17 Eylül 2007 Pazartesi

İşin Sırrı, Künhünde

Anadilinizden başka, iyi konuşabildiğiniz ikinci bir diliniz var mı? Varsa bile hemen “Evet.” demeye hazırlanmayın. Bir radyo programındaki konuşmalara kulak verdim. 11 Eylül Olayları’ndan sonra, Amerika’da Arapça öğrenmeye ilgi artmış. Kursiyerlerden biri şunları söylüyor: “Arapların kültürleri, yaşantıları dikkatimi çekti. Arapça öğrenmeye karar verdim; bir kursa başvurdum. Zamanla anladım ki bu iş, kursla olmayacak. Arabistan’a gittim. Gördüm ki bir dil, çıktığı kültürü öğrenmeden öğrenilmezmiş. Arap coğrafyasını, kültürünü, folklorunu, sosyal yaşamını öğrendim. Biraz zamanımı aldı; ama amacıma ulaştım.” Bir tarihte şunu duymuştum: “İngilizce, İngiltere’de öğrenilir.” Anadolu liselerinde ve benzeri liselerde bir yabancı dili niye öğrenemediğimizin cevabı burada. Aslen Yahudi olan ve Kuran tefsiri yazmaya karar veren M. Esed’in, bu eserini yazabilmek için en az yirmi yıl Arap kültürünü ve iklimini tanımak üzere bu bölgede kaldığını, izlenimleriyle ilgili “Mekke’ye Giden Yol” isimli seyahat-hatırat türü bir eser yazdığını biliyoruz.


Bir şiiri, şairinden başka, en iyi kim açıklayabilir? Picasso’nun resmini, kendinden başka, en iyi kim yorumlayabilir? Bir motorun işleyişini, mucidinden başka, en iyi kim bilebilir? Bir limon, Akdeniz ikliminden başka, en iyi nerede yetişebilir? Bir çocuk, anne kucağından başka, sevgiyi en iyi nerede tadabilir ve nerede öğrenebilir? Niçin bir sivrisinek, batakta; bir balık, denizde yetişir? Bunların her biri “orijinine uygunluk” ilkesiyle izah edilebilir. Koklamayan kişi gülü, tatmayan kişi balı ne kadar izah edebilir? Bir şeyi mükemmel bilmek ve izah etmek orijinine nüfuz etmeyi gerektirir. “Yarım doktor candan, yarım âlim dinden edermiş.” sözünü bilmeyenimiz yoktur. Kemik beklentisiyle kasabı seyreden köpeğin kasap olamayacağı gerçeği, içine nüfuz edilmeyen hiçbir işte başarıya ulaşılamayacağını bize ne güzel anlatıyor. Öyleyse, yapılacak işte, ortaya konacak eserde, öğrenilecek bilgide, yaşanacak her güzellikte “işin künhüne vakıf olmak” gerekiyor.


İşin künhüne vakıf olmayanlar ya da olduğunu zannedenler; yaşadığı aşktan, kullandığı eşyadan, yediği yemekten, edindiği dosttan, gördüğü güzellikten, elde ettiği üründen, soluduğu nefesten, dinlediği musikiden ne kadar zevk alabilirler; bir eylem olarak doğmakta, ölmekte, sevinmekte, ağlamakta, yemekte, içmekte, kazanmakta, kaybetmekte, ayrılmakta, bir olmakta ne mana bulabilirler? İşin sırrına eremeyenler için, bu yaşananların ne anlamı olabilir? Herkes kendince bir anlam verecektir. Bir de Yunus’u dinleyelim: “Sevgi baht olmuş ezelden bize / Sizde bir türlü, bizde bir türlü / Alaca düşmüş gördüğümüze / Sizde bir türlü, bizde bir türlü / İstemem versen cihan varını / Gönül nakşetti, güle yarını / Her yüzde görmek dost didarını / Sizde bir türlü, bizde bir türlü.”


Yunus Emre, 10’lu hece ile ilahi türünde yazdığı bu iki dörtlüğünde nakarat haline getirdiği “Sizde bir türlü, bizde bir türlü.” dizesiyle sevginin ve diğer değerlerin, nesnelerin algılanmasının kişiden kişiye değiştiğini, kendisini dünyacı algılamalardan tenzih ettiğini ne güzel dillendiriyor. Yunus Emre’ye göre, sevmek bizim “baht”ımızdır. Ancak, sevmekten ve sevgiden ne anladığımız önemli. Edebiyatımızda mecazi, platonik, ilahi olmak üzere üç sevgi türünden bahsedilmektedir. Sizce doğru sevgi hangisidir? İşin künhü hangi sevgide yaşanmaktadır? Yunus Emre’ye bütün cihan varını elinin tersiyle ittiren sevgi hangisidir? Gönlün gülde bulduğu yar, hangi yardır ve hangi sevgiyi kişiye yaşatmaktadır? Her yüzde görülen o güzel yüz, kimin yüzüdür ve bu yüz hangi sevginin ürünüdür? Her yüzde bir yüzü görmek, ne demektir? Görülen yüzün “sizde bir türlü, bizde bir türlü” olmasından ne anlamalıyız? Yunus Emre, burada sevgi yorumundaki farklılıktan yakınırken bir taraftan da sevginin künhüne dikkat çekmektedir.


Ampulü bulmak için birlikte dokuz yüz doksan dokuz deney yaptıkları asistanı, bininci deney öncesi, Edison’a: “Ampulü icat edemeyeceğimizi siz de kabullendiniz; sanırım, yeni bir deney düşünmüyorsunuz.” deyince Edison: “En azından dokuz yüz doksan dokuz yolun çıkmaz sokak olduğunu öğrendik, şimdi bininci yoldayız.” diye cevap verir ve yoluna devam eder. Kullandığımız ampul o azmin ve çalışmanın ürünüdür. Kolay değildir işin künhüne inmek, Olmazları görmek de bir yöntem ve gerekliliktir. Bunun için emek gerek, sabır gerek, bitmeyen ümit gerek; neyi, nerede, ne zaman, ne kadar yapacağını bilmek gerek.


İster dil öğrenmek için ister bir ürün ortaya koymak için ister bir hazzı tatmak için olsun, ne olursa olsun, rasyonaliteden kopmamak lazım. Unutmayalım, “Kem âlât ile kemalât olmaz.”




10.09.2007

Hiç yorum yok: