razı olsun.

Konuya gelmek istiyorum,

Ben anam tarafından da babam tarafından da % 100 Türkmenim.Bundan da gurur duyuyorum.Ama şovenist te değilim...

10 kardeşiz. Bunun 8 tanesi (4 erkek, 4 kız. Hatice anamız ve Ali babamızdan). 2 erkek kardeşimizin de annelerinin adı Hatice, aynı babadan olmuşuz ki babalarımızın adları Ali. 2 kardeşimizin anaları öz be öz Türkmen.

Dostlarım ,Sizleri sıkmak istemiyorum ama, paylaşmak zorunda olduğumu bir vazife olarak telakki ediyorum. Konuya gireceğim dedim ama hala giremedim. Lütfen beni maruz görün...

Ablamı (Sultan) öz be öz Türkmen yiğidi olan Mehmet Fakı ile evlendirdik 3 çocukları (23 yaşında Fatih, 26 yaşında Ayşe, 30 yaşında Gökhan) var

Küçük kızkardeşimizi (Nurgül) öz be öz Arap yiğidi olan Mehmet Toperi ile evlendirdik. 1 çocuğu (Arda Efe) var.

Ortanca kız kardeşimiz olan İnci'yi de öz be öz kürt yiğidi olan Mehmet ASLAN'ın ailesi istetmiş. Kardeşlerim bana danıştılar, ben de "aynı bahçe duvarını 35 sene paylaştığımız, yaylaya gittiğimiz de evimizi namusumuzu teslim ettiğimiz, analarının hastalandığında anamızın sırtında hastaneye taşıdığını onlara anlattım.

Kızkardeşimizin de gönlü varsa evlenmelerinde bir maninin olmayacağını söyledim. Hülasa kız kardeşimiz de  Kaçakçı Mamo dayının oğlu öz be öz Kürt yiğidi olan Mehmet ile evlendirdik 3 çocukları ( 18 yaşında Rıza, 16 yaşında Kubilay, 11 yaşında İrem) var.

ABLAMIN BEYİ TÜRKMEN MEHMET. ÇOCUKLARI GÖKHAN – AYŞE - FATİH...!
ORTANCA KIZKARDEŞİMİN BEYİ KÜRT MEHMET ÇOCUKLARI RIZA – KUBİLAY - İREM...!
KÜÇÜK KIZKARDEŞİMİN BEYİ ARAP MEHMET ÇOCUKLARI ARDA EFE...!
BU ÇOCUKLARIN EN BÜYÜK DAYILARI BENİM...ÖZ BE ÖZ TÜRKMENİM...!
ANALARI ÖZ BE ÖZ TÜRKMEN...!
BABALARI TÜRKMEN...!
BABALARI ARAP...!
BABALARI KÜRT... !
BENİM DE 1 KIZIM 1 OĞLUM VAR ANALARI RİZELİ...!
YORUM YOK ...!
SİZ DÜŞÜNÜN...!

Devamını Oku...

20 Nisan 2008 Pazar

Egemenlik ve Türk Dünyası

Milli Egemenlik Bayramı’nın 88. Yıldönümüne ulaştık. Milli bayram ve günler, durum muhakemesi yapmak için vardır. Nereden nereye geldik veya getirildik soruları, bu anlamlı günlerde cevabını bulur. Ülkeyi yıllardır o derece sözde başarılı yöneten liyakatlı demokrat yöneticilerimiz var ki; Türkiye’de bugün milli kimliği, milli devleti, üniter yapıyı, Cumhuriyeti tartışılır hale getirdiler. Etnik ırkçılık hortladı. Türkiye, mozaik zannedildi. Milletleşmeden, sürü veya kalabalık olmaya zorlanıyoruz. Dünyada yükselen milliyetçilik, bizde ise; alçaltılmaya, dondurulmaya çalışılan, tehlikeli görülen milliyetçilik var. Bazıları demokratikleşmeyi böyle anlıyorlar. Önümüzdeki hafta yine klâsik tören nutukları atılacak, eski Meclis binasında tören yapılacak, anılar tazelenecek. Aslında devredilmeye hazır olan egemenliğin utancı altında…

Tepki anayasalarından şikâyet ederken bu defa milli kimliği ve milli devleti dışlayan, aşırı liberal, mutlaka istikrarsızlık getirecek ısmarlama anayasa taslakları ve 301. Maddenin değiştirilmesi gündeme geldi. Federal yapının anahtarı olan İkiz Yasaları ve birçok AB’ye uyum yasalarını imzalayan, petrol ve vakıflar yasalarını geçiren, yabancılara toprak satışını sağlayan, bankaları ve sanayi kuruluşları özelleştirme etiketi altında yabancılara peşkeş çekilen, Lozan’ın rafa kaldırılmaya çalışıldığı, küresel sermayenin egemen kılındığı bir ülkede biz yine milli egemenlik bayramını kutlayacağız. Ancak, düne özlem duyarak…

Milli egemenlik klişe bir ifade değildir. Sosyal, kültürel ve ekonomik kaynaklardan desteklenmeyen bir egemenlik karton kutu gibidir. Bağımlı bağımsızlık içinde olan, her alanda iç işlerine müdahale edilen bir ülke ve onun aydınları bu şartlarda bayram kutlamaya layık mı? Milli egemenlik bayrak dahil milli sembollere, milli liderlere, Türkçe’ye ve Türk parasına saygıyla başlar. Kaybettiklerimizi düşünelim. Eğer bizi uyuşturan dizilerden, 24 saatimizi alan magazin konulardan, borç ödemekten fırsat bulursak…

Türkiye’de birçok şey aslında şekil olarak demokrasiye uygun işliyor. Ancak, hiçbir zaman alternatifi olmayan bu demokrasi ideal bir demokrasi midir? Yoksa, Dünyayı küreselleştirenlerin çıkarlarına uygun bir emperyal demokrasi eğilimi mi güç kazanıyor? İdeal ve emperyal demokrasi arasındaki mesafeyi iyi anlar ve kavrarsak; demokrasi içinde gerekli tedbirleri de düşünüp alabiliriz. Çünkü; demokrasi dışında hiçbir rejim Türk Milletine lâyık değildir. Ancak, demokrasinin taklitlerinden de sakınmak gerekecektir.

Siz, bu satırları okurken biz, II. Türk Dünyası Sosyologları Kurultayı için Kazakistan’a uçacağız. Hep içeride meşgul edilen Türkiye’nin Avrasya, Balkanlar ve Kafkaslar dahil birçok bölgeyle irtibatının kesilmeye çalışıldığı anlaşılıyor. Eğer içeride istikrar ve mutabakat yeterince sağlanamamışsa; dış ülkelere uygulayacağınız politikalar da net ve istikrarlı olamıyor. Zamanla değişen, birbiriyle çelişen bakış tarzları gündeme geliyor.

Türk Dünyası ile sadece duygusallığa, tarihi geçmişe ve kardeşlik edebiyatına dayalı ilişkiler ancak bir “giriş” niteliği taşıyor. Bu temel, siyasi, kültürel ve ekonomik işbirliği ile desteklenmediği sürece verim alınamıyor ve halklar bile birbirini yanlış tanıyor. Türk Dünyasının alfabe değişikliği, 1990 öncesi basılmış, Soğuk Harp ve bloklar arası rekabet izlerini taşıyan eserleri devre dışı bırakarak günümüz gerçeklerine yönelmeyi sağlayabilir. Bilhassa tarih kitapları Rus etkisiyle çok büyük yanlışlarla doludur.

Uzun bir süre, daha demokrasiye uygun bir ekonomik kurumlaşmayı sağlayamayan, piyasa ekonomisi şartları taşımayan bu ülkelere serbest piyasa ekonomisi tavsiye ettik. Adeta daha çorba içmeden tatlı yemeye yönlendirdik. Bazılarımız her şeyi ekonomik çıkara göre hesap etti ve yanlış anlaşıldık. Türkiye’nin siyasi ve ekonomik gücünün sınırlı olduğu anlaşılınca, işler değişti. Bağımsızlaşan devletler, Batı ile ilişkilerini doğrudan kurmaya çalıştılar. Türkiye’yi bölgesel bir aktör olarak gören ülkeler, Türkiye’den Rusya ile olan ilişkilerini dengelemede faydalandılar. Bazen de Türkiye’nin kendi çıkarlarını koruyamadığını fark ettirdik. Türk Dünyasında yatırım yapan, iş kuran, ancak fikren hazır olmayan bazı işverenlerimiz ve gelir seviyesi birden artıp şaşıran bazı işçilerimiz, bu ülkelerde Türkiye’nin resmi temsilcileri zannedildi. Gereksiz ve üzücü bazı olaylar gündeme geldi.

Devamını Oku...

17 Nisan 2008 Perşembe

Tarihimizdeki Kahraman Kadınlar

Kurtuluş Savaşı milletimizin genç-ihtiyar, kadın-erkek olarak düşmanlara karşı yürüttüğü bir ölüm kalım mücadelesidir. Bu savaş, daima hür yaşamış, tarihi şan ve şerefle dolu olan Milletimizin asla esir edilemeyeceğinin bir kere daha yüksek sesle cihana haykırılışıdır.

Tarihi kaynaklara bakıldığı zaman, Kurtuluş Savaşı içinde yer alan binlerce kadınımızın hem Milli Mücadele’nin kazanılmasında, hem de Türkiye’nin temellerinin atılmasında çok büyük katkılarının olduğu görülmektedir.

Milli Mücadele’de Kahraman kadınlarımız cephe gerisinde büyük bir çaba harcarken çok sayıda kadınımızda silahlı mücadeleye katılarak göstermiş oldukları cesaretle dünyaya örnek olmuşlardır. Ayrıca bu dönemde kadınlar tarafından kurulan ‘’Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti’’ ve ‘’Kadınlar Cemiyeti’’ gibi kuruluşlar aracılığıyla da önemli çalışmalar yapmışlardır.

Bu konuyla ilgili yaptığımız araştırmada elde ettiğimiz bilgilerin ışığında, kadınlarımızın Kurtuluş Savaşı sırasında göstermiş oldukları fedakârlıklardan bazılarını sizlere sunmaya çalışacağız. Bu vesileyle, hem kendilerine çok şey borçlu olduğumuz kadınlarımızın kahramanlıklarını gün ışığına çıkarmış olacağız, hem de onları bir kez daha rahmetle anacağız.

Kara Fatma (Fatma Seher Hanım)

Kara Fatma lakabıyla tarihe geçen Fatma Seher Hanım; Balkan Harbine Edirne’de görev yapan kocası Subay Derviş Bey ile katılmıştır. 1.Dünya Savaşı’nda ailesinden 9–10 kadınla Kafkas Cephesi’ne gitmiş, Mondros Mütarekesi’nden sonra ise, eşi Ermeniler tarafından şehit edilen kadınları toplayarak, Ermenilere karşı savaşmıştır. Kadınlardan kurduğu milis müfrezesiyle Bursa ve İzmit’in işgalden kurtarılması için çalışmıştır.

Sakarya ve Başkumandanlık Muharebeleri’ne de katılan ve Üsteğmenlik rütbesine kadar yükselen Kara Fatma, 1955 yılında Erzurum’da vefat etmiştir.

Tayyar Rahmiye

Osmaniye’nin Kaypak Bucağının Raziyeler Köyü’nden olan Rahmiye Hanım, bu bölge düşman işgaline uğrayınca Hüseyin Ağa’nın milli kuvvetlerine katılmıştır. Kendisine “Bacım bu er işidir, sen cephe gerisinde belki daha yararlı olursun’’ diyen Hüseyin Ağa’ya şu cevabı vermiştir. “Vatanın savunmasında hepimiz eriz, düşman toprağımızı basmış, elim silah tutuyor, ben nasıl savaşmam…”

Hasanbeyli civarında Fransız kuvvetleri ile yapılan savaşa Rahmiye Hanım da katılmış ve bu çarpışmada 80 tüfek ile iki makineli tüfek alınmıştır. Bu arada şehit düşen ve düşmanın hakim olduğu yerde kalan şehitlerin düşmanlar tarafından çiğnenmemesi için siperden fırlayarak şehitlerden birini sırtına alıp geri getiren Rahmiye Hanım cesaretiyle diğer askerlere örnek olmuştur. Onun bu cesaretini gören asker arkadaşları da siperden fırlayarak diğer şehitleri geri getirmişlerdir.

Bu olaydan sonra Rahmiye Hanıma Uçan Rahmiye anlamına gelen “Tayyar Rahmiye” denilmiştir. Daha sonra 1920 Temmuzunda Osmaniye’deki Fransız karargahına düzenlenen saldırıda arkadaşlarının tereddüt ettiğini gören Tayyar Rahmiye “Ben kadın olduğum halde ayakta duruyorum, siz erkek olduğunuz halde yerlerde sürünmekten ve saklanmaktan utanmıyor musunuz?” diye bağırarak arkadaşlarını hücuma teşvik etmiş, Fransız karargahı önünde alnından vurularak şehit düşmüştür.

Nene Hatun

Erzurum’un Pasinler İlçesi’nin Çeperli Köy’ünde 1853-54 yılında doğdu. Asıl adı “Nene” soyadı “Kırkgöz” dür. 1877-78 Osmanlı Rus Savaş’ında köyü Ruslar tarafından işgal edilince kocası ve oğlu Nazım’la Erzurum’a gelmiştir. 9 Kasım 1877 tarihinde Rus birlikleri Aziziye Tabyasını işgal ettiğinde Erzurum’a geleli 15 gün kadar olmuştu. Müezzin Abdullah Efendi’nin Ayaz Paşa Camii mimarisinden Aziziye tabyasının düştüğünü ilanı üzerine eli silah tutan Erzurumlularla birlikte Aziziye tabyasına koşmuş, Rus askerleriyle kahramanca savaşmıştır.

22 Mayıs 1955 tarihinde Erzurum’da hayata gözlerini yuman Nene Hatun Türk kadınının, vatan sevgisinin unutulmaz simgelerinden biri olmuştur.

Gördesli Makbule

Yunanlılar Sakarya Muharebesi’ni kaybederek Afyon mevzilerine çekildiklerinde, bir taraftan da Halil Efe’nin Gördes-Sındırgı-Akhisar bölgesinde faaliyet gösteren çetesinin saldırıları ile karşılaşıyorlardı. Bunların içinde Halil Efe’nin karısı Makbule Hanım’da vardı.

Makbule Hanım daha bir yıllık evli iken eşinin yanında Milli Mücadele’ye katılmıştır.16 Mart 1922’de Kocayayla’da ki bir çatışmada askerlere cesaret vermek için hızla öne atılınca şehit düşmüştür.

Kılavuz Hatice

Adana ve yöresinde Fransız’lara karşı verilen mücadelede yer alan ve milis kuvvetlerine katılan Kılavuz Hatice, 8 Mayıs 1920’de Milli Kuvvetler Pozantı’ya taarruza başladığında, kritik bir duruma düşen Fransızları kandırarak onlara kılavuzluk etmiştir.

Hatice Hanım, kılavuzluk yaptığı Fransızlara yanlış yol göstererek Karboğazı’na sokmuş ve boğaza sıkışan Fransızlar Türk askerine esir düşmüşlerdir.

Bitlis Defterdar’ının Hanımı

Kahramanmaraş’ta düşmana karşı verilen mücadelede en fazla yararlılık gösterenlerin başında Bitlis Defterdarı’nın Hanımı gelmektedir. Bu kahraman kadın Kayabaşı Mahallesi’nde 8 düşmanı öldürmüş daha sonra erkek elbisesi giyerek milis kuvvetlerine katılmıştır.

Nezahat Onbaşı

70. Alay Komutanı Hâfız Hâlid Bey’in kızıdır. Hâfız Hâlid Bey eşi ölünce, 8 yaşındaki kızı Nezahat’ı yanına alarak, Çanakkale Cephesine gitmiştir. Babasının yanında muharebeden muharebeye koşan Küçük Nezahat, 12 yaşında onbaşı rütbesini almıştır.

Şerife Bacı

1921 Kasım’ında taşıt kollarında görev yapan Şerife Bacı, İnebolu’dan Kastamonu’ya, Çankırı’ya ve Ankara’ya kağnısı ile cephane taşımıştır. Kastamonu Kışla önünde, cephene yüklü kağnısı üzerine kaparak donmuştur. Onu bulan askerler, cephanenin üzerine örttüğü yorganı kaldırınca Şerife Bacı’nın kundağa sarılı bebeği ile karşılaşmışlardır. Bu kahraman kadınımız, cepheye cephane yetiştirebilmek için, kendisini ve çocuğunu feda etmekten çekinmemiştir.

Yirik Fatma

Gaziantep’te Fransızlara karşı savaşmıştır. Fransızlara karşı kurulan milli müfrezeye katılmak isteyince kendisine karşı çıkanlara “Benim kanım, sizinkinden daha mı şirindir?” cevabını vermiştir. Yirik Fatma, düşmanlara karşı gösterdiği cesaretle birçok kadına da örnek olmuştur.

Nazife Kadın

Yunanlılara karşı mücadele verilirken, kendisinden bilgi alınmak istenmiş, karşı çıktığı için düşman tarafından işkence yapılarak öldürülmüştür.

Onbaşı Halide

Milli Mücadele’ye halkın katılımını sağlamak için düzenlenen mitinglere katılıp ateşli konuşmalar yapan Halide Edip’in çabaları insanların Milli Mücadele’ye katılmasında etkili olmuştur.

“Halide Onbaşı” olarak uzun süre cephelerde savaşan Halide Edip Adıvar savaş olduğu yararlılıklar nedeniyle İstiklal Madalyası verilmiştir.

Kiminin adı Nene Hatun, kiminin adı Kara Fatma, kiminin de Yirik Fatma, Gördesli Makbule, Halide Edip, Ayşe Hanım, Asker Saime, Nezahat Hanım, Süreyya Hanım…

Tek gayeleri; vatanımızın bölünmez bütünlüğünü korumak, canımızdan daha çok sevdiğimiz bayrağımızın bu topraklarda dalgalanmasını sağlamak, milletimizin huzur ve mutluluk içerinde özgürce yaşamasını sağlamak…

Bu kahraman kadınlarımızın sizler tarafından daha iyi tanınabilmesi için araştırmalarımız sırasında bulduğumuz, Müdafa-i Hukuk Kadınlar Şubesi’nin Kastamonu temsilciliğine bağlı kadınların 15 Ocak 1922’de Lord George’nin hanımına çektikleri telgrafı sizlerle paylaşmak istiyoruz:

“Türk Milletinin kadınlı erkekli savaşlarda can vermeyi asla düşünmeyeceği, eğer silah ve cephanemizin bulunmadığına ümit bağlanıyorsa, düşmanları tırnaklarımızla boğacağımızı ve gerekirse toprağın üstünde şerefsizce yatmaktansa, toprağın altında kahramanca yatmayı tercih edeceğimizi bildiririz...

Kastamonu / 15 Ocak 1920”

İşte Milli Mücadeleyi kazanmamızı sağlayan bu düşünce, bu ruh… İstiklal Savaşımızın kazanılmasında canla başla savaşan bizlere bu günleri hazırlayan adı bilinen veya bilinmeyen kahraman kadınlarımızı, kurtuluşumuzun önderi Mustafa Kemal Atatürk’ü ve silah arkadaşlarını rahmetle anıyoruz…

Kaynakça

Türkiye Diyanet Vakfı Dergisi,1997

— Mehmet Özel, Vatan Millet ve Bayrak Sevgisi, Ankara,1996

— Şefika Kurnaz, Cumhuriyet Öncesinde Türk Kadını, İstanbul,1992

— Mustafa Baydar, Kurtuluş Savaşında Türk Kadını, İstanbul, 1972

— Volkan Şenel, “Kara Fatma’nın (Fatma Seher Hanım) İzmit’teki Mücadelesi”, Değişen Kocaeli, Sayı:3, Kocaeli, 2007

Devamını Oku...

16 Nisan 2008 Çarşamba

Adaletle Hükmetmek

Dünya tarihi boyunca devlete karşı isyanların hiçbiri fakirlik/yoksulluk sebebiyle gerçekleşmemiş. İsyanların ana sebebi hep adaletsizlik olmuştur.

“Adalet, hakkın gözetilmesi ve yerine getirilmesi anlamına gelir. Haklı ile haksızın ayırt edilmesi adaletle sağlanır. Adalet herkesin eşit olması anlamına gelmez, ancak bütün gerçek ve tüzel kişilerin kanunlar karşısında eşit olması ve geçerli hukuk kurallarının güçlü veya zayıf olduğuna bakılmaksızın herkese eşit bir şekilde uygulanması adaletli/ adil olmanın ilk şartıdır.

Adil yönetimin gerçekleşmediği yönetim tarzlarının en belirgin ölçütünü- Niccolò Machiavelli şu sözüyle vurgulamış: “Adalet güçlüden yanadır.” Şüphesiz bu sözde belirtilen “adalet” olması gereken değil, uygulamadaki adıdır.

Mademki adalet öncelikle hukuk kurallarına uymakla ortaya çıkacak, bu kuralları gerekirse zorla uygulayabilecek devlet kuvvetin var olmasını gerektirir. “Adalet ilkin devletten gelmelidir. Çünkü hukuk, devletin toplumsal düzenidir. – Aristo”

Ancak bu kuvvetin kullanılmasının bütün vatandaşlara eşit, dengeli ve ölçülü olması şart. Hukukun uygulanması aynı zamanda “kamu yararına” uygun olmalı. Zira “Kuvvete dayanmayan adalet aciz, adalete dayanmayan kuvvet zalimdir. - Blaise Pascal

Bütün bu giriş cümlelerimi AKP’nin kapatılma davası hakkında görüşlerimi ortaya koymak için yazdığım sanılmasın. Vatandaşlar arasında adaletsiz yönetim içinde olduğumuza dair derin bir kanaat oluşmasına yol açan Devletin çeşitli uygulamaları konusuna dikkat çekmek istiyorum.

Vergide Adalet:

Adaletli olabilmek için aslında herkese eşit davranmak bile yeterli değildir. “Bir hukuk düzeni güçsüzleri koruduğu ölçüde adaletli olabilir.”

Türkiye’de kişilerin gelir seviyesini dikkate almadan herkesten eşit bir şekilde alınan KDV, ÖTV gibi dolaylı vergilerin toplam vergiler içindeki payı çok yüksektir. % 72'i aşan dolaylı vergi oranıyla dünya birincisi olan Türkiye, vergi adaletinden en uzak ülke konumunda. Hâlbuki bizden sonra ikinci sıradaki Meksika’da bu oran yüzde 50, Avrupa Birliği'nde ise dolaylı vergilerin vergi gelirleri içindeki payı yüzde 34'ler civarındadır.

Cep ve sabit telefonlar gelir durumu ne olursa olsun bütün vatandaşlarımız için gerçek bir ihtiyaç olarak değerlendirilmelidir. Telefonla haberleşmede uygulanan vergi oranları dar gelirli Türk insanının bütçesini önemli ölçüde sarsan, adaletsizlikten de öte bir zulüm haline gelmiştir.

Günümüzün ulaşım araçları petrol ürünleri ile çalışıyor. Petrol ürünlerine uygulanan vergi oranları da asla adil kabul edilemeyecek bir ölçüde. Dünyanın en pahalı enerjisini Türk vatandaşları kullanıyor.

Gelir ve kurumlar vergisi oranlarını artırıp, dolaylı vergilerin oranlarını düşürmeyi başaramayan hiçbir hükümet adaletli olduğunu iddia edemez.

Trafik Cezalarında Adalet:

Bütün bu adaletsizlikler yetmezmiş gibi son zamanlarda trafik düzeninin sağlanması ile uygulamalarda dikkatimi çeken bir husus var. Türkiye’nin bütün il ve ilçe Emniyet Müdürlüklerinde yeni teknoloji “radarlar” işbaşında.

Bu iktidarın en çok övündüğü icraatı olan iki ve üç şerit gidiş ve gelişli bölünmüş yollarda bile, şehirlerarası ise 90 km/saat, şehir merkezine girişlerde 70 km/saat hız sınırı konulmakta. Trafik yoğunluğunun olmadığı saatlerde trafik polislerimiz radara yakalanacak kazları beklemekte. Belirlenen hız limitini yüzde on- yüzde otuz arası geçenden 115 YTL, yüzde otuz ve daha fazla geçenden 237 YTL ceza tahsil edilmektedir. Hem de yakalanırsa aynı şoföre aynı gün içinde birden fazla ceza kesilebilmekte.

Denebilir ki, hızlı giden araçlar için cezalar caydırıcı olur ve trafik kazaları azalır. İşte bizim burada vurgulamak istediğimiz husus şudur: Ceza yazmanın tek bir maksadı olabilir, kazaları azaltmak. Kurallar kazaları azaltmak ve düzgün bir trafik düzeni sağlamak için konulmuştur.

Bu uygulamalarda dikkatimi çeken üç husus var: 1- Konulan hız sınırları gerçekçi ve uygulanabilir değildir. 2- Radar uygulamasının hedefi kazaları azaltmak değil, cezaları ve tahsilâtı çoğaltmaktır. 3- Hız sınırına bu kuralları koyanların büyük kısmı hiç uymamakta, bu kişilere caza ya hiç yazılmamakta, ya da bunlar ve diğer gücü yetenler bu cezaları ödememenin yolunu bulmaktadır.

Trafik cezalarının, hükümetin bir dolaylı vergi kaynağı olarak, bir zulüm boyutunda ve çok adaletsiz bir biçimde uygulandığı kanaati çok yaygınlaşıyor.

Hükümeti kuran partinin adı: Adalet ve Kalkınma Partisi. Ama bu uygulamaların hiç biri adaletli değil. Yüce Mahkemeden adalet bekleyen AKP, vatandaşı kendisinin adil olduğuna inandırmalıdır.

Devamını Oku...

Aynı Oyun

Yıl 1970 benim Üniversitede olduğum yıllar. Öğrenciler kamplara ayrılmış. Önceleri özel hazırlanmış sopalarla birbirlerine kıyasıya saldırıyorlardı. Meselelerse fındık kabuğunu doldurmayan cinstendi. Kantinde yemekten masa düzenine, sınıfta ders saatinden imtihan şekline  varıncaya kadar bir sürü bahane bulunuyordu. Maksat huzursuzluk meydana getirmek.

Sonra bu bahaneler siyasi şekle dönüştü. Bir tarafta Maocu ve Leninci-Marksist gurup, diğer tarafta milli kültüre ve manevi değerlere sahip çıkmak adına oluşan gurup vardı.

Sopalar gittikçe gençleri tatmin etmez oldu. Çünkü silah tacirleri için bu kitleler potansiyel birer müşteriydi. Kısa zamanda herkesin bir silahı oldu. Dağıtılan silahların finansmanı da Ülke dışından yapılıyordu. Kahvehaneler kurşunlanıyor. Otobüs durakları taranıyor. Üniversiteler silah yığınağı haline geliyordu. Devletin bir çok kurumu sağcı ve solcu olarak ikiye bölünmüştü. Emniyet güçleri olayların ancak bitiminde harekete geçiyordu. Giderek komşularımızı sevindirecek kadar iç istikrar bozulmuştu. İstikrarın bozulması ile birlikte ekonomide berbat duruma gelmişti. Kimsenin kimseye güveni yoktu. İş yeri sahipleri kapılarına her gün gelen haraççılardan bıkmıştı. Haraç vermediklerinde işyerleri ertesi günü kundaklanıyordu. Her iki tarafın gençlerine Ülkeyi kurtarmak zorunda oldukları fısıldanarak kanı kaynayan genç insanlar ileri sürülüyordu. Çok kişi bu yüzden pisi pisine öldü.

Ölen gençlerin sırtından demeçler verildi. Yukarıdakilerin keyfine diyecek yoktu. Bunlar karışıklığı ranta tahvil ediyordu. Aşağıdaki insanlar ise kendilerince iyi bir ideal uğruna canından oluyordu. İçteki satılmışlar hadiseleri daha da körükleyerek servet üzerine servet katmaktan utanmıyorlardı. Silah tacirlerinin keyfine diyecek yoktu. Maocu veya Lenin’ci geçinen rantçılar üsttekileri zenginlere villa yapmakla, tatlı devlet ihaleleri ile karşılıksız veya düşük faizli krediler alarak kısa zamanda semirmekle meşgul idiler.

Derken bir şeyler oldu. 12 Mart muhtırası gündeme geldi. Dernekler kapandı. Savaş yeraltına çekilmeye başladı. Bir müddet suni sükunet devam etti. Sonra yine düğmeye basıldı. Amerika bizim topraklarımızda bir şeyler yapmak istiyordu. Rusya da Ortağını yanına yaklaştırmak istemiyordu. Kapışma yine bizim topraklarımızda başladı. Hem de bizim insanlarımızı kullanarak. Ortalık yıllar geçtikçe daha tehlikeli hal alıyor, Ölenler artıyordu. Halk sokağa çıkmaktan ürker hale gelmişti. Kim kimin adamı belli değildi. Öğrenci ile çapulcu birbirine karışmıştı. Öğrencilerin arasına provokatörler girerek kavgayı tırmandırıyorlardı. Birbirleri ile dalaşan öğrencilerin yarısından fazlası öğrenci değildi. Bazıları yurt dışı kaynaklı merkezlerden talimat alan ve menfaat sağlayan ajanlardı.

Yıl 1982.İhtilal oldu. Olaylar bıçak gibi kesildi. Vurulan vurulduğu ile kaldı. Ülkeyi kan gölüne çevirenlere bir şey olmadı. Onlar rantı başka kanallarda aradılar. Başka şemsiyelerin altına sokuldular. Hatta o şemsiyenin altında yıllarca duranları bile kısa zamanda hainlikle suçlayarak kenara ittiler. Kendilerini kahraman ilan ettiler. Reçeteler yazdılar. Ülkenin bekası için projeler ürettiklerini etrafa yaydılar. Önceki hainliklerini gizlediler. Bu arada dünyayı paylaşan ortaktan biri iflas etti. Zalim tekleşti. Metodlar değişti. Devlet çıkarlarının yanına dini çıkarlar eklendi. Yahudiliğin zulmü yanında giderek Hıristiyanlık zulmü uygulanmaya başlandı. Dini istila taktikleri ortaya çıktı. Aradan yıllar geçti. Türkiye de bazı değişiklikler oldu. Ülke kabuk değiştirmeye çalıştı. Birkaç adım ileri atmaya başladık. Bu adımlar hemen düşmanların dikkatini çekti. Bu onlara göre yanlış bir gelişme idi. Birileri “Adriyatik ten Çin seddine kadar Türk dünyası” diyordu. Demek Osmanlı yeniden şahlanmaya niyetlenmişti. Tez elden bunu söyleyenin katli vacip olmalıydı. Nitekim öyle oldu. Bu sefer başkaları çıktı. Ekonomiyi tekrar düzeltmeye başladılar. Denk bütçe yaptılar. Yine arı kovanına çomak sokulmuştu. Türkiye toparlanıyordu. Olmamalıydı. Olmadı da. Yerine 28 Şubat oldu. Ekonomi yine dalgalandı. İstikrarsızlık yine baş gösterdi. Daktilolar, Anayasalar atıldı. Düşmanlar yine sevindiler.

Derken Siirt ten biri çıkıp geldi. Alt tarafı İstanbul Belediye Başkanı idi. Ne anlardı devlet yönetiminden. Ama anladı. Millette kendisine iki sefer ekseriyetle evet dedi. Ülkede Ekonomik istikrar oluştu. İhracat arttı. Bazı şeyler değişti. Bazılarının çanakları kurudu. İcraatta yanlışlıklar da yapılmasına rağmen Ülke yeniden toparlanıyordu. Düşmanlar yine düğmeye bastı. Ortalık hareketlenmeye başladı. Provokatörler ortaya çıktı. Üniversiteler karıştı. Böyle giderse olaylar giderek azacak. Çünkü düşmanlar güçlü Türkiye istemiyor. Gözü dönmüş siyasileri de habire kullanıyorlar. Demokrasilerde hain insanlar önemli yerlere daha kolay geliyor. 30 yıldır aynı oyun aynı usulle oynanıyor. Sanki bu oyun dünya klasiği oldu. İçeriği hiç değiştirilmiyor. Bizde habire seyredip duruyoruz. Aklımızı başımıza ne zaman alacağız?

Ey Ülkenin mürekkep yalamışları ve çok bilmişleri!

Ülkeyi kurtarma adına batırıyorsunuz. Bilerek veya bilmeyerek bir çok insan bu hainliğe alet oluyor. Önüne geçilemezse genç insanlar ölecek. Düşmanlar gülecek. Türkiye eski günlere geri dönecek. Engel olun bu senaryoya. Bu senaryo Ülkemizin hayrına değil. Ben bu filmi her on yılda bir  seyrettim. Artık ezberledim.

Sizde uyanın gençler. Kavgayı bırakın... Kucaklaşın... Sizlerin yanında gibi gözüken dolar milyarderlerinin ve gözü dönmüş bazı siyasilerin oyununa gelmeyin. Siz ölürsünüz. Onların serveti veya makamı artar. Hepsi bu.

Biz yaşayarak öğrendik. Bari siz nasihat dinleyin…

Devamını Oku...

Ömür ve Borsa

İtiraf etmeliyim. On beş yıl kadar önceydi. Bir arkadaşımın tahrik ve teşvikiyle borsaya girdim, değişik sektörlere ait birkaç kâğıt aldım. Borsacı tabiriyle söyleyelim: Borsada oynamaya başladım. Fazlaca para bağladığım bir kâğıt önce bir miktar yükseldi, hoşuma gidiyordu bu. Sonra ne olduysa oldu, kâğıdın değeri düşmeye başladı. Kâğıt, değerini bulacak diye beklerken fiyat düştü de düştü. Ben iyice zarar ettim. Birkaç yıl sonra kâğıttan kurtulabildim. Sermayeyi kediye yüklemiştik. Borsa pahalı bir tecrübe oldu benim için. Sonraki yıllarda borsayla ufak tefek ilişkim oldu; ama bu oyunda kârda olduğumu söyleyemem. Şunu anladım: İpin ucu başkasının elinde olan oyunlar ve içinde emek bulunmayan kazanç bana tat vermiyor.

Bir tarihte bir borsa öykücüğü okumuştum: Köyün birine bir adam gelmiş ve tanesi 10 liradan maymun alacağını söylemiş. Çok maymunları olduğu için köylüler sevinçle ormana koşup maymunları yakalamaya  başlamışlar. Adam, yüzlerce maymunu 10 liradan satın alınca ortalıkta maymun azalmış, maymunları yakalaması zorlaşmış. Köylüler, maymun yakalamaktan vazgeçecekken adam tanesine 20 lira vereceğini söylemiş. Tekrar heveslenen köylüler maymunları yakalamaya başlamışlar. Bir süre sonra da fiyatı 25 liraya çıkarmış. Ancak bırak yakalamayı, maymuna rastlamak bile çok zorlaşmış. Bunun üzerine adam fiyatı 50 liraya çıkardığını; ancak kendisinin işi olduğu için şehre gitmesi gerektiğini, yardımcısının onun yerine alım yapacağını söylemiş. O yokken yardımcısı köylülere demiş ki: “Şu büyük kafesteki maymunlar var ya ben onların tamamını size tanesi 35 liradan satayım, siz de patron gelince ona 50 liradan satarsınız.” Köylüler birikimlerini bir araya toplayarak bütün maymunları satın almışlar. Sonra adamı ve yardımcısını bir daha gören olmamış.

İnsan hayatı da bir borsa. Hayata başlarken yüzlerce, binlerce maymuna sahibiz. Bunlar, sağlığımız, ümitlerimiz, dostlarımız, imkânlarımız, inancımız… Doğan her güne yeni bir ümit ve heyecanla başlıyoruz. Beklentilerimizin peşinde koşuyoruz. Elde ettiklerimizi, bir gün lazım olur, diye yığıyoruz. Yığarken çok kere zamanı ve sağlığımızı fena harcıyoruz. Farkında olamıyoruz bunun. Günün heyecanı, bitmeyen emeller gözlerimizi perdeliyor, görmemizi engelliyor. “İnsan” denen yüce varlığa da ihtiraslarımıza hizmet ettiği kadar değer veriyoruz. Onun, emellerimize basamak olması, “dost” olmasından çok önce geliyor. Çıkarımıza hizmet etmeyen dostlarımızı bir peçete gibi buruşturup atıyoruz. Ellerine gül verdiğimiz insanların, zamanla başlarına çekiçle vuruyoruz. “Ağır ağır çıkacaksın, bu merdivenlerden.” diyen Ahmet Haşim gibi bakıyoruz ki “Gün akşam olmuş.” Borsada oynayacak ne zaman ne sermaye kalmış. Adına “ömür” ve “sağlık” dediğimiz sermaye, “ümit” ve “heyecan” dediğimiz patron bizi terk etmiş. Elimizdeki sermayeyi ucuza sattığımızı şimdi fark ediyoruz; ama giden gitmiş. Ucuza sattıklarımızı pahalı almaya çalışıyoruz; ama zaman tükenmiş. Elde kalan, şairin dediği gibi, “Eteklerimizde güneş rengi bir yığın yaprak”. Bir baston gibi işe yaramayan hatıralarla ayakta durmaya çalışıyoruz.

“Hayat” adlı borsaya girmemek mümkün değil. Mademki geldik, bu borsada oynamak zorundayız. Kaybetmemek hedef olmalı. “Toprağın altına girdiğimizde neyin hesabını vereceğiz?” bilinci, borsada oynayanları kazandırıyor. Bu bilinç, kişiyi hem başkaları adına verimli kılıyor hem geçici değerlerin esiri olmaktan kurtarıyor. Ömür borsasına çıkarken sahip olduğumuz bütün değerler, gerçek karşılığını buluyor.

Bu borsada kazanmak herkese nasip olmuyor. Dilerim, siz kazananlardan olursunuz!

Devamını Oku...

15 Nisan 2008 Salı

Oyun İçinde Oyun

Ülkemizin içinde bulunduğu coğrafyanda geçmişinden günümüze baktığımızda politik ve kültürel bir çok mücadele olduğu görülmektedir. Bunun sebebi her zaman yazılarımda bahsettiğim gibi bölgenin bulunduğu coğrafyanın her dönem cazibe merkezi olmasından kaynaklanmaktadır.

Tarihe siyasi oyunların en yoğun yaşandığı devletlerin başında geçen Bizans’ın üzerine kurulan Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti’ne Bizans’tan kalan yegane mirasın siyasi oyunlar olduğunu, özellikle son zamanlarda ülkemizin içerisinde bulunduğu durumdan ötürü, rahatlıkla söyleyebiliriz.

Nitekim bundan iki üç sene evvel Fransa Cumhurbaşkanı Chirac’ın “Anadolu’da yaşayanların çoğu Bizans’ın torunlarıdır” gibi bir ifade kullanması bir çok yönden gerçeği yansıtmasa da siyasi oyun kurma açısından benzerlik göstermektedir.

Bir önceki yazımda sizlere Ergenekon operasyonun ardında yatan kanaatimce asıl nedenin ülkemizde uzun yıllardır var olan atanmışlar ve seçilmişler arasındaki mücadele olduğunu izah etmiştim.

Tabii bu operasyon kanaatime göre birçok oyunu da içermektedir. Birincisi iki grup arasındaki iktidar mücadelesi, diğeri de Türk Ortodoks Kilisesini kapatarak Fener Rum Patrikliğine özerkliğin yolunu açmaktır. Bu operasyonun başladığı tarihin Yunanistan başbakanının geldiği zamana rastlaması bahsettiğimiz hususun gerçekliğini doğrular nitelik taşımaktadır.

Tüm bu olanlara binaen karşı bir oyun olarak hükümeti oluşturan partinin kapatılması durumu söz konusu olmuştur. Bu durum atanmışlarla seçilmişler arasındaki mücadeleye yeni bir boyut kazandırmıştır.

Kanaatimce bu davanın içerisinde birçok siyasi manevra yer almaktadır. Birincisi atanmışlardan seçilmişlere “devletin sahibi biziz” mesajı olabileceği gibi, diğeri, bugüne kadar her zaman kriz psikolojisini iyi değerlendiren hükümet partisine gelecek seçimlerde yerini sağlamlaştırma yönünde iyi bir koz sağlaması olabilir.

Bu coğrafyada en uzun hakimiyete sahip olan Türk milletinin bu bölgeye yerleşmeden önce zayıf olan siyasi oyun kurma kabiliyeti, bölgeye yerleştikten sonra kazandığı en büyük kabiliyettir. Hatta zamanla yaşanan çetin olaylar oyun içinde oyun kurmaya kadar götürmüştür.

Bu sebepledir ki dış ülkelerin gündemi ayda bir değişirken bizde haftada bir değişmektedir. Kendi iç politikamız içerisinde kurduğumuz maharetli siyasi oyunları dış politikada da kurma yoluna gidebilmemiz şu günlerde en büyük dileğimdir.

İyi Haftalar!...

Devamını Oku...

Vema Edrakeme’l İslam?

What`s the meaning of İslam? Allah’tan başka bütün teslimiyetlere kalın bir red çizgisi çekmek değil midir?

Hz. Muhammed`e risalet Amerikan yönetimindeki Detroit`te gelseydi, biz gerçekten hangi tarafta yer alacaktık?

Komşu komşuya mirasçı olsaydı, öbür dünyada Irak yüzünden hangi cezaya çarptırılırdık?

Zalime karşı gelmek ibadettir.’ Biz bu ibadetin el, dil ve gönülle neresindeyiz? En son kime buğzetmiştiniz?

Cadde ve sokakta haramdan niçin geçilmiyor? Başörtüsü meselesi çözülünce İslam ahlak ve fazileti geri gelecek mi?

Bizim Müslümanlığımız kaç ayar? Gâvurlara karşı şiddetli, dindaşlarına karşı merhametli kaç insanımız var?

Rızkı veren Allah`sa ve biz de buna iman etmişsek “Bakabileceğin kadar çocuk yap” şablonu bizim hanelerimizi nasıl işgal etti?

Camide tadil–i erkâna harfiyen uyan tüccar, piyasada kapitalizmin kurallarıyla mı amel ediyor? Adam kazıklamak herhangi bir esnafın siyasal İslamcılığından bir şey kaybettirir mi?

Her iktidar kendi zenginlerini yaratır. Nasıl zengin olduğun değil de zengin olup olamadığın mı dikkate alınmakta?

Cuma namazından sonra rüşvet alan mütedeyyin bürokratımızın fıkhi durumu hangi esasa göre belirlenmeli?
Kınayıcının kınamasından korkmadan’ tabiri Kur`anda her Peygamberin temel vasfıdır. Hangimiz, hangi iktidarın hangi yanlışına sırf bu ilahi emirden ötürü tavır koymuştur?

Din, kimin ve kimlerin tekelindedir? Kim ve kimler; öldürülen 1.750 Iraklı, tecavüz edilen 1 milyon Iraklı ve sakat bırakılan, sürgün edilen 4 milyon Iraklı için tepki göstermiştir?

Irak`taki Amerikan dehşetini Show Haber`de görünce mi idrak edeceğiz yoksa Deniz Feneri Derneği Felluce`den yayın yapınca ( yapabilirse) mı?

Irak ve Suriye`deki petroller sanki Türkiye sınırına gelince bıçak gibi kesilirdi. Her 2 kişiden birinin oy vererek gösterdiği dini kaygılar Irak ve Suriye sınırına dayanınca niçin bıçak gibi kesiliyor? Ağızları bıçak açmıyor?

Amerikan emperyalizminin hınk deyicisi olmak gibi bir hedef 4 kitabın hangisinde tevil imkânı bulur?

Müslüman zengin olmalı”, “Müslüman her şeyin iyisine layıktır” klişeleri yüzyıllık kapitalist sloganları değil mi? Müslüman Sosyete tabiri kalbinizi ağrıtmıyor mu?

Bu iktidarın gelişi, gelir dağılımındaki taksimden 1 pul nasiplenenlerin yer değişim talebi miydi? Yoksa inançlarını hayata hâkim kılmak isteyenlerin adanmışlığı mı?

Büyük büyük yöneticilerimizin çoluk çocuğunun akçalı işleri böyle kısa zamanda kıvırması bizim için nasıl bir övünç sebebi? Açıkgözü dini camiada da mı jandarma yapıyorlar?

Emaneti ehline vermeyen kıyametin kopmasını beklesin’. Emanet görev tahsisi midir, makam mıdır, mevki midir, ihale midir? Nedir?

Peki, menkıbelerini anlattığımız sahabeler ve açlıktan karnına taş bağlayan Peygamber; müşriklerin taht, saltanat, kudret tekliflerine niçin bir an bile yüz vermedi?

Peygamberin davası nedir, bizimki ne? Adetullah neye denir?

Son söz: ‘Hutame nedir bilir misin? O, Allah`ın ateşidir ki, ta kalplere ulaşır. Hiç şüphe yok ki o ateş, onların üzerine kapatılacaktır’.

Ah keşke toprak olsaydım !”

Devamını Oku...

14 Nisan 2008 Pazartesi

“Ulusal Egemenlik” ve Kemal Bey

Ermeni diasporası tarafından sözde Ermeni soykırımının sembolü olarak Ağrı Dağı yerine kullanılan Ararat Dağı ifadesinin, MEB 11. sınıf coğrafya ders kitaplarında kullanıldığı ortaya çıkmıştır. Bu büyük yanlışı, gaflet örneğini ortaya çıkaran Türk Eğitim-Sen Genel Başkanı Sayın İsmail Koncuk’a teşekkür ederiz. Ciddiyetsizlik ve sorumsuzluk örneği olan bu yanlışı acaba Ermeni Milli Eğitim Bakanlığı yapar mı? Eğer siz, milli duruşu, milli değerleri ve milliyetçiliği dışlarsanız; dışarıya hoş görünmek peşindeyseniz; bu gibi affedilmez yanlışları bolca yaparsınız. Eğer, dıştan destekli bir takım vakıfların güdümündeki vakıf ve kuruluşların etkisine girerseniz; daha da büyük yanlışlar yaparsınız. Sayın Başbakan bir ara “Türkiye, sadece Türklerin değildir” ifadesini kullanmadı mı?

Bu büyük yanlışlar son senelerde oldukça arttı. Milletlerarası toplantıların Türkçe isimleri yerine sadece İngilizce isimleri kullanılır oldu. Ecevit Hükümeti’nde Sayın Bostancıoğlu’nun Milli Eğitim Bakanlığı döneminde de meslek okulları diplomasının üstünde garip bir ay-yıldız vardı ve sonra değiştirildi.

***

Geçen hafta içinde milli tarihimizin üzücü ve düşündürücü sayfalarından birinin 89. Yıldönümüydü. Milli şehit Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey dış baskılarla 10 Nisan 1919 tarihinde Beyazıt Meydanı’nda idam edilmişti. Bilindiği gibi; bu aziz şehidimiz Atatürk’ün teklifiyle TBMM tarafından milli şehit ilân edilmişti. Ermenilere kötü muamele yapılmasını önleyemediği iddialarıyla daha önce beraat etmiş olmasına rağmen; Divan-ı Harb’e verilmiş, haksız suçlama kılıfına uydurularak idam kararı çıkarılmıştır. Bu asil vatan evlâdının son sözleri “Allah, vatan ve millete zeval vermesin. Üç çocuğumu millet uğruna yetim bırakıyorum. Yaşasın millet” idi. Kabri başında yapılan anma toplantısına vefalı ve kadirşinas vatandaşlarımız katıldı. Kemal Bey, rahmetle, saygıyla ve dualarla anıldı. Vatan için hayatını seve seve veren Kemal Bey’ler unutulmadığı, unutturulmadığı ve bu acı olaylardan ders alınabildiği sürece geleceğimizi kurtarabiliriz.

Zaman tünelinde dünden bugüne bağlantı kurduğumuzda, bugün dünden pek farklı değildir. Yabancılara hoş görünebilmek, onların şerrinden kurtulabilmek uğruna Osmanlı, bir kaymakamını, çeşitli kamu görevlilerini ve askerlerini göz göre göre feda etmiştir. Dışarıdan kumandalı ve destekli, şımartılmış ve imtiyazlı kılınmış bazı ihanet odakları dün de bugün de görev başındadır. Bugün de Brüksel’in memurları sömürge müfettişi gibi aramızda dolaşıyor, her şeyimize karışıyorlar. Bugün hayali bir AB üyeliği uğruna Türkiye ile oynanmakta; gurur ve haysiyet kırıcı beyanlara ülkeyi yönetenler ses bile çıkartamamaktadırlar. Türkiye’nin, milli devlet anlayışından uzaklaştırılarak Sevr şartlarına uydurulması, demokratikleşme ve özgürleşme olarak takdim edilmektedir. Türksüz, milliyetsiz, aşırı liberal, ısmarlama ve tepkici anayasa taslakları gündemdedir. TCK’nun 301. Maddesi bazılarını rahatsız etmektedir. Hakaret serbestisi istemektedirler. Petrol ve vakıflar yasaları çıkarılmış; sıra egemenliğin devrine, zorla birleştirilerek KKTC’nin buharlaşmasına sebep olabilecek bir Kıbrıs modeline gelmiştir. Bunlara ilâve olarak; inanç dünyamız üzerinde Vatikan patentli, İslâm’ı ve Peygamberimizi dışlayan, Müslümanları devşirme amacı taşıyan diyalog tuzakları bulunmaktadır.

Son olarak; Washington, Sulukule’nin istimlâkına bile karışmıştır. Yargımız, dış baskı altına alınmıştır. Aslında, 89 yıl önce gerçekleştirilen idamla Kemal Bey’in değil; Osmanlı’nın ipi çekilmiştir. Bugün ise; sindirilmeye, bastırılmaya ve tepkisizliğe mahkum edilmek istenen, medyanın büyük çoğunluğu tarafından yanlış şartlandırılan “Yol Ayrımındaki Türkiye” gerçeği ile karşı karşıyayız. Dün saltanatın merkezi İstanbul’du ama; yöneten merkezler farklıydı. Bugün de merkez Ankara’dır ama; acaba Türkiye Ankara’dan mı yönetilmektedir?

Dün nasıl ki Ermeni sorunu Ermenilerin değil; Ermeni terör örgütlerini kullananların sorunu ise; bugün de ırkçı Kürtçülük sorunu Kürtlerin değil; onları kullanmak isteyenlerin sorunudur. Anadolu’da hilâle karşı haçın mücadelesi iyice ortaya çıkmıştır. Yeter ki bu farkedilebilsin. Biz bu şartlar altında “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı”nın 88. Yıldönümünü idrak edeceğiz.

Devamını Oku...

13 Nisan 2008 Pazar

Kapatma Davasına Dış Desteğin Maliyeti

2002 seçimlerinden sonra iktidar olan AKP’nin lideri R.Tayyip Erdoğan, mahkeme kararı nedeniyle seçimde aday gösterilemediği için milletvekili olamamıştı.

Tek başına iktidar olup, lideri başbakan olamamış bir iktidar garabetinden Deniz Baykal’ın himmetiyle kurtulma imkânı doğmuştu. Jet Fadıl’ın milletvekilliği düşürülmüş ve Mart 2003’te Siirt’te yapılan yenileme seçiminde milletvekili seçilen R.Tayyip Erdoğan Başbakan olabilmişti.

Ancak R.Tayyip Erdoğan daha Başbakan olmadan ABD ve çok sayıda AB ülkesini içine alan seyahatler yaptı. Buralarda itibarlı bir şekilde karşılanması, liderlerin verdiği mesajlar, içeride Erdoğan’ın Başbakanlığına şüphe ile bakanları sindiren güçlü bir destek sağlamıştı.

Ta başından beri R.Tayyip Erdoğan’a şüphe ile bakan, O’nu rejim için ve özel yaşantılarının devamı için tehlike olarak gören kesimlere karşı, dışarıdan sağlanan bu güçlü destek AKP için tam bir meşruiyet kaynağı oldu.

AKP, iktidarı boyunca AB’ye girme konusunda kararlı bir politika izleyince ordu, yargı, üniversiteler ve medyanın muhalefetinden kurtuldu, hatta bu kesimlerden bir kısmının desteğini aldı.

Sonuçta AB’ye girmenin artık hayal olduğunun kabul edildiği bir süreç yaşanmasına rağmen, beş yıllık iktidar süresince milliyetçi/ ulusalcı kitleleri rahatsız ve rencide eden tavizler verildi. AB ve ABD istediği için çıkarılan AB’ye Uyum Yasaları, Petrol Kanunu, Vakıflar Kanunu gibi birçok hukuki düzenlemeler yapıldı. “Türklüğe hakaretin serbest olmamasını” büyük eksiklik görenleri mutlu etme gayretleri millet çoğunluğunu rahatsız etmeye devam etti. Yılların birikimi olan milli varlıkların mülkiyetinin hiçbir sektör ve ölçek sınırlaması olmaksızın yabancıların kontrolüne geçmesini sağlayan politikalar izlendi.

Ancak dünya finans piyasasında görülen döviz bolluğunun akacak ülke aradığı bir ortamda, dövize dünyanın en yüksek faizinin verilmesiyle Türkiye’ye gürül gürül sıcak para aktı. Akan bu yabancı sermaye, krizden çıkmış ülkede ciddi bir ekonomik rahatlama yarattı. Bu durum sürdürülebilir olmasa da, günü yaşayan kitlelerde AKP’ye duyulan teveccühü artırdı.

Bütün bu ve benzeri politikaların yukarıda bahsettiğim seyahatler esnasında AKP iktidarına destek olmaları karşılığında ABD ve AB’ye verilmiş taahhütlerin uygulaması olduğu sıklıkla iddia edildi.

Şimdi AKP’nin kapatılması davasına dışarıdan müdahale eden söz ve demeçleri duyunca içimizde bu desteklerin karşılıksız olmayabileceği düşüncesiyle bir ürperme hâsıl oldu. Çünkü dava hakkında akıl veren bu yabancıların ifadeleri; doğru veya yanlış hükmünü vermeden söyleyelim, ancak sadece üslup olarak bile bizi rahatsız eden sömürge valisi tarzı konuşmaları rencide edici.

Hele M.Ali Birand gibi bazı gazetecilerin mahkeme sürecinde AKP’ye destek olmaları için AB ülkelerine çağrı yapması, AKP’ye ise bu vartayı atlatabilmek için AB sürecini hızlandırmasını (AB’nin talimatlarının hızla yerine getirilmesini) tavsiye etmesi AKP’nin bu sıkıntıdan kurtulmayı başarsa bile Türkiye’nin yeni tavizler vermesi ihtimalini artırmış olduğunu düşündürtüyor.

AKP’nin 22 Temmuz seçimlerinden sonra sağladığı %46,5 oy oranı ile iç meşruiyeti dışarıda arama ihtiyacının azaldığı, dolayısıyla daha milli bir duruş sergileyebileceğine dair olan ümitler artmıştı. “Kapatma Davası” bu ümitlere ciddi bir darbe vurdu.

Demokratik ülkelerde meşruiyetin tek kaynağı millet desteğidir. Ülkemizde halk desteğinin yanında dış desteklere ihtiyaç duyulmasını gerektiren bir ortamın olması demokrasimizin henüz emekleme çağında olduğunun göstergesi.

Bunun kadar acı olan diğer husus ise, millet desteğini sağlamış bir iktidarın iç kuvvetlere karşı dış destek aramasıdır. Acıdır çünkü sağlanan dış destek, içeride meşruiyetin asıl kaynağı olan milletin hak ve menfaatlerinin yabancılara aktarılması pahasına gerçekleşebilmektedir.

Dış destek arayışı aynı zamanda Cumhuriyetimizin kurucu iradesinin temel ilkelerinden olan “tam bağımsızlık” ve “hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ilkelerinden ne kadar uzaklaşıldığının işaretidir.

Devamını Oku...

Sınavı Kaybedenler, Kazananlar

“Ye, iç, gül, oyna!” felsefesi bana göre değil. İnsanoğlu soylu yaratıktır; yaşamı ve sınavı da soylu olmalıdır.

Doğru algılayanlar, yaşamın duyarlılık üzerine kurulduğunu göreceklerdir. Düşünenler için hayat bir trajedi, aptallar için bir komedidir.

“Akıllı olup dünyayı taşıyacağına, aptal ol dünya seni taşısın.” sözünü bir minibüste okumuştum. Akıllık ve aptallık, trajedi ve komedi, yaşamın iki yüzü. Bunlar gece ile gündüz, doğu ile batı kadar birbirine uzak, birbirine yakın. Birer uçta dost, birer uçta düşman. Her ikisi, varlıklarını birbirlerine borçlu. Birinin varlığı diğerini gerekli kılıyor.

Burada “Ey düşmanım sen benim ifadem ve hızımsın; / Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın.” diyen N. Fazıl’ı hatırlamadan geçmek olmaz. Sizin bu ilişkide nerede bulunduğunuz önemli. Bulunduğunuz yer, sınavı kaybetmek ya da kazanmak sonucunu doğuruyor.

Zıtlar arasındaki farklılığın bir kavga nedeni olarak algılanması da yanlış olur. Farklılığı doğru bir bakışla doğru dengeleyenler, sınavı her zaman kazanırlar. N. Fazıl, bu uyumu ne güzel ifade etmiş: “Zıtlar arası ahenk, af ve günah yarışta; / Bütün zıtlar kavgada, bütün zıtlar barışta…”

Zıtlar arasındaki ahenk, hayatın ritmini oluşturuyor. Bu ritmi iyi okuyanlar ve yönetenler, sınavı geçebiliyor. Önceki gün derse niçin gelmediğini sorduğum bir öğrencim, komşusunun, kafasına kurşun sıkarak intihar ettiğini, cenazeye katıldığını söyledi. Nedenini sordum: “ Ticaretle uğraşıyordu, otuz iki yaşındaydı, tefeciden para almış, bunun karşılığında açık çek vermiş, ödeyemeyince kendini banyoda öldürmüş.” dedi. Kendini öldürmek, yaşam enstrümanını iyi çalamamak, bu felsefeyi doğru algılayamamak demek.

Bir güzel, güzelliği ile övünüyor ve çirkini küçümsüyorsa; çirkin, çirkin olmanın kompleksini duyuyor ve güzeli kıskanıyorsa yine zengin, zenginliği ile gururlanıyor ve yoksula tepeden bakıyorsa; fakir, fakirliğinden utanıyor ve zengine fesatlanıyorsa bu sınavı kaybediyorlar. İnancımız, beyaz insanın siyah insandan, zenginin fakirden üstün olmadığını, üstünlüğün takvada olduğunu söyler. O halde, kişinin özüyle ilgisi olmayan, tamamen izafi olan değerlerle övünmesinin ne mantığı olabilir. Bunun gibi, varlık bizi şımartmamalı, yokluk da ölüm sebebimiz olmamalı. Her iki durumda olmak, yani şımarmak ve intiharı düşünmek, sınavı kaybetmek demektir.

Kimse, sevdikleriyle sınanmak istemez. Hz. İbrahim, en sevdiğiyle yani oğlu İsmail’le sınanmıştı. Zenginin yoksullukla, güzelin çirkinlikle, annenin ve babanın evladıyla, vatanseverin vatansızlıkla sınanması ağırdır. Ancak bu sınavı başarıyla verenler, kahramanlar arasında yer alır.

Sınav, bir ömür devam ediyor. Ömür sürecinde kendimizle ve çevremizle olan sınavda harap ve bitap düşüyoruz. Bazen çoklukta yokluğu, bazen yoklukta çokluğu yaşıyoruz. Gelgitler arasında şamar oğlanına dönüyoruz. Kendimizi rüzgâr önünde savrulan yapraktan güçsüz hissettiğimiz zamanlar oluyor. Bu çaresizlik içinde “Ye, iç, gül, oyna!” felsefesine, denize düşenin yılana sarılması gibi sarılıyoruz. Doludan kaçarken yağmura tutulduğumuzun farkına varamıyoruz. Yaşlılığında geçmişine bakarak “Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak” gören A. Haşim gibi pişmanlıklar duyuyoruz.

Ben öyle bir kılavuz istiyorum ki kum saati gibi olsun. Bana hem geçmişimi hem yaşadığım zamanı hem gelecek zamanı göstersin. Kendimi hem yargılayayım hem kurayım. Gayrisi, havanda su dövmek.

Devamını Oku...

11 Nisan 2008 Cuma

Kapatma

Kapatma çok genel bir deyimdir. Aynı zamanda çok eski bir geçmişi vardır. Adem ile Havva Cennetten çıkarılınca üzerlerine cennet ağacının geniş yaprakları ile uyguladıkları kapatma. Dargınlar için defteri kapatma. Utandığında yüzünü kapatma. Çok eşliliklerde kadın kapatma. Türkiye ye karşı Avrupa birliğinin yaptığı kapatma. Rejimleri açık olmayan ülkelerde kapıları dışa kapatma. Bu günlerde ciddi bir ülke sorunu haline gelerek ekonomiyi alt üst eden bir hukuki adım olan parti kapatma.

Parti kapatma aslında tüm partilerin karşı çıkması gereken bir yanlışlıktır. Siyaseti çeşitli girişimlerle kesintiye uğratarak, siyaset yapmayı zevksizleştirmemek gerekir. Bence tüm partiler bu tür girişimlerin ortadan kaldırılması veya zorlaştırılması için işbirliği yapmalıdırlar. Hele hele CHP bu konuda en ön saflarda yer almalı idi. Yıllarca bu tür yasakların kötülüğünü  savunan onlar değilmiydi. Yurt dışı bağlantılı izimleri Ülkemizde hakim kılmaya çalışan parti veya toplulukları mevcut hükümetler takibe alınca hemen ortaya çıkıp, yasakçılık karşıtı söylemlere ve fiillere girişmiyorlarmıydı.

“Ülkede tam özgürlük olmalı, Yasaklar kalkmalı. Herkes her şekilde fikrini açıklamalı. Kimse insanların siyasi düşüncelerine yasak getirmemeli.” Diyenler şimdi zil çalıp oynuyorlar. Sandıkta yenemediğini,devletin kurumları sandıktan uzaklaştırdığında  sevinmek kahramanlık mı? Bence bu tür kapatmaların önüne geçmek için CHP öncü olmalı idi. Zira bu parti yıllardır söylediklerinle ters düşüyor. Şayet sonunda iş sandığa kalacaksa millet önceki söylemleri unutmayacaktır. Milleti beğenmeyenler, ona ayak takımı diyenler, bir çuval kömüre satıldığını söyleyenler milletin cevabını gördüklerinde şaşırmasınlar. Şunun şurasında bir yıl var. Sandıkta milletin gözüne giremeyenler, rövanşı başka yerlerde aradıklarında millet daha çok geriliyor.

İhtilal çağrışımları yapan yazar çizerler partilerine yarar mı sağladılar. Mitinglerde halkı aşağılayanlar partilerine oy mu getirdiler. Ak Parti oyu sadece kendi yandaşından mı aldı. Yılların partileri ellerindeki sermayeyi neden başkalarına kaptırdılar. Muhalefette kalmayı daima kolaycılık olarak görmüş bir partinin lideri neden göreve geldiğinden beri hep giderek artan bir hezimete uğrar. Demokrasi diyerek demokratik takiyye yapanlar her seferinde milletin gazabına uğruyor. Artık bunu görmeliler. Bu ülkenin gerçek bir muhalefet liderine ihtiyacı var. Tek parti devrini de gördük. Aslında bu millet tek parti devrinde yapılanları unutmuyor. Bu nesil o devirde yapılanların yanlış adreslere fatura edildiğini öğrenmiştir.  Yılların yalanını açığa çıkarmıştır. Bu milletin değerleriyle oynayan siyasetçiler boyunun ölçüsünü sandıkta almıştır. Değerleri için yedi düvele direnen bu millet, siyasetin Bizans oyunlarına boyun eğmez. Adalet görevini yapar. Kapatır veya kapatmaz. Ben o konuda yorum yapmam. Sadece siyaseten geçmişte söylenenlerin şimdi üzerine sünger çekip “oh olsun.Ne iyi oldu” cinsinden davranışlar sergileyenlerin milletten acı bir cevap alacağını söyleyebilirim. Bu sözlerimde asla kehanet olmaz.

Ben Ülkemde güçlü bir muhalefet ve adil bir iktidar istiyorum. Yapılanları hazmedemiyorum. Bu sebeple hiç uygun bulmadığım halde zihniyetlere yapılan saldırılardan dolayı kendimi iktidar avukatlığına soyunmuş pozisyona düşürüyorum. Aslında hiçte öyle bir taraf olmaya niyetim yok.Fakat yapılanları gördükçe dayanamıyorum.Çünkü Hükümete yapılan eleştiriler, dozunu aşarak zihniyete yönlendiriliyor. Muhafazakar ve Mütedeyyin insanlar huzursuz ediliyor. Buna kimsenin hakkı yok. Baş örtüsü üstünden din sorgulanıyor. Uzmanlık dalı hiçte uygun olmayan siyasetçiler, yazarlar, başkanlar, sanatçılar ,iş adamları din adamı gibi fetva vermeye kalkışıyor. Bazıları azami dindar söylemde bulundu mu suç olmuyor. Bazıları ise asgari dindar söylemde bulundu mu ortalık ayağa kalkıyor. Bırakın bu çifte standartları. Geniş kitleleri rencide eden söylemlerde bulunduğunuz zaman geniş kitlelerin tepkisini alırsınız. Sandıkta da ummadığınız bir oy çıkar. İktidar partisinin aldığı oylar arasında ciddi miktarda CHP li ama değerlerine bağlı seçmen oyu olduğunu düşünemiyor musunuz?

Bu muhalefete gerekli bir nasihattir. Belki biberlidir.Acı sosludur.Ama düşmanca değildir.

Tabii ki anlayana…..

Devamını Oku...

10 Nisan 2008 Perşembe

İslamiyet

Müslümanlara gerek içerde gerekse dünyanın bazı yerlerinde hangi mantıkla gerici, irticacı ve terörist diyebildiklerini anlamak mümkün değil. İslamın hangi söyleminde bilimselliğe karşıtlık geriye gidiş ve terörizm var? Böyle bir kanaate nasıl varabiliyorlar?

Bir konu en iyi şekilde kaynağından değerlendirilir. İslamiyetin kaynağı da onu ifade eden Kuran’dır. Bir kez olsun Kuran’ı anlayabileceği şekilde okumamış onun sosyal, ekonomik ve tüm hayatı ilgilendiren konularda neler içerdiğini bilmeden ahkam kesmek hangi mantığa uyar?

İslamiyeti beğenmeyenler, onu tenkit edenler bu kanaate İslam adını taşıyan ülkelerdeki toplulukların daha çok dinleriyle örflerini karıştırarak sürdürdükleri yaşantıları ile bazı ülkelerdeki terörist grupların ki bunların bir kısmı ülkelerinin bağımsızlık mücadeleleri için başvurdukları yöntemlerini değerlendirerek fikir beyan etmektedirler.

İslamiyetin temel kaynağı olan Kuran’ı Kerim’de ilk emir okumaktır.’Bir insanı öldüren tüm insanları öldürmüş kabul edilir.’diyen ayetin varlığını biliyoruz. Allah’ımızın insanoğluna emrettiği ayet ve peygamberimizin ‘İlim Çin’de de olsa gidip okuyunuz.’hadisini hangi Müslüman ülke uygulamıştır? Müslümanlar, her şey bir yana sadece Allah’ın ilk buyruğu olan okumak buyruğunu yerine getirselerdi, dünyanın en kalkınmış ve en medeni ülkesi olurlardı. İslam karşıtlarının yanıldıkları nokta, Müslümanlığı, İslam adını taşıyan toplulukların yaşantılarını değerlendirmelerindendir. Kuran’ı anlasalar orada ifade edilen Müslümanlıkla gördükleri Müslümanlık arasındaki farkı anlayabilirler. Onlar gerçekten kötü niyetli değillerse islamiyeti Kuran’dan sorsunlar.

Öyle inanıyoruz ki tamamı olmasa da bir kısmı gerçek islamiyeti kaynağından öğrendiklerinde hayrete düşecekler ve ‘Biz ne kadar yanlış yapmışız, Müslümanlığı yanlış biliyormuşuz, onu yeterince öğrenmeden sadece gördüklerimizle bu yanlış kanaatlere sahip olmuşuz.’diyeceklerdir.

Onlara tavsiyemiz piyasada kolayca bulabilecekleri Kuran tasvirlerinden bir tane okumaları.

Devamını Oku...

9 Nisan 2008 Çarşamba

Başörtüsüne Örfi Yaklaşım

Örf, insanların çoğunlunun benimseyip alışkanlık haline getirdiği işler veya duyulduğunda hatıra başka anlam gelmeyecek derecede özel bir anlamda kullanmayı adet edindikleri lafızlardır. (Şaban, Zekiyyüddin, İslam Hukuk İlminin Esasları , Tec.: İ. Kafi Dönmez, TDV, Ankara 1996).

Örf farklı yaklaşımlara göre birkaç çeşide ayrılır. Bunlardan birincisi, bazı bilginlerin “adet” olarak nitelediği örftür ki, mesela halkın birçok şeyi sözlü ifade kullanmaksızın sadece teslim-tesellüm tarzında satması buna örnek olarak gösterilebilir. İkincisi ise, kavli (sözlü) örftür ki, mesela halkın “veled” (çocuk) lafzını sadece erkeği anlatmak için kullanmayı adet edinmesi buna örnektir. (age., 195).

 Bu iki anlamdan hareketle “başörtüsü” denildiğinde bunu kullanmayı dini muhtevalı adet edinmiş insanların zihninde, dini bir vecibe olmasının ötesinde her hangi bir anlam akıllarına gelmez. Zira “başörtüsü” tarihi süreçte hiçbir zaman, bazı çevrelerin dini, tarihi, kültürel, sosyal ve psikolojik ilmi temelden yoksun bir şekilde dillendirdikleri nev zuhur anlamda algılanmamıştır.

Ameli ve kavli örf, aynı zamanda, her hangi bir devirde bütün Müslüman ülkelerde halkın bir davranışı veya bir lafzın özel bir anlamda kullanılmasını adet edinmeleri şeklinde olursa buna “genel örf (örf-i amm)”; belirli bir ülke yahut bölge halkının veya belirli bir çevrenin bir davranışı veya bir lafzın özel bir anlamda kullanılmasını adet edinmesi olursa buna da “özel örf (örf-i hass)” denir. (age., 196).  Bu açıdan bakıldığında ise, şekli, biçimi, rengi, imal edildiği kumaşın türü ne olursa olsun “başörtü”sünün bütün müslüman ülkelerde kullanılan genel bir örf olduğu görülmektedir. Ayrıca tarihin belirli bir döneminde ve belirli bir çevre tarafından kullanılmış özel bir örf de değildir.

Bu gün her ne kadar Arap örfünden kaynaklandığı ve dolayısıyla dinin zorunlu bir emri gibi algılanmaması gerektiği şeklinde sığ çıkışların olduğu malumdur. Arap örfünden kaynaklanmış olsa bile, Kuranda baş örtüsüyle ilgili hükmün mevcudiyeti kesindir. Bu hüküm çerçevesinde bütün müslüman ülkelerdeki kadınların hemen hemen tamamı düne kadar başlarını örtmüşlerdir. Bu gün de kahir ekseriyeti başını örtmektedir. Ayrıcı  başörtüsü kullanmayanlarda müslüman kadınların genel kaanatide de başörtüsünün dini bir gereklilik olduğu yönündedir.

Başörtüsü, Allah tarafından dini delille onaylanmış; bütün müslüman ülkelerde genel bir örf halinde ameli ve sözlü olarak kullanılan ve algılanan  “dini- örfi” bir olgudur. Tarihi, kültürel, sosyal ve psikolojik temeli oldukça sağlam bir fenomendir.

Bazı okur-yazar! çevrelerce, hukuki, kültürel ve dini temelden yoksun bir şekilde dile getirilenlerin, genel anlamda örfün ne anlamada geldiği bilinmeden ortaya atılmış ham görüşler olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca bu tür yaklaşımlar Batıda ortaya çıkan aydınlanmacı-pozitivist ve materyalist fikirleri asıl kaynaklarından değil de gazete ve dergi yapraklarından  okuyarak, özümsemeden dinin mani terakki olduğu hezeyanlarını “tesettürün kalkması” noktasına kadar vardıran “İctihat” mecmuasının okur- yazarlarını hatırlattığını da belirtmeliyiz. (Safa, Peyami, Türk İnkılabına Bakışlar, s.38).

Bu anılan okur-yazarlar, Türkiye’yi tamamı başörtülü Müslüman annelerin evlatlarının kurduğunu ve asırlarca koruduğunu, Kurtuluş Savaşını kazandıklarını ve bu gün de teröre karşı yine çok büyük oranda başörtülü anaların evlatlarının mücadele ettiğini (Ünal, Ali, “İki Anahtar Kavram: Din ve millet”, Zaman Gazetesi, 10.03.2008) unutmuşa benziyorlar. Büyük ve güçlü devletlerin hafızaları güçlü olurmuş. Devletleri de insanlar meydana getirdiklerine göre, bu sözden birilerinin nasiplenmesi gereği apaçık ortadadır.

Hukuki kararların alınmasında, örf dikkate alınır, aksi durum hukuk felsefesine ve sosyolojisine aykırıdır. Hukuki içtihatlarda örf, dayanak ve kaynak kabul edile gelmiştir. Zira toplum kuralları, hukuk kurallarını doğurur, bu ikisi arasında da bir bağ ve bir uyum vardır.(Öktem, Niyazi, Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi, İstanbul, 1985, s.205).  Başörtüsü konusunda bunlar dikkate alınmayıp toplum vicdanında ve pratiğinde genel teamül haline gelmiş dini-örfi tarihi ve kültürel bir fenomenin hilafına, bir avuç azgın azınlık tarafından cebren ve hile ile maşeri vicdanını sızlatan nev zuhur ve batıl (fasid) bir örf ya da hurafe mi yaratılmak istenmektedir? Zira zaman ve mekan boşluk kabul etmez. Uygulamadan kalkması ya da içinin boşaltılması istenen milli ve manevi adetlerimiz yerine neler ikame edilmek isteniyor?

Devamını Oku...

8 Nisan 2008 Salı

Eleştirmeyi Seviyoruz

Altan, bir sanat okulu açmış ve öğrencilerine de sanatın inceliklerini öğretmeye başlamıştı. Bu sanat okulunun belirli bir eğitim programı ve süresi yoktu. Öğrencisinin, yeteneğinden ve bilgisinden emin olduğunda onu sanat dünyasına takdim etmek Altan’ın özelliğiydi.

Altan’ın Alptekin adlı bir öğrencisi vardı. Allah vergisi bir yeteneğe sahipti. Diğer öğrencilerden çok da başarılıydı. Alptekin, Altan’dan sürekli övgü dolu sözler işitiyordu. Bu durumdan cesaret alan Alptekin, Altan’ın onu ressam olarak ilan edeceği günü merakla bekliyordu. İlk fırsatta Altan’a, ressamlık sınavının ne zaman yapılacağını sordu?

 Altan ise, benim gelecek vaad eden öğrencilerimden birisin. Kısa sürede sanatın inceliklerini öğrendin. Sanırım şimdi uzmanlık sınavının vakti geldi dedi.

Alptekin, sınav konusunun ne olacağını  merak ediyordu. Çok heyecanlıydı. Bu esnada Altan Alptekin’e, senden bir resim yapmanı istiyorum. Bu resim, en iyi resmin olmalı ve herkes hayran kalmalı dedi.

Alptekin, günlerce çalıştı. En güzel resmini yaptı ve Altan’a getirdi. Altan ise Alptekin’e, şimdi bunu belediyenin sanat galerisinde halkın beğenisine sun ve insanların senin resmini  görmelerine izin ver. Resmin altına büyük harflerle, bu resmin halkın değerlendirmesi için oraya konulduğunu ve resimdeki hataların, görenler tarafından resmin üzerine bir “X” çizerek belirtilmesini rica ettiğini yaz dedi.

Alptekin, Altan’ın söylediklerini yaptı. Resmi, belediye sanat galerisinin en güzel köşesine koydu. Bir hafta sonra Altan resmi getirmesini söyledi. Alptekin, resmi almaya giderken çok heyecanlıydı. Ancak belediye sanat galerisine vardığında  büyük hayal kırıklığına uğradı. Tüm resim baştan aşağı “X” işaretiyle doluydu. O moral bozukluğuyla resmi Altan’a gösterdi.

Altan Alptekin’e, moralini bozmamasını ve yeni bir resim yapmasını söyledi. Alptekin, yeni bir resim yaptı. Altan, daha önce söylediklerini tekrarladı. Ancak son satırda değişiklik yaptı. Bu kez resmin yanına boya ve fırça da koymasını söyledi. Resmin altına yazılan notta ise görenlerin hataları bulmasını ve resmin yanında bulunan malzemeleri kullanarak düzeltmeleri istenmişti.     

Bir hafta sonra Alptekin resmi almaya gittiğinde şaşırmıştı. Resminin üzerinde hiçbir işaret olmadığı gibi yanına konulmuş malzemelere de hiç dokunulmamıştı.

Alptekin çok mutlu oldu ve resmini büyük bir gururla Altan’a sundu. Bu sefer Altan gülümsedi ve Alptekin’e, bugün almış olduğun dersle artık senin eğitimin tamamlandı dedi.

Altan Alptekin’e bak evladım! Başarılı olmak istiyorsan o dalda uzmanlaşmış olman yetmez. İnsanların eline fırsat verildiğinde hiç birşey  bilmedikleri bir konuda bile eleştirme eğiliminde olduklarını bilmen gerekir. Böyle durumlarda azmini yitirme. İnsanlar hiçbir bilgisi ve ciddiyeti olmadan yargılamalarda bulunur ve birbirlerine fikirlerini söylerler. Senin ilk resminin “X” lerle doldurdular. Çünkü onları engelleyecek hiçbir risk yoktu ve çoğunun bu konuda bilgisi de yoktu. İnsanlar sunulan bu fırsatı memnuniyetle değerlendirdiler. Ama aynı insanlar hataları bulup düzeltmeleri istendiğinde hiçbirisi bunu yapmadı. Çünkü bu kez onların bilgisi ve yeteneği risk altındaydı. Bu konudaki eksiklerini göstermekten çekindiler ve uzak durmayı tercih ettiler dedi.

Öyle değil mi, eleştirmekte üzerimize yoktur amma çözümde ise ortalıkta gözükmeyiz…

Devamını Oku...

Teselli ve Tedavi

İlköğretimin birinci kademesinde okuyan öğrencilere öğretmenleri zaman zaman deprem tatbikatı yaptırıyor, deprem sırasında en güvenilir yerin sıraların altı olduğunu söylüyormuş. Öğretenler bir gün: “Çocuklara hep sınıfta tatbikat yaptırıyoruz, bir de bahçede oynarlarken deprem alarmı verelim.” demişler. Okul bahçesinde çocuklar oynaşırken alarm çalmaya, öğretmenler, “Deprem var.” diye bağrışmaya başlamışlar. Öğrencilerin hemen tamamı sınıflara koşup sıraların altına girmiş.

Yaşanan bu olayı okuyunca sanırım siz de benim gibi tebessüm ettiniz. Belki bir çocuk saflığı belki şartlı refleks. Belki Pavlov’u hatırladınız. Bir çocuk, öğrendiklerini yer ve zamanla sınırlı tutabilir. Onda mekân ve zaman kavramı gelişmemiştir. Bir bilginin nerede yeterince kullanılacağını bilmeyebilir.

Bilimin, pek çok bilinmezi bilinir kıldığı, teknolojinin hayatı ve üretimi kolaylaştırdığı, egemenlik algılamasının ve uygulamalarının değiştiği bir dünyada hâlâ belli öğretilere bağlı kalan, bir zamanlar için değerli olan uygulama ve düşünceleri tabulaştıran büyüklerimizin varlığını düşününce acı acı tebessüm ettim. İnsan gibi, sosyolojinin de yaşı var. Sosyal yasalar canlı varlıklar gibi gelişebilir, değişebilir. Bedensel gelişimine rağmen zihinsel gelişimini tamamlayamayan insana ne dendiğini hepimiz biliriz. Doğadaki değişime en geç ayak uyduran canlı, süngermiş. Onun tekâmülü bin yılda gerçekleşiyormuş. Sünger kafalı olmak, hiçbir “insanın” hakkı olmamalı.

                        X               X                      X                    X                           X

Dursun’la Temel birlikte film seyrederler. Temel, filmdeki beyaz atın bir süre sonra çukura düşüp yuvarlanacağını söyler. Buna Dursun itiraz eder. İkisi iddialaşırlar. Bir süre sonra beyaz at, çukura düşüp yuvarlanır. İddiayı Temel kazanmıştır. Ödülünü alır; ama vicdanı rahat değildir. Temel:  “Dursun, ben bu filmi seyretmiştim; beyaz atın yuvarlanacağını biliyordum. Kazandığım hediyeyi sana iade ediyorum.” der. Bunun üzerine Dursun: “Ben de seyretmiştim; ama at, aynı hatayı iki kez yapmaz, diye düşünmüştüm.” diye cevaplar.

Ülkemizde Dursun’a rahmet okutacak yanlışlıklar yapılıyor. “Biz bu filmi daha önce seyretmiştik.” diyenler ikinci, üçüncü belki de dördüncü kez aynı filmi seyrediyorlar. Atın, bir film kahramanı olduğunu unutuyor, onun kendi iradesiyle hareket eden bir varlık olduğunu düşünüyorlar. Bu ülkede sahneye konan her oyunun bir senaryo olduğunu, bunun bir senaristinin bulunduğunu bilmez görünüyorlar. Senaryo zekice yazılmışa da benzemiyor. Onun sadece adını değiştiriyorlar. Senaryonun adı bazen askeri, bazen postmodern, bazen … oluyor. Senarist aynı, konu aynı. Yalnız figüranlar farklı.

Fıkradaki Dursun’un saflığından yararlanan Temel, biraz olsun, vicdan sahibi ve dürüstlük örneği. Memleketimizde Temel rolünü oynayanlar o kadar dürüst ve vicdan sahibi görünmüyor. Onlar, yargısız infaz yapıyorlar, insanları ötekileştiriyorlar, insanların zamanlarını, ümitlerini çalıyorlar, onlara fiziksel ve psikolojik işkence yapıyorlar, hatta hukuktan yoksun yasalarıyla insanları asabiliyorlar. Bu ülkenin gerçek sahibi Anadolu insanı her zaman “bile bile lades” diyor. Apartmanların üst katlarında oturanlar, bodrum katında oturanların birkaç kat yükseldiğini ve kendilerine komşu olduklarını gördükçe hiddetleniyorlar, Temel’den daha vicdansız diyebileceğimiz davranış sergiliyorlar. “Ya Rab! Bu karanlık gecenin yok mu sabahı? / Mahşerde mi biçarelerin yoksa felahı? ... AĞZIM KURUSUN YOK MUSUN EY ADLİ İLAHİ.” diyen Mehmet Akif’in çaresizliğini hatırlatan entrikalar kuruyorlar. Kazanımlar kaybediliyor, insanlar sıkıntıya düşüyor.

Bu kaotik ortamda ancak “Bu da geçer ya Hû” yakarışıyla kendimizi teselli ve tedavi edebiliyoruz.

Devamını Oku...

Küreselleşme Dedikleri

Aydınlar Ocağı’nca düzenlenen “Ekonomi Nereye Götürülüyor” konulu açık oturum bilgilendirici ve düşündürücü idi. Açık oturuma katılamama gerçekten bir kayıp sayılabilir. Toplantıda iktisadî hayatın  götürülmek istendiği yer ortaya kondu.  Hedef;  sanayii çökertilmiş, tarımı perişan edilmiş, tarım alanlarının boşaldığı, orta sınıfın çökertildiği, dış borç, düşük kur- yüksek faiz ve sıcak para kuşatmasına alınmış, üretemeyen, işsizlik sorunu artan, tüketim nöbetine tutulmuş tam bağımlı bir Türkiye’dir.

 “Üretme, borçlan, bol bol tüket ve pazar haline gel”  çarpık anlayışının 1980’lere dayanan bir geçmişi vardır.  Bilhassa 1988 sonrası uygulanan ve günümüzde de zirve yapan bağımlı politikalar; Türkiye’yi iflasa götürmekte; ama bazı politikacılar gününü gün etmektedir. Bazıları da ekonomiyi düşünmek bile istememektedir.

Türkiye’yi tam bağımlılığa götüren süreç; “Türkiye, Batı Dünyasının ayrılmaz parçasıdır”, “Medeniyet Batıdadır”, “Batı, demokrasi ve özgürlüklerin merkezidir”,  “Suriye mi olacağız?”,  “iktisadi korumacılık da ne demek?”,  “serbest piyasa ekonomisi uygulayacağız” diye diye işletildi. Bunun için bir tetikçi de bulundu.

Aslında her önü açılan ülke için farklı tetikçiler vardı. Bize Kemal Derviş düştü. 1998’de Rusya Batı yardımını iktisadi krizi göze alarak reddetti ve kendine gelmeye başladı. Biz ise IMF ve Dünya Bankasına teslim olarak 2000 ve 2001 krizleri ile karşı karşıya kaldık, yanıltıldık. Latin Amerika ve Rusya kurtuldu, biz ise IMF’nin vazgeçilmez sevgilisi olduk.

Dünya Bankasının bir raporu çok dikkat çekici: “Siz bir üretim ülkesi olamazsınız”.  Türkiye’ye yönelen asıl tehdit unsuru;  ırkçı bölücülük, İslâmı yozlaştırıcı, Müslümanı uysallaştırıcı, inanç dünyasını küresel gücün eşgüdümüne  sokmakla beraber; küreselleştirme tezgahıdır.

Küreselleşme, iyi anlaşılamadığı sürece gelişmekte olan ülke aydınları birçok şeyi fark edemezler. Uyutulma ve uyuşturulma sürer gider. Küreselleşme maskeli dolaştırıldığından size hep Dünyaya ve dışarıya mı kapanacağız sorusu sorulur? Küreselleşmenin pek uygulamada görülmeyen romantik tanımları yapılır ve pembe tablolar çizilir.  Oysa konu dışa kapanmak değildir, zaten isteseniz de kapanamazsınız.

Önemli olan  milli varlığımızı tehdit eden soyulma ve soydurulmadır. Ekonomik değerlerimizin el değiştirmesi ve ülkenin yoksullaştırılmasıdır. Bu süreçte işverenimiz memur ve müstahdem haline gelebilir.  Aynen Mısır’da olduğu gibi…  Orta ölçekli kuruluşlarımız zaten devre dışı kalır.  Artık memuru ile müstahdemi ile tezgahtarı ile hizmetler sektörü dışına çıkamayan insanımız küreselleşmenin emir kulları olur.

Küreselleşme, bilginin, sermayenin, emeğin ve teknolojinin serbest dolaşımıdır. Ancak, izin verildiği oranda.

Bundan dolayı küreselleşmeyi bazıları,  küresel planlı bir ekonomi olarak tanımlamaktadır. Sayısı belirli sanayi ve finans kuruluşları müsaade ettiği alanda sözde serbest piyasa ekonomisi uygulayabilirsiniz.

Küreselleşme, vahşi kapitalizmin kendini yenilemesi, hatta ona bir alternatif gibi sunulma tuzağıdır.

Küreselleşme, bazılarına göre demokrasi ve özgürlüklerin getirilmesidir. Aynen Irak’da olduğu gibi.

Yine küreselleşme uluslararası sermayenin egemenliğinin kayıtsız ve şartsız kılınması olduğu gibi; merkezi devletlere rakip alternatif egemenlik alanlarının o milli devlet içinde yaratılmasıdır. Ülke ekonomilerinin birbirini tamamlaması, desteklemesi, yaratılan pastadan herkesin adil pay alabilmesi Dünya’da barış ve istikrar ortamını gerektirir.

Klasik ideolojik çatışmaların yerini alan etnik ve mezhep çatıştırmaları, kamplaştırmalar küresel güç tarafından desteklenmektedir. Milli devletler ufalanmakta, milletler kalabalıklaştırılmakta, farklılıklar kutsallaştırılmaktadır.

Dünya’nın Kuzeyi ile Güneyi arasında gelir farklarının arttığı, küresel gücün pastayı bütünü ile alıp-gittiği yenidünya düzeni, istikrar ve barış mı getiriyor ki küreselleşme gerçekleşebilsin?

Gelişmekte ve satın alma gücü artan ülkeler hedef tahtasındadır. Daha fazla üretim ve pazar elde etme bunlar üzerinden sağlanacaktır. Küresel gücün çıkarlarına göre planlanan bu yeni oyunda küreselleşmenin başarısı J. Naisbitt’e göre,  ekonomik ve siyasi parçaların ufak olmasına bağlıdır.

Bu tezgahın fark edilememesi için milliyetçilik, milli kimlik, milli menfaat öcü gösterilmeye çalışılır. Milliyetçilikten bazı farkları da olsa ulusalcılık da bir tehdit sayılır.

Küresel güç ise; milliyetçiliği uygular. Onun işbirlikçileri sözde İslamcı da olsa milliyetçiliğe saldırır.  Hedef küresel gücün önünü açmaktır.  

Devamını Oku...