6 Ekim 2008 Pazartesi

Ne İstediğini Bilmek

Zamanın ünlü siyasetçilerinden birine bir arkadaşım, “Siz seçim konuşmalarınızda niye demokrasiden, haklardan, özgürlüklerden bahsetmiyorsunuz?” deyince o politikacı, arkadaşımı bir gün alır, konuşma yapacağı meydana götürür.

Politikacı, konuşmasında, bu milletin ihtiyacı olan soyut temel değerlerden bahseder. Dinleyenlerden ses çıkmaz. Sonra yapacakları yollardan, çeşmelerden, verecekleri üç beş kuruş krediden bahsedince bir alkış tufanı kopar. Konuşma bittikten sonra arkadaşım, “Sen haklıymışsın, bu bir ufuk, kültür, seviye meselesi, bu millet neye ihtiyacı olduğunu bilmiyor.” der. Yine konuşmalarında yapamayacağı şeyleri vaat eden ünlü siyasetçiye niye böyle davrandığını sorduklarında “Bu millet benden yalan söylememi istiyor.” diye cevap verir.

İhtiyaçlarını doğru tespit edememiş, ufuk kazanamamış, günlük düşünmekten kendini kurtaramamış bir toplum olduğumuz inkâr edilemez. Bunun yanında, toplumun bu zafiyetini tespit eden politikacıların bunu istismar ettikleri gerçeği de göz ardı edilemez. Yöneticiler, toplumdan farklı değildir, her toplum layık olduğu gibi yönetilir. Bence politikacıların görevi zaaflardan yararlanmak değil, toplumun bilinç düzeyini yükseltmek olmalı. Milletini seven yöneticiler, sömürü niyetine dayalı kolay politikalar yerine saygın milleti öncelikleyen zor politikaları tercih eder.

Kişiyi harekete geçiren istek merkezlerinin kafa, gönül, ruh, mide vb. olduğunu biliyoruz. Bu merkezler bizim için müteharrik noktalar. Siz hangi merkezin tatminini önemsiyorsanız ayaklarınız oraya gidecek, konuşmalarınızı o belirleyecek, zihniniz onunla ilgili tezler geliştirecektir. Bir toplum ve o toplumun kanaat önderleri, varmak istedikleri hedefe göre bedenindeki merkezlere ivme kazandırır.

Toplum dediğimiz kitlelerin düşünme, üretme ve uygulama yeteneği, sayı arttıkça irtifa kaybeder. Azalan sorumluluk, bir bakıma düşünme kalitesinin düşmesi sonucunu doğurur. Bu aşamada, münevver denen, düşünen insanlara büyük sorumluluk düşer. Bu, “ne istediğini bilmeyi” öğretme sorumluluğudur.

Bir gün Hz. Hızır, hem yoksul hem bekâr hem kör biriyle karşılaşır. Ona, bir dilek hakkının olduğunu, bu dileğini bekârlıktan veya yoksulluktan kurtulmak ya da gözlerinin tekrar görmesi için kullanabileceğini söyler. Adam, “Oğlumu, çil çil altınları sayarken görmek istiyorum.” der. Böylece bir taleple üç ihtiyacını da gidermiş olacaktır. Adama bu talebi yaptıran, ya ihtiyaçlarındaki şiddet derecesi ya da birilerinin öğretmiş olmasıdır.

“Aydın” sıfatı kazanan herkesin, yetiştiği topluma vefa borcu vardır. Aydın, toplumun düzeyine inmemeli, toplumu kendi düzeyine çıkarmalıdır. Çileli, sabır gerektiren, zorlu süreçtir bu. Anlaşılmamak, yanlış anlaşılmak tehlikesi var bu yolda. Belki, toplum dışlayacak kendi içinden çıkardığı “aydın” kimlikli insanları. Buna rağmen, aydınlar, “halka hizmet, Hakk’a hizmet” inancıyla hizmete devam etmelidir.

Çıplak ayakla gezdiği için ayakları nasırlaşan Afrikalılara terlik ihtiyaçları olduğunu kabullendirmek, bir reklâmcının değil, bir “aydın”ın olmalıydı. Reklâmcı, bu ihtiyacın rantını yiyecek, aydın ise vefa borcunu ödeyecektir. Bu aşamada, halkın görevi ise kendisine hizmet edenin peşini bırakmamak, ona sahiplenmek olmalıdır.

Türk toplumu olarak, ihtiyaçlarımızı doğru tespit ettiğimiz, o hedefe doğru ilerlediğimiz söylenemez. Günübirlik yaşayan bir milletiz. Yarınlara yaptığımız yatırımlar ise, insanlık onurunu yüceltici, sorunları temelden çözücü nitelikte görünmüyor. Temel hakları verilmeyen, yarınlarına güven duymayan, temsilcilerinden emin olmayan bir toplum, birey bazında ne kadar mutlu, kişi olarak ne kadar onurlu, dünyada ne kadar saygın olur? Bunu da siz düşünün!

Ne istediğimizi bilmek, şeref sahibi olmak, sanatımızı geliştirmek, temel haklardan ödün vermemek zorundayız. Yarının sahibi genç öncülerin böyle modellere ihtiyacı var. Ancak halk için bir şeyler yapanlar, Hakk’a yakın olabilir. Hakk’ın istediği de halkla beraber hak yolunda olmak değil mi? Ne istediğimizi bilelim, halka öğretelim.

Hiç yorum yok: