28 Şubat 2009 Cumartesi

ABD Siyasi Sistemini Ne Kadar Tanıyoruz!

ABD'de yapılan Başkanlık seçimleri, belki her dönemde olduğundan bu defa daha çok, dünyayı meşgul etmiş görünmektedir. Bunda şüphesiz Başkan Bush'un, tek kutuplu dünya haline gelmiş bir siyasi yapılanma içersindeki başına buyruk başarısız uluslararası politikaları kadar, 2007'de baş göstererek içinde bulunduğumuz zaman diliminde dünyayı saran ekonomik krizin de rolü olmuştur. Bir de buna, bugüne kadar Başkanlık için gelenekselleşen Angolo - Sakson Katolik kişilik yapısına ters birinin Demokratların başkan adayı haline gelmesi eklenince, ilgi beklenen boyutları aşmıştır.

Şurası muhakkak ki krizlerle yoğrulsa da ABD hâlâ, 20. yüzyılın ikinci yarısından günümüze, her sahada dünya siyasetinde lider rolü oynamağa devam etmektedir ve daha bir süre de edecek görünmektedir. O halde bu durumda dünyanın ne yönde etkileneceğinin yeni liderle özdeşletirilmesi kaçınılmaz olmuştur.

Ancak doğrusu aklıma takılan, meselâ ülkemizde Van'da akılla bağdaştırılması kolay olmayan tarzda 40 kurban kesilecek boyutta toplumumuzu bile ilgilendiren, ABD'nin yeni başkanı yanında o ülkedeki siyasi sistemi ve de demokrasi uygulamalarına ne derecede muttali olduğumuzdur. Bu yüzden okuyucularımın affına sığınarak, ABD'deki siyasi sistem ve dolayısıyla Başkanlık konusunda bazı temel hususları hatırlatmağa çalışmak istiyorum...

"Federal bir Cumhuriyet olan ABD'nin siyasî gelişme tarihinde bir inceleme yapıldığında görülecektir ki, Amerika'da siyasî şuur mahallî plândan, üst kademelere doğru, yâni aşağıdan yukarıya doğru bir gelişme göstermiştir.

Amerika'nın kuruluş yıllarında herbiri birer devlet olan eyaletler, kendi yönetim haklarının bir kısmını merkeze devrederek, iktidar otoritesinin merkezden alınan güce dayanmayan bir örneğini vermişlerdir. Mahallî idareler bugün de kendi eyaletlerini ilgilendiren konularda bağımsızlıklarını devam ettirmekte ve seçimle işbaşına getirdikleri valilerce yönetilmektedirler. Eyaletlerin kendi yönetimleri için valiler dışında, iki Meclisten müteşekkil parlamentoları bulunmaktadır. (Yalnız Nebraska eyaletinin bir meclisi vardır). Mahalli idarelerin, merkeze bağlılıkları, hemen sadece sosyal ve birleşik menfaatlerden doğmaktadır.

Federal hükümet ile federe devletlerarasındaki iktidar bölüşümünü kesin bir şekilde tesbit etmek çok güçtür. Her gelişen dinamik toplumda Anayasa düzeltmeleriyle federal hükümete verilen yetki ve sorumlulukların kapsamı değişebilmektedir.

Ancak A.B.D yönetiminde son söz Başkanındır. Başkanlık müessesesi Amerikan siyasî sisteminin federalizmden sonraki ikinci niteliği ve özellliğidir. Başkanlık makamı, sistemin ana direklerinden biridir.

Bu yapı sisteme "Başkanlık rejimi" adının verilmesine sebep olduğu gibi, Batı Avrupa demokrasileri ile de en büyük farkı teşkil etmektedir. Başkan 4 yıl için doğrudan ve fakat iki dereceli bir seçim sonunda halk tarafından seçilir. Sadece bir ikinci defa daha seçilebilme hakkına sahiptir.

Başkan, yürütme organının bütününü, somutlaştırmak suretiyle temsil eder. Yürütme kudreti bizzat Başkandadır. Böylece Başkan, kanunların doğru bir şekilde uygulanmasını ve Senatonun mutabakatını alarak, memurların amme görevlerine tayinlerini sağlar. Başkanın, sahip olduğu yetkiler arasında, "Anayasa görevleri", "Sembolik görevler", "İdarî veya askerî sorumluluklar", "Dış işlerini yürütme" ve "yeni kanunlar teklif etme" görevleri vardır.

Başkan, kabine üyelerini bizzat seçer. Ancak kabine siyaset yapıcı bir organ olmayıp, tavsiyelerde bulunan ve Başkanın dileklerine uygun hareket etme zorunluğunda olan bir kuruluştur. Kabine, Başkanın bakanları görüntüsünü taşır. Başkanın kongre önünde bir siyasî sorumluluğu olmadığı gibi, Kongre ile olan münasebetlerinde esas, Anayasanın öngördüğü kuvvetler ayırımı prensibine dayanmaktadır. Bu kadar güçlendirilmiş bir Başkan karşısında yasama organlarının işlevi nedir diye sorulacaktır.

Temsilciler Meclisi, mali yönden kanun tekliflerinin yapıldığı organdır; Senato ise basit çoğunlukla Başkan tarafından atanan bakanların, elçilerin, yüksek rütbeli memurların ve de 2/3 çoğunlukla da Başkan'ın yaptığı anlaşmaların onaylanmasıyla yükümlü Yasama Organıdır. Yasama ile ilgili diğer yetkiler Kongrenin iki Meclisince ortak olarak kullanılır. Bu arada bütün yetkilerin kullanmasının Anayasa hükümleri ile sınırlı olduğu ve 9 kişiden müteşekkil "yurttaş haklarını gözetmek ve kanunların Anayasaya aykırı olup olmadığını irdelemek" tarzında bir Anayasa Mahkemesi tarafından denetlendiği unutulmamalıdır.

Bu arada Başkanlığın hareket kabiliyetini şekillendiren uygulamada Kabine kadar ve hatta ondan da ileri Bazı Bağımsız Ajanların ve de yapısında Beyaz Saray Ofisi, Bütçe Bürosu, çeşitli Müşavir Konseyleri, Ofisleri'nin bulunduğu Beyaz Saray Yürütme Bürosu'nun olduğunu söylemek gerekir."

Böylesi kendine mahsus bir uygulama içersinde ABD'de yeni Başkan Obama, atayacağı isimlerle birlikte belki sadece ABD'ye değil dünyadaki bazı yeni gelişmelere de yön vermeğe çalışacaktır. Ama acaba var olan devlet çarkı buna ne kadar müsaade edecektir dersiniz!...

Devamını Oku...

28 Şubat

Bazı tarihler vardır ki üzerlerinden ne kadar zaman geçse de unutulmaz. Çünkü o tarihler insanlara büyük olayları ve oyunları hatırlatır.

O tarihlerden biri de 28 Şubat ve meşhur kararlarıdır. Bu kararlar üzerinde durmayacağım. Bu kararları kimin imzalayıp imzalamadığı üzerinde de durmayacağım. İmzalanmışsa esas olan gönüllülük ve zorunluluk durumudur. Bazı olaylar vardır ki üzülürsünüz ama sonuç itibarıyla büyük hayırların başlangıcı olur.

Bu dönemde de milletvekili borsası kuruldu. Çok net hatırlıyorum; okuduğum bir makalede bir yazar işadamlarına bir fon oluşturmak için çağrı yapıyordu.''Milletvekili Satın Alma Fonu.'' Açığı olan Milletvekilleri şantaj ile açık bir noktası olmayanlar ise para ile istifa ettirilerek hükümetin yıkılması hedefleniyordu.

Tansu Çiller'in gelecekte olacakları tahmin edemeyip basının gazına gelerek Başbakanlığı devralma hırsı, sonucun başlangıcı oldu. Plan mükemmeldi. Erbakan Hoca, Başbakanlığı devretmese koalisyon bozulacak, devrederse Çiller'e hükümet kurma görevi verilmeyecekti. Her yönüyle garantili bir plandı.

Refah-Yol iktidarı böylece yıkılmış oldu. DYP parçalandı. Şemsiye doğdu. O şemsiyenin altında toplananlar nerede? Ne iş yaparlar? İktidarın büyük ortağı Refah Partisi kapatıldı. Yöneticilerin bir kısmı siyasi yasaklı oldu.

Refah-Yol iktidarı neden yıkıldı? Refah Partisi neden kapatıldı? Teferruata gerek yok. Bunun iki tane dahili (ulusal) bir tane de harici (uluslar arası) sebebi vardır.

Dahili Sebepler:

1-Havuz Sistemi: Bu yol ile iç borçlanma büyük oranda durdurulmuş, holdinglerin kasasına akan para vatandaşın cebine akmaya başlamıştır. Ayrıca devlet büyük miktarlarda borç almaktan kurtulmuştur. Cumhuriyet döneminde ilk defa denk bütçe yapılmıştı. Ekonomi düzelme eğilimine girmiş; işçi, memur, emekli, çiftçi ve esnafın yüzü gülmeye başlamıştı. Bu da yıllardır bu milletin kanını emmeye alışmış haramzadelerin işine gelmiyordu.

2- Daha da önemli olan bir husus sebep vardı ki bu da bu iktidarın 1-2 dönem bu şekilde devam etmesi durumunda bazı partilerin halk tarafından kapatılma tehlikesi yaşamakla karşı karşıya kalacak olmasıydı. Varlık yokluk meselesi bu. Hizmetlerinle, projelerinle var olamayacaksan katakulle ile var olmaya çalışırsın. Vatandaşın gönlünde yer bulamayan partiler yok olmaya mahkûmdur. Öyle de oldu.

Nerede ANAP?

Ne halde DSP?

Ya baş mimar Demirel ve kırk yıl onu koltukta tutan partisi nerede?

Osman Özbek'i Yekta Güngör Özden'i hatırlayan var mı? Varsa kaç kişi?

28 Şubatın bir de uluslararası boyutu var. O da D8'ler. Başbakan Erbakan'ın önderliğini yaptığı bu hareket Emperyalizmin ve Siyonizmin uykularını kaçırdı. Telaşa kapıldılar. Çünkü bu onların sonu demekti. Yıllardır askeri ve ekonomik alanlarda sömürdükleri Pazar ellerinden kayacaktı. Karşılarında organize olmuş büyük bir askeri ve siyasi güç olacaktı. Bu güç havuz sistemi yoluyla ihtiyaçlarının büyük bölümünü kendi içinden karşılayacak, fazlasını da ihraç edecekti. Kısa zamanda ABD ve Avrupa'nın karşısında üçüncü bir blok oluşacaktı. Bu da onların işine gelmezdi. Öyleyse gereği yapılmalıydı ve yapıldı.

Bazı şerlerde hayır vardır. Öyle de oldu. Refah kapatılmasaydı Ak parti doğmazdı. İki dönem iktidar olup Cumhurbaşkanını da seçemezlerdi. O zamanlar Refah Partisini kapatanlar şimdi kafalarını betonlara burup da ''ah benim akılsız kafam'' diyorlar mı acaba?

28 Şubatı yapanları da Allah rezil ve perişan etti. Kimileri hapiste kimilerinin de internette her gün bir ses kaydı. ''Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste.'' Hak şerleri hayreyler, zannetme ki gayreyler. Görelim Mevlam neyler; neylerse güzel eyler.

Devamını Oku...

27 Şubat 2009 Cuma

Neden Allah Yokmuş Gibi Konuşuyoruz?

Kendimi bildim bileli okumuş insanlara karşı hep sevgi ve saygı beslemişimdir. Okumuş insan derken ilim-irfan sahibi demek istiyorum. Sadece ilim sahibi olan insanları nedense kendime biraz uzak görmüşümdür. İlimi ilim yapan, hatta alimi alim yapan bence asıl "irfan" dır. Hadi daha iddialı konuşayım: İnsanı insan yapan en önemli hasletlerinden biri de "irfan" dır.

İrfan, insana hamalı olduğu bilgi yüküne gerçek değerini kazandırır. Bu bilgi seni gerçeğe, mutlak doğruya  ulaştırmıyorsa; mukaddes yüke hamal yapmıyorsa vah ki vah...

Son zamanlarda TV'lerde tartışma programları oldukça revaçta. Ülkemizin gündemi, dünyanın gündemi, olmazsa medyanın istedikleri.

Hemen hemen her şey gündeme giriyor ve tartışılıyor. Kürt meselesi, pkk, ekonomi, sevgililer günü, kriz, dış ilişkiler, Irak, Gazze, Nazım, ergenekon terör örgütü, deprem, Aleviler, Anayasa, Obama, seçimler, Mustafa, AB, Kıbrıs,mahalle baskısı (İslam karşıtlığı),F tipi alerjisi vs. Futbol zaten gündemden düşmez...

Görüldüğü gibi bunca gündem içinde "Müslüman Kimliği" pek gündeme gelmiyor. Bunun sebebi nedir peki ?

Kimliği olmayan Türk, Türk'mü dür sizce? Alnının çatında kimliğin yazmıyorsa sen nesin?

Bir TV programında başka bir konu tartışılırken bir konuşmacının bu konuya temas ettiğini gördüm. Buna çok sevindim. Çünkü bunca gündem, gündelik telaş ve koşuşturma içinde insanımız  en temel konuları kaçırıyor.

İnsanların söylediği sözlerin değeri ve anlamı duruşuna göre bir şey ifade eder. Hani "bir laf söyleyen olursa bir lafa bir de adama bakarsınız ya", onun gibi bir de durduğu yere bakacaksınız. Çünkü durduğu yer aynı zamanda kimliktir. 

Bir Müslüman için kimlik nedir? diye sorarsanız tek kelime ile "her şeyi" derim ben. Bunun dışında her şey  izafi olarak ehemmiyetsizdir.

Bir kere bu kimliğe sahip oldun mu başına buyruk olamazsın.

Entel damak zevkin  için istediğin çiçeğe konup bu zehir baldır diyemezsin.

Çünkü bazı "aksiyon ve reaksiyonların", "sevgin ve nefretin"  ezelden  tayin edilmiştir senin.

Bir kere bu kimliğe sahip oldun mu "müminlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı onurlu ve zorlu" olmak zorundasın.

Yazımı Mustafa İslamoğlu'nun eski bir yazısından alıntı ile bitiriyorum.. önce nefsime diyerek...

"Neden Allah yokmuş gibi konuşuyorsun? Bilmiyor musun; Allah yokmuş gibi konuşmak günahtır".

Devamını Oku...

Öncelikli İşimiz

Eser bırakma dürtüsü insanın fıtratında var. Doğurma özelliğinden yoksun bir kadının, doğum yapamayarak bir eser bırakamama sıkıntısı, bir ömür boyu cehennem azabı yaşatır ona. Ürünüyle, kendi varlığını kanıtlamak, onunla övünmek, her canlıda mevcut. Evlat gibi bir eser bırakmayan insanlara birtakım yaralayıcı sıfatlar kullanıyor bu toplum.

Karşılaştığım insanlardan bazılarının bugünlerde, bir şeyler yapmak adına, projeler ürettiklerine, zihin çalışması yaptıklarına şahit oluyorum. Kişilerin her biri, samimi. Ortaya getirdikleri teklifler, bir ıstırabın nedeni, bir boşluğun sonucu. Şüphesiz, boşluğu doldurmak, ıstırabı dindirmek istiyor bu insanlar, borçlu hissettikleri toprağın kendilerine yüklediği sorumluluk duygusuyla. Dillendirilen tekliflerin bazıları kısa, bazıları uzun vadeli; bazıları olabilirlik özelliği taşırken bazıları oldukça uçuk.

Değişik meslek dallarından, kültür gruplarından gelen farklı yaş seviyesindeki insanların önerileri, kişilerin kendileri ve ülkesi adına hissettikleri ıstırabın şiddetini, samimiyetini yansıtıyor. Kişilerin belki kendi adına beklentileri de var. Ancak mahalle yanarken kişinin kendi evindeki eşyalarının derdine düşmesi doğru olmaz. Bir süre sonra yangın onun evine ulaşacaktır veya ulaşmıştır da onun haberi yoktur. Yapılacak işte zaman, birikim, konjonktür, finans; önemli enstrümanlardır. Bütün bunlar, doğru tespit edilip doğru değerlendirilirse doğru ve etkin sonuçlar alınabilinir.

Sivilleşme, eğitimdeki eksikleri giderme; sağlıktaki, şehir mimarisindeki yanlışlıkları ıslah etme adına faaliyetler yapılabilinir. Biz beğenelim ya da beğenmeyelim, bunları yapan insanlar, örgütler var. Bizim temel eksiğimiz, nitelikli insan yokluğudur. Bu eksiklik kendini her an hissettirdiği halde bunun farkında değiliz. Yetenekli nice insan, bu eğitim sistemi içinde, medya bombardımanı altında yok olup gitmektedir. Temiz duygular, üstün yetenekler, fıtratımızdaki insani değerlerimiz; kuşatıldığımız anaforda tersyüz olmaktadır. Gençler, bitmeyen türbülansta, şaşkın ördekler durumuna düşürülmektedir. Güvensizlik, çevresine karşı sevgisizlik ve saygısızlık, gününü ve yarınını önemsememe, dününü küçümseme, boş vermişlik, sözünde durmazlık; gençlerimizin karakteri haline gelmiş. Bunun farkında değiliz, ne kadar acı.

İnsan, her şeyin merkezidir. Sanayinin, turizmin, sağlığın, çevrenin, geçmişin ve geleceğin merkezi de mimarı da insandır. Eksantriği bozuk bir dünyada sadaka-i cariye hükmünde bir şeyler yapılmak isteniyorsa işe insanla başlanmalıdır. Eksiğimiz; model insan, kurucu insan yokluğudur. Liyakati yüksek bir insanın, toplumlar üzerinde ne kadar etkili olabildiğine tarih şahittir. Peygamberler, toplumlarda büyük değişimlere imza atan örnek şahsiyetlerdir.

Derse giriş ve dersten çıkışları zilin yönlendirdiği, bir sürü yaklaşımıyla toplu eğitimin yapıldığı mevcut sistemde, çağı yönlendirecek, çağlar üstü insan yetiştirmek mümkün değildir. Her insan bir dünyadır, değerdir. Sürü içinde kaybolan cevherler, insanlık adına kayıptır. Suç, kaybolan cevherin değil, onu kaybedenindir. İnsanlık adına taşıdığımız kaygıda samimiysek, var olan cevherleri keşfedip değerlendirmeyi kutlu görevimiz kabul etmeliyiz. Devlet ideolojisiyle, devletin insana yaklaşım tarzıyla çağların mimarı olabilecek, kurucu insan yetiştirmenin mümkün olamayacağı artık anlaşılmıştır.

Yetiştiği çevreye karşı vefa duygusu hisseden, gelecek nesillere karşı borçlu olduğuna inanan, samimi, duyarlı kişilerin yapması gereken öncelikli iş, insana yatırımdır. İnsanımızı önce kurtarmak sonra değerlendirmek, değişmez ülkümüz olmalıdır. Düşünceler bunun üzerine yoğunlaşmalı, zaman ve imkanlar bunun üzerine harcanmalıdır. Yol haritaları, ihtiyacımız olan insanı yetiştirme üzerine çizilmelidir. Her türlü bağnazlıktan uzak, ideoloji bataklığına düşmemiş, özgün ve özgür düşünebilen, zekasını akla dönüştürebilen, aklını emanet eden değil onun sorumluluğunu taşıyan, seciyesi yüksek insana, hem bu ülkenin hem insanlığın acil ihtiyacı vardır. Bu insan profilini Necip Fazıl, Gençliğe Hitabe'sinde şöyle çiziyor: "Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin davacısı bir gençlik... Kökü ezelde ve dalı ebette bir sistemin, aşkına, vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrakine sahip bir gençlik... 'Kim var? ' diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan fert fert 'ben varım! ' cevabını verici, her ferdi 'benim olmadığım yerde kimse yoktur! ' fikrini besleyici bir dava ahlâkına kaynak bir gençlik... Can taşıma liyakatini, canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nispetle usule, stratejiye uygun bir gençlik..

Böyle bir nesil ve insanlık, hayal de olsa güzel. "Hayali cihana değer." demiş şair.

Devamını Oku...

26 Şubat 2009 Perşembe

İnsanlar Neden Suç İşler?

Son zamanlarda gazetelerin 3. Sayfa haberleri kapsamında değerlendirilen ürpertici ve korkunç cinayetler, taciz ve tecavüzler eskiden de bu kadar var mıydı bilmiyorum. Belki de eskiden de vardı ancak medyada bu kadar yer almadığı için duyulmuyordu.

"Bir insanı kasten öldürmek" tarih boyunca bütün semavi dinlerde büyük günahlardan sayılmış. Ölümden sonraki hayatta bu büyük günahı işleyenlerin cehennemle cezalandırılacağı bildirilmiştir.

Tarih boyunca, ister dini temelli olsun ister ladini olsun, hukuk kuralları haksız yere bir insanı öldürmeyi yasaklamış, toplumsal vicdan da bu suçu işleyenlere karşı tepkili olmuştur.

Buna rağmen bu suçu işleyenlerin sayısındaki ve işleniş şekillerindeki vahşet ve dehşet artışının önüne geçilememiştir.

Geçen hafta içinde iki ayrı müebbet hapis cezasının verildiği bir duruşmayı tesadüfen izledim. Kocaeli Gazetelerinde de etraflıca anlatılan bu olayda, yoldan geçmekte olan genç bir işçi, içkili olduğu iddia edilen, tanımadığı iki kişi tarafından bıçaklanarak öldürülmüş, üzerinde bulunan cep telefonu ve kredi kartları alınmıştı.

Mahkeme heyetinin aldığı kararı açıklayan Başkanın sözlerinden sonra, sanıkların ve mağdur tarafın tepkilerini çıplak gözle izlemek beni çok etkiledi. Bir yanda ikinci çocuğu doğmadan birkaç ay önce öldürülen genç ve masum adamın eşi, babası ve diğer yakınları, diğer yanda hayatlarının 10-15 dakikalık bir bölümünde yaptıkları ağır bir hatayı, ömür boyu sürecek mahkûmiyetle ve muhtemelen vicdan azabı ile ödeyecek olan iki genç adam.

Hükmün açıklanmasından sonra sanıklardan birinin titreyen çenesi ve bembeyaz yüzü ile pişmanlık ve acı dolu yüzünü gördüm. Diğer tarafta öldürülen gencin yakınlarını. Çok sevdikleri müteveffanın kaybından yaşadıkları acının depreştiği duruşmadan sonra, sanki verilen ceza bu acıyı biraz hafifletecekmiş gibi, acı ile karışık şaşkınlık ve vakur bir sevinci izledim.

Yargılamayı yürüten hâkimler, savcı ve avukatların da, bütün profesyonelliklerine rağmen, böylesine bir kararın parçası olmaktan değişik derecelerde etkilendiğini gözlemledim. Adaletin tecellisi için ellerinden geleni yaptıklarını, çıkan sonuçtan vicdani ve mesleki açıdan kendilerini defalarca sorguladıklarını hissettim.

Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk'un, bir TV kanalında ifade ettiği, aşağıdaki sözlerinin manasını daha iyi kavradım: "Dosyalar (ve gazete haberleri) duruşmalardaki ses titremelerini, ağlamaları, öfkeleri ve diğer insani tepkileri yansıtmaz. Onun için Yargıtay'da alt mahkemeden gelen davalar görüşülürken, üst mahkeme yargıçları duruşmaları yürüten yargıçların kararlarına saygı göstermeli, sadece maddi tutarsızlıklar varsa onun üzerinde durmalıdır."

Konu ile ilgili haberlere yer veren internet sitelerinde, yorum yazan okuyucuların verilen cezadan memnun oldukları, hatta keşke idam cezası kaldırılmasa da idam edilseydiler tarzındaki ifadeleri görülmekteydi.

öyle bir cinayetin işlenmesine karşı kanunlar ve dinimiz ağır cezalar vermesine ve toplum vicdanında da şiddetli tepki görmesine rağmen neden bu suçların önü kesilemiyor?

Kasten suç işleyenler sadece toplumsal değerlere karşı çıkmak değil, yasalara ve din kurallarına karşı çıkmayı göze alabiliyorlar. Kanunlar, din kuralları ve toplumsal yaptırımlar suçların işlenmesinde yeterince caydırıcı olamamakta. Bu durumda suçlular, muhtemelen devletin yasalarının işlemeyeceğine inanmakta, toplumun tepkisini önemsememekte, din kurallarına inancı bulunmamaktadır.

Bu değerlendirme sadece "hayata karşı işlenen suçlarda" değil, hemen hemen bütün suçlarda geçerlidir. gibi "genel ahlaka karşı suçları" işleyenler, özendirenler ve teşvik edenler,

Müstehcenlik, fuhuş ve kumar gibi genel ahlaka karşı suçları işleyenler, özendirenler ve teşvik edenler

Hukuk dışı telefon ve daha da vahimi ortam dinlemeleri ile "özel hayata ve hayatın gizli alanına karşı suçları" işleyenler,

"İhaleye fesat karıştıranlar", imar planlarında, vergi oranlarında kişiye özel değişikliklerle yakın ve yandaşlara haksız kazanç sağlayanlar,

"Görevinin sağladığı nüfuzu kötüye kullanmak suretiyle", "zimmet, irtikâp ve rüşvet" gibi, "kamu idaresinin güvenilirliğine ve işleyişine karşı suç işleyenler",

Ve Türk Ceza Kanunu'nda sayılan diğer suçları işleyenler de, kanunlarımız karşısında suç, dini kurallar açısından günah ve sosyal değerler açısından ayıp fiiller işlemektedir.

Bu suçları işleyenler de, kendisini Cumhuriyetçi, Demokrat, İslamcı, Ulusalcı gibi hangi sıfatlarla tanımlarsa tanımlasın, devletin yasalarının işlemeyeceğine inanmakta,toplumun tepkisini önemsememekte, din kurallarına inancı bulunmamaktadır.

Devletin görevi, bu tür insanlara ve onlara özenenlere, "Hukuk Devleti" kavramı içinde yasaların mutlaka uygulanacağını göstermektir

Toplumun görevi ise bu suçları işleyenlere gerekli menfi tepkiyi göstermektir.

Din kurallarının koyucusunun, hak edilen cezaları vereceğine ise hiç şüphemiz yoktur.

Devamını Oku...

25 Şubat 2009 Çarşamba

Koyunluk Bildirisi

 Muhammet İkbal İnsanların genetiği diğer canlılara ayrı ayrı benzer. Ki bu yüzdendir her milletin farklı farklı hayvanları kendine yakın hissetmeleri. Çinliler için ejderha, Ruslar için ayı, Amerikalılar için kartal, Türkler için kurt, Moğollar için köpek, Hintliler için inek... Adeta milli hayvanlardır onlar ve tarihi bir beraberlikleri vardır o milletlerle.

Biz kurdu biliriz de başkaları bizi arslana benzetir. Dünya üzerindeki hükümranlığımızın çok olmasından mı yoksa karizmatik liderlik özelliğimizden midir, bilinmez. Belki her ikisi de.. Pakistan'ın Mehmet Akif'i olan Muhammed İKBAL, hem iyi bir Türk dostudur hem de Türkleri en iyi tahlil eden sosyologlardan biri. Onun bu millet için 3 çeyrek yüzyıl önce yazdıklarına bakar mısınız:

Muhammet İkbal "Duydum ki eski devirlerde otlakların birinde koyunlar otluyorlarmış.

Otlağın bolluğundan nesilleri çoğalmış ve düşmanların korkusundan emin bir şekilde yaşıyorlarmış.

Sonunda kaderin uygun düşmemesinden koyunun göğsü bela oku ile yarıldı.

Aslanlar ormandan çıkıp koyun ile keçinin otlağına geçiverdiler.

Cezbetmek ve hüküm sürmek gücün şiarıdır. Fatihler ise gücün sırrıdır.

Erkek aslan imparatorluğunu ilan etti ve koyunların hürriyetini yasakladı.

Aslan avlanmaktan başka bir şey bilmediğinden ve devamlı koyun avlayıp öldürdüğünden o yemyeşil otlak kızıllaştı.

Yağmur görmüş, kar görmüş, yaşlanmış zeki bir koyun;

Durumdan sıkılmış, daralmış ve aslanların zulmünden kan ağlamış.

Kendi kaderinin dolaşımından şikâyetçi. Kaderi bırakıp tedbire başvurdu.

Evet, güçsüz adam korunmak için iş bilen akıldan medet umar.

Kölelikte, zararı defetmek için çare aramak daha da hızlanır.

İntikam cinneti olgunlaşırsa kölenin aklı fitne düşünür.

Kendi kendine şöyle söylendi: 'Bizim işimiz güç ile düğümlenmiştir. Keder okyanusumuz dipsiz ve sonsuzdur.

Hiçbir koyun kendisini zor ile aslandan kurtaramadı. Bizim bileğimiz gümüşten, onunki ise tunçtandır.

Ne kadar öğüt verirsen ver, ne kadar eğitirsen eğit; koyunu kurt yapamazsın.

Ancak aslanı koyun yapmak mümkündür. Onu kendisine unutturmak mümkündür.'

Bu ilhamı her tarafa yaymaya azmetti ve kan emen aslanlara vaiz kesildi

Bağırdı: 'Ey yalancı ve pek şımarık kavim ! Ve ey uğursuzluğu devam eden bir günden habersiz olan kavim !

Ben ruhani güçten güçlenmekteyim. Aslanlar için Allah tarafından peygamber kılındım.

Ben görmeyen gözlerin ışığıyım. Ben düstur sahibi ve memurum.

Bugüne kadar işlediğiniz kötü işlere tövbe edin. Ey hep zararı düşünen; artık faydayı düşün.

Kim yalnız güce dayanırsa eşkıyadır. Benliğini unut ve hayatını sağlamlaştır.

İyi ruhlar bitkiyle beslenir. Et yemeyi unutan Allah'ın sevgilisidir.

Dişinin keskinliği seni rezil eder. İdrak gözünü kapatır ve kör eder.

Cennet yalnız zayıflar içindir. Güç ise hüsrana yol açar, bunu bil.

Güç aramak ve azametin peşinden koşmak şerdir. Fakirlik emirlikten hoştur.

Yıldırım bir küçük taneye çarpmaz. Eğer tane, harman olmak hevesindeyse yanar.

Eğer akılıysan sahra olma, zerre ol; yoksa güneş ışınından payını alamazsın. 

Ey koyun öldürmekle övünen; kendi benliğini öldür ve yücel.

Kin, iktidar, cebir ile kahır hayatı kısaltır ve keser.

Yeşillik ayakaltında ezildiği halde tekrar tekrar canlanıp yeşerir ve gözlerinden ölüm rüyasını tekrar tekrar yıkar.

Eğer aklıysan kendinden gafil ol, kendini unut. Eğer kendini unutamaz isen delisin.

Gözünün bağla, kulağını kapat ve dudağını dik; yoksa düşüncen yücelerin yücesine varamaz.

Dünya otlağı bir hiçtir, hiç. Sen bu hiçe gönül verme hiç.

Aslan sürüsü artık koşmaktan yorgun, rahatlığa ve tembelliğe hazırdı.

Koyunun uyku verici laflarını beğendi ve tecrübesizliğinden dolayı koyuna aldandı.

Koyunları avlayan aslan, koyunluk dinini seçti.

Kaplanlar otlağa uydu ve aslanlık cevheri çürüdü gitti.

Dişler otlamakla keskinliğini kaybetti. O heybetli ve ateş fışkıran gözler söndü.

Gönül gitgide göğsü terk etti. Parlaklık cevheri aynayı bıraktı.

O delice çaba ve koşma bitiverdi. Gönülde çabalama ve çalışma isteği öldü.

Bağımsızlık ve güçlenme azmi gitti. İzzet gitti, ikbal gitti, itibar gitti.

Demir pençeler kadifeleşti; gönüller öldü ve mezarlaştı.

Tendeki güç eksildi ve can havli arttı. Bu can korkusu, himmet kaynağını kökten kuruttu.

Himmetsizlikten yüzlerce arıza doğdu: Fıtratsızlık, gönülsüzlük, hareketsizlik..

Koyunun ninnisi aslanı uyuttu ve kendi düşüşüne selama durdu."

Uzun lafın kısası şu: Siz bizim koyunlaştırabildiklerimizden misiniz? Yoksa siz bizim koyunlaştıramadıklarımızdan mısınız?

Devamını Oku...

Bir Türk-İslâm Aşığını Kaybettik

Bilmem TV kanallarının korkunç haber furyalarına rağmen sabahları gazete sayfalarını karıştırma huyunuz var mı? Benimse hâlâ her sabah günlük gazetelerin sayfalarını gözden geçirmek huyum devam ediyor. Geçen hafta yine böylesi sabahlardan birinde, bir gazetenin en üst köşesinde Türk dünyasının ünlü düşünür ve ediplerinden Vahapzade'nin resmini görünce, daha yandaki satırları okumadan içime tuhaf bir hüzün çökmüştü. Sonra gözüm yandaki satırlara kaydı. Korktuğum başıma gelmişti.

Büyük Türk şairlerinden Vahapzade Hak'ın rahmetine yürümüştü... Çok yakınınız olmasa bile bir ülküye mal olmuş, bu yüzden sevdiğiniz, saydığınız ve çeşitli vesilelerle tanış olduğunuz birini kaybettiğinizde bilmem sizler ne hissedersiniz? Ben böylesi durumlarda içimde düğümlenen hıçkırıklarımı dünya yüzüne çıkaramayışımın hüznünü ve donukluğunu yaşarım. Sanırım içimde düğümlenen kederle donup kalmış ve gazetenin sayfalarını çeviremez hale gelmiştim ki eşimin "hayrolsun neyin var senin" sedasıyla sarsılacaktım. Fakat o kısacık an içinde yaşadığım geçmişe doğru uzanan bir hatıralar zinciriydi...

Sovyetler Birliğinin dağılma süreciyle başlayan 1990'lı yılların heyecanla dolu günleriydi. Azerbaycan, bağımsızlığa atılan adımların sıkıntılarını yaşıyordu. İstikrar bir türlü kurulamıyordu. Azerbaycanlılar dış baskılardan gelenlerle, içerden buna eşlik edenlere rağmen kargaşadan kurtulma direncini sergilenmeğe çalışıyorlardı. Azerbaycan bir taraftan kendisi de sıkıntılar yaşamakta olmasına rağmen bazı yörelerde kolayca teslimiyet göstermek istemeyen Rusya'nın baskısına, öte yandan Rusya'yı arkasına alan Ermenistan'ın kışkırtmalarına direniyordu. Bu arada çağın gereği olarak gündeme konulmuş demokratik devlet anlayışının gerçekleştirilmesi için de gayret gösteriliyordu. Kuruluş sancılarıyla boğuşan Azerbaycan'da o yıllarda siyasetçiliği belki tartışılabilir, ama mümeyyiz vasıflarının başında fikir adamı kişiliği yanında "kâmil insan" olması da bulunan Elçibey Azerbaycan Cumhurbaşkanı idi.. Devlet olma sancıları yanında dışardan tahriklerle de büyütülen sıkıntılar dışında, Sovyet anlayışının her şeyin bitiş noktasının Rusya'nın ve Rusların elinde olmasını sağlayan merkeze bağlı uygulamaları yüzünden Azerbaycan, sahip olduğu zengin kaynaklara rağmen bağımsızlık güzergâhında fakir hatta sefaletin pençesinde bir ülke konumundaydı. Fakat bu çok yönlü kargaşa zemininde bile Elçibey ve arkadaşlarının öncelikli hedeflerinde Türk Dünyası Birliğinin geleceği ile Türkiye Cumhuriyetine olan inançları başköşedeydi.

İşte o günlerde, 1992 yılında, Elçibey nezdinde çok itibarlı ve önemli görevlerle yükümlü kılınan isimlerden biri beni İstanbul'da bulacak ve Türkiye'deki çeşitli sosyo-kültürel çevrelerle temaslar kurulması hususunda yardım isteyecekti. İki hafta kadar Türkiye'de kalan bay E.'ye elimden gelen yardımı yapmağa çalışmıştım. Sonrasında Azerbaycan'a ziyaretim programlanacaktı. Birçok siyasetçi, bürokrat ve münevverle tanışma şansını bulduğum bu Azerbaycan ziyaretimde, Nahcivan hariç, ülkenin batısından doğusuna, güneyinden kuzeyine uzanan coğrafya yanında, o sıralarda Ermenilerden tekrar alınmış Karabağ bölgesinin belli kesimlerini bile adım adım gezme şansını yakalamıştım. Bu seyahat sırasında tabiatıyla Azerbaycan coğrafyasını yakından tanımaktan büyük bir zevk almıştım. Ama beni ayrıca ilgilendirenlerin arasında eski Sovyetlere bağlı Türk dünyasını Kiril alfabesinden Latin alfabesine geçişindeki çalışmalarla, Azerî münevverlerin genel olarak geleceğe bakışları idi... Bu yüzden o sıralarda kurulma çalışmaları yapılan ve Türkiye'den bir ortağın da katılacağı konuşulan matbaa ile "Azerbaycan Yazarlar Birliğine" ziyaretlerim plânlanmıştı. Yazarlar Birliğinde birçok edip ve şairle sohbet şansını yakalamıştım. Ama orada olacağını sandığım ve asıl tanışmak istediğim bir ismi Birlik merkezinde göremeyince, doğrusu hayal kırıklığına uğramıştım. Türkiye'den ismen bilir olduğum birçok kişi arasında benim için en önde gelenlerden biri olan Vahapzade beyle muhakkak tanışmak istiyordum. Davet sahibi aziz dostum E. konuda bana söz vermekle kalmayacak ve Azerbaycan ziyaretimin son günlerine doğru, o sıralarda milletvekili de olarak hizmet veren, Vahapzade'den evinde ve ziyaret süresinin zamanla tahdit edilmediği bir buluşma sağlayacaktı.

Bu ilk karşılaşmamızda gördüğüm Vahapzade'nin belli konularda kafasında henüz bazı noktaları kesinleşmemiş düşünce kırıntıları bulunmasına rağmen Türk sevdasına eklemekte olduğu İslâm aşkıyla çağıl çağıl akan bir çağlayanın müthiş gönül coşkunluğuna sahip olduğuydu. Buluşmamızda, doğrusu, ben ondan Sovyetler dönemi sonrasındaki Azerbaycan ile Türk dünyası hakkında düşüncelerini öğrenmek arzusundaydım. Ama bu güzel insanın gönlü öylesine Türkiye ile dolu idi ki, sohbetimiz neredeyse soruları soranın o, konuşan ve anlatanınsa ben olduğum hale dönüşecekti. Zaman zaman fırsat bulduğumda bir şeyler sorma imkânını buluyordum şüphesiz. Fakat dönüp dolaşıp konu Türkiye'nin büyüklüğüne, Türkiye'de yaşayan insanların yüz yıllardır esaret gibi bir bahtsızlık yaşamamalarından dolayı sahip oldukları şansın kıymetini bilmeleri gerektiğine geliyordu. Arkasından da Türkiye dışındaki Türk topluluklarının asırlardır yaşadıkları sıkıntılar dolayısıyla Türkiye'nin önderlik rolünün daha da önem taşıdığı ve konuda en şanslı ülkeninse Türkiye'ye çok yönlü yakınlığı dolayısıyla Azerbaycan'ın olduğuydu. Bunun en güzel ifadesininse "bir millet iki devlet" anlayışıydı Vahapzade'ye göre. O'na göre Türk topluluklarının Türkiye'ye bakışlarında gıptalı bir hasret vardı. Ama Türkiye'nin de bunu doğru bir idrak ile değerlendirmesi gerekiyordu. Peki, o ana kadar uygulama dilediğince gerçekleşmekte miydi? Sorumun cevabını, büyük bir zarafetle vermekten kaçınacak ve geleceğin hayallerine doğru yolculuğu tercih edecekti... Vahapzade için şair olmak ve yazmak bir hasretin ifadesiydi, anladığım kadarıyla. Sovyetler döneminde bütün yazdıklarının gün yüzüne çıkması ihtimali yoktu. Zira bu süreçte vatan, millet ve devlet aşkının dile getirildiği birçok deyişin kitap haline dönüştürülmesi mümkün değildi. Bu yüzden şiirlerinin çoğu dosyalar içersinde neşirlerini beklerken, bir taraftan da elden ele dolaşarak gençliğin millî şuurunun şekillendirmişti.

Ne kadar yanlarında kaldım doğrusu hatırlamıyorum. Fakat yanlarından ayrıldıktan sonra, ister istemez Türkiye'mizin dış Türklere dönük "olmayan" veya sonrasında ise çoğu iç politikadaki gibi "yalan vaatlerle" sürdürülen dış politika anlayışının acısını içimde duydum. İçimden geçirdiğim bir başka nokta ise, bu büyük Türk şairi, edibi, düşünce adamı ile kim bilir bir daha ne zaman karışılacağım idi. Fakat biliyordum ki onun Türkiye sevdası cezbe halinde onu Türkiye'ye getirecek ve ben de bir fırsatını bularak tekrar kendisiyle gönül gönüle olma şansını yakalayacaktım. Ne garip tecellidir bir dahaki karşılaşmamız ve gönül akışına yol alışımız 1999 yılına kadar uzayacaktı. Sebep neydi bilemiyorum.. Ama aradaki yıllar içersinde bir araya gelememiştik. Tıpkı 1999 yılında kendilerine Türk Kültürüne Hizmet Vakfı olarak Türk Dünyası Türk Dili Şeref Ödülünü verdiğimiz günlerden sonra bir daha bir araya gelemeyişimiz gibi.. Fakat bu ikinci buluşmamızda gördüğüm zaten çağlayan halinde var olan Türklük sevdasına, evde Atasının gizli gizli kıldığı namaz ve okuduğu Kur'andan gönlüne dolmaya başlayan İslâm ateşinin tam bir Türk-İslâm şuuruyla şekillendiğiydi. Öyle ki 40'ın üzerine ulaşan şiir kitaplarının son dönem temalarında, tıpkı hatıralarını ve seyahatlerini kaleme aldığı üç kitabında olduğu gibi, Türk-İslâm düşüncesi artık onun için vazgeçilmezdi. Tiyatro eserleri bundan farklı mıydı? Sanmıyorum. Zira bu büyük insan coşkulu bir şekilde Türklüğe ve İslâmiyet'e bağlıydı. Ayrıca medeniyetin bir aracı olan teknoloji alınırken bile taklitçilikten uzak yaratıcılığı haykırmaktaydı. Körü körüne Batı taklitçiliğinin nasıl bir felâket doğurmakta olduğunu ise şuurlu bir haykırışla dile getiriyordu.

Gönlündeki yaraları arasında Türk ve İslâm dünyasının yaşamakta olduğu geri kalmışlıkla, vatanı Azerbaycan'ı üzerinde oynanmış bulunan Rusya-İran oyunu idi. Bu iki ülkenin aralarındaki anlaşmayla Azerbaycan'ı güney ve kuzey olarak ikiye bölmelerini ve kendilerine bağımlı hale getirmelerini bir türlü içine sindiremiyordu. Kardeş çocuklarının bir bölümü orada, bir bölümü buradaydı! Bu acıyı Gülistan adlı şiiriyle haykırmaktan uzak kalamamıştı. Bu yüzden de Sovyetler döneminde Üniversitedeki görevinden uzaklaştırılmıştı. Ama o hâlâ inancını kaybetmemişti ve bir gün şuurlaşmanın kardeşlerin bir araya gelmelerini sağlayacağını düşünüyordu.. Zira diyordu, Sovyetler döneminde bugünleri görmek bile bizler için bir hayalin ötesindeydi. Üstelik ilki 1961 yılında büyük zorluklarla gerçekleşmiş olan, ama artık dilediğinde Türkiye'yi dünya gözüyle görme şansına sahipti.. O halde!..

Bu büyük ve güzel Türk insanına Cenab-ı Hak'tan rahmet dilerken yine gönlümde düğümlenen hıçkırıklarla baş başa idim...

Devamını Oku...

Ben Operaya Hiç Gitmedim

Yuh be bana, hayatım boyunca bir operaya bile gitmedim!

Medeniyetten özür diliyorum ve kendimi ihbar ediyorum,

Operaya gitmediğim gibi, gitmeyi de hiç mi hiç düşünmüyorum.

Beni medeniyet adına yargılasınlar...

Ben galiba başka dünyaların adamıyım, belki de leylekler beni ilkel bir toplumdan bu dünyaya getirip atıp gittiler.

Yahu siyaset bu kadar mı sıradanlaşır?

Belediye başkanı olmanın böyle saçma bir ölçüsü olabilir mi?

Halk bu kadar mı aptal yerine konur?

Halk başkanını seçerken opera ile olan ilişkisiyle ilgilenir mi hiç?

Bir başka kaçamak...

(Kaçamak diyorum çünkü ortaya koyacakları yeterli projeleri olmayanlar, alanlara toplanan halkı oyalamanın bir yolunu bulmak mecburiyetindeler. Çünkü toplanan halk, bir şeyler dinlemeye geliyorlar.)

"Ey Sayın başkan adayı, Abuziddin Beytüşşebaplı'yı tanıyor musun?"

Al sana malum medyaya bomba gibi bir malzeme.

Yandı bu soruya muhatap olan başkan adayı!

Tanısa bir türlü, tanımasa bir başka türlü...

Abuziddin bey bir tarafa da, ben operaya kötü taktım.

Hele bu saçma soru karşısında savunmaya geçen hem Başkan ve hem de Başkan adayı olan Sayın Topbaş'a da kötü taktım.

Sayın Topbaş, siz koskocaman İstanbul'un hâlihazırda Büyük Şehir Belediye Başkanısınız.

Böylesi sıradan bir soruyu nasıl ciddiye alır da cevap vermeye çalışırsınız?

Yoksa sizde mi proje sıkıntısı çekiyorsunuz?

Hani güzellik yarışmalarında aday kızlarımıza menajerleri dayatırlar ya;

Güzel adayı kendini tanıtırken ya da herhangi bir konuşması sırasında, mutlaka araya "ben bir hayvan severim" veya "Kediyi köpeği çok seviyorum" cümlesini sıkıştırırlar.

Çünkü fiziğinin bozulması korkusu veya şaşaalı özgür(!) yaşantısına ayak bağı olur korkusundan dolayı çocuk sahibi olamayan, olmak istemeyen Avrupalı kadınlar, hayvan sevgisini çocuk sevgisinin önüne geçirdiler.

Bizde de özenti gereği onları taklit sevdasının rüzgârına kapılarak, evlerde beslediğimiz hayvan sayısı günden güne artmaktadır.

Bu arada bu özenti, Türkiye'de özellikle ırki dengelerin de alt üst olmasına sebep olmaktadır.

Batılı vatandaşlarımız evde köpek beslerken, Güney Doğuda her aileye düşen çocuk sayısı, batı bölgelerimizi katlıyor.

Bu günün rakamlarıyla Diyarbakır nüfusunun yüzde ellisi 18 yaşın altındadır.

Bu oran da çok şeyi ifade ediyor inancındayım.

Kapatmışlar mendille gözlerimizi,

İki adım öteyi göremiyoruz.

Yolumuza tuzaklar sıralamışlar,

Dosttan mı, düşmandan mı bilemiyoruz.

Ben operaya hiç gitmedim, asın beni!

Devamını Oku...

24 Şubat 2009 Salı

Vicdanın Sesi

Her insanın içinde vicdan denen ruhsal bir nesne vardır. Her ne kadar birileri için "çok vicdansız." deseler de, aslında o insanında bir vicdanı vardır. Belki içindeki kötülük duygusunun şiddeti vicdanını dinlemesini engelliyordur. Çünkü vicdanı olmayan insanın olacağına inanmıyorum.

Ülkemiz bir demokrasi ülkesi. Cumhuriyetle idare ediliyor. Bu yüzden bir çok demokratik kurumları var. Millet kendisini idare etmek için birilerine vekalet verir. Vekil olanlar kendi alanlarında millet adına hizmet verirler. Bazıları da devlet adına tayin edilir. Böylece hizmet müesseseleri doğar.

Millet Meclisi, Bakanlıklar, Kamu kurumları, sendikalar, muhtarlıklar, dernekler vs.

Buralarda hizmet veren insanlar işlerini ya bir bedel karşılığı yada ücretsiz ve gönüllü olarak yaparlar.

Her iki usulde de hizmet verenlerin en önemli yanları vicdanlarıdır. Kanunun boşluklarını vicdani kanaatler doldurur.

İnsanlar hizmette vicdanlarını kullanmadan, başka nedenlerle karar verdiklerinde halk bundan zarar görür. Aslında bu vicdani olmayan kararlar, karar sahiplerine de bir müddet sonra zarar vermeye başlar. Hiç yanlarından ayrılmaz. Yataklarına dahi girer.

Bu bakımdan, siyaset yapan, kamuda görev alan, gönüllü hizmet eden genç insanların geleceklerine bile engel olsa vicdanlarının seslerine aykırı hareket etmemelerini tavsiye ederim.

Çıkarın bizzat içerisinde olmasa bile zamanında tepki vermeyen kişi bir müddet sonra bu sessizliğinin pişmanlığını yaşayacaktır.

Buna kendimden bir örnek vermek istiyorum.

1984-1989 yılları arası ben İzmit belediyesi meclis üyesiyim. O zaman Kocaeli de Büyükşehir belediyesi yok. Merkezdeki yetkilerin tümü İzmit belediyesinde.

O zamanın belediye başkanı Sayın Necati Gençoğlu. ANAP İl Başkanı sayın İsmail Yılmaz.

Ben ve O zamanın Bayındırlık bakanı sayın Sefa Giray Ankara Caddesi üzerindeki  Geçit Restoran da toplandık.

Konu, demiryolunun sahilden geçirilmesi. 4 kişiyiz. Dördümüzde İnşaat mühendisiyiz. Bakan hariç bizler demiryolunun tünelle bugünkü otobanın geçtiği bölgeden geçirilmesini istiyoruz. Sayın Bakan ise sahilden geçirilmesini istiyor. Ciddi tartışmalar yaptık. Saatler sonra Sayın Bakan masaya elini vurdu. "Dördümüzde inşaat mühendisiyiz, ama ben Bakanım. Demiryolu sahilden geçecek" dedi. O günlerde de  yerel basında "yeter artık. Nerden geçecekse geçsin. Bu iş bitsin." diye bir başlık atıldı. Üniversiteden alınan, Otoban bölgesinde fay hatları olduğu şeklinde raporlar aynı gazetede  yayımlandı. Sayın Necati Gençoğlu'nun bu konudaki  hazırlattığı planlar, ne basında, ne de halk arasında  ilgi gördü.

Bende ilerisi için düşünceleri olan genç  bir siyasetçi olarak ne aksi bir beyanat verdim. Ne de kamuoyunu hareketlendirecek bir girişimde bulundum. Yani sustum. Geçit restoran da Bakanla yaptığım mücadele ile yetindim.

Şimdiki düşünce yapısında olsa idim. Üzerime düşenden daha fazlasını yapardım.

En azından demiryolunun bugünkü engelli halini gördükçe vicdanım daha rahat olurdu.

Gelecekte Otobanın geçtiği bölgeye alınması şart olan Demiryolu'nun bu halini gördükçe, o gün gerekli kamusal direncin oluşmasına vesile olmalıydım diye düşünüyorum.

Bu örnekten hareket ederek genç siyasetçilere sesleniyorum.

Gelecekteki siyasi hedeflerinizi göz önüne alarak bazı dirençlerinizden vazgeçmeyiniz.

İleride rahatsızlığını duyacağınız yanlış işlere bulaşmayınız.

Günlük çıkarlarınız sonucu ulaşacağınız maddi ve manevi imkanların, ileride çocuklarınızı çok rahatsız edeceğini hesaplayınız.

Halka hizmet görevleri her insana nasip olmuyor. İnsanlar bu fırsatı iyi değerlendirdiğinde şehrin tarihinde yer alıyorlar.

Bu değerlendirme şahsi çıkarları yönünde olduğunda, aynı ölçüde yazılıyorlar. Bu kötü şöhret hiç bir silgi ile de silinemiyor.

Görev devam ederken çıkarcılar tarafından alkış eksik olmuyorsa da, aynı insanlar çıkarları bittiğinde teker teker konuşmaya başlıyorlar.

Gerçekler belli bir zaman geçtikten sonra ortaya dökülüyor. Nice dürüst bilinenlerin kendi çıkarları söz konusu olduğunda pekte dürüst olmadıkları anlaşıldı.

Genelde insanlar sahip olmadıkları hasletlerini ifade etmek zarureti duyarlar.

Bilbordlar da okuduğunuz bazı ifadeleri tersine yorumlarsanız, daha doğru sonuçlara ulaşırsınız.

Bu günlükte bu kadar sevgili okurlar. Kalın sağlıcakla.

Devamını Oku...

Ders Gibi Bir Düşündürücü Olay

Son günlerde gazetelerde çıkan bir haber dikkatlerden kaçmadı. Yunanistan'ın başkenti Atina ve Gümülcine'de uzun bir tehirden sonra Ziraat Bankası'nın şubeleri açıldı.

Bilindiği gibi bankalarımızın önemli bir bölümü ya tam, ya da yarı hisseleri ile yabancıların eline geçti. Bankalarımızı alan ülkeler arasında Yunanistan da var. Yunanistan'a banka satarken sorun çıkmıyor; ama Gümülcine Şubesi ile ilgili açılış tören davetiyesi ortalığı karıştırıyor.

Yunanistan'ın Doğu Makedonya ve Batı Trakya Bölgesi Genel Sekreteri kendisine gönderilen davetiyeyi Ziraat Bankası Müdürüne yazdığı bir mektup ile reddediyor. Davetiyenin reddedilmesi ve geri çevrilmesi nedenleri arasında "Gümülcine" isminin hazmedilemeyişi var. Onun yerine Komotini yazılmalıymış. Davetiyenin Türkçe ve İngilizce basılması da kabul edilemiyor. Rumca'nın da davetiye de yer alması bekleniyor. Rumca'nın davetiyede yer almaması, onlar için bir hakaret ve kabul edilemez bir şey olduğu ortaya konuluyor. Aslında Ziraat Bankası'nın gönderdiği davetiyelerin İngilizce bölümünde neden Komotini yazdığı, Türkçe bölümünde ise Gümülcine ifadesinin kullanıldığı da anlaşılmış değil. Eğer Yunan tarafı kadar yer adlarında hassas ve bazı şeylerin farkına varabilmiş iseniz; her iki dilde de sadece Gümülcine isminin kullanılması gerekirdi.

Bu olay aslında bazılarımız için bir ders niteliğindedir. Yunanlı yetkilinin bu hassasiyeti aslında yadırganacak bir şey değildir. Ancak, Türkiye'de yer adları ve kuruluş isimleri konularında işi hafife alanlar, bazı gerçekleri görmelidirler. Kosova ve çevresinde yaptığımız bir gezide Sırpça isimlerin Sırpların yenilgisi sonrası nasıl değiştirildiğini gördük. Ancak, Balkanlar'da bir çok yerde Türkçe isimlerin yerine bizzat bizim tarafımızdan yabancı isimlerin kullanıldığına şahit oluyoruz. Osmanlı'nın medeniyet, insan hakları ve yatırım götürdüğü Rumeli topraklarında Türkçe isimlerin bazıları unutulmuşa benziyor. Üsküp'e Skopa, Kalkandere'ye Tetova diyenler oldukça fazla.

Tarihlerine oldukça saygılı olan rejim değişse bile Rus kültürünün izlerini koruyan Rusya, 1917 Komünist İhtilal'inden sonra değiştirilen yer isimlerine tekrar döndü. Artık Stalingrad ve Leningrad gibi isimler yok. Başka birçok örnekler verilebilir. Manş Denizi İngilizlere göre "British Channel"dır. Hollanda'da "Lahaye" isminden çok "Den Haag" ismi kullanılır. Hiçbir ciddi devlet turizmden gelir gelecek diye yer isimleri ile bizdeki gibi oynamıyor ve yabancılaşma örnekleri sergilemiyor. Geçenlerde bir toplantı dolayısıyla Ankara'ya gitmiştim. Esenboğa Havaliman'ı maddi kültür olarak gerçekten güzel ve Ankara'ya yakışır bir havalimanı olarak gördüm. Ancak kültürün maddi yönünün ötesinde çelişkiler hemen sırıtıyor. Havalimanı'nın ismi "Esenboğa Airport" olarak verilmiş. Almanya ve Hollanda gibi ülkelerde bu böyle mi? THY'nın dergisinin ismi de "Skylife"... Dergideki haritada her halde "Türkiye sadece Türklerin değildir" anlayışından hareket edilerek yer adlarının Rumcaları da yazılmış. Bu gibi hataları Cumhurbaşkanlığı bile yapıyor.

Devletin dili olan Türkçe bu ölçüde hafife alınırsa; dış siyasi ilişkilerde yeteri ölçüde ciddiye alınamazsınız. Kendi değerlerine ve kendisine saygı göstermeyenlere başkaları da saygı göstermez. Ancak, Türkiye'de Batılı tez ve beklentilere uygun olarak Zazaca ve Kırmançca'yı Kürtçe adı altında birleştirip üstelik yeni bir TRT kanalı açan, dış telkinlere açık anlayıştan fazla bir şey de beklenemez. Türkiye, bazı durumlarda kendi konumuna ve tarihi rolüne uygun olmayan çapta siyasetçiler ve bürokratlarca yönetilmektedir. Türk Milletini yoksullaştıran yolsuzluklara, adam kayırmalara, ekonomik pay kapmalara, rant yaratma hesaplarına aklımız gereğinden fazla yetiyor; ama milli davalara ve milli değerlerimize, bu arada Dünya ve ilim dili olan Türkçe'ye yaptığımız saygısızlıkları fark edemiyoruz. Soygun ve yolsuzlukları yapanlar toplum önünde aşağılanıp itibar kaybedecekleri yerde; neredeyse ödüllendiriliyorlar ve korunuyorlar.

Devamını Oku...

23 Şubat 2009 Pazartesi

Kümelenme.. (1)

"Kümelenme yeni bir iş yapış şekli ve iş süreçleri bütünüdür."

Küme kavramı matematikçiler tarafından kullanılan ancak bu kavramı ilk Georg Cantor (1845-1918) tarafından kuramlaştırılmış ve matematiğin her yerinde kullanılır olmuştur. Türkiye'de derslerde okutulmaya başlandığında hepimizin iyi bildiği "Klasik matematik", "modern matematik" sınıflandırılmasına gidilmiştir. Küme; nesneler topluluğu veya yığını olarak tanımlanır.

Bu tanım sezgisel bir tanımdır. Nesneler soyut ya da somut olabilirler. Kümeyi oluşturan nesnelerin iyi tanımlı olduğunu başka nesnelerden ayırt edilebilir olduğunu düşünebiliyoruz.

Örnek verecek olursak "Canlılar topluluğu, bir kitaplıktaki kitaplar topluluğu, a,b,c,3,5,7 den oluşan harfler ve sayılar topluluğu" gibi. Bir kümeyi oluşturan nesneler kitap gibi somut nesneler olduğu gibi harf ve sayılardan oluşan soyut nesneler olabiliyor. Bir kümeyi oluşturan nesnelerde o kümenin öğeleri adını veriyoruz.

Liste yöntemi, ortak özellik yöntemi, Venn şeması yöntemi, eşit küme, denk küme, boş küme, alt küme, özalt küme, kümelerin birleşimi, kümelerin kesişimi, evrensel küme, kuvvet kümesi gibi kavramları hepimiz duymuş veya uygulamışızdır bir şekilde....

Kümelenme kavramı ilk Amerikalılar tarafından ortaya atıldı. Ancak 10 yıl sonra Avrupa'da da kullanılmaya başlandığını görüyoruz. Nerden çıktı bu kümelenme diyebilirsiniz. Ticari firmalar ve devletler strateji geliştirirken artık bu yöntemleri kullanıyor. Ülkemiz inovasyon ve sosyal inovasyon konusunda treni kaçırdı gibi gözüküyor. Küreselleşen bu dünyada rekabetin yerli olmaktan çıkıp uluslar arası platforma taşındığı günümüzde, kümelenme konusunda eğer ciddi adımlar atılamazsa verimlilik ve karlılık adına daha çok şey kaybedebiliriz.

Kısaca kümelenme; benzer yada aynı iş kolunda çalışan, coğrafi olarak birbirine yakın olan, son ürünün üretilmesinde birbirleriyle işbirliği ve rekabet halinde olan üretici firmaların ve bu firmaları destekleyen ekonomik parametrelerin bir araya gelerek oluşturdukları organizasyonlardır.

Sektörel uzmanlaşmayı hedef alan çözümleri üretir. Bunu yaparken de rekabetin en üst düzeyde olduğu günümüzde firmaları ve bölgeleri avantajlı konuma getirir.

Kümelenmenin bileşenlerine baktığımızda ise ;

Mekansal Yapı: Fiziksel özellikler, Ulaşım maliyetlerinin üretim maliyetlerine etkisi, Bölgeyi herhangi bir üretim türünde avantajlı kılan mekansal özelliklerinin olup olmaması,

Kurumsal Yapı : Yasal, politik ve idari , sosyal ve kültürel,

Demografik Yapı : Nüfusun yıllar içinde değişimi, nüfus hareketleri, işgücü ve istihdam,

Ekonomik Yapı: Sektörel uzmanlaşma, mekansal yoğunlaşma,

Dünyada Kümelenme uygulamalarına baktığımızda Çin ve Hindistan örneklerini görebiliriz. Ulusal bir üst küme oluşturmuşlar. Ana kümenin altında bölgesel alt kümeler oluşturarak kalkınma model çeşitliliği oluşturmuşlardır. Bu alt kümelerim içinde inovasyon ve sosyal inovasyon projeleri de vardır.

Bölgelerin rekabet gücü yüksek sektörlerinin belirlenmesi ile bu sektörlere ait kümelenme haritalarının çıkarılarak, sektörlere ait bir kümenin olası aktörlerini tespit edip, bu aktörler arası ilişkiler nasıl şekillenmesi gerektiği konularında yardımcı oluyor.

Seçilen bölgenin bu sektörlerde rekabet ettiği bölgelerle kıyaslamalı analizler yapılarak (detaylı mekansal analizler, niteliksel çalışmalar) güncel veri akışının sağlanması gerekir.

Kabaca kümelenme alt yapısı bunlardan oluşuyor ancak bu projeleri Türk gibi başlayıp başladığımız heyecan ve kararlılıkta bitiremiyoruz. Düzgün sonuçlar alabilmemiz için Bu alışkanlıkların terk edilip işleri süreçlere bölüp tüm süreçleri ilk başlangıç heyecanımızda olduğu gibi yapmamız gerekiyor.

Devamını Oku...

22 Şubat 2009 Pazar

Güzel Türkçemiz

İnsanlar, meramlarını başkalarına söz veya yazı ile ifade ederler. Sözle ifade tarzı önemli olmakla beraber, yazı ile ifade tarzı daha büyük ehemmiyet arz etmektedir. Çünkü karşılıklı konuşmalarda yapılan hatayı, meydana gelen yanlış anlamaları düzeltme imkânı vardır. Ancak yazılı olarak yapılan anlatımlarda, yapılan hatayı her zaman tashih etme imkânı olmayabilir.

Bu sebeple, yazışmalarda ifadeler açık, cümleler düzgün olmalıdır. Yazıyı okuyan muhatabınız herhangi bir yanlış yoruma meydan vermeden ve zorlanmadan, anlatılmak istenilen hususu kolayca anlayabilmelidir.

Ancak, yazılı ve sözlü ifadelerin zenginliği, bilinen ve kullanılan kelimelerin azlığı veya çokluğu ile yakından alakalıdır. Nasıl sadece yüz kelime İngilizce bilen birisi meramını anlatmakta güçlük çekerse, Türkçe kelime haznesi az olanlar da aynı zorluklarla karşılaşabilir.

Onun için de, aynı cümle içinde üç tane "neden", iki tane "sorun" kelimesi kullanma gibi durumlar sık sık görülmektedir. Konuşurken de "örneğin mesela" demekte hiç beis görülmemekte, hatta resmi yazışmalarda dahi "ailevi sebepler nedeniyle" gibi yanlış ifadeler kullanılmaktadır.

Bu bakımdan, cümle kurulurken aynı manaya gelen kelimeler peş peşe kullanılmamalı, aynı zamanda cümlenin öznesi başka, fiili başka telden çalmamalıdır.Zira, lisan insan ve cemiyet hayatında mühim bir unsur olarak görülmektedir.

DİL BİRLİĞİNİN ÖNEMİ:

Esasen, Millet olabilmenin ilk şartı da fertlerin ortak bir dile sahip olmalarıdır. Ayrıca bir topluluğun Devlet kurmasını sağlayan unsurların başında dil birliği, din birliği, bayrak birliği gelmektedir.

Millet mefhumu tarif edilirken ortaya çıkan çeşitli görüşlerin hepsinde; lisan birliği ilk temel unsur olarak daima başta gelmektedir.

Lisanın çökmesi, milletin dağılması, kaybolması demektir. Milleti tek vücut olarak ayakta tutan iskelet lisandır.

Konfüçyüs'e sormuşlar, bir ülkeyi idare etmeye çağrılsaydınız ilk iş olarak ne yapardınız? Konfüçyüs şöyle cevap vermiş;

"Önce dili düzeltirdim. Çünkü dil düzgün olmazsa kelimeler, düşünceler iyi anlatılamaz. Düşünceler iyi anlatılamazsa, yapılması gereken şeyler iyi yapılmaz. Gereken yapılamazsa ahlak ve kültür bozulur. Ahlak ve kültür bozulursa adalet yolunu şaşırır. Adalet yanlış yola saparsa, halk güçsüzlük ve şaşkınlık içine düşer. Ne yapacağını, işin nereye varacağını bilmez. Bu sebeple söylenilen sözü doğru söylemeli. Hiçbir şey dil kadar mühim değildir."

DİLDE TASFİYECİLİK:

Maalesef son 40-50 yıldır lisanımızda aşırı şekilde tasfiye hareketi başlatılmış bulunmaktadır. Bunun öncülüğünü de başta okullar olmak üzere basın yayın organları ile televizyon kanalları yapmaktadır. Yediden yetmişe herkes tarafından kolayca anlaşılan birçok kelime Arapça veya Farsça'dan gelmiştir diye atılmak suretiyle bunların yerine ne idüğü belirsiz, dil bilgisi ve gramer kaidelerine uymayan kelimeler getirilmektedir. Hatta öyle durumlar meydana gelmektedir ki öztürkçedir diye bir kelime alınıp onun karşılığında yüzyıllardır kullanıp milli kültürümüzün bir parçası haline gelmiş bulunan kelimeler atılmaktadır.

Bunlara birkaç misal verecek olursak, mesela, aslı Türkçe olmayan, Fransızca'dan alınma bir 'onur' kelimesini dilimize yerleştirilmeye çalışılmaktadır. Bu kelime,

1 - Haysiyet 2 - Şeref 3 - İzzetinefis 4 - Gurur 5 - Kibir

gibi kelimelerin yerine kullanılmaktadır. Böylece dilimizden beş kelime gidip onun yerine üstelikte Türkçe ile hiçbir alakası olmayan 'onur' kelimesi ikame edilmeye çalışılmaktadır.

Şimdi biraz düşünelim, 'onur' kelimesi tek başına beş kelimenin yerini tutabilir mi? Mesela kibir kelimesini dilimizden attığımız takdirde kibirli birisine, onurlu bir insan mı diyeceğiz.

'Sav' diye bir kelime kullanılıyor. Bu da kullanmakta olduğumuz tez, dava, iddia gibi üç kelimenin lisanımızdan atılmasına sebep olmaktadır.

'Zorunlu' kelimesi de, mecburi, zaruri, şart kelimelerinin yerine kullanılmaktadır.

Böylece dilimiz devamlı olarak kelime kaybetmek suretiyle fakirleşmektedir.

Dilden hiç kelime atılmaz mı? Elbette atılır.

Ancak ses vermeyen, çalışmayan, eskimiş plak veya bant nasıl atılırsa, kelimelerde o hale gelince, manası başka kelimeye geçtikten sonra atılır.

Burada incelik şudur. Atılan veya değiştirilen her kelimenin yerine bir karşılık bulunmaktadır. Yoksa yukarıdaki misallerde olduğu gibi beş kelime atılıp bunların yerine bir kelime konulmamaktadır. Aksi takdirde atılan her kelime Milli kültürümüzden kaybolan bir cevherdir.

Hiçbir dil yoktur ki, kelimelerinin % 20-30 u yabancı asıllı olmasın. Mesela İngilizce, Fransızca, Almanca ve İtalyanca gibi Avrupa'nın dört zengin kültür dilinde Latince ve Grekçe'den gelme binlerce kelime olduğu gibi, birbirlerinden alınmış kelimelerin sayısı da binlercedir. Bugün dünya nüfusunun beşte biri tarafından konuşulan İngilizce için Voltair'in söylediği şu söz meşhurdur; "İngilizce fena konuşulan bir Fransızca'dır." Bu sözden hiçbir İngiliz alınmaz, İngilizce de değerinden hiçbir şey kaybetmez.

Bugün İngilizce'de 100 binden fazla kelime olduğu bilinmektedir. Bu bir dilin zenginliğini ifade eder. Türkçe de ise 75 bin civarında kelime bulunmaktadır. Bunların ise çoğu kullanılmadığı için konuştuğumuz kelimeler birkaç bin ile sınırlı kalmaktadır. Bugün Amerika' da bir ilkokul öğrencisi 7000 civarında kelime ile okuyup yazmakta iken bu rakam memleketimiz için çok aşağılarda bulunmaktadır.

Bugün Afrika ve Yeni Zelanda yerlileri arasında konuşulan kelime sayısı sadece 800 civarındadır.Bu kadarcık kelime ile ne ilim yapılır, ne de meram anlatılabilir.

Üzülerek ifade edelim ki, bugün güzel Türkçe'miz de bir kabile lisanı haline getirilmek istenilmektedir. Eski YÖK Başkanlarından birisi de Türkçe ile ilim yapılamayacağını ifade etmiştir. Yine üzülerek ifade edelim ki, Agop Dilaçar yıllarca Türk Dil Kurumu Başkanı olarak vazife yapmıştır.

Bundan 40 yıl kadar önce o dönemin Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Dairesi tarafından okullara bir tamim gönderilir.

Bu tamimin bir maddesinde denilir ki, "öğrencilerin tensel ve tinsel gelişmelerinin sağlanması için lüzumlu tedbirler alınacaktır"(*) (O tarihlerde kullanılan lüzum ve tedbir kelimeleri, artık bugün can çekişen kelimeler arasında bulunmaktadır.)

Şimdi siz bu tamimi uygulayacak bir öğretmen olsanız ne yapardınız?

Burada 'ten' beden yerine, 'tin' ise ruh yerine kullanılmaktadır. Yani, tamimde herkesin kolayca anlayabileceği üzere denilmek isteniyor ki, talebelerin bedeni ve ruhi gelişmeleri için lüzumlu tedbirler alınacaktır.

Bu tamimi alıp uygulayacak olan öğretmen dahi bazı hallerde öğrencilerine,

"Tembellik sizin ruhunuza işlemiş" diyecektir. Hiçbir zaman "Tininize işlemiş" demeyecektir. Tinim denilmez. Ruhum denir. Musiki ruhun gıdasıdır denir. Tinin besinidir denmez. İnsan sevdiğine ruhum, hayatım der. Hiçbir zaman yaşamım benim, tinim benim demez. Böyle konuşmakta kimsenin aklına gelmez. Ruh hastalığı vardır, ruh sağlığı vardır.

Bitkileri ele alacak olursak, nane ruhu vardır, lokman ruhu vardır.

Ten ise, hiçbir zaman beden veya vücut manasına gelmez. Olsa olsa cilt manasına gelir. Cildi güzel, cildi bakımlı gibi.

Halen, T.B.M.M.de kabul edilen yeni kanunlarda dahi öztürkçe adı altında birçok kelimeye yer verilmektedir. Bundan önceki koalisyon hükümetleri döneminde kabul edilen 4721 sayılı Medeni Kanunda da aşırı bir şekilde tasfiyeye gidilerek yıllardan beri kullanılan birçok kelime atılarak bunların yerine yeni kelimeler konulmuştur. Bunlardan çokça göze batan bazıları şunlardır;

Tahsis => Özgüleme

İkamet => Yerleşim Yeri

Tehdit => Korkutma

Talep => İstem

İstifa => Çıkma

Teberru => Karşılıksız Kazandırma

Kâtip => Yazman

İhtimal => Olasılık

Taksim => Paylaşma

Teferruat => Eklenti

İstisnai => Ayrık

Aidat => Ödenti

Sebep => Neden

İmkân => Olanak

Tedbir => Önlem

Şart => Koşul

Şimdi size göre bunların hangisi daha Türkçe'dir. Değiştirilen kelimeleri anlamayan bir kimse var mı? Bunların yerine konulan yeni kelimelerin tamamını anlayan var mı?

Bugün yaygın bir şekilde eser yerine yapıt denilmektedir. Böyle olunca peki, "Sende erkeklikten eser yokmuş" yerine ne diyeceğiz. Bir de şu mısradaki,

"Severim her güzeli senden eserdir diye" nin yerine neyi koyacağız.

Lisanımızla bu kadar oynayıp böyle acayip durumların meydana gelmesi yetmiyormuş gibi geçmiş hükümetler döneminde Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu tarafından bir takım kelimelerin kullanılmasına yasaklamalar getirilmiş olduğu hususu o günün bazı gazetelerinde yer aldığı görülmüştür.

Yasaklandığı ileri sürülen kelimelerden bazıları şunlardır:

Asır - Hatip - Kafiye - Milliyetçi - Tabi

Bahtiyar - Hayat - Kanun - Milliyetçilik - Tasvir

Cahil - Haysiyet - Karakter - Muamele - Tavsiye

Devir - Hiciv - Kısım - Nakarat - Tecrübe

Devre - Hukuk - Mana - Nakletmek - Teferruat

Esir - Hür - Mazi -Nesil - Tenkit

Fakir - Hürriyet - Medeni - Nesir - Terbiye

Felaket - Istırap - Medeniyet - Nutuk - Teşkilat

Fert - İdrak - Mekan - Örf - Unsur

Fiil - İstiklal - Memleket - Sema - Vasıf

Fikir - İlim - Meşhur - Sun' i -  Vasıta

Hakikat - İmla - Mısra - Şahıs - Vatan

Has - İsim - Millet - Şive - Vezin

Hatıra -Kabiliyet - Milli - Tabiat

Şimdi bir bakanlık düşünün ki kendi bakanlığının başındaki "Milli" kelimesini dahi yasak kelimeler arasına koymakta herhangi bir mahzur görmemiştir.

Böylece okullarda çocuklarımıza kelime öğretilmiyor, kelime unutturuluyor. Yanlış kelimeler de doğru diye öğretiliyor.

Üzülerek ifade edelim ki, daha sonra gelen Milli Eğitim Bakanları da lisan hususunda lüzumlu hassasiyeti göstermemişler, geçmişte yapılan tahribatın tamiri için gayret sarf etmemişlerdir. Bunun neticesi olarak ta, bugün halen okullarda güzelim cevap kelimesinin yerini yanıt, şart kelimesinin yerini koşul, hayat kelimesinin yerini yaşam kelimesi işgal etmiş bulunmaktadır.

YAŞAYAN TÜRKÇE:

Esas olan yaşayan Türkçe'yi kullanmak olmalıdır. Yani herkesin zorlanmadan anlayabileceği, kelimelerin soyuna sopuna bakmadan, lisan ırkçılığı yapmadan kolayca konuşulabileceği bir Türkçe.

Türkçe, bizim hem mazi ile bağımızı, hem de Türkiye hudutları haricinde yaşayan diğer Türklerle irtibatımızı kuran bir kültür zinciridir. Mesela, bizim dilimizden atılmak istenilen kelimeler, bugün Çin Halk Cumhuriyeti sınırları içindeki Uygur Bölgesinde ve Azerbaycan' da kullanılmaktadır. Hâkimiyet, vilayet, şehir, medeniyet, alaka mesela, hikâye, vazife, nihayet, selamet, iktisadi, içtimai, mektep, cemiyet, münasip, iradi, rehber, münevver ve buna benzer daha birçok kelime, Türkiye Cumhuriyetinin sınırlarını aşmış ve dış Türklerle aramızda bir kültür köprüsü meydana getirmektedir., Kelime düşmanlığı "bilerek veya bilmeyerek" hem bu ortak bağı koparma ve hem de bizi köksüz bir millet haline getirme gayretlerinin ürünüdür.

Kelimeler canlı varlıklar gibidir. Onlar da doğarlar, halkın dilinde çeşitli ve farklı manalar kazanarak uzun yıllar yaşarlar. Ve günün birinde hayatiyetlerini kaybedebilirler. Dayatmayla, baskıyla kelimeleri katlederseniz o zaman fikir hayatını güdükleştirir, kültür birikimini berhava etmiş olursunuz.

Kelimeler, yabancı kökten gelmiş olsalar bile sesleriyle milli olurlar. Buna misal vermek icap ederse mesela, Acem dilindeki "Came-şuy" kelimesi alınıp "çamaşır", "şuban" kelimesi "çoban", Arapça'daki "heva" kelimesi ise "hava" yapılmıştır. Bugün artık çamaşır, çoban ve hava halis birer Türkçe kelime olmuşlardır.

Netice itibariyle, şuursuzca yapılan öztürkçeleştirme çalışmaları, lisanımızı devamlı olarak fakirleştirmekte, adeta bir kabile dili haline gelme noktasına doğru götürmektedir.

Bunun neticesi olarak da mazimiz ile olan kültür bağımız kopmakta, nesiller arasındaki irtibat zayıflanmaktadır. Bugün bırakınız dede ile torunu, baba ile oğul dahi birbirini anlayamaz hale gelmiş bulunmaktadır.

DİLDE BİRLİK OLALIM

Bütün yukarıda anlatılmak istenilen hususları Ziya Gökalp, 1918 yılında yazmış olduğu Yeni Hayat isimli şiir kitabında bulunan "Lisan" başlıklı manzumesinde çok güzel ifade etmektedir.

Ziya Gökalp, 10 kıta'lık manzumesinin iki kıta'sında şöyle demektedir.

Güzel dil Türkçe size,

Başka dil gece bize,

İstanbul konuşması,

En saf, en ince bize.

Türklüğün vicdanı bir,

Dini bir, vatanı bir,

Fakat hepsi ayrılır,

Olmazsa lisanı bir.

İşte lisan meselesinin esasını da bu husus teşkil etmektedir.

Bu itibarla, dilde birlik olalım, milli birliğimizi koruyalım.

 

(*) :

Bahsi geçen tebliğ, Prof. Dr. Necmettin HACIEMİNOĞLU' nun

1972 yılında yayımlanan " Türkçenin Karanlık Günleri" isimli

kitabından alınmıştır.

Devamını Oku...

21 Şubat 2009 Cumartesi

Sadaka Kültürü

Bugünlerde "sadaka" sözcüğünü sık duyuyorum. Kelimeyi ağzından düşürmeyenlerin kullandığı üslup, hoş değil. Hükümetin sosyal yardım anlayışıyla halka yaptığı yardımlar, bazı kesimler tarafından "sadaka" diye adlandırılıyor, yapılan yardımlar siyasi nedenlerle azımsanırken içeriği güzel bu kelime de haksız yere yıpratılıyor.

Hükümetin yaptığı yardımların zamanlama açısından yanlış, miktarının az olması veya bu yardımların siyasi mülahazalarla ranta dönüştürülmesi eleştirilebilinir. Demokrasilerde bunu söylemek, muhalefetin hakkı olabilir. Ancak, kültürümüzde, inancımızda sosyal dayanışmanın, iyilikseverliğin, Allah rızasını kazanmanın bir şekli olan "sadaka" yı küçümsemek, kimsenin hakkı olmasa gerek.

Sadaka, sözlüklerde "1. Allah yoluyla yapılan harcama, Allah rızası için fakirlere yapılan karşılıksız yardım ve her türlü iyilik; 2. Dilenciye verilen para." diye açıklanıyor. Anlamı ve eylemi bu kadar güzel olan bu sözcüğün, ağızlarda pelesenk edilerek değersizleştirilmesi, hangi düşüncenin, hangi algılamanın ya da hangi siyasi görüşün sonucu olabilir? Bunu anlamakta zorlanıyorum.

Sadaka, ihtiyaç sahiplerine yapılan yardımdır. Sadaka, dindarlığın bir gereğidir, dinin emridir. Yoksullar, bütün dinlerin koruması altındadır. İslam da fakirleri korur. İslam'a göre, fakirlerin, zenginler üzerinde hakkı vardır. Bir mala sahip olan, sahip olduğu maldan, muhtaç kişiye ihtiyacı kadar vermek zorundadır. Muhtacın ihtiyacı, varlık sahibinin üzerinde emanettir. Zengin, emaneti yerine yani ihtiyaç sahibine vererek, üzerindeki yükü atmış olur. Böylece zengin, psikolojik olarak rahatlar; fakir, ihtiyacını giderir.

Sadaka, yalnız maddi bir veriş değildir. Yöneticinin adaletle hükmetmesi, köylünün eşeğine eşya yüklerken merhametle yaklaşması, kişinin güzel sözler söylemesi, yoldaki bir taşı iyilik adına kaldırması birer sadaka hükmündedir. Yolda kalmışa yol göstermek, bir kişiye tebessüm etmek veya selam vermek; birer sadaka türüdür. Haddini bilmeyen bir kişiye haddini bildirecek şekilde uyarıda bulunmak bile bir sadakadır. Çünkü ona siz, haddini bildirerek iyilik yapmış oluyorsunuz.

Bizim medeniyetimiz, bir paylaşım medeniyetidir, Batı medeniyeti ise bir üretim medeniyetidir. Batı algılamasına göre, kişi, ürettiği kadar değerlidir. Üretime katkısı olmayanlar, asalaktır; bir an önce yok edilmelidir. Hırsa, başarıya yönelik üretim, Batı felsefesinin, ahlakının temelini oluşturur. Biz, hayatın bir sınav olduğuna inanırız. Bu sınavda çalışarak kazanmak kadar, kazancın paylaşılması da bir zorunluluktur. Paylaşılmayan kazancın hesabı ağırdır. Helal olan kazanç, paylaşılmazsa haram hükmündedir. Vermenin adı, zekattır, sadakadır.

Bazı insanların sadakaya karşı çıkmasının nedeni, yetiştirildikleri Batı kültürü olabilir. Onlar da bir Batılı gibi düşünebilirler. Başardığın ve ürettiğin kadar değerlisin. İhtiyaç sahibiysen değerin yoktur. Kendisine sosyalist diyenler, karşı çıkmalarını, eşitlik ilkesiyle izah edebilirler. Onlara göre zengin-fakir ayrımı olmamalı, dolayısıyla veren ve alan sınıflaması yapılmamalı. Bu bir yerde yoksullukta eşitlenmek sonucunu doğurur. Sadaka sözcüğüne, eylemine tepki gösteren bir de iflah olmaz jakobenler var. Bunlar, İslami öğretiler doğrultusunda yapılan her işe, ortaya konun her düşünceye taktıkları at gözlükleri ile karşı çıkıyorlar. Bunlar, "istemezük"çüler. İki dünyanın kazınılması için yapılan her iş, bu tiplerin midelerini bulandırıyor. Osmanlıdan miras kalan "İttihat ve Terakkici" zihniyete sahip bu insanlara sadakanın güzelliğini anlatmak, atomu parçalamaktan zor görünüyor.

Yapılan güzelliklere karşı çıkanları tanımlamak için "İt ürür, kervan yürür." atasözümüz ağır kaçabilir. Kim ne derse desin, sadaka kültürünü yaşatmak ve kurumsallaştırmak gerekir. Barışık bir toplumun ve sosyal devletin mayası, sadakadır. Sadaka, bir dilenci harçlığı olarak görülmemelidir. Sadaka; veren için arınma, alan için güvendir. Arınmış ve birbirine güvenen bireylerden oluşan bir toplum, şimdilik ütopya olsa da, ideal bir toplumdur.

Sadakayı, yaşam standardı yapanlara ne mutlu!

Devamını Oku...

20 Şubat 2009 Cuma

Karikatürlerde Müslüman Tiplemeleri

Karikatür, sözlü ve yazılı anlatımdan daha etkili, dikkat çekici ve güçlü bir anlatım tarzıdır. Kötüye kullanıldığında etkisi de kötü olur. Bu etkiyi önemseyerek karikatür sanatına daha bilinçli yaklaşmak gerekmektedir.

Karikatür görsel bir sanat dalıdır. Bu görsellik içinde insan tiplemelerinin ayrı bir yeri vardır. Romanlarda, hikâyelerde insan tiplemelerini bazen yüz ifadeleriyle, giyimleriyle, hareketleriyle uzun uzun anlatmak gerekir.Karikatürde ise bu durum çizgilerle anlatıldığından insan tiplemelerinin algılanması daha net ve kolaydır.

Milliyet ve dine bağlı tiplemeler

İnsan tiplemelerinin de kendi aralarında çeşitleri vardır. Bu çeşitlemeler arasında kimi insanlar milliyetlerine göre, kimileri de mensup oldukları dine göre tasvir edilip çizilirler. Milliyetlerine göre çizilen tiplemelerde genellikle o milletin kendilerine has geleneksel giyimleri üzerinden çizim yapılır. Örneklemek gerekirse, Çinliler üçgen şapkalarıyla, Kızılderililer kafalarına taktıkları tüylerle, Amerikalılar kovboy şapkalarıyla, Eskimolar kalın kürklü elbiseleriyle resmedilirler.

Mensup oldukları dine göre tasvirlerde ise hıristiyanlar genellikle haç figürü üzerinden çizilir. Bu figür bazen elbiselerinde, kolyelerinde bazen de rahiplerin ve papazların ellerinde taşıdıkları bastonların ucunda olur. Yahudi tiplemelerinde de İsrail bayrağında bulunan yıldız şekli çok kullanılır. Bu şekil başlarına taktıkları kippa ve fötr şapka ile elbiselerin üzerine de eklenir. Ayrıca şakaklarının yanlarından başlayarak uzattıkları kâküller de yahudi tiplemelerinde kullanılır. Budistler ise saçları kazıtılmış kendilerine has uzun elbiselerle tasvir edilir.

Müslüman tiplemesine gelince, dış basında müslüman olmayan karikatürcüler genellikle müslümanları çizerken uzun entari şeklindeki elbiseyle, sarığı ve takkeyi çok kullanırlar. Müslüman Türk tiplemesinde ise Osmanlı tipi olarak gördükleri fes üzerinden çizim yaparlar. Bu durum yabancı ülkelerdeki karikatürcülerin Türklere bakışında Osmanlı etkisinden kurtulamadıklarının göstergesi olması açısından ilginçtir.

Yabancı basında çizilen karikatürlerde müslüman tiplemelerinin karakteristik görünümü genellikle kaba, anlayışsız, yeniliklere kapalı, çöl hayatı yaşayan ilkel bedevi görünümlü, cahil veya terörist tiplemeler olarak çizilir. Özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra terörist müslüman tiplemelerini yabancı basında daha sık görmekteyiz.

Çizgide önyargı ve insafsızlık

Peki yabancı basındaki tüm karikatürlerde müslüman tiplemelerinin hepsi terörist olarak mı çiziliyor? Elbette değil. İçlerinde müslümanları mazlum olarak çizen karikatürcüler de var. İsrail'in Filistin'de yaptığı soykırım derecesindeki katliamları gören bazı yabancı karikatürcülerin çizimlerinde müslümanlar mazlum, haksızlığa uğramış, topraklarında zulüm gören insanlar olarak çizilebiliyor.

Fakat buradaki ilginç nokta oralarda müslümanlar öldürülürken bu tip "Vah vah, zavalılar, yazık oluyor bu insanlara..." şeklinde karikatür çizenler, acıdıkları bu müslümanlar bir şekilde kafalarını kaldırıp yapılan saldırılara karşılık vermeye kalkıştıklarında bu sefer "Hooop, dur bakalım, teröristliğin anlamı yok, yavaş ol bakalım!" yaklaşımı içersinde de olabiliyorlar. Sanki bazı karikatürcüler müslümanlara "Zulüm görürken, öldürülürken seni mazlum olarak çizerim, ama karşılık vermeye kalkarsan seni terörist olarak çizerim!" demeye getiriyorlar.

Aslında bu noktada müslüman karikatürcülere çok iş düşüyor. İlk iş müslüman karikatürcülerin artık dünyadaki diğer karikatürcülerle çok sık irtibat halinde olmaları gereğidir. Çünkü yabancı basında çizen karikatürcüler gerek kendi din anlayışlarından, gerek yaşadıkları ülkenin yönetimi tarafından, gerekse takip ettikleri yazılı ve görsel medya tarafından belli bir yönlendirme içersindeler.

Müslüman karikatürcüler bu yönlendirme içersindeki yabancı karikatürcülerle irtibat kurarlarsa, yabancı çizerlere, medya kuruluşlarına çizdikleri karikatürleri gösterirlerse önyargılı karikatür çizimlerini azaltabilirler. Bunun için yabancı dil bilmeye de gerek yok. Çünkü çizginin kendisi zaten bir dildir.

Çizgiyle mesajlar verilebilir. Bu mesajları iletmek de artık o kadar zor değil. İnternet ortamında müslüman karikatürcüler çizimlerini tüm dünyaya rahatlıkla gösterebilirler. Sayı bakımından yeterli olmasa da internet ortamında çizimlerini sergileyen müslüman karikatürcüler var. Fakat çizimlerinin tanıtımını yaparken, dünyadaki diğer çizerleri ve medya organlarını biraz ihmal ediyorlar veya fazla önemsemiyorlar.

Türkiye'de müslüman tiplemesi

Ülkemizde çizilen müslüman tiplemelerine gelince durum maalesef pek iç acıcı değil. Yabancı basında çizilen müslüman tiplemelerinin hemen hemen aynısını ülkemizde yayınlanan bazı gazete, dergi ve internet sitelerinde de görebiliyoruz. Aralarındaki fark sadece tanımlamalarda oluyor. Yabancı basında çizilen müslüman tiplemesinin adı "terörist" olurken ülkemizde aynı şekilde çizilen müslüman tiplemesinin adı "gerici", "yobaz" şeklinde oluyor. Ülkemizde çizilen bu tip müslüman çizimlerinin tarihi seyri ayrı bir yazı konusudur. Çünkü bu konuya girildiğinde belki Tanzimat'tan başlayıp o yıllardan bu yana yaşananları inceleyip anlatmak gerekir.

Ülkemizde çizilen bu müslüman tiplemesi daha çok 1940'lı yıllardan sonra gazete ve dergilerde görülmeye başlandı. Bu çizimlerin, kendilerine "ilerici, aydın veya çağdaş" diyenler tarafından yapıldığını görüyoruz. İşin mizahi yanı, bu insanlar ilerici, aydın, çağdaş etiketini kendi kendilerine yapıştırmışlardır. Dışarıdan hiç kimse bunlara "sen ilericisin, aydınsın, çağdaşsın" dememiştir.

İlerici etiketini kendilerine yapıştıranların bu iddialarının havada kalmaması gerekiyordu. Bunun için ilericilere karşı gerici bir kesim olmalıydı. Yani rakipleri olmalıydı. Her ne kadar açık olarak ifade etmeseler de rakip olarak dindar müslümanlar seçildi. Açık olarak ifade etmeseler de diyoruz, çünkü gerici kesim olarak "dindar müslümanlar" tabirini kullanmaları halk arasında tepkiye, rahatsızlığa sebep olacaktı. Bu tepkiyi de dindar müslümanlar yerine "aşırı dinciler" tabirini kullanarak aşmayı uygun buldular.

Bu kelimeleri insanların hafızasına empoze etmeye gelince de, görselliğinden dolayı özellikle karikatürü kullandılar. Çünkü karikatürün özelliklerinden bir tanesi de çizgide "abartma" özelliğidir. Kendilerince gerici olarak tanımladıkları dindar müslümanların yüzlerini, sakallarını, tesbihlerini, takunyalarını, hanımların tesettürünü, başörtülerini abartarak çizdiler. Senaryo olduğu çok açık bazı olayları da "İşte bunu gericiler, yobazlar yaptı!" diyerek dindar müslümanları yakan, yıkan, kesen, öldüren vahşi tipler olarak karikatürlerin içersine soktular. Dindar müslümanların ailesi ile olsun, diğer insanlarla ilişkileriyle olsun yaşayış biçimlerini alaya aldılar. Genellikle erkekler despot, baskıcı, laftan anlamayan, yeniliklere kapalı, dini siyasete ve para kazanmaya alet eden tipler olarak çizilirken, kadınlar asosyal, cahil, saf tipler olarak karikatürlerde çizildiler.

Çizimlerin etkisi

Peki, halk arasında bu tipleri empoze etmede başarılı oldular mı? Buna hem evet, hem hayır diyebiliriz. Çünkü çizdikleri insanlar, Cumada, Bayramda camiye gidip namaz kılan insanlarla aynı insanlardı. Takke takan, tesbih çeken erkekler, kiminin babası, hocası, kiminin akrabası, kiminin komşusuydu. Tesettürlü, başörtülü, halk arasında ferece olarak bilinen örtü şeklini kullanan hanımlar da kiminin annesi, kiminin de hanımı veya kız kardeşiydi.

İnsanlar etkilense de, kimileri bu çizimlerin etkisiyle yanlış bilgilense de, karikatürlerdeki müslüman tiplemelerine karşı hep bir tereddüt oldu. Çizimlerinde yanıltmayı amaçlayanlar, kendileri gibi düşünen belli bir azınlık dışında, halkın büyük kısmı tarafından tam bir kabul görmedi. Aksine hassasiyet sahibi insanlarda karikatüre karşı bir soğukluğa yol açtılar. Karikatür sanatının sadece hakaret içeren bir sanat dalı olarak algılanmasına sebep oldular. Dindar insanların karikatür sanatına karşı ilgisizliğinin nedenleri arasında bu çirkin kullanımının çok etkisi oldu.

Çizimlerdeki müslüman tiplemelerinin etkisinin, yapılan araştırmalara göre üniversite yıllarındaki gençlikte daha çok olduğu görülüyor. Çünkü mizah dergilerinin okuyucu kitlesinin başında üniversite gençliği geliyor. Karikatür çizseler de, çizmeseler de ülkemizdeki üniversite gençliğinin karikatüre ilgisi çok fazla. Bu ilgi de peşinden mizah dergilerinden ve özellikle karikatürlerden etkilenmeyi getiriyor. Karikatüre yeni başlayan gençler de, mizah dergilerinden gördükleri gerici-yobaz tiplemelerini bilerek veya bilmeyerek taklit etmeye başlıyorlar. Eğer dinî bilgileri de az ise bu etkileşim ve taklit, ileri yıllarda gençlerin düşünce dünyalarında yanlışa yönelmelerine yol açabiliyor.

Bu nedenle şu bilginin tekrarlanmasında fayda görüyoruz:

Karikatür, sözlü ve yazılı anlatımdan daha etkili, dikkat çekici ve güçlü bir anlatım tarzıdır. Kötüye kullanıldığında etkisi de kötü olur. Bu etkiyi önemseyerek karikatür sanatına daha bilinçli yaklaşmak gerekmektedir. "Bizi nasıl böyle çizerler!" deyip şikayetçi olmak bu çizimleri azaltmaz. Aksine böyle çizenleri "amacıma ulaştım" diyerek daha da cesaretlendirebilirler. Karikatür konusunda bilinçli adımlar, vermiş olduğu zararları telafi etmede daha faydalı olacaktır.

Devamını Oku...