Dindarlık söz konusu olunca halkımızın bir kısmının yanlış bir algılamaya sahip olduğunu görüyoruz. Buna göre dindarlık hayattan el etek çekmek, inzivaya çekilip ibadete yönelmek ve dünyaya kendini kapamak olarak algılanmaktadır. Bunun neticesinde ise dindarlık daha ziyade belli bir yaştan sonra insanın yaşayabileceği bir hayat tarzı olmaktadır.
Bu algı öyle bir hale de gelebilmektedir ki, zaman zaman bazı ibadetlerin yapılmasına engel veya mazeret olarak ileri sürülmektedir.
Daha önce pek çok yazımızda vurguladığımız üzere, İslam dini maddi – manevi alanda bir denge kurulmasını hedef alan bir dindir. Zira her iki alan birbirini tamamlamakta, birinde meydana gelen ihmal, diğerine tesir etmektedir. Dolayısıyla, İslam dini açısından bakıldığında, birini diğerine tercih etmeksizin ikisinin uyumunu sağlamak, insanın dengeli ve sağlıklı biçimde kendini geliştirebilmesi için esastır.
İslam açısından bakıldığında söz konusu dengenin sağlanması için dinin de doğru algılanması şarttır. Öyle ki, Kur’an’a göre din bize hayatı nasıl yaşamamız, bu esnada hangi prensiplere tutunmamız gerektiğini ortaya koyan bir sistemdir. Dolayısıyla hayatın zaten kendisi dinin içindedir ve inanan insan için bu ikisini birbirinden ayırmak diye bir şey söz konusu olamaz.
Nitekim Kur’an’da dünyadaki pek çok nimetin bizim hizmetimize sunulduğu vurgulanırken (Yasin, 33 – 36) diğer taraftan bu nimetlerden israf edilmeden ve aşırıya kaçılmadan istifade (Nisa, 6) edilmesinin gerektiğinin vurgulanması, maddi – manevi hayat dengesinden kastettiğimizi açıklayan önemli bir husustur.
Yukarıdaki noktaya binaen dindeki her ibadetin sağlık, akıl gücü ve bazılarının da ilaveten maddi güç gerektirdiği düşünülürse, dindarlığın en rahat uygulamaya döküleceği zamanın da gençlik zamanı olduğunu söyleyebiliriz.
Peki, bahsettiğimiz yanlış algı neye dayanmaktadır?
Kanaatimizce bunun en temel sebebi, Kur’an’ın sunduğu “yaşanabilir bir din”in unsurlarının, ideal olana varmak bağlamında gözden kaçırılıyor olmasıdır. İdeal olana ulaşmayı hedeflemek güzel ve İslam’ın teşvik ettiği bir husus olmasına rağmen, bu esnada ideal olanı asgari sınırın yerine koyup uygulama alanını daraltmak ise İslam’ın prensipleri içinde yer almaz. Bu daha ziyade algılarımızı dinin prensipleri yerine geçirmeye varabilecek bir sonuç ortaya çıkarır.
Bunun neticesinde ise İslam’ın, getirdiği ilkelerin ve ibadetlerin uygulanabilmesine dair kolaylık bağlamında koyduğu asgari sınırlar göz ardı edilip, uygulama tamamen terk edilebilmektedir. Nitekim bugün pek çok müslümanın yaşadığı temel sıkıntının bu olduğu görülmektedir.
Peki, çözüm nedir?
Çözüm daha önceki yazılarımızda da sık sık vurguladığımız üzere “doğru bir din eğitiminin” alınmasıdır. Zira dini doğru anlayan, onu gerçek kaynağından öğrenen kişiler, dinin hayatı zorlaştırmak için değil kolaylaştırmak ve ilkeli bir hayat yaşanmasına vesile olmak için geldiğini, prensiplerinin her dönem ve devirde uygulanabilir olduğunu göreceklerdir.
Böylece kendi veya başkalarının yargılarının esiri olmaktan kurtularak, “dine göre” yaşamaya ve dolayısıyla Allah’ın zorlaştırmadığını kendileri de zorlaştırmamaya başlayacaktır. Bunun neticesinde dini yaşamak, hayatın her anında söz konusu olacak ve gençlikten yaşlılığa kadar insan hayatında iç ve dış denge kurularak, maddi – manevi gelişimin birbirini desteklemesi suretiyle her anlamda sağlıklı bireylerin yetişmesi de sağlanmış olacaktır.
Netice itibariyle dini ve dindarlığı doğru anlamak ve yukarıda izah ettiğimiz biçimde yaşayabilmek adına her birimizin gerek kendi hayatlarımız gerekse sonraki nesillerin hayatları için doğru bir din eğitiminin teminine önem vermemiz gerekir. Aksi halde insanlar için bütün bir hayat değil, dönemlere ayrılmış hayatlar söz konusu olacaktır ki dindarlık bu demek değildir…
01.10.2007
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder