16 Nisan 2008 Çarşamba

Aynı Oyun

Yıl 1970 benim Üniversitede olduğum yıllar. Öğrenciler kamplara ayrılmış. Önceleri özel hazırlanmış sopalarla birbirlerine kıyasıya saldırıyorlardı. Meselelerse fındık kabuğunu doldurmayan cinstendi. Kantinde yemekten masa düzenine, sınıfta ders saatinden imtihan şekline  varıncaya kadar bir sürü bahane bulunuyordu. Maksat huzursuzluk meydana getirmek.

Sonra bu bahaneler siyasi şekle dönüştü. Bir tarafta Maocu ve Leninci-Marksist gurup, diğer tarafta milli kültüre ve manevi değerlere sahip çıkmak adına oluşan gurup vardı.

Sopalar gittikçe gençleri tatmin etmez oldu. Çünkü silah tacirleri için bu kitleler potansiyel birer müşteriydi. Kısa zamanda herkesin bir silahı oldu. Dağıtılan silahların finansmanı da Ülke dışından yapılıyordu. Kahvehaneler kurşunlanıyor. Otobüs durakları taranıyor. Üniversiteler silah yığınağı haline geliyordu. Devletin bir çok kurumu sağcı ve solcu olarak ikiye bölünmüştü. Emniyet güçleri olayların ancak bitiminde harekete geçiyordu. Giderek komşularımızı sevindirecek kadar iç istikrar bozulmuştu. İstikrarın bozulması ile birlikte ekonomide berbat duruma gelmişti. Kimsenin kimseye güveni yoktu. İş yeri sahipleri kapılarına her gün gelen haraççılardan bıkmıştı. Haraç vermediklerinde işyerleri ertesi günü kundaklanıyordu. Her iki tarafın gençlerine Ülkeyi kurtarmak zorunda oldukları fısıldanarak kanı kaynayan genç insanlar ileri sürülüyordu. Çok kişi bu yüzden pisi pisine öldü.

Ölen gençlerin sırtından demeçler verildi. Yukarıdakilerin keyfine diyecek yoktu. Bunlar karışıklığı ranta tahvil ediyordu. Aşağıdaki insanlar ise kendilerince iyi bir ideal uğruna canından oluyordu. İçteki satılmışlar hadiseleri daha da körükleyerek servet üzerine servet katmaktan utanmıyorlardı. Silah tacirlerinin keyfine diyecek yoktu. Maocu veya Lenin’ci geçinen rantçılar üsttekileri zenginlere villa yapmakla, tatlı devlet ihaleleri ile karşılıksız veya düşük faizli krediler alarak kısa zamanda semirmekle meşgul idiler.

Derken bir şeyler oldu. 12 Mart muhtırası gündeme geldi. Dernekler kapandı. Savaş yeraltına çekilmeye başladı. Bir müddet suni sükunet devam etti. Sonra yine düğmeye basıldı. Amerika bizim topraklarımızda bir şeyler yapmak istiyordu. Rusya da Ortağını yanına yaklaştırmak istemiyordu. Kapışma yine bizim topraklarımızda başladı. Hem de bizim insanlarımızı kullanarak. Ortalık yıllar geçtikçe daha tehlikeli hal alıyor, Ölenler artıyordu. Halk sokağa çıkmaktan ürker hale gelmişti. Kim kimin adamı belli değildi. Öğrenci ile çapulcu birbirine karışmıştı. Öğrencilerin arasına provokatörler girerek kavgayı tırmandırıyorlardı. Birbirleri ile dalaşan öğrencilerin yarısından fazlası öğrenci değildi. Bazıları yurt dışı kaynaklı merkezlerden talimat alan ve menfaat sağlayan ajanlardı.

Yıl 1982.İhtilal oldu. Olaylar bıçak gibi kesildi. Vurulan vurulduğu ile kaldı. Ülkeyi kan gölüne çevirenlere bir şey olmadı. Onlar rantı başka kanallarda aradılar. Başka şemsiyelerin altına sokuldular. Hatta o şemsiyenin altında yıllarca duranları bile kısa zamanda hainlikle suçlayarak kenara ittiler. Kendilerini kahraman ilan ettiler. Reçeteler yazdılar. Ülkenin bekası için projeler ürettiklerini etrafa yaydılar. Önceki hainliklerini gizlediler. Bu arada dünyayı paylaşan ortaktan biri iflas etti. Zalim tekleşti. Metodlar değişti. Devlet çıkarlarının yanına dini çıkarlar eklendi. Yahudiliğin zulmü yanında giderek Hıristiyanlık zulmü uygulanmaya başlandı. Dini istila taktikleri ortaya çıktı. Aradan yıllar geçti. Türkiye de bazı değişiklikler oldu. Ülke kabuk değiştirmeye çalıştı. Birkaç adım ileri atmaya başladık. Bu adımlar hemen düşmanların dikkatini çekti. Bu onlara göre yanlış bir gelişme idi. Birileri “Adriyatik ten Çin seddine kadar Türk dünyası” diyordu. Demek Osmanlı yeniden şahlanmaya niyetlenmişti. Tez elden bunu söyleyenin katli vacip olmalıydı. Nitekim öyle oldu. Bu sefer başkaları çıktı. Ekonomiyi tekrar düzeltmeye başladılar. Denk bütçe yaptılar. Yine arı kovanına çomak sokulmuştu. Türkiye toparlanıyordu. Olmamalıydı. Olmadı da. Yerine 28 Şubat oldu. Ekonomi yine dalgalandı. İstikrarsızlık yine baş gösterdi. Daktilolar, Anayasalar atıldı. Düşmanlar yine sevindiler.

Derken Siirt ten biri çıkıp geldi. Alt tarafı İstanbul Belediye Başkanı idi. Ne anlardı devlet yönetiminden. Ama anladı. Millette kendisine iki sefer ekseriyetle evet dedi. Ülkede Ekonomik istikrar oluştu. İhracat arttı. Bazı şeyler değişti. Bazılarının çanakları kurudu. İcraatta yanlışlıklar da yapılmasına rağmen Ülke yeniden toparlanıyordu. Düşmanlar yine düğmeye bastı. Ortalık hareketlenmeye başladı. Provokatörler ortaya çıktı. Üniversiteler karıştı. Böyle giderse olaylar giderek azacak. Çünkü düşmanlar güçlü Türkiye istemiyor. Gözü dönmüş siyasileri de habire kullanıyorlar. Demokrasilerde hain insanlar önemli yerlere daha kolay geliyor. 30 yıldır aynı oyun aynı usulle oynanıyor. Sanki bu oyun dünya klasiği oldu. İçeriği hiç değiştirilmiyor. Bizde habire seyredip duruyoruz. Aklımızı başımıza ne zaman alacağız?

Ey Ülkenin mürekkep yalamışları ve çok bilmişleri!

Ülkeyi kurtarma adına batırıyorsunuz. Bilerek veya bilmeyerek bir çok insan bu hainliğe alet oluyor. Önüne geçilemezse genç insanlar ölecek. Düşmanlar gülecek. Türkiye eski günlere geri dönecek. Engel olun bu senaryoya. Bu senaryo Ülkemizin hayrına değil. Ben bu filmi her on yılda bir  seyrettim. Artık ezberledim.

Sizde uyanın gençler. Kavgayı bırakın... Kucaklaşın... Sizlerin yanında gibi gözüken dolar milyarderlerinin ve gözü dönmüş bazı siyasilerin oyununa gelmeyin. Siz ölürsünüz. Onların serveti veya makamı artar. Hepsi bu.

Biz yaşayarak öğrendik. Bari siz nasihat dinleyin…

Hiç yorum yok: