Telefonla haber geldi. Yaz tatilinde kullandığımız deniz kenarındaki evimize hırsız girmiş. Belki, eve girenlerin çalacak fazla bir şey bulamayacağını bilmemin rahatlığıyla, olayı bir süre önemsemedim, hırsızın neler aldığını hiç merak etmedim. Onun ihtiyacına karşılıksa ve çevreye zarar vermemişse aldıklarını helal edebileceğimi düşündüm. Gelen haber öyle değildi. Eşyalar dağıtılmış, evde ayakkabı ile gezilmiş, koltuklar kirletilmiş, sigara izmaritleri yerlere atılmış. Anlaşılan, hırsızlar ihtiyaç sahibi değilmiş. Neler aldıklarını da henüz bilmiyorum; ama bunun bir önemi de yok. Ev, güvenlik açısından korumalı değildi.
Bir hırsızlık eyleminde, çalan ve mağdur olan olmak üzere iki taraf bulunuyor. Hırsızlık, taraflardan birinin izni olmadan ona ait bir değerin gasp edilmesi. Uzun vadeli düşündüğümüzde, taraflardan biri olan hırsızın bu eylemde kazandığı hiçbir şey yok. Mağdur olanın kaybı ise, kişinin çaldırdığı eşyasına verdiği değerle orantılı. Sizin değer ölçüleriniz ne ise, kayıp oranlarınız ve buna bağlı üzüntüleriniz o kadar büyük olacaktır.
Kaybettiğimizde üzüldüğümüz değerlerin türü, bizim kimliğimizi, dünya görüşümüzü ortaya koyar. Paramız var, çaldırabiliriz; eşyalarımız var, çaldırabilir; sağlığımız var, çaldırabiliriz; zamanımız var, çaldırabiliriz; ümitlerimiz var, çaldırabiliriz; inançlarımız var, çaldırabiliriz… Bunlardan hangisinin çalınması bizi üzüyorsa biz hayatımızı onunla biçimlendiriyoruz ve ona göre anılıyoruz.
Bir bebeği aç kalması, bir çocuğu oyuncağının alınması, bir yakınımızı kaybetmek, bizi ağlatabilir. Bizi üzen, ağlatan eşya, olay ve kişiler, hayattaki önceliklerimiz demektir. Önceliklerimiz ne kadar basitse biz o kadar basitiz, ne kadar yüceyse biz o kadar yüceyizdir.
Hastaneler, virüsler tarafından sağlığı çalınan mağdurlarla dolu. Bu mağdurlara biz “hasta” diyoruz. Hastaların, tedavi ile, kısmen de olsa, mağduriyeti giderilebiliniyor. Peki, zamanı çalınanların, ümitleri çalınanların, güven duygusu çalınanların mağduriyeti nasıl giderilecek? Bunun tedavisi yok.
Bilinen hikâyedir: Bir atlı, çölde perişan halde birine rastlar. Ona, heybesinden su verir, ekmek verir. Kendine gelen kişi, adamın eşyalarını atına koyar, bir de onu döverek kaçar. Bu durumu hazmedemeyen yardımsever, eşkıyanın arkasından şöyle seslenir: “Suyu aldın, helal olsun; ekmeğimi aldın, helal olsun; atımı aldın, helal olsun; ama yardımseverlik ve insanlara olan güven duygumu çaldın, bunu sana haram ediyorum.”
Sosyal bir varlık olan insan, birbirinin hırsızı olabiliyor. Bir şirkette ortaklık hukukuna uymamak, yönetimde yetki gasp etmek, günlük hayatta verilen sözlere uymamak, kişilerin hakkına saygı göstermemek, insanların ümitlerini yok etmek, hayallerini yıkmak, zamanlarını almak, adı konmamış hırsızlık türleridir. Çalınan bu tür değerlerin telafisi de mümkün değildir. Taraflar çok kere neler çaldığının ve çaldırdığının farkında bile değildir.
“Sana yapılmasını istemediğini sen başkasına yapma.” öğüdü empatiyi çok güzel özetliyor. Bu, bir ahlak, kültür, idrak meselesi. Şimdi bir daha gözden geçiriniz. Siz nelerinizi çaldırdınız? Benim pek çok hırsızım oldu. Belki onlarla iç içe yaşıyorum. Zamanımı, ümitlerimi, emeğimi, güven duygumu çalan hırsız ya da hırsızları affedebilir miyim? Bundan emin değilim. Başkası da benim için aynı şeyleri düşünüyor olabilir. İyi niyet taşımayan ve nankörlükle nitelenebilen hırsızlara şimdilik hakkımı helal etmek niyetinde değilim.
Size de kendinizi ve ilişkilerinizi gözden geçirmeyi öneririm.
1 yorum:
Hocam; obezite, hırsızlık gibi karamları değişik bir edebi üslupla çok farklı yorumlarla karşımıza getiriyorsunuz.
Hem üslubunuz, hem de yazılarınızın muhtevası oldukça güzel ve yararlı.
Teşekkür ediyoruz.
Yorum Gönder