Ansızın gelen ayrılığı, yeğenim telefonda: “Dayı, annem öldü.” cümlesiyle bildirdi. İnanamadım, telefon açtım beş dakika sonra: “Oğlum şaka yapma.” dedim. Ölüm, uzaktı; yakıştıramadım ona ölümü; hayat doluydu, hem “rind”di hem “zahid”di. Onun ölümüne inanmak için yokluğunu kabul etmek gerekiyordu. Aile ortamımızda onsuz bir hayat, gülsüz çiçek bahçesinden beterdi. Gönül zenginliğiyle, her sıkıntımızın merhemi oldu. Bahçemiz gülsüz, yaramız merhemsiz kaldı.
“Allah’ım, sana en yakın olduğum zaman canımı al.” diye dua edermiş. Ölümden korkmadığını, ölümü özlediğini; sohbet ve dost meclislerinde bulunmak, bol ibadet yapmak, herkesten helallik almak ve çokça yardımda bulunmak istediğini söylermiş son zamanlarda. Onu bizden çok seven Yaratan, yanına almak için hazırlıyormuş meğer. Her zaman gafil olan bizler bunu ya anlayamıyorduk ya kabullenemiyorduk. Ebedi dünyanın yolcuymuş; o kurtuldu, biz öksüz kaldık.
Yatalak babamız, kötürüm annemiz, biz kardeşler, iki evladı ve karşılıksız seven dostlarıyla kabullenemiyoruz onun birden kuş misali uçuşunu. Bir ayrılık bu kadar güzel olabilir, sevenlerine bu kadar acı verebilir. Rahmet ayı Ramazan’ın son on gününe girmiştik. Vakit, ikindiyi biraz geçmiş. Her akşam her birine konuk olduğu bir dostunun evine gecikerek gitmiş. Seccade istemiş ikindi namazını kılmak için. Hiçbir rahatsızlık belirtisi yok, secde halinde Rabb’ine kavuşmuş. Her şey orada bitmiş zaten, kaldırılan hastanenin doktorları “kalp krizi” demişler. Ölüm gelmiş cihane, baş ağrısı bahane. Akrabalarına, dostlarına tez ulaşmış kara haber. Hastaneye gittiğimde eğilmiş başlar, fersiz gözlerle karşılaştım. Hıçkırık sesleri sarmıştı bahçeyi. İnanamadım öldüğüne, görmek istedim. Gördüm, ablam ölmüştü. Yapacak şey yoktu, gözyaşlarıyla yüreğimizi serinletmekten başka. O, kendini dünyanın kirinden arındırarak; fakat anasının, babasının, evlatlarının, yakınlarının, dostlarının yüreğini dağlayarak gidiyordu. Ne rahat gidişti o. Tez zamanda terk etti dünyayı. Ertesi gün öğle vakti kabrine teslim edildi. Hiçbir maddi sıkıntıya sebep olmadı ayrılırken. Kuş gibi yaşadı, kuş gibi gitti Karacaahmet’in serin servileri altındaki yuvasına.
Bir can değildi o, canlar canıydı. Yaşadığı hayatı önemsemez, yaşayanlara hayat verirdi. Bezgin ruhları canlandırır, kötümserleri iyimser yapardı. Bilgi dünyası dardı; ama gönül dünyası genişti. İlmi yoktu, irfanı vardı. Azığı, sabır ve tevekküldü. İki kocasının da kanserden ölümünü görmüştü; hiçbirinin ölümünde gözyaşlarını dışa vurmamıştı. Yedirmek, içirmek, hediye vermek, insanları birbirleriyle tanıştırmak, dostluklar kurup pekiştirmek en büyük zevkiydi. Günlük yaşardı, yarın endişesi yoktu. Ona göre yarının sahibi vardı. Çözümsüz sorun yoktu, her sorun mutlak bir sebeple çözülürdü. Dünya dertlerini önemsemediği için rind, Hesap Günü’ne uygun yaşadığı için zahid sıfatı pek uygundu kendisine. Hesabını veremeyeceği her türlü davranıştan, sermayeden kaçınırdı, inancını aşırı yaşamaktan haz alırdı. Bir daha söyleme fırsatı belki bulamam diye bildiği doğruları söylemekten kaçınmazdı, dönüşü olmayan bir seyahatin yolcusu olduğunu bilirdi. En zengin oydu; pek çok insanın emek vererek ulaşacağı makama, elde edeceği itibara o sahipti. Fethettiği bütün gönüllerin dünyalıkları onun sayılırdı. Dünyacı değildi; fakat dünyanın tadını çıkarmıştı. Dünyadan alacağı bir şey kalmamıştı, inanıyorum ki şimdi o, öbür dünyanın tadını çıkarıyor. Yahya Kemal dizelerinde sanki onu anlatıyor: “Ölüm, asude bahar ülkesidir bir rinde; / Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter. / Ve serin serviler altında kalan kabrinde, / Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter.”
Ablamız, serin serviler altında şimdi bir gül, biz ise bülbül… Özenilecek bir hayat ve ölüm için kendimize dua edelim.
16.10.2007
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder