29 Haziran 2008 Pazar

Duygu Sağırlığı

-Üstadım, ben de, fıkralara Temel gibi, konu olmak üzereydim.

-Anlat bakayım Kertenkele! Konu nedir, Temel’le ne alakan var senin?

-Üstadım, bir gün, Temel’e tanımadığı biri “Ne kadar espritüelsiniz.” demiş.

-Sonra?

-Temel, her ihtimale karşı, onu vurmuş.

-Bu fıkranın seninle ilgisi ne?

-Doktor, bana sen “aleksitimiksin” dedi. Az kalsın, onu vuracaktım. Bana küfretti sandım. Üstadım, bana doktor niçin öyle dedi?

-Kertenkele, “aleksitimi “, yeni bir terim. Duygu sağırlığı, duygu körlüğü gibi sözlerle karşılanıyor Türkçemizde. Psikiyatrist Kemal Sayar, bu kişilerin, duygularını tanımakta, tanımlamakta, anlatmakta zorluk yaşadığını söylüyor. Bazı duygulara kapalı olmak, bazı duyguları yaşayamamak veya yaşanan duyguları aktaramamak, hep aleksitimi olarak ifadelendiriliyor. Gördüğüm kadarıyla sende duygularını dillendirme yoksunluğu yok; sadece yoğunluktan kaynaklanan bir duygu sağırlığı var. Saplandığın duyguların, başka duyguları yaşamanı engelliyor. Buna ne denir, bilmiyorum; ama fanatiklerde görülen bir ruh hali seninki. Gömüldüğün duygularında o denli yoğunlaşıyorsun ki güneşin, yoğunlaştıkça yıldızları karartmasına benziyor bu halin.

-Üstadım, beni ne kadar güzel tanımışsınız ve tanımlıyorsunuz! Ben ancak bu kadar anlatılabilirim. Size göre ben aleksitimi ve tedaviye muhtaç değilim, değil mi?

-Tedaviye muhtaçlığımız, ruhumuzun ve bedenimizin, yaşamamız için belirlenen standartların altında ya da üstünde olmasıyla belirlenir. Bizde ve çevremizde rahatsızlık uyandıran her belirti, tedaviye muhtaçlığımızın işaretidir. Sözgelimi, bir ağrıdan bedeninin herhangi bir uzvu rahatsız oluyorsa siz bedensel olarak tedaviye muhtaçsınız. Davranışlarınızdan, tutkularınızdan, öfkenizden ya da sevginizden siz ya da başkaları rahatsızsanız tedaviye muhtaçsınız. Takıntıların var mı, öfkelendiğinde zapt edilmez biri mi oluyorsun, sevgin kısa sürede nefrete dönüşüyor mu, başkalarının önemsedikleri sana önemsiz, başkalarının önemsemedikleri sana önemli mi geliyor; bunların tamamının ya da birinin olması, size tedaviyi gerekli kılabilir. Biz, her durumda orta yol denen ölçüyü terk etmemeliyiz.

-Üstadım, Temel, Almanya’da, otoyolda ters yola girmiş. Bunu gören polis, bir taraftan Temel’i kovalıyor, bir yandan da diğer sürücülere, “Dikkat, dikkat; bir araç otoyolda ters istikamette hızla ilerliyor!” diye anons ediyormuş. Anonsu duyan Temel de “Ne bir araç, bu memlekette bütün araçlar ters gidiyor.” diye söyleniyormuş. Bunun gibi, bu memlekette nedense bazıları, benim güldüklerime hiç gülmüyor, anlamsız bulduğum şeyler için yeri göğü inletiyor. Bende mi yoksa bu insanlarda mı bir tedaviye muhtaç hal var?

-Kertenkele, önce şunu bilmeliyiz: Duygular yok edilmez, sadece yön değiştirir. Duyguların şiddetini ve yönünü kişinin yaşı, beklentileri, çevresi, dünya görüşü belirler. Çocukluğumuzda duygularımızı harekete geçiren bir durum, ileri yaşlarda bize anlamsız gelebilir. Beden gibi, duygular da eğitilebilir. Frekansı iyi ayarlanamayan duygular kişiye ve çevreye zarar verebilir. Bize değer katan duyguların yüksekliği de bizi harekete geçiren değerle orantılıdır. Herkes, kendi kitabına göre konuşur, düşünür. Kişi olarak, yönlendirdiğimiz duygulardan da sorumluyuz. Sevgimiz, öfkemiz, merhametimiz, küskünlüğümüz, kinimiz, gururumuz, hüznümüz, kederimiz ne için, neye karşı oldu? Duygularını doğru nedenlere yönlendirmişsen senin korkmana, kendinden şüphelenmene gerek yok. Duygularının sonunda ortaya çıkan eserin niteliği, duygularının doğruluğunun ya da yanlışlığının aynasıdır. Duygu pusulasını doğru kullanan kişi, herkesin “Eyvah!” dediği o günde yaptıklarından pişmanlık duymaz. Bazen, “Bilmiyorum, görmedim.” demek nasıl erdemse bazı duygulara sağır olmak da erdemdir. Bu sağırlık, kişiyi ayrıcalıklı kılar.

-Üstadım, o kadar veciz cümleler söylediniz ki, bunların hangisi sorumun cevabı oldu, anlayamadım.

-Demek ki sende anlama sağırlığı var. Kulağını dört aç. Zihnin uyanık, duyguların istikamet üzere olsun.

Devamını Oku...

Ensemizde Neler Oluyor

Bir taraftan kadim dostumuz(!) ABD, 1 Mart tezkeresinden dolayı, şimdiye dek gizlediği kinini, artık aleni olarak kusmaya başladı ve her fırsatta intikam imasını dillendirmekte...

Uzun yıllardan beri bizden istediği her şeyi kolayca elde eden ABD, bu tezkerenin reddi ile belki de ilk defa istediğini alamamıştı.

Kinini gizleme gereğinden de, bu alışık olmadığı ret cevabından dolayı vazgeçti.

Son olarak ABD’nin Ortadoğu politikasını şekillendiren Mark Kirk, "ABD eskiden Türkiye’nin AB üyeliği için Almanya ile çarpışmaya bile hazırdı. Ama bizim size ihtiyacımız olduğu zaman siz ortada yoktunuz! 1 Mart tezkeresinden sonra Türkiye’nin önemi yüzde 90 azaldı diyebilirim. ABD artık Türkiye’den hiçbir şeye karışmamasını bekliyor." diyor.

Yani 100 yılda bir defa, istemeye istemeye (!) sırtımızdan indirdik, sırtımızda taşıdığımız asır bir kalemde yok oldu.

İşte böyle nankör dostlarımız (!) var bizim.

Öyle ya Irak, artık istedikleri gibi kullanabilecekleri kocaman bir alan, İncirlik’e ne gerek var?

Ayrıca hala kullanabilecekleri birkaç devletçik de ellerinin altında.

Mark Kirk denen zat, bu ülkeciklerden Ürdün ve Kuveyt’i kastederek “İkisi de çok iyiler ve bize büyük destek veriyorlar.” diyor. Bu söz de, bizim adımıza aba altındaki sopa…

Bu kapsamda Ermeni soykırım saçmalığını da, bir tehdit unsuru olarak hep gündemde tuttuğunu da unutmamak gerekir.

Diğer taraftan Fransa dışişleri bakanı Erbil’e gelip (illegal) bir elçilik kurduğunu açıkladı. Ki şüphesiz bunu diğer birçok AB ülkesi takip edecektir. (Kurulacak bir Kürt devletinin 48 ülke tarafından tanıyacağına dair haberler dünya basınında 2 yıl önce yayınlanmıştı.)

Ardından yine Fransa öncülüğünde AB ordusu kurma kararı konuşuluyor.

Hem de Türkiye dışlanarak yapılıyor bu organizasyon.

Bu ordunun kontrolü de, yıldızımızın en barışıksız olduğu Fransa, Almanya ve Polonya ya veriliyor…

Ve son kahpelik. Tam bir komedi;

Türkiye'nin sınır ötesi harekâtına Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde dava açıldı.
Hem de Özgürlük getirme bahanesiyle Irak’ı kana bulayan iki ülkeden biri olan İngiltere’nin densiz bir Avukatı tarafından.

1,5 milyon Irak’lıyı katleden, 800 bini aşkın Iraklı kadına-kıza tecavüz eden çapulcuları görmezden gelen, Avukat mıdır soytarımıdır bilinmez ama birçok Avrupa ülkesinden destek alacağı kesin.

Şanlı bir Osmanlı tarihi bütün ihtişamı ile sayfaları süsledikçe ve biz bu tarihe layık olmayıp, küçük siyasi hesaplar peşinde koştukça bu baskılar devam edecektir.

Bazıları Domatesimizi gümrükten geri gönderecek, bazıları gözümüzün üstündeki kaş’ı fark edecekler.

Eşsiz coğrafi yapımıza salyalar akıtanların baskılarından kurtulmanın yolu;

Gerçek bir eğitim sistemi, iç barış, kendimize saygı, teknolojide bağımsızlık ve başta Bor olmak üzere yer altı potansiyellerimizi harekete geçirerek enerji de güç sahibi olmaktır.

Tabi kendimize ait bir Anayasanın da biran evvel yapılması da şart.

Çünkü dünyanın bir sürü ülkesinden çalıp çırptığımız maddelerle oluşturduğumuz Anayasa bize yar olmadı, cübbeyi demokrasinin üstüne çıkardı, iç barışı sağlamaya yetmedi…

Ve tabii 411’in 9’dan büyük olduğunu kabullenecek vicdanlar…

Ensemizde kirli oyunların oynandığı şu dönemde Cenab-ı Hak, vicdanlarımızı Pentagondan daha uzak eylemesin…

Devamını Oku...

27 Haziran 2008 Cuma

Küresel İstilânın Yeni Ortakları

Son Avrupa Futbol Şampiyonası sporun değişik boyutlarını ortaya çıkarıverdi. Sportif temasın sosyal boyutlarının ne kadar geniş olduğu anlaşıldı. Özellikle Avrupa’da Türk vatandaşlarının kimlik kaybının önlenmesinde, yabancılara karşı yönelen ırkçı saldırılara, İslam ve Türk düşmanlığına karşı adeta milli takımımızın yaptığı maçlar bir panzehir oldu. Bazıları Türkiyelilikten Türk olmaya yöneldiler. İnşallah bu mevsimlik değildir. Toplumumuz geçici de olsa kendine geliverdi. Bu gelişmelerden, kimlik kaybını önlemediği için ve yükselen milliyetçiliğe sebep olduğundan dolayı bazı sivri akıllılar, dışarının işbirlikçileri hoşlanmayabilirler.

Türk Milli Takımının başarısı; azmin, inancın, başarı yolunda şartlandırmanın ve Batıya duyulan tepkinin bir sonucudur. Bunu sadece şansla açıklayamayız. Gerek Fatih Terim; gerek futbolcularımız neyi niçin başarmanın gerektiğini fark etmişlerdi. Özellikle aşağılayıcı ve gurur kırıcı örneklerle dolu hayali AB üyeliği sürecinde olup-bitenler kollektif hafızadan çıkacak gibi değildir.

Özellikle İsviçre’nin, dinlerarası kin ve nefret tohumları eken Vatikan himayesindeki Hırvatistan’ın devre dışı bırakılması çok anlamlıdır. Bazıları spor ve siyaset ayrıdır derse de; bir çok ülke bunun tersini yapmaktadır. Barselona Olimpiyatlarında olimpiyat ruhunu zedeleyen haçlı tişörtlerinin bedava dağıtılması ve yoğun Hıristiyanlık propagandası unutulmamıştır. “Yarı finallerde Türkiye’nin önü kesilmeli” diye yazan Avrupa gazeteleri her halde sadece saç rengimizden hareket etmemektedirler. Bizi final oynamaya layık görmeme, insanları ötekileştirme ve yükselen ırkçılık maalesef spora da yansımaktadır. Biz yok farz etsek de… Bazıları bizi Avrupalı görmediği için bu Şampiyonada da bulunmamızı yadırgamaktadır.

* * *

Geçen hafta yakın tarihimizin bazı sayfalarını aralamaya çalışmıştık. 27 Mayıs 1961 sonrası Anayasanın sağladığı hürriyet ortamında bu hürriyetlerin nasıl istismar edildiğini, Cumhuriyete ve milli devlete sosyalist bir rejim ile nasıl makas değiştirttirilmek istendiği ortay konmuştu. Tabi bu arada asıl amacın, Atatürkçülük örtüsü altında nasıl gizlendiğinin ortaya koymuş ve bazı kaynaklar vermiştik. Aslında bu konuda çok belge ve kaynak var. Bugün hayali bir AB üyeliği uğruna tavizler vermeyi dışa açılma ve demokratikleşme zanneden güruh; o tarihlerde Türkiye’yi Suriye yapmaya uğraşıyorlardı. Türkiye gerçeklerinden uzak, halka rağmen halkçılık tutkusu peşinde olan, yanlış yönlendirilen bazı gençler de devrime kır veya şehir gerillası yoluyla ulaşacaklarını zannediyorlardı. Bu gençlere yapılan en büyük hakaret; devrim yapacaklarını zanneden ağabeylerden gelmekteydi. Atatürk’ü milli devlet kurduğu için suçlayan, O’nu Sovyet modeli bir halk Cumhuriyeti kurmadı diye “burjuva Kemal” olarak suçlayan zihniyet, bugün kendine nasıl olur da ulusalcı diyebilir. Aslında ulusalcılar da kendilerini bunlardan ayırmalıdır. Milli devletten, Atatürk’ten ve Cumhuriyetten yana olmayanlar bugün ulusalcı diye takdim edilemez. Bunlar efsaneleştirilerek gençlere örnek gösterilemez. Eğer gösteriliyor ve bir sevgili hatırlatılmak istenerek diziler çevriliyor ise; bunların Atatürkçülük ile ve ulusalcılık ile hiçbir ilişkisi yoktur. Bunları gördükçe çocukluk yıllarımda Eminönü Meydanı’nda yılan gösterip kaliteli diye kalitesiz jiletleri satanları hatırlıyorum.

68 Kuşağı içinde sol veya aşırı sol kesimde yer alan insanların hepsini kötü niyetli tabiî ki göremeyiz ama; kullanılanlar kullanılmayanlardan daha fazla ise; 68 kuşağını da aklayamayız. O dönemde TİP’in (Türkiye İşçi Partisi) maksatlı ve yönlendirici çabalarına neden âlet olunmuştur? Macaristan’da ve Çekoslovakya’daki milli uyanışların Rus askeri müdahaleleri ile bastırılmasına karşı çıkan, “yerli ve güler yüzlü Sosyalizm” hayallerine kapılan Mehmet Ali Aybar neden partiden uzaklaştırılmıştır? O’nun yerine getirilen Behice Boran Atatürkçü ve Sovyet modelini dışlayan bir ulusalcı mıydı?

Hafıza kaybına ve saptırmalara dayanarak gerçekler gizlenemez. Genç nesillere yanlış örnekler verilemez. Hele bugün klasik ideolojilerin kan kaybedip çöktüğü; milliyetçi-küreselci ve teslimiyetçi ayırımının netleştiği bir ortamda daha dikkatli olalım. İnsanlarımızı dünün yanlışlarına tekrar yönelterek küreselleşmenin milli devletleri yok edici, siyasi ve iktisadi niyetlerini gizlemesine ortak olmayalım. Onlara arzuladıkları yeni alanlar açmayalım.

Devamını Oku...

Araftakiler

Toplumumuzda dikkat edilirse sosyal bir değişim söz konusudur. Milletimiz içerisinde var olan toplumsal kesimlerde hızlı bir revizyon gerçekleşmektedir. Buna göre; nasıl ki 2002 seçimlerinde hükümet ve muhalefet olarak iki parti seçilmişse bugüne baktığımızda toplumda laik ve anti-laik olarak iki kutuplu bir kesimin oluşturulmak istendiği görülmektedir.

Kanaatimce bu şekilde iki zıtlığa dayalı beyaz ve siyahtan oluşturulmak istenen bir toplumun geleceği pek parlak olmayacaktır. Çünkü toplumların içerisindeki gerginliği hafifleten, toplumda meydana gelebilecek çözülmeyi engelleyen yapıştırıcı unsur grilerdir.

Günümüzde söz hakkı verilmese de yaratılmak istenen iki kutuplu toplum modeline uymayan, bir nevi arafta kalmış bir kesim içimizde mevcuttur. “Bu kesim kimlerdir” diye sorulacak olursa; benim de içinde olduğum, dini hassasiyetlerinden dolayı başörtülü olup da Cumhuriyet’i kuranlarla ve Cumhuriyet’in temel ilkeleriyle herhangi bir sorunu olmayan, devletin bölünmez bütünlüğünü ve Türk kimliğini savunan bunun yanında üniversiteye başörtülü devam etmek isteyen bir kesim mevcuttur.

Değerli okuyucular, bizler toplumda var edilmek istenen her iki gruptan da rağbet görmeyen bir kesimiz. Çünkü Cumhuriyet’e sahip çıktığımız için bir kesimin, başörtülü olduğumuz için diğer kesimin tepkisini çekmekteyiz.

Önemli bir noktayı belirtmeden geçmek istemiyorum: Bu kesim dışarıdan yönlendirme olmadan toplumun geçmişten günümüze yaşadığı toplumsal olayların neticesinde Türk toplumunun kendi içerisinde harmanlayarak oluşturduğu bir kesimdir. Nitekim toplumumuzda ortaya çıkan ideolojilerin dış kaynaklı olduğu tarihe bakıldığında görülecektir.

Ne var ki uzun süredir toplumumuza bir ideal olarak benimsetilmek istenen, daha çok dünyadaki oyun kurucuların bize uygun gördükleri Modernleşme ile daha sonra Yeşil Kuşak projesinin Türk yorumu olarak değerlendirebileceğimiz bu kesim sosyolog Nilüfer Göle’nin tabiriyle “modern mahrem”i oluşturan bir kesimdir. Türk toplumunun bu iki ideali kendine göre yorumlaması dünyadaki oyun kurucularının da hoşlanmadığı bu kesimi meydana getirmiştir.

Arafta kalan bu gruba toplumdaki her iki gruptan çeşitli baskılar uygulanmaktadır. Bir grup dış güçlerin Türk milletine çizdiği en son proje olan Büyük Ortadoğu projesinin fikri temeli olan “ılımlı İslam” projesiyle “kimliksizleştirme” baskısını, diğer grup da ancak kendilerine göre modern olan bir şekille toplumda aktif olabilme baskısı uygulamaktadır.

Tüm bu baskılara karşı unutulmamalıdır ki toplumun kendi içinden çıkan her şey uzun süre varlığını sürdürür. Tepeden baskı ile oluşturulmak istenen herhangi bir şey ise toplumda kökleri olmadığı için uzun süre varlığını sürdüremez.

Toplumda var olan bu baskıların direk muhatapları ve şu günlerde son derece popüler bir benzetme olan bir tarafı “imam” bir tarafı da “öğretmen” olarak nitelersek biz arafta kalan bayanlar olarak sosyolog Nilüfer Göle’nin son derece çarpıcı olan yorumuyla “imamın öğretmen olmak isteyen kızlarıyız.”

İyi Haftalar !

Devamını Oku...

26 Haziran 2008 Perşembe

Futbola Hakettiği Önemi Vermek

Euro 2008’de son olarak Hırvatistan’ı da yenerek yarı finale kalma başarısını gösteren Milli Takımımız, Avrupa’nın en iyi 4 takımı arasına girdi. Bu başarı sadece Türkiye’de değil, Türk veya Türk dostunun olduğu her yerde büyük sevinçlerle kutlandı.

Kutlamalardaki aşırılıkları ve başarının medyada veriliş şeklindeki mübalağalı manşetleri görünce aklıma Almanya’nın eski cumhurbaşkanlarından Theodor Heuss geliyor: İki dünya savaşında da yenilen gururu kırılmış Almanların milli futbol takımı, 1954 yılında dünya şampiyonu olmuştu.

Zafer sarhoşluğuyla Almanya müthiş heyecanlı kutlamalara hazırlanırken, Heuss’un şu cümlesi gazetelerde yer almıştı: “Bunu fazla abartmayın; Alman milletinin istikbali on bir evladının pabucunun ucunda değildir.” Lider özellikleri taşıyan bu devlet adamının tavrı, Alman milletinin yeniden dünyanın en büyük ekonomilerinden birini yaratan gücünün, psikolojik temelini korumasını sağlamıştır.

Bu anekdottan sonra bu tür başarılara susamış Türkler olarak sevincimizi kursağımızda bırakıp, Milli Takımımızın başarısıyla hiç mi övünmeyelim?

Her galibiyetimizden sonra ortak bir milli sevincin yaşandığını, ülkemizin her bölgesinden ve her sosyal kesimden vatandaşlarımızın ortak bir milli heyecanı yaşadığını görüyoruz. Siyasi görüş farkı, sosyal statü farkı, din ve mezhep farkı ortadan kalkıyor, aynı heyecanla, gönülden edilen duaların gerçekleşmesinin verdiği müthiş bir sevinç dalgası herkesi sarıyor. Bu yönüyle futbolda sağlanan başarılı sonuçlar, ortak duygularla coşmaya ve bir millet olmanın güzelliğini yaşamaya sebep oluyorsa elbette bu fırsatı tepmek elbette doğru olmaz.

Yarı finalde Almanya’yı yenersek, milyonlarca Türk’ün Almanya’da işçi olarak çalışması gerçeği değişmeyecek. Orada yaşanan Türk düşmanlığı kalkmayacak. Gurbetçilerimizin içinde özellikle üçüncü nesilden itibaren yoğunlaşan asimile olmuş, köklerinden koparılmış insanlarımızın sayısında azalma olmayacak. Türkler arasında Mercedes, BMW, Opel ve VW araba sahibi olmak itibar kazanma sebebi olmaya devam edecek. Türk markalarının, Alman markaları karşısındaki gücünde bir iyileşme olmayacak.

Ancak Avrupa’nın en iyi takımlarından birine sahip olmanın müthiş bir tanıtım ve propaganda gücü sağladığı inkâr edilemez bir gerçek. Her bir maç, canlı yayında 150 milyon kişi tarafından izleniyor, milyarı aşan insan bu maçları basından takip ediyor ve takımların performansı, ülkeleri hakkında da bir kanaat edinilmesine yol açıyor. Hiçbir reklam kampanyasının bu kadar verimli bir tanıtım imkânı vermesi mümkün değil. Futbolcularımıza, ülkemize bu açıdan da çok ciddi katkı sağladıkları için teşekkür borçluyuz.

“Futbol sadece futboldan ibaret değildir” diye bir söz var. Çağımızda devasa bir ekonomik sektör haline gelen futbol, inanılmaz paraların konuşulduğu organizasyonlar demek. Tabii ki futbolda başarılı olmuş teknik direktör ve futbolcuların her sözü ve tavrı kamuoyunda tartışılan şöhretler haline gelmesi ve kendi sınıflarında hayal dahi edemeyecekleri astronomik paralar kazanmaları, gençlerin gözünde “örnek insan modeli” haline gelmelerine yol açıyor. Yeni nesilden bir kısmı Fatih Terim’i, Fatih Sultan Mehmet’ten daha başarılı buluyor ve rol model olarak seçebiliyor.

Kavramları, değerleri ve başarıları yerli yerine oturtmak lazım. Bunun gerçekleşmesi sorumlu devlet adamları ile kanaat önderlerine bağlı.

Oysaki Turgut Özal’la birlikte başlayan bir gelenek haline geldi: Bizim yöneticilerimiz böyle başarıları millete yedirilmesi zor lokmaları yutturmak, mesela önemli zamları açıklamak için fırsat günleri olarak kullanmayı tercih etmekte. Nitekim elektrik fiyatlarında 1 Temmuzda %22 lik dehşetli zamla başlayan otomatik fiyatlandırma haberi bu hengâmede açıklandı. Sevinçli bir gününüzde olmanızın, böylesine istismar edilmesi sizleri rahatsız etmiyor mu?

Kutlamalarda aşırıya kaçan silahlı sevinç gösterileri, kavgalar ve ölenler, yaralananlar… Hiçbir başarı bunlara gerekçe olamaz, olmamalı.

Futbol beşeri zaaflarımızın da açığa çıkmasını sağlayan bir araç. Nice beyefendi insanın futbol maçlarında hakemlere ve futbolculara ettiği lafların terbiye dozu utandırıcı boyutta olabiliyor. Futbolun aynasında görülen “canavar” ve “terbiyesiz” kimliklerimizi kontrol altında tutmak, iyi ve sosyal bir insan olmanın icabı olsa gerektir.

Futbol elbette önemli. Ancak ona hak ettiğinden fazla önem vermek kişi ve millet olarak gelişmemizi ve olgunlaşmamızı engelleyen bir unsur oluyor.

Devamını Oku...

25 Haziran 2008 Çarşamba

Gaflet mi İhanet mi?!

İnsanlar emek vermeden elde ettikleri nimetlerin kıymetini bilmekte her zaman zorlanmışlardır. Çoğu zaman da başarılı olamazlar. Çünkü bir şeyi elde etmek uğruna çekilen eziyetin ve sıkıntının, kaybedilenlerin acısını, nimetin ne pahasına kazanıldığını düşünmeden ondan istifade etmektedirler.

Onlara bu nimeti miras bırakanların tecrübeleri de bir zaman sonra “masal” hükmünde değerlendirilir.

Türkiye’mizin bugünkü hali de bu tabloya benziyor. Varlık mücadelesi verilerek elde edilmiş bütünlüğümüz, bu bütünlüğü sağlayan değerlerimiz ve değerlerimizin dayandığı kültür mirasımız bizzat bizler tarafından tehlike altına sokulmaktadır. Üstelik bize hiçbir faydası olmayan tartışma ve çatışmalarla bu tehlike iyice büyümektedir.

Bu tehlike, geçmişte nice canlara mal olan bütünlüğümüzü tehdit eden, ismi farklı ama mahiyeti aynı olan bir toplumsal kutuplaşmanın da ifadesidir.

Bunca yaşanana rağmen insanlar hiç mi ders almazlar?!

Yoksa başka bir “ders” mi alınmaktadır?

Kamran İnan’ın bir televizyon programında yapmış olduğu tespit bugünlerde sık sık aklıma geliyor: Kendi tecrübelerine binaen İnan Türkiye’nin dünyadaki ülkeler içerisinde kendi hainini kendi eliyle bu kadar çok oranda yetiştiren tek ülke olduğunu ifade etmişti.

Söz konusu tehlikelerin oluşumuna zemin hazırlayanların veya en azından katkıda bulunanların bazılarını düşününce insanda bu tespitin haklı olabileceğine dair dehşete düşüren bir kanaat doğuyor. Çünkü bu tehlikelerin büyümesinde, ülkemize faydalı olması beklenen, ülkenin büyük umutlarla yetiştirdiği insanların katkısı insanı şaşırtacak ve hatta ürkütecek orandadır.

Dolayısıyla insan şu soruyu sormadan edemiyor: Biz bunca yıldır nasıl yetiştiriyoruz da “nitelikli” bazı insanlarımız niteliklerini memleketin hayrına kullanmakta zorlanıyor?

Bu demektir ki “milli eğitim” politikamızı “hep birlikte” oturup düşünmeye geç bile kaldık!

Bu politikayı doğru bir içerikle işler hale getirmek ve bu işlerliği de “keyfilikten” arındırmak ciddi bir gereklilik halinde önümüzde durmaktadır. Bugünün en önemli problemi budur. Yoksa özü halletmeden şekille uğraşmak boşa kürek sallamaktan başka bir şey değildir.

Aksi halde Atatürk’ün ifade ettiği üzere “gaflet ve hatta hıyanet” içinde bulunanlardan daha çok çekmeye devam edeceğiz…

Işığı Geleceğe Yaymak

Uzun zamandan beri yazmıyordum. Nasıl olsa plaketimi de almıştım. Yunus Beyin de teşvikiyle tekrar yazmaya karar verdim. Yazmadığım süre zarfında Yunus Beyle birlikte 1985 den günümüze Kocaeli Aydınlar Ocağı’nın tüm faaliyetlerini internet ortamına taşıdık.

Böyle düşünürken geçen gün okuduğum bir hikaye aklıma geldi. Küçük kasabanın birinde genç bir adam kendi işini kurdu. Perakendecilikle uğraşıyordu. Çevresinde sevilen biriydi. Adam, bir yıl içinde küçük bir kasabadan ülkenin bir ucundan diğerine uzanan bir zincir oluşturdu.

Bir gün aniden rahatsızlandı ve hastaneye kaldırıldı. Doktorları ömründen az bir zamanın kaldığından endişe ediyordu. Yetişkin üç evladını yanına çağırdı ve onlara bir görev verdi. İçinizden birini, yıllarca büyük emeklerle kurduğum şirketimin başına geçireceğim. Hanginizin bunu hak ettiğine karar vermek için sizlere 100 YTL para vereceğim. Bu 100 YTL ile ne alabiliyorsanız alacaksınız. Fakat akşama geldiğinizde paranızla aldığınız şey hastane odamı bir uçtan bir uça doldurmalı.

Çocuklar bu başarılı şirketin yönetimini ele geçirme fırsatı karşısında heyecana kapıldılar. Üçü de kasabada paralarını harcayıp akşama hastaneye geri döndüler. Babaları 100 YTL ile ne yaptıklarını sırayla çocuklarına sordu?

Büyük oğlu, arkadaşımın çiftliğine gittim. 100 YTL yi verdim ve 4 balya saman aldım dedi. Sonra odadan dışarı çıktı, saman balyalarını getirdi ve havada savurmaya başladı. Oda bir anda samanlarla doldu. Ama bir süre sonra samanların tamamı yere indi ve babanın dediği gibi odayı bir uçtan bir uça dolduramadı.

Ortanca oğlu, yorgancıya gittim. 4 yastık aldım dedi. Aldığı yastıkları odada silkeleyerek tüyleri dağıttı. Zaman içinde bütün tüyler yere düştü. Ancak babanın isteği yine gerçekleşmedi.

Küçük oğlu ise, 100 YTL yi bozdurdum. 50 YTL yi bir hayır kurumuna, 30 YTL yi hastane inşaatına verdim. Kalan paramla da kibrit ve mum aldı dedi. Işığı kapatıp mumu yakınca, oda mumun yaydığı ışıkla dolmuştu. Oda, samanla ve tüyle değil ama mumun yaydığı ışıkla bir uçtan bir uça aydınlanmıştı.

Baba, bu durumdan memnundu. Küçük oğlunu şirketinin başına geçirdi ve oğluna, hayat hakkında çok önemli bir şeyi, ışığını yaymasını biliyorsun dedi.

İşte hikayemizdeki gibi Kocaeli Aydınlar Ocağı’nın kuruluşundan bugüne kadar tüm faaliyetlerini günümüze taşıyan ve örnek bir çalışma yapan büyüklerimize sonsuz teşekkür ediyorum. Bu çalışmalar bundan sonraki faaliyetler için bir yol gösterici olacak ve ışığımızın her tarafı aydınlatmasına vesile olacaktır.

Allah kendilerinden razı olsun…

Devamını Oku...

Devrimleri Tamamlamak

Yakın tarihimizle ilgili hafıza kayıpları oldukça dikkat çekiyor. Dün yaşananları bugün unutmak son derece tehlikeli bir yoldur. 1960 Sonrası başlayan güdümlü öğrenci hareketleri 1960’ların ortalarından sonra daha da hızlanmış ve yönünü açık bir şekilde ortaya koymuştur.

27 Mayıs 1960 devrimini tamamlamak ana gaye olmuştur. Burada kastedilen 27 Mayıs’taki çizginin değiştirilmesidir. Aslında bu çizgi rahmetli Alpaslan Türkeş’in de içinde bulunduğu 14’lerin yurtdışına sürülmeleri ile değiştirilmiştir.

27 Mayıs İhtilaline böylece CHP ve rahmetli İnönü hakim olmuştu. Bunu da yeterli görmeyen aşırı sol ideolojiye mensup çevreler; 27 Mayıs’ı tamamlamak peşine düşmüştür. 12 Mart 1971 askeri müdahalesinden önce aşırı sol Türkiye’de sosyalist bir düzen kurabilmenin yollarını aramıştır. Atatürkçülük istismar edilmiş; Atatürk’ün Lenin’e benzetilen resimleri ortada dolaştırılmıştır. Bu dönemlerde İstanbul Üniversitesi Merkez Bina bir laboratuar gibiydi. Mustafa Kemal’i Sovyet modeli bir halk cumhuriyeti kurmadığı için dışlayanlar, O’na “burjuva Kemal” sıfatını layık görenler, kendi dışlarındaki herkesi faşist olarak suçluyorlardı. Faşizmi tanımayan, bilmeyen birçok kimse onlara göre faşistti.

Ankara’da Amerikan askerlerinin kaçırılması, banka soygunları, İsrail Konsolosuna suikast, Dolmabahçe’de ABD askerlerini denize dökme ve çeşitli kaçırma eylemleri, halkı sosyalist devrim için bilinçlendirme çabaları, Filistin’de El-Fetih’de silahlı eğitim görmüş militanlarca yapılıyordu. Bu militanlardan üçü 12 Mart sonrası idam edilmiştir. Bu idam edilen gençleri kışkırtanlar, yönlendirenler ve 9 Mart’ta sosyalist müdahale yapılacağına inandıranlar bu gençlerin iplerini çekmişlerdir. Tabi onları fakülte odalarında veya evlerinde saklayıp koruyan, kollayan bazı imtiyazlı elitler de buna dahildir. Bu eylemler anayasal düzene karşı silahlı başkaldırma ile rejimi değiştirme amacı taşımaktadırlar. Bunları basitleştirerek bazı gençlerin demokratik taleplerini ortaya koymaları şeklinde hafife almak konuyu saptırmaktır. Yapılan yasa dışı kanlı eylemler, dağa çıkma ve askerle çatışma, fikir ve düşünce hürriyeti için yapılmamıştır. Bunlar halkı tanımıyorlardı; ama halktan geldiklerini ve halk için bazı şeyler yaptıklarını zannediyorlardı. Bu kimselerin beyinlerine romantik bir halkçılık sokulmuştu. Bu yanlış onları gerilla savaşına yöneltti. Malatya’nın Nurhak Dağlarında öldürülenlerin katilleri onları oraya çıkaranlardı. 1970’lerin aşırı soluna göre; Türk askeri Kıbrıs’tan çekilmeliydi. Halklara özgürlük, askersizleştirilmiş ve üslerden arındırılmış bir Kıbrıs ile mümkün olabilirdi. Bu çizgide mücadele eden aşırı sol çevrelerin Atatürkçülük ile ve hele bugünkü anlamda ulusalcılıkla hiçbir ilgileri yoktur. Bunlar zaman zaman Türk bayrağını taşımak konusunda bile ihtilafa düştüler. Milliliği, milliyetçiliği reddeden beynelmilelci bir ideolojinin paralı askeri gibi kullanılan 68 kuşağı acaba iyi kullanıldığı için mi iftihar etmelidir? Bunları kullanan bazı devrimci ağabeyler bugün liboş oldu, dünü unuttu. Bazıları yurtdışına kaçtı, bazıları da sosyalist devrim yolunda kullandıkları çocukları güzelce ispiyonladı. Bazıları ise olup biteni fark ederek insanlık tarihinin milli menfaat çatışmaları olduğunu kavrayıp, Türkiye’ye yönelmiş ihanetlere karşı saf tuttular. Türkiye için asıl tehlikenin emperyalizme alan açan, bizi içeride çatıştıran sınıf çatışması tezi olduğunu anladılar. Zaten Cumhuriyeti kuranlar da böyle bir anlayıştan hareket etmediler. Bundan dolayı Anadolu’daki milli harekete yardım eder gibi gözüken 13 Eylül 1919 Sivas Kongresi sırasında bizzat Hariciye Komiseri Çiçerin Türk köylüsünün komünist olmayan yöneticilere karşı isyanını istiyordu. (Giritli, İ., “Atatürk ve Halkçılık”, Atatürkçü Düşünce, Atatürk Kültür Merkezi, Ankara 1992, sh.450) Bunlar emperyalizme karşıydılar ama bu emperyalizm sadece Amerikan emperyalizmiydi. Sovyet emperyalizmi ve devrimci ağabeye laf ettirmiyorlardı. Emperyalizme tek gözle bakan bir yaklaşım dün de yanlıştı; bugün de yanlıştır.

Bir devrimci ağabeyinin yazdığı şu satırlar çok dikkat çekicidir: “Mustafa Kemal hareketi Marksist-Leninist doğrulara dayanan bir devrim amaçlamasına dayanmamıştır ki; o devrimi tamamlamak devrimci bir nitelik taşısın… Anti-emperyalist mücadelenin sahip olması zorunlu nitelikleri karşısında Atatürkçü tezleri tekrarlamak bizi gerçekten devrimci, sorunlara çözüm bulucu bir noktaya getirmeyecektir. Aksine halkın kesintisiz devrim sürecinde bir güç olarak yer almasını engelleyici, devrimci halk iktidarlarının kurulmasını önleyici, sosyalist devrime karşı çıkıcı bir nitelik taşıyacaktır. (Özek, Ç., Faşizm ve Devrimci Halk Cephesi”, İstanbul 1970, sh. 511-512)

Devamını Oku...

23 Haziran 2008 Pazartesi

Muhasebe

Gönül halkamızın dost esintileri; sevgili misafirlerimiz,

Çok kıymetli temsilcilerimiz, üyelerimiz, üye yakınlarımız,

4 yıldır gerçekleştirdiğimiz 18 Haziran Geceleri Sizlerin eseri. Yılın sonunda bir mezuniyet gecesiymiş gibi algıladığımız bu kutlama programını sizinle paylaşmak bütün yorgunluğumuzu alıyor.

Bir mıh bir nalı, bir nal bir atı, bir at bir süvariyi, bir süvari bir orduyu, bir ordu bir ülkeyi kurtarır” dedik 4 yıl önce. 1200’lerdeydik 1800’leri aştık.

Dağınıktık toplaştık. Yetkili de olduk, etkili de olduk. Sendika aracımız da var, hatıra ormanımız da var, Genel Merkezimizin himmetiyle kendi mülk binamız da var. 41 indirimli işyerimiz var. Kurslardan turnuvalara, panellerden eylemlere, sazdan söze organizasyonlara doyduk hamdolsun. Ve buralara hep sizin desteğinizle geldik. Mücadeleci bir yapımız var çok şükür ve hak arama noktasında farz-ı kifaye olan bu ortak mücadele ruh birlikteliğimizle beraber her daim sürecek.

Ne ki sendikal varlığımız idealler üzerine kuruluydu. Kurumsal başarıları bir kenara koyuyoruz. İdeallerimizin hayata yansıması noktasında bir murakabe yapalım: Türk Milletinin beka davası olan eğitim bu 4 yılda nereden nereye gelmiş? İnandığı gibi yaşayanların mı yüzdesi artmış yoksa yaşadığı gibi inananların mı? İstanbul’un Bizans’tan alınışın 555. Yıldönümünü kutladık. Ama cemiyetimiz ve içtimai duruşumuz Osmanlı’yı mı andırıyor yoksa Bizans’ı mı? Birbiriyle uğraşma, çekememezlik, dedikodu, sevgisizlik, müsamahasızlık, aşırıya gitme, çılgınlık nöbetleri bizim yeni hasletlerimiz mi oldu? Özdemir Asaf ‘Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu’ demiş; Birinciliği Türk Milletine mi verdiler?

Hedefsiz kaldık, heyecansız kaldık, ritimsiz kaldık. Avrupa Kupasında çeyrek finale çıkmak İstanbul’u fethetmekle eşdeğer hale geldi. Bize ne oldu? Elele verdik te nasıl bu hale geldik? Oysa milletler arasında tuz hükmündedir Türk Milleti.

Bir zamanlar merhamet medeniyetimiz vardı bizim. Yanıbaşımızda ortak medeniyetimizin insanları hergün 50’şer, 60’şar öldürülüyor, parçalanıyor, yakılıyor; biz Hamdi Bey’e teşekkür ediyoruz. Parayı veren Buş, ona da teşekkür ediyor muyuz?.

Düşünürler akıl tutulması diyorlar bu hale. Algı kanallarımız kapalı. Yabancı frekanslarla korsan yayın yapar bir vaziyetteyiz. Modern bir ilkelliğe doğru son hızla gidiyoruz. Ruhsal açlığımız küresel bir oburluğa ket vuruyor.

Kitle iletişim araçları solungaçlarımız oldu. Yaşam sınırımız mitoslarla belirleniyor. Telefonlarla konuşturula konuşturula susturuluyoruz. Ve ta damarlarımıza karışan bu enformatik necaset, medeniyetimizin küllerinden yeniden doğuşuna engel teşkil ediyor.

Arslan Bey’e selam olsun; ki alternatif ahlak ve açılımlar üretmeliyiz. Hem de hemen. 16–17 yıllık eğitimciyim ve bir tarihçiyim. İşler iyiye değil, kötüye gidiyorsa muhakkak ben de sorumluyum. Belki yeri değildi ama dertleşmek istedim. Zira bir sosyolojik kırılmaya doğru gidiyor gibiyiz. Yine de ‘Ay gecenin en karanlık anında doğar’ diye umutluyuz. Çünkü sizler varsınız. Siz umutsunuz.

Her şey sende düğümleniyor
Çözülmüş bir sırrın çilingirisin sen
Bahar rüzgârının anahtarı sende
Sen bir çığlık olup yürümelisin
Gökler sana ritim olsun diye gürlemeli
Terlemeli vicdanlarımız ince ince
Boz atlı Hızırlar bulvarlarda görünmeli
Cümle güleceğiz güller beton da büyüyünce
Ama sen yürüyünce

Hepinize saygılar sunuyorum.
18.06.2008 – Venüs Restoran-İZMİT

Süleyman PEKİN
Türk Eğitim Sen Kocaeli 1 Nolu Şube Başkanı
Türkiye Kamu Sen Kocaeli İl Temsilcisi

Devamını Oku...

Türban

Ülkemizde giderek tuhaf şeyler oluyor. Son zamanlarda bu tuhaf şeylerin başında da türban denilen ve insanları lüzumsuz geren bir tartışma geliyor. Ak parti hükümetinin MHP desteği ile çıkardığı yasayı Anayasa mahkemesi esastan bozdu. İster yetkisini aşarak bozmuş olsun isterse yetkisi dahilinde bozmuş olsun. Bunu tartışmak bu günkü işim değil. Onu hukukçular yapıyor. Benim bu günkü düşüncelerim daha çok bu çekişmenin ve inatlaşmanın yaşamda ne hale geldiği ile alakalı olacaktır.

Esas itibari ile kadınlarda saçın örtünmesi ile ilgili olan türban, giderek örtünme aracı olmaktan çıkmış ve başın örtüsü olan bu renkli örtü giderek bir tarafın sembolü haline gelmeye başlamıştır. Aynı zamanda güç mücadelesi malzemesi haline dönüşmüştür.

Evinin dışında kadının baş ve vücut  hatlarını koruması ile alakalı İslami kuralları tatbik edenlere söyleyecek menfi bir sözüm olamaz. Normal standartlarda vücudun bütününü içine alan örtünme hadisesi bu söyleyeceklerimin dışındadır.

Bilhassa gençlerin bir bölümü baş örtme işine sıkı sıkıya sarılırken, başlarının dışındaki yerlerinin korunması ile alakalı aynı ciddiyette bir icraatı gerekli görmemektedirler. Daracık eteklerin altında görünen vücut hatları ile, baldırlara kadar uzanan etek yırtmaçlarının İslam’ın örtünme emri ile alakası varmı dır? Tabii ki yoktur.

Her türlü kapalı ve açık mekanlarda baştaki türbanla sergilenen İslami disiplin dışı tavırlar bu türban işinin cıvımaya başladığının göstergesidir. Türban, bazı muhafazakar ailelerin kızları tarafından hareket serbestisi taşıyan bir vasıta gibi kullanılmaya başlanmıştır. Kazanılan bu serbesti ile Türban,  kontrolden uzak yerlerde dudak uçurtacak manzaraların yaşanmasına vasıta olmaktadır. Bu bakımdan Türbanı  sadece dini bir örtü olarak kabul etmekte artık geçersizdir. Bir modadır. Muhafazakar ailelerin bazılarının genç kızlarının altında saklandığı özgürlük örtüsüdür. Bu bakımdan sapla samanı ayırmak mecburiyeti de vardır.

İslam’ın başı örtme hususundaki kuralı herhangi bir şekilde kategorize edilmemiş olup, sadece saçın örtülmesi şeklinde belirlenmişken, bu örtüyü inatla şematik hale getirip, bunda ısrarcı olmanın bir mantığı da yoktur.

Bu konuda bir siyasi simge endişesi taşıyanların şekil üzerinde değişiklik önerileri varsa, bu konuda esnek davranmanın da bir mahsuru yoktur. Israrın her halükarda endişeyi de beraberinde getireceği aşikardır.

Türbanın şekli üzerinde inatlaşma, türban üzerinden İslamı hedef alanlara da bir kapı açmaktadır. Onların mücadelesi ne örtüdür, ne de şekildir. Onların mücadelesi İslam’ın kendisi iledir.

Onlara göre Dünya da giderek ivme kazanan İslam, bir şekilde durdurulmalıdır. Çünkü İslam dışı dinlerin gelişen teknolojilerin ortaya koyduğu tespitlere cevap vermesi mümkün değildir. Buluşlar dolayısı ile İnsan aklının ulaştığı yeni bilgiler tartışmaları da beraberinde getirmektedir.

İslam dışı dinlerin bu tartışmalara müdahil olma imkanı yoktur. Böylece insanlar yetersiz kalan bu tür dinlerden uzaklaşmaktadırlar. Mabetler (bilhassa kiliseler) boşalmaktadır. Avrupa ve Amerika da yeni nesil arasında yeni din arayışı veya dinsizlik yaygınlaşmaya başlamıştır.

Bu durumda dini müntesipleri bakımından zayıf kalan din önderlerinin yeni stratejiler belirlemesi gerekmektedir. Onlarda şimdi bunu yapmaktadırlar.

Yeni stratejilerin birinci maddesi ise yükselen dine karşı mücadele vermektir. Farklı din mensuplarının İslam’a karşı takındığı tavır da budur. Bu bakımdan Avrupa insan hakları mahkemesinden fayda ummanın bir mantığı da yoktur.

Ülke içinde sabit tavırlı veya değişken tavırlı örtünme karşıtı yazarlara da malzeme olmanın lüzumu yoktur. Hele hele Ahmet Hakan gibi zikzaklar içinde kendine yer arayan ve “ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamamak” tabirine tıpa tıp uyan bir yazara “…bende diyorum ki: Artık bütün türbanlılar aynı değildir. demenin bir anlamı kalmamıştır. Her türbanlıyı aynı sayanlar maalesef haklı çıkmıştır”. Dedirtmenin bir mantığı ise hiç yoktur.

AK parti hükümeti muhafazakar tabanın baskısı ve MHP’nin gazı ile türban konusunda aceleci davranmıştır. Satranç oyununda taşlarınızı yerleştirip oyunu iyi kurmadan hamle yaparsanız başarılı olamazsınız. Siyaset satranç oyunu gibidir. Aceleye gelmez.

Bir partinin muktedir olabilmesi için oy çoğunluğu ile iktidar olması yetmemektedir. Atanmışların çoğu ile fikir birliği içinde olunması gerekmektedir.

Atanmışların gücü seçilmişlerin gücünden fazla ise orada muktedirlikten bahsetmek saflık olur. O halde güçlü olunmayan bir  konuda uzlaşmak önemlidir.

Konu İslam’ın prensibi olunca daha dikkatli ve sabırlı olunması, bu vesile ile samimi insanların rahatsız ve mağdur edilmemesi icap ettiği aşikardır.

Her seferinde kafayı duvara vurmak alışkanlığından da vazgeçmek zarureti vardır.

Haftaya başka bir konuda görüşmek üzere Hoşçakalın…

Devamını Oku...

22 Haziran 2008 Pazar

Tarihin Dilinden Anlamak

Veya “Tarihin Diliyle Konuşmak” diyebiliriz yazımızın başlığına.

Ateşin dilinden anlamazsanız yanarsınız, depremin dilinden anlamazsanız enkazda kalırsınız, çiçeğin dilinden anlamazsanız onu yetiştiremezsiniz, suyun dilini bilmezseniz niçin battığınızı veya nasıl yüzdüğünüzü bilmezsiniz, yerkürenin ve atmosferin dilini bilmezseniz ne uçak yapabilir ne uçabilirsiniz…

Genelde çocuğun, kadının, erkeğin; özelde her insanının bir dili vardır. Kişiler, bu dille kendini anlatır, siz bu dille onları çözebilirsiniz.

Tarihin de bir dili vardır anlayanlar için. Tarihin dilinden anlamayanlar, tarihte en fazla fosil olurken, anlayanlar, tarihe yön verirler. Haziran 1967’de başlayan ve Arap dünyası ile İsrail’i karşı karşıya getiren Altı Gün Savaşları’na komutanlık eden İsrail Genelkurmay Başkanı’yla savaş sonrasında görüşme yapan gazeteci, yaptığı ayrıntılı söyleşide konu Mısır Hava Kuvvetleri’ne yönelik Akdeniz’den dolaşarak yapılan baskın saldırıya gelince: “Arkadan dolaşma fikrine nasıl vardınız?” der. Genelkurmay Başkanı’nın cevabı açıktır: “Yavuz Sultan Selim’in, Tomanbay komutasındaki Memluk ordusunun toplarına hedef olmamak için arkadan dolaşmış olmasından esinlendik.” Bunun üzerine gazeteci tekrar sorar: Peki, böyle bir hareketin Mısırlılar tarafından da düşünülmüş olabileceğini hesaba kattınız mı?” Cevap, ibret alınacak niteliktedir: “Kesinlikle hayır! Çünkü onlar tarih okumazlar.” Bilindiği gibi tarih okumayan Mısırlılar bu savaşı bütün üstünlüklerine rağmen kaybederler. Bu insanlar, tarih okusalardı ne bu kadar aşağılanırlardı ne de bir savaşın mağlubu olurlardı.

Tarih, sadece bir ibret sahnesi değil, aynı zamanda kuvvettir. İkinci Dünya Savaşı’nda Kuzey Afrika’da Almanlar ile müttefikler arasında süren çöl savaşlarında Rammel’in tanklarla desteklenen ordusunu, ABD-İngiliz orduları, aynı coğrafyada vuku bulmuş Kartaca-Roma Savaşı’nın taktiklerinden esinlenerek yenebilmişlerdi.

Olaylar, tarihte birer sonuçtur. Biz, o savaşlardan hüküm çıkarır, ders alır, geleceği kurgularız. Çünkü olayların mantığı, suyun formülü kadar değişmez netliktedir.

Tarih, aynı zamanda köşe taşı insanların zaman tünelidir. Kişiler, bulundukları konum itibariyle hem geleceği yönlendirirler hem kendilerinden sonra yaşayan insanlara idol olurlar. İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD Kongresi’nde Almanların Kartacalılar gibi yeryüzüne dağıtılması, bu ülkenin dünya tahıl ambarı haline dönüştürülmesi teklifine karşı bir Kongre üyesinin: “İyi de ileride çocuklarımız, ‘Geothe’yi, Kant’ı, Hegel’i, Planck’ı ve daha binlerce bilgin, filozof ve sanatkarı yetiştiren bu millete ne yaptınız?’ diye sorunca ne cevap vereceğiz?” diye itiraz etmesiyle teklif geri çekilir, Almanlar da Kartacalılar gibi yeryüzüne dağıtılmaktan kurtulurlar. Yetiştirdikleri büyük beyinler, inanıyorum ki, Almanları yüzyıllar ötesine taşıyacaktır. Milletimiz, ders alınacak olaylar, yetiştirdiği büyük değerler yönüyle oldukça şanslıdır.

Tarihe masal, tarihteki kişilere masal kahramanı gözüyle bakmak, tarihimize saygısızlık, geleceğimize haksızlıktır. Hafızadan yoksun bir beden, geleceğin gübresi olmaktan kurtulamaz.

Tarih okumak, herkesin görevi; tarihin dilinden anlamak, büyük bir ayrıcalıktır. Şimdi tarih, her zaman tarih!...

Devamını Oku...

20 Haziran 2008 Cuma

Atatürk ve Din

Atatürk'ü doğru anlamak ve istismar etmemek için O'nu bilinip de söylenilmeyen yönleriyle ele almak gerekir düşüncesiyle bu yazıyı yazıyorum.

Atatürk Osmanlı Devletinde Osmanlı vatandaşı olarak dünyaya gözlerini açtı. Osmanlı okullarında eğitim-öğretimini tamamladı. Osmanlı kültürüyle yoğruldu. Nihayet orduda görev aldığında her subay gibi oda dinini diyanetini bilen, vatanını, milletini seven bir Osmanlı subaydı. Çünkü Osmanlı eğitimi dinden bağımsız değildi.

Atatürk dini bilmekle beraber dinin toplum üzerindeki etkisini, vatan savunmasındaki rolünü de en iyi bilenlerden birisi idi.

Balkanlarda, Trablusgarp ta, Yemen'de, Çanakkale de, Anafartalar'da, Sakarya'da ve nihayet İstiklal Savaşı'nda dinin toplum üzerinde etkisini bizzat yaşayarak görmüş bir Osmanlı komutanıydı.

Bu vesile ile şunu da belirtmek gerekir ki Osmanlı hakikaten hatalarıyla beraber muazzam bir devletti. Çöküş döneminde Mustafa Kemal'i Fevzi Çakmak'ı, Kazım Karabekir'i, Rauf Orbay ve Ali Fuat Cebesoy gibi dünya çapında asker ve devlet adamlarıyla beraber Mehmet Akif Ersoy, Elmalılı Hamdi Yazır gibi şair ve din âlimleri yetiştirmiştir.

Dikkat edecek olursak bugün övündüğümüz bu değerleri biz yetiştirmedik. Onlar Osmanlı'nın yetiştirmiş olduğu dünya çapında insanlardır. Bizim de iftihar kaynağımızdır. Onlar Osmanlı'nın bize armağanıdır.

Onlar çöken imparatorluk enkazından yeni bir devlet; Türkiye Cumhuriyetini kurmuşlardır ama biz onlarla övünmek ve onları,  istismar etmekten başka bir iş yapamamışız.  T.C'nin kuruluşundan bu yana M. Kemal, Fevzi Çakmak vb. ayarında bir komutan, M. Akif Ersoy seviyesinde bir şair, Elmalılı Hamdi Yazır düzeyinde bir din âlimi yetiştirebildik mi? Ben bilmiyorum, yanılmayı da çok isterim.

T.C kurulduktan sonra Atatürk'ün girişimiyle 3 Mart 1924'te Diyanet işleri başkanlığı kurulmuştur. Atatürk dinin birey ve toplum açısından önemini iyi bilen bir devlet adamıydı. Bu sebeple diyanet işleri başkanlığını kurdurdu. Dini hizmetleri D.İ başkanlığı vasıtasıyla tek elden yürütülecek illerde ilçelerde müftülükler aracılığı ile teşkilatlanacak vaizler ve imamlar aracılığı ile halk dinini doğru olarak öğrenme ve yaşama imkânına sahip olacaktır.

Atatürk D.İ Başkanlığı görevine ilk olarak Ankara müftüsü Rıfat Börekçiyi atamıştır. Anayasanın 136. maddesinde belirtildiği gibi D.İ Başkanlığı İslam dininin inanç, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek toplumu din konusunda aydınlatmakla görevlendirilmiştir.

Atatürk dine önem veren bir liderdi. Halkında dinini öğrenmesini istiyordu. Bunun için dini eserlerin halka ulaşmasında büyük önem vermiştir.

Bunlardan ilki Kuran-ı Kerim'in Türkçe meal ve Tefsirinin yapılmasıdır. Atatürk halkımızın Kuran'ı yeterince tanımadığı görüşünde idi. Bir sözünde Türkler dinin ne olduğunu bilmiyor bunun için Kuran Türkçeye tercüme edilmelidir. Atatürk bu konuda ki görüşlerini 21 Şubat 1925 tarihinde TBMM de D.İ Başkanlığı bütçesi görüşülürken dile getirmiş. O'nun girişimleri sonucu bu oturumda Tefsir-Meal çalışmaları ile hadis kitaplarının dilimize kazandırılması için D.İ başkanlığı bütçesine 20.000 lira ek ödenek konulması kararlaştırılmıştır.

Mecliste alınan karar gereğince Kuran-ı Kerim'in tercüme(meal) görevi Mehmet Akif Ersoy'a, Tefsir görevi de Elmalılı Hamdi Yazır'a verilmiştir. M. Akif Ersoy mazeret belirterek bu görevden çekilince Meal ve Tefsir görevi Hamdi Yazır'a verilmiştir. O yoğun ve titiz bir çalışma sonucunda Hak dini Kuran Dili isimli Meal ve Tefsiri yazmıştır.

Günümüzde, ülkemizde ve İslam âleminde en gözde tefsirlerinden bir tanesidir. Atatürk Halk dinini öğrensin ve yaşasın diye Kuran tefsiri yazdırıyor. Günümüzde Atatürkçü olduğunu iddia eden insanlar ne ile uğraşıyorlar?

Atatürk'ü seven ve Atatürkçü olduğunu iddia eden her insan Atatürk'ün hatırına bu tefsiri ( Hak dini Kuran dili ) evlerine almalı ve okumalı gereğince de amel etmelidirler. Çünkü bu tefsiri Atatürk bunun için yazdırmıştır.

Aynı şekilde hadislerinde Türkçeye kazandırılmasına büyük önem vermiş Kütübü sitte ( Altı meşhur hadis kitabı )'nın birinci kitabı olan sahihi Buhari'yi Türkçeye kazandırma görevini Babanzade Ahmet Naim Bey'e vermiştir.

O'nun ömrü bu iş için yetmeyince Profesör Kamil Miras Bey bu görevi tamamlamıştır. Atatürk'ün girişimleri sonucu dilimize kazandırılan bu hadis kitabını Atatürk'ü seven ve O'nun izinde olduğunu iddia eden bütün insanlara tavsiye ederim. O'nun hatırına O'nu sevenlerin kütüphanelerinde bu hadis kitabı olmalı ve okunmalıdır.

Halkın dinini öğrenmesinde ve çeşitli konular hakkında bilgilenmesinde önemli bir rol oynayan hutbelerinde nasihat bölümlerinin Türkçe okutulmasına da öncülük etmiştir.

1 Mart 1922 de meclisin üçüncü toplantısının açılışında bu konuyu dile getirmiştir.  7 Şubat 1923 günü Balıkesir Zağanos Paşa Camii'nde bir hutbe okumuştur.  O'nun hutbesinden 1–2 paragraf ile yazımı bitirmek istiyorum.

"Ey millet! Allah birdir, şanı büyüktür. Allah'ın selameti sevgi ve iyiliği üzerinize olsun. Peygamber efendimiz Hazretleri Cenab-ı Hak tarafından insanlara dini hakikatleri tebliğe memur edilmiş ve resul olmuştur. Temel nizamı hepimizin bildiği gibi Kuran-ı Azımüşşandaki açık ve kesin hükümlerdir.

İnsanlara manevi mutluluk vermiş olan dinimiz, son dindir. Mükemmel dindir. Çünkü dinimiz: Akla, mantığa ve gerçeklere tamamen uymakta ve uygun gelmektedir. Eğer akla, mantığa ve gerçeklere uymasa idi bununla diğer tabiat kanunları arasında zıtlık olması gerekirdi. Çünkü bütün tabiat kanunlarını yapan Cenab_ı Hak'tır."

Bu ve benzeri ifadeleri sıralamak mümkün ama ben bunların bile Atatürk'ün dine ve dindarlara bakış açısını göstermesi açısından yeterince aydınlatıcı olduğu kanaatindeyim.

Atatürk'ü, Fevzi Çakmak'ı, Kazım Karabekir vb. komutanları M. Akif Ersoy gibi bir şair, Hamdi Yazır gibi din âlimleri yetiştiren Osmanlıyı saygı ve hürmetle anıyorum. Hepsinin ruhları şad makamları cennet olsun.

Cenab-ı Hak ülkemizi, İslam âlemini ve tüm insanlığı her türlü sıkıntı ve musibetlerden muhafaza eylesin.

Huzur, mutlu ve aydınlık yarınlarda buluşmak dileğiyle.

Devamını Oku...

18 Haziran 2008 Çarşamba

Hangi Demokrasi?

Türkçe, kültürümüzün temel direklerinden birisidir ve bizim ses bayrağımızdır. Çoğu zaman Türk olmaktan, Cumhuriyetçi ve Atatürkçü olmaktan bahsederiz; ama Türkçe’yi ikinci plâna atarız, ona yeterince değer vermeyiz. Nasıl olsa o, bizimdir. Akademik hayatta yükselmede Türkçe’yi geri plâna atarız. Meselâ; doçentlik sınavlarında adayların eserleri arasında Türkçe kitap, makale varsa; bunlar son derece düşük puan alır. Ne yazıp yazmadığına ve kaliteye değil; yabancı dille yazıp yazmadığına bakarız. Türkçe dışında televizyon yayını yapmayı demokratikleşme zannederiz. Hele emir Brüksel’den gelirse; önünde hiçbir şey duramaz.

Bir ara Gagavuzya’daki üniversitede Türkçe Bölümü’nün ilgisizlik dolayısıyla kapatılması, din adamı ihtiyacının da Ortodoks Yunanistan’dan karşılanması yanlışı çoğumuzun dikkatini bile çekmemiştir. Çünkü; Türkçe zaten bizimdir. Üniversitelerimiz milletlerarası toplantılar yapar; ama bez afiş ve ilânlarda toplantının tanıtımı sadece İngilizce yapılır. Aslında, kendi kendimize saygımız yoktur.

Son günlerde Türkiye’de Almanca eğitim öğretim yapan bir üniversitenin açılması gündemdedir. Aslında, Almanca bilim dili olmaktan oldukça uzaklaşmıştır. Anlaşılan bu üniversite Almanya’nın insangücü arz ve talep tablosuna göre şekillendirilecek ve oraya hizmet verecek.

Bunlar konuşulurken acaba Almanya’da durum nasıl? Alman dostlarımız,
Almanya’daki TC vatandaşları veya çift vatandaşlığa geçenler hesaba katılarak Türkçe ve Almanca eğitim öğretim yapacak bir üniversite çalışması var mı? Almanca öğreten Goethe Enstitüsü gibi Türkçe öğretiminde uzmanlaşan bir Ahmet Yesevi veya Yunus Emre Enstitüsü var mı? Din derslerinde Müslüman çocuklara Hıristiyan Alman hocalar Almancalarını geliştirmek amacıyla derse girmiyor mu? Acaba Türkçe derslerine karşı Türk veliler ve öğrencilerdeki ilgisizlik sadece onlardan mı kaynaklanıyor? Türkçe’nin karne notuyla sınıf geçmeye tesir eden bir ders olmamasında ısrar neden? İki dilli okul denemelerinde nasıl mesafe alındı? Almanya’da 0-20 yaş grubundaki çocuklarımızın büyük bölümü bugün yeterli bir eğitim ve öğretimden uzaktır. Bir kısmı okulu terk etmiştir. Vatandaşlarımız artık Almanya’da misafir olmaktan çoktan uzaklaşmışsa; o ülkenin ayrılmaz bir etnik parçası olmuşsa; bunların anadilleriyle eğitim öğretim hakları neden gözetilmez? Mütekabiliyet (karşılıklılık) diye bir prensip vardır. En azından buna uyulmak durumundadır. Almanların en son Berlin’de derslerde başarısız gençlere oturma izni vermeme kararı aldıklarını basından öğreniyoruz. Böyle bir insan hakları ihlâli ve ayrımcılık, milletlerarası antlaşmalara uyuyor mu?

Bütün bunların çözümü; adam gibi adam, devlet gibi devlet olmaya bağlıdır. Biz bunları içeride tartışmıyoruz. Tam tersine siyasette hırçınlaşma, Brüksel köleliği, hukuk devletini parti devletine çevirme, askeri darbeler yerine sivil darbeler yapma, basını kontrol altına alma, meclis dışı muhalefete geçit vermeme, kurumlar arası maça dönen üstünlük kavgaları, Cumhuriyeti dışlayan demokrasi anlayışı, anti-Türk ve devlet düşmanı eylemler gündemi meydana getiriyor. Ülke çıkarları, iktidarlara karşı korunur hale geliyor.

İşimize geldiği zaman demokrasi diyoruz, Anayasa Mahkemesi’nin kararını hukuki kabul etmiyoruz; diğer taraftan demokrasiyi amaç değil; araç olarak kullanmaya çalışıyoruz. Bir siyasetçimizin dediği gibi; “Amacımıza ulaşana kadar demokrasiye bağlıyız” şeklinde demokrasiyi bir tramvay gibi görüp istediğimiz durakta ondan inilebileceğini zannediyoruz. Cumhurbaşkanlığı seçiminde ortalığı toza dumana veriyoruz. Konuyu TBMM’nin değil de; sanki iktidar partisinin iç sorunu gibi ele alıyoruz. Ama, Anayasa Mahkemesi’nin kararı karşısında TBMM diyoruz. Olumlu ve olumsuz taraflarıyla milyonların katıldığı Cumhuriyet mitinglerini ideolojik olmakla suçluyor, devşirme ve hazır kıta olarak isimlendiriyoruz. Şehit cenazelerine katılanları yine “hazır kıtalar”, “terbiyesizler” olarak ve “tabut siyaseti” yapmakla suçluyoruz. Zaten yarım olan Yargı bağımsızlığını ortadan kaldırıcı beyanlar vererek Yargı’nın yerine geçiyoruz. Yargı mensuplarına hakarete varan suçlamalar yapıyoruz; hatta hedef gösteriyoruz. El altından bazı basın organlarının Yargı’nın görevini yüklenmesine göz yumuyoruz. Yargısız infazlara, siyasi linç girişimlerine fırsat veriyoruz. Şemdinli örneği, Elif Şafak davası ve çete suçlamaları demokrasi terbiyesi ile bağdaşmıyor.

Devamını Oku...

16 Haziran 2008 Pazartesi

Ekonomik kriz başladı mı?

Türkiye’de ekonomik durum endişe verici. Zaman zaman yazdığımız makro ekonomik verilerdeki bozulmanın sonuçlarını piyasada üretici, tüketici, ticaret erbabı veya işveren, çalışan olarak hissetmeyen kesim pek kalmadı.

Piyasalarda çok ciddi bir nakit sıkıntısı yaşanmakta. Vadesinde ödenmeyen senet ve karşılıksız çek miktarı çığ gibi büyümekte. Nice sağlam görünen şirketler iflas ederken, kapanan veya işçi azaltan işyerlerinin sayısındaki artış ürkütücü boyutta. İşsizlik denen bela büyümeye devam ediyor. Enflasyon adlı canavar ayağa kalkmakta.

Bu defa resmi rakamları vererek ispatlama kaygısı duymadan ifade edebiliyorum. Çünkü bu söylediğim tablo herkesin gözü önünde cereyan etmekte. Görmeyen ve dile getirmeyen sadece “bir kısım medya” değil, hiçbir dönemde olmadığı kadar iktidarın kontrolüne girmiş olan güdümlü medya.

Herkesin gözü kulağı borsada, dövizde, faizde. Nüfusun yüzde kaçı bu yatırım araçlarını kullanıyor bilmem ama herkes inanıyor ki bunlar iyiyse ekonomi tıkırında. Oysa Güngör Uras’ın çok beğendiğim ifadesiyle “Bizim piyasalar “Türkçe dublajlı yabancı film”e benziyor. Biz filmi “Türkçe” olarak Türkiye’de seyrediyoruz ama bu filmin konusu, yapımcıları, oyuncuları tümüyle yabancı.” Çünkü artık Türkiye ekonomisinde hâkimiyet yabancılarda.

“Yüksek faiz-Düşük kur” uygulamasının çıkmaz sokak olduğunu, cari açığın çok tehlikeli boyutta olduğunu anlatanlar ya muhalif veya vesveseli olmakla suçlandılar. Artık mızrak çuvala sığmaz olmuş, bir yerlere batmakta.

Son altı ayda açlık sınırının altında maaş alan memurların oranı yüzde 28,4 ten, yüzde 42,5’ a çıkmış. Daha çok mutfakta aş yerine dert kaynamakta.

“Hazine geçen hafta yüzde 21.54 faizle borçlanabildi. Hâlbuki 2007’nin sonunda yüzde 16.21 faizle para bulabiliyordu.” Bunun anlamı şu: fakirden zengine, Türklerden yabancılara servet transferi hızlanarak devam etmekte.

“Faiz oranları yılsonuna kadar böyle devam ederse bütçeye 10 milyar YTL yük getireceği” hesaplanmış. Hükümet “faiz dışı fazla hedefini azaltarak 5-7 milyar YTL, GAP’a ve artırmayı düşündüğü diğer harcama kalemlerine para bulacaktı.” Bu para faiz artışına giderken hayaller bir başka bahara kalmakta.

Yüksek faizle de olsa yurtdışından kaynak bulmaya devam edebiliyoruz. (Geçen yılın ilk dört ayındaki 5.1 milyar dolarlık borçlanma bu yıl 15.5 milyar dolara yükselmiş.) Bu nedenle bu yıl beklenen büyüme rakamları, geçen yılın gerisinde ama tatmin edici (%4) oranda.

Yurt dışından kaynak bulmakta zorlandığımız an, ekonomik büyüme konusunda da kaygının başlayacağı nokta. Bu konuda da göstergeler, (Türkiye'nin özelleştirme portföyünün boşalması ve şirket evlilikleri potansiyelinin sonuna gelinmesinin de etkisiyle) yabancı sermaye girişlerinin, yılın ilk dört ayında, geçen yılın aynı dönemindekinin yarısı seviyesinde kaldığını göstermekte.

İlhan Kesici birkaç ay önceden uyarmıştı. “2008 sonuna doğru bir çığ gibi ekonomik kriz geliyor. Bu yıl Türkiye’yi hasta edecek olan bu kriz, gelecek yıl yatağa düşürecek.”

Hükümetin bu gidişi değiştirmek için ciddi bir rota değişikliği yapması ihtimali çok düşük. Çünkü çok acı bir reçetenin uygulanması gerekmekte. Oysa hükümetin buna ne niyeti var, ne de artık mecali.

Vatandaş olarak bizlerin de gidişatı değiştirme imkânımız yok. O halde, bari gelen afetten en az zararla nasıl çıkarız hesabını yapalım. İlhan Kesici’ nin tavsiyesi mantıklı ama içimizi yakmakta: “Çare ayağını yorganına göre değil, yorganının yarısına göre uzatmakta.” Bu yakıcı uyarı, kısa bir süre içinde yorganımızın (varlıklarımızın) yarısının elden gidebileceği tehlikesine işaret etmekte.

Acaba “ekonomide gündüz akşama döndü, gece karanlığı yakındır” diyenlerin endişesi evham içinde olmaktan mı, yoksa bilim ve tecrübeden mi kaynaklanmakta?

Dilimde, gönlümde bir dua: Yarabbi “sen geceyi gündüze sokarsın, gündüzü geceye sokarsın. Ölüden diriyi çıkarırsın, diriden ölüyü çıkarırsın.” Bizleri karanlıktan aydınlığa döndür. Kaybettiğimiz değerlerimize ve ümitlerimize kavuştur.

Peki, böyle bir durumda Türkiye’nin dikkati neyin üzerinde? Üniversiteli kızların başını kapattırmamak ile parti kapatmakta.

Devamını Oku...

Zafer Yorgunluğu Sendromu

“Alan aldı, giden gitti ah ile
Ölen öldü, kalan kaldı vah ile
Yaşanır mı bu zulümle, kahr ile
Asırlara sığmaz bizim derdimiz
Yetmez olduk kendimize kendimiz”

Bir zamanlar bir ‘Hasta Adam’ vardı. Fetih düşlerinin yağız atlarının seferlerinden sızan yorgunluk 1600’lü yıllarda (17.yy) önce Nezle – Duraklama, akabinde önemsenmeyip 1700’lü yıllarda ( 18.yy ) bu kez Grip – Gerileme, ilaç yerine yanlışlıkla fare zehiri ( Tanzimat F. ) içmesiyle birlikte ve gitgide ağrırlaşarak 1800’lü yıllarda (19.yy) Zatürre – Dağılma aşamalarını yaşar ve nihayet 20.yy’ın başında da Mevta – Yıkılma merhalesiyle Rahmet – i Rahman’a kavuşur. Geride bir mezartaşı: Hüve’l – Baki O.D. (D – 1299, Ö – 1922).

Tarihin devlet kurma rekortmeni biziz. Bu da bizim varlık sebebimiz. Devrilen 7 asırlık çınarın köklerinden büyüyen o filizin tabelasında kalp içinde T.C. harflerini görebilirsiniz. Gözbebeğimiz gibi büyüttük, filizi başlarda. Sonra değişerek geliştik.

“Bize bir nazar oldu
Cumamız pazar oldu
Bize ne olduysa
Hep azar azar oldu”

Artık yine hasta bir toplum olduk. Temel’in büyük bir ciddiyetle ‘Hastayım dedum, dedum; inanmadunuz. E şimdi n’oldi?’ dediği bir köklü hastalık. Sâri mi, irsi mi; kronik mi, genetik mi; nükseden mi, sükseden mi bilmem ama Temel’in taşının yanı başındayız. Bu millet büyük millet, teşkilatçı millet de aynı zamanda asimile olma alışkanlığı da olan bir millet. ‘Hezeyan geldi mi mantık savuşurmuş.’ Türk Milleti de azmış, şaşırmış, işkembevi bir yaşama durmuş. Gâvurcasıyla; idealizm out, hedonizm in.

Milletler arasında tuz hükmündedir Türk Milleti. O da bozulunca vay dünyanın haline! Ad, Semud, Eyke, Medyen, A’malika ve Kadim Mısır geçiyor gözlerinin sinema şeridinden. Mu’tefike’ye gelince görüntü sabitleniyor. İşte bu bizimki.. Harman olmuşlar.. Acaba biz ?..

Biz değil miydik yeryüzünün tek kurtuluş ümidi? ‘Veliyyün Külli Mazlumin’ değil miydik biz? Ya şimdi ne haldeyiz?

“Nabzının devrini çağlar dinliyor.
Arz çığlık olmuş inliyor; nerelerdesin?
Bulutlar seni arıyor,
Yağmurlar yalvarıyor; nerelerdesin?”

Elverir ki bu çığlıklara kulak veresin. Ne ki kendi gölgenin içinde kaybolmuş gibisin. Oysa gözü olan teşhisi kor; toplum su katılmamış hasta. Ahlak ve kültür felaketzede misali yıllardır yasta. Ne yazık ki hasta, hastalığını asla ve kat’a kabul etmiyor. Ona sorsanız borsa grafik eğrisi doğruysa tasa yok.

Bilmenin beş kuruş etmediği bir ülkedeyiz. Ve erken öten horozlara madalya verilmiyor. Sonradan haklılığı da iade edilmiyor. Bir sosyolojik kırılma ve bir elektro – şok dalgası beklemekten başka şansımız yok.

Daha daha ne yapabiliriz? Sadece tufan hazırlığı. Harflerden, kelimelerden, kavramlardan, deyimlerden, düşüncelerden çatılmış bir gemi. En azından ruhun sığabileceği bir gemi.

Sular yükseliyormuş öyle mi?

Devamını Oku...

14 Haziran 2008 Cumartesi

Bir Zulüm de Aysun Özbek’e

İlahi tecelli olsa gerek, Dünyanın her yerinde zulme maruz kalanlar, genellikle islamla anılan kişiler veya toplumlar olmuştur, oluyor, bu gidişle olacak ta. Bunda da layık olduğumuz yönetimlerle yönetilmemizin rolü büyük tabii. Malum yönetenlerin durmu yönetilenlerin durumu ile alakalıdır. Bu da “Neye layıksanız onunla yönetilirsiniz” ayeti kerime’siyle bildirilmiş bizlere.

Adı konmasada dünyada dinler savaşı kesintisiz sürmektedir. Bu doğrultuda Musevi ve Hıristiyan aleminin İslam alemine zulmü asırlardır sürüyor ve “Neden acaba” diye de sormuyoruz! sebep ortada.

Bu savaşın dünyada kaybedeni de hep müslümanlar olmaktadır. Çünkü biz savaşı sadece savaş alanlarında, savaş malzemeleriyle ve erkekçe olur diye bilmişiz. Oysa karşıdakiler her alanı, her malzemeyi savaş için başarıyla kullanmış ve kullanmaya da devam etmektedirler.

Bir dönem en güçlü silahları; İslam adına ürettikleri hurafeler olmuştur. Matbaaya 300 yıl geç kavuşmamızın sebebi de bize dayatılan ve bizim de gözü kapalı kabullendiğimiz hurafeler olmamış mıdır?

“Benim annem Cuma akşamları evi süpürmez, Çarşamba günleri tırnaklarını kesmez... Dahasını saymakla bitiremeyiz.”

Dedik ya herşeyi silah olarak kullanıyorlar; Dün dine hurefe sokmaktı vs. Bugün ise, tohumlar, böcekler, çocuk oyuncakları, tv yayınları ve daha önemlisi sunucular, yayın programcıları...

Adamlar anlamını, içeriğini tanımlamadığı, tanımlayamadığı ve kendileri kullanmadığı laiklik diye bir savaş makinası sokuşturmuşlar, tetiğini de bir takım sözde gazeteclerin eline tutuşturmuşlar, onlar da sahiplerine şirin görünmek adına sağa sola ateş edip duruyorlar. Hedef bulmaları hiç zor değil! Allah’a, dine, ibadete yakın olan herkes birer potansiyel hedeftir bunlar için.

Aysun ÖZBEK iyi bir voleybolcu.

İyi de; ismini, voleybol oyuncusu olduğunu kaç kişi biliyorduk ki?

Taki tetikçilerin atış alanına girene kadar.

Yani inancının önemli bir unsurunu yerine getirmeye karar verene kadar. Yani başını kapatmayı düşündüğünü söyleyene kadar.

Sen misin başını kapatmayı düşünen, işte oldun bir potansiyel hedef.

Kadıncağızı bi dövmedikleri kaldı.

Sayın sunucu; Bu karar kadıncağızın kişisel bir kararı değil midir? Sizin demokrasinizde kişilerin böyle bir özgürlüğü yok mudur?

Sayın sunucu(lar), eğer bu kadıncağız yaptığınız zulmün etkisinde kalıp ta kararından vazgeçerse, ki ummuyorum, yüklendiğiniz vebalın altında durumunuz ne olur?

Sizin demokrasi anlayışınız yara almaz mı?

İnandığınız demokrasi kişiye bu hakkı tanımıyorsa, bunun neresi demokrasidir?

Devamını Oku...

Hayata Anlam Katmak

Öğrencilerim, bugünlerde serseri mayın gibiler. Sınav öncesi ruh haliyle ne dediklerini bilmiyorlar. Söylediklerinin çoğunu onaylamasam da normal karşılıyorum. Geçen gün konuştuğum öğrencimin ağzından şu cümleler çıktı: “Hocam, hayat çok anlamsız!” Teselli edebilmek adına, öğrencime bir şeyler söyledim. İnşallah ikna olmuş, motivasyonu artmıştır. Şimdi soruyorum: Gerçekten hayat anlamsız mı? Nasıl bir yaşantıyla hayat, anlamlı olur?

Yaşlı bilge, kendisine hayatın anlamını sorana: “Bunun cevabını verebilmem için önce seni sınavdan geçirmeliyim.” der. Adam, sınav olmayı kabul eder. Bilge kişi, adamdan, silme zeytinyağı doldurduğu kaşıktan bir damla yağ dökmemesi kaydıyla bütün bahçeyi dolaşmasını, yoksa sorusuna cevap vermeyeceğini söyler.

Adam, bahçeyi turlayıp gelir. Bilge bakar: “Evet, kaşıktan yağ eksilmemiş, peki, bahçe nasıldı?” diye sorar. Adam, şaşkındır: “Ama ben kaşıktan başka bir yere bakmadım ki!” diye cevaplar soruyu. Bilge, bu defa: “Elinde yine yağ dolu kaşık olacak; ama bahçeyi iyi inceleyerek dön.” der. Bu turlamada bahçenin muhteşemliğini fark eden adam, döndüğünde bahçenin güzelliğini anlata anlata bitiremez. Ancak kaşıkta yağ kalmamıştır. Bilge kişi gülümser, şunları söyler: “Hayat senin bakışınla anlam kazanır; ya sadece bir noktayı görürsün hayatın akıp gider sen onun farkına varmazsın. Ya da görebileceğin tüm güzelliklerin tam ortasında hayatı yaşarsın akıp giden zamanın anlam kazanır. Hayatın anlamı senin bakışlarında gizli.”

Yıllar önce tanıştığım, toptancılık yapan ve bütün gün kasanın başında oturan biri, prostat şüphesiyle hekime gittiğinde doktor kendisine, kumar oynayıp oynamadığını sorar. Kumarla hiç ilgisi olmayan o kişi doktora tepki verir. Doktor: “Ancak kumarbazlar kumar başından kalkamadıkları için uzun süre tuvalete gitmezler ve kendilerini bu kadar sıkıştırırlar.” der. Bu insanın hayatı yarı hücre, loş ortamda tükenmiştir. Masa ve kasayla doldurulmuş bir hayat! Sizce hayat mı?

Hayatı anlamlandırmak için, kendimizdeki, diğer insanlardaki, doğadaki güzellikleri fark etmeliyiz. Bu güzellikleri ne için kullanacağımızı bilmeliyiz. Kendimizdeki güzelliklerin esiri olmak da övüncünü duymak da mümkün. Yunan mitolojisindeki Nars, kendine hayrandır, güzelliği başına bela olur. Bunun için kendini beğenenlere “narsist” denir. Kişinin kendine ibret gözüyle bakması da bir yöntemdir. Her bakışta olağanüstü ahengi görerek şükretmek, kişinin kendi değerini bilmesi sonucuna götürür. Kişinin kendisiyle övünmesi, kendi değerini bilmesi amacına yönelikse bir ibadettir. Kişi, kendine bulunmayan; ancak kendisine zenginlik veren güzellikleri fark ederek de hayatını zenginleştirebilir. Bunları fark etmek için, haset, fesatlık, bencillik, cimrilik, megalomanlık gibi aşağılık duygulardan sıyrılmak gerekir. Bu duygular, bizim için birer at gözlüğüdür. At, kendisine takılan gözlükler yüzünden sadece adım atacağı birkaç metrelik mesafeyi görür.

Tesadüfler üzerine yaşam sürenler, ömürlerini heba etmişlerdir. Ancak hedef koyan kişi gideceği yeri ve ayrıldığı noktayı görür. Onun hayatının anlamı; yaptığı iş, yürüdüğü yol, ortaya koyduğu eser, keşfettiği sır, kavrayabildiği hakikat, idrak edip uygulamaya koyduğu eylem kadardır. Hedef varsa, yürürken düştüğümüz çukurun bile bir anlamı olur. Hedefsiz bir hayat, gerçekten pek bayat.

Büyük hedeflerimizin yanında yıllık, aylık, haftalık, günlük hedeflerimiz olmalı. Karnımızı doyururken yediğimiz ekmeği parçalamak gibi. Küçük hedefleri gerçekleştirmek, bize mutluluk, haz verir. Aldığımız her haz, büyük hedefe ulaşmak için hızımızı artırır. Bir öğrenci için, saygın kişi, ayrıcalıklı veya popüler mesleğe sahip olmak nihai hedefse, bunu sağlayan iyi bir üniversite bir alt hedeftir. Bu üniversiteye girmek için seçilecek alan, bu alanda başarılı olmak için alınacak dersler, işlenecek konular, çözülecek soru sayısı birer basamaktır. Bu basamakları tempolu şekilde aşmak, bizi hem hedefe ulaştırır hem hayata bağlar. Hayat, bu yolun yolcusu için artık anlamsız değildir.

Ömür, bir emanettir. Onu, kokuşturmaya, anlamsız kılmaya hakkımız yok. “Ben doğmadan ölmüşüm.” felsefesi, insan zihnindeki korkunç virüs. Bu virüsü besleyen her türlü gerçek ya da sanal ortamdan, kişilerden, düşüncelerden uzak durmalıyız. Her gün soralım kendimize: “Bugün, kendin ve başkaları için ne yaptın, hedefine ne kadar yaklaştın?”

Devamını Oku...

12 Haziran 2008 Perşembe

Vatikanla İşbirliği ve Milli İrade

Aydınlar Ocaklarının 30. Şur’ası İnegöl Aydınlar Ocağımızın evsahipliğinde yapıldı. Şur’aya iştirakin yüksek ve katkının da özlenen seviyede olduğu dikkat çekti. Şur’ayı düzenleyen İnegöl Ocağımızın yöneticilerine ve Başkan Sayın Hasan Ateşoğlu’na teşekkür ederiz.

Şur’alar Ocaklarımızı bir araya getiren kaynaştıran, durum değerlendirmesi yapma imkanı veren fırsatlardır. Geniş bilgi; ülke ve dünya sorunlarıyla ilgili görüş ve tekliflerimizin yer aldığı sonuç bildirisinden elde edilebilir. (www.aydinlarocagi.org )

* * *

Geçenlerde Balkanlarda ve Bosna’da olup bitenleri yakından görme fırsatını elde etmiştik. Kosova’dan Bosna’ya kadar İslâm ve Türk düşmanlığı propagandası yürürlüktedir. Kosova’da hediye altın haçlar dağıtılmaktadır. Çağımızın irtica merkezi haline gelen Vatikan kaynaklı çirkin misyonerlik oyunları ve bu yolda yapılanları dikkatle izledik. Vatikan-ABD işbirliğini ibretle seyrettik. Bunlardan ders almak gerekir. Avrupa’da yükselen ırkçılık ve İslâm düşmanlığı, Türkiye karşıtlığı ile hilâl-haç mücadelesi körüklenmektedir. Orta Avrupa, yeni çalkantılara gebedir.

Türkiye’de çokkültürlülük ve farklılıkların kutsallaştırılması dayatılır ve yeni azınlıklar yaratılmaya çalışılırken; Bosna’daki dindaşlarımız Osmanlının devamı ve Türk oldukları için şehit ediliyordu. Bosna’da mahallelerin ve stadların Müslüman mezarlığı haline gelmiş olması düşündürücüdür.

Vatikan’la diyalog oyunlarına girenler, Papaya gönderdikleri mektupla “Papanın misyonuna ortak olmak isteyenler” kime hizmet etmektedirler? Bu tek taraflı ve İslâm’ı, Müslümanları devşirmeye dönük tezgâhlar, Bosna’da ve diğer bölgelerde şehit düşmüş her bir Müslümana hakarettir. Müslüman kanı dökenlerle, buna geniş destek olanlarla bir araya bile gelinmez. Papanın Türkiye ziyaretine karşı yapılan protestoların ne kadar haklı ve gerekli olduğu, Bosna ve Kosova görülünce daha iyi anlaşılmaktadır. Hiçbir din, kin, nefret ve düşmanlık tohumları ekilsin diye gönderilmemiştir. Ama, Vatikan herhalde bunun bir istisnasıdır.

Diyalog oyunlarının içinde olanlar, Türkçenin seçimlik ders olduğu ve çok az öğrenci tarafından seçildiği, sözde Türk okullarını öne çıkaranlar, Olimpiyat anlayışıyla bağdaşmayan törenler yapıp kamuoyunu yanıltmak isteyenler fark edilmelidir. Türk okulunda Türkçe zorunlu ders olur. Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı’nın okullarında olduğu gibi… Bunları aynı kefeye koymak ve gerçekleri örtmek bazı köşe yazarlarına hiç yakışmamıştır.

* * *

Son yıllarda Çanakkale Şehitliğine yapılan ziyaretler oldukça arttı. Türk tarihinin ihtişamını sergileyen Avrupa’ya insan hakları, hakça ve adil bir düzen götüren ecdadımızın öncülüğünü yapan mehter de sürekli öne çıkarılıyor.

Bunlardan mutlu olmamak mümkün değil. Ancak, son yıllarda verilen tavizler, şeref ve gurur kırıcı, utandırıcı gelişmeleri ve teslimiyetçiliği gördükçe; acaba bu artan şehitlik ziyaretleri ortak bir utancı gizlemek ve şehitlerden özür dilemek için mi yapılıyor sorusunu akla getiriyor.

* * *

Dışişleri Bakanının dışarıda yaptığı ve sadece Hıristiyanların değil; Müslümanların da Türkiye’de önemli sorunlarının bulunduğunu ifade eden beyanı çok çirkin olmuştur. Bazıları milli devlet ve Cumhuriyetle olan kavgalarına İslam’ı da bulaştırarak dışardan şefaat beklemektedirler. Kendi sorunları ülkemizdeki bütün Müslümanların sorunları değildir.

Türkiye’deki sorun; bazı siyasilerin demokrasiyi yıpratma, hukuk devleti yerine parti devleti kurma ve bir yerlerden rövanş alma sorunudur. Bu inat ve kavgacı üslup istikrarı zedelemektedir. Milli irade sadece sandık sonuçlarıyla ölçülemez. Sandıktan ülkeyi kimin yöneteceği sonucu çıkar ve buna da saygılı olunur. Ancak, milli iradenin daha kapsamlı bir yanı vardır ki; o da o devletin temel kuruluş felsefesine, devlet olma varlığına saygıdır ve bağlılıktır. Bu temeli yıpratmamaktır. İradenin milliliği asıl burada aranmalıdır.

Devamını Oku...

10 Haziran 2008 Salı

Anayasa Mahkemesinin Türban Kararı ve Sonuçları

Anayasa Mahkemesi’nin 05.06.2008 günü açıkladığı üniversitelerde türbanı yasaklayan kararı, tarihte iz bırakacak önemli bir karar olup, hukuki ve siyasi yansımaları da büyük olacak.

Kararı ve sonuçlarını bazı başlıklar altında incelemeye çalışalım:

Kuvvetler Ayrılığı ve Yetki Aşımı: Yasama organımız TBMM, milletin kendi adına hukuki düzenlemeler yapması için seçtiği organdır.

Yapılan yasaların anayasaya uygunluğunu denetlemekle görevli olan Anayasa Mahkemesi’nin görev ve yetkilerini düzenleyen Anayasa’nın 148. maddesi, açık bir şekilde Anayasa Mahkemesi’nin yetkisi, "Anayasa değişikliklerinde ise, teklif ve oylama çoğunluğuna ve ivedilikle görüşülemeyeceği şartına uyulup uyulmadığı hususları ile sınırlıdır" diyor.

Mahkeme ise kararında 2., 4. ve 148. maddelere atıfta bulunarak "şekil şartına uygunluk denetiminden esasa" geçerek TBMM’nin yetki alanına girmiş bulunuyor. Anayasamıza göre TBMM’nin değiştiremeyeceği maddeler sadece 1., 2. ve 3. maddelerdir. “1. madde devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu, 2’nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri (demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti). Ve 3’üncü maddesi (Devletin Bütünlüğü, Resmî Dili, Bayrağı, Millî Marşı ve Başkenti hükümleri) değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez"

TBMM’de çoğunluğu teşkil eden AKP fikriyatı ile Anayasa Mahkemesi üyelerinin dünya görüşlerindeki fark açıkça ortaya çıkmıştır. Mevcut durumda, Yüce Mahkeme üyesi 11 hâkimin, kendi ideolojisi penceresinden uygun görmediği, her anayasa ve yasa değişikliğini iptal edebileceği ve Meclis’i yasama görevini yapamaz hale getirebileceği bir hukuki yorum ortaya çıkmıştır.

1982 Anayasasından önce de yaşanan ve anayasanın maddeleri arasında eşitlik yerine bir hiyerarşi gözeten bu yorum tarzı ile, Mahkemenin siyasi kararlar alma ve yasama yetkisine sahip çıkması ciddi tıkanmalara yol açabilir.

Karar Siyasidir: Karar, türbanın üniversitelerde serbest olmasını sağlayan anayasa değişikliğinin iptali için verilmiş gözükse de, farklı iki siyasal görüşün güçlerini sonuna kadar kullandığı bir çatışmanın sonucudur. Bu bakımdan hukuki olmaktan ziyade siyasi bir karar olarak değerlendirilmektedir. Anayasa Mahkemesi kararının lehinde veya aleyhinde yazan yazarların hemen hepsinin direkt veya dolaylı olarak yaptığı değerlendirmeler kararın siyasi olduğunu ifade ediyor.

Kararı veren hâkimlerin de, destekleyenlerin de üniversitelere devam eden kız öğrencilerden bir kısmının başörtüsü kullanmasının laikliği yıkacağına, devletin temel niteliklerini değiştireceğine inandıklarını sanmıyorum.

Kararla verilen en önemli mesaj, iktidarı %47’lik oy oranı ile ele geçiren AKP’ye, her istediği düzenlemeyi yapamayacağının anlatılmasıdır.

Özgürlüklerin Kısıtlanması: Uzun vadede üniversitede okuyan ‘kızların kıyafetini devletin belirleyeceğini’ ifade eden ve toplumdan gelen özgürlük taleplerinin kısıtlandığı düzenlemelerin kalıcı olamayacağına inanıyorum. Ancak bu süreçte üniversitede öğrenci olup başörtüsü kullanmak isteyenlerin mağduriyeti devam edecek gözükmektedir. Cumhuriyetimizin son 30 senesinde çözülemeyen bir toplumsal olay çözülemeden yine ertelenmiş oldu. Tozumuzu yine halının altına süpürdük.

Bu kızlarımızın meselesine uygun bir çözüm bulamayıp, ‘başörtüsünün dinin esas emirlerinden olmadığını, füruattan olduğunu’ anlatmaya, ‘başını açıver de gir’ gibi makul ve mantıklı da olsa tavsiyelerde bulunmaya hakkımız var mı? Dini inancı gereği -yanlış yorumlamış olsa dahi- türban takmak isteyenler, ‘türban üstü peruk’ gibi garip çözümler üretmeye çalışanlar da dâhil olmak üzere, hiç kimsenin inancını sorgulamak ve küçük görmek hakkına sahip değiliz.

Partilerin Durumu: Anayasa Mahkemesinin kararı, AKP’nin kapatılması davasının sonuçlarını tahmin edenler arasında, ‘AKP kapatılır’ kanaatinde olanların oranını yükseltti. Bu bakımdan her şeyi göze alan bir AKP ve kuyruğu dik tutma çabalarını yansıtan tutum ve politikalar izlememiz sürpriz olmaz. Kendi değerlerine sahip çıktığına inanan dindar halk kitleleri nezdinde, AKP bir kere daha iktidarda olduğu halde mağdur rolünü oynama imkânı elde etmiştir.

CHP, başörtüsüne üniversitelerde serbestlik getiren düzenlemeyi destekleyebilseydi, uzun yıllardan beri halk çoğunluğu ile arasında artan soğukluğu azaltabilir ve ciddi bir atılım yapabilirdi. Bunun yerine yasakçılığın başını çekmesi ‘müzmin muhalefet’ sicilini pekiştirdi. CHP özellikle dış politikada gösterdiği milli çizgi ve cumhuriyetin değerlerini koruma konusundaki hassasiyeti ile halkın kalbini kazanabilecekken, dini ve manevi değerlere saygı konusunda (Önder Sav’ın peygamberimiz ve ibadetlerimizi alaya alan sözleriyle de açığa çıkan) yanlışlıklarıyla bu imkânı heba etmeye devam ediyor.

MHP’nin bu konuda ‘AKP’yi oyuna getirdiği’ iddiasını inandırıcı bulmuyorum. MHP, cumhuriyetin temel değerlerinin ve varlıklarının korunması konusunda en az CHP kadar hassasiyet göstermekle beraber, dini inançlar ve manevi değerlere saygı konusunda da samimiyeti ile dikkat çekmektedir. MHP tabanının başörtüsüne bakışı, AKP tabanından pek farklı değildir. MHP başörtüsü yasağının kalkması konusunda samimi davranmıştır. Ancak rejimi değiştirme konusunda AKP gibi şüphe uyandıran bir sicili olmadığı için, kendisini rejimin koruyucusu kabul eden ‘zinde güçlerin’ tepkisini çekmemiştir. MHP’nin, rüzgâra göre yön değiştirmeden, samimi inançları doğrultusunda davranması bu partiyi iktidarın ciddi alternatifi olmaya götürecektir.

Devamını Oku...

9 Haziran 2008 Pazartesi

Sıvılaştırımış Petrol Gazı (LPG)

1-) Lpg’nin Tanımı

Sıvılaştırılmış petrol gazları; PROPAN, BÜTAN, PROPİLEN ve BÜTİLEN’den bir veya birkaçının oluşturduğu hidrokarbon karışımlarıdır. Normal şartlar altında ( 15˚C ve 1 atmosfer basınçta ) gaz fazında bulunan LPG, basınç uygulandığında sıvı fazına geçer ve bu basınç kaldırıldığında tekrar gaz haline dönüşür.

LPG, sıvı fazında taşınır, ölçülür ve depolanır, gaz fazında tüketime sunulur.

LPG, % 70 bütan ve % 30 propandan oluşan miks LPG olarak ve sadece propan olarakta iki şekilde kullanılabilir. Ayrıca bazı sektörlerde ( yalıtım, çakmak gazı vs. ) sadece bütan olarak da kullanılabilmektedir.

2-) Lpg’nin Elde Edilişi

LPG, doğalgaz kuyuları ve ham petrol rafinerileri olmak üzere iki ana kaynaktan elde edilir. Ham petrolün damıtılması ile elde edilen LPG, suda arındırılır ve içerdiği kükürt miktarı standartlara
( NGPA – Natural Gas Processers Association ) uygun sınıra indirilir.

Kokusuz bir gaz olan LPG, güvenlik açısından kolayca fark edilebilmesi için etil merkap ile rafinerilerde kokulandırılmaktadır.

3-) Kullanım Alanları

LPG kullanımı üç ayrı satış şeklinde kullanıma sunulmaktadır.

a-) Tüplü kullanıma sunulan LPG : Konutlarda sıcak su, pişirme ve ısınma ihtiyaçları için; endüstriyel işletmelerde başta pişirme olmak üzere çeşitli işlemlerin enerji ihtiyacını karşılamada kullanılmaktadır.

b-) Dökme LPG : Konutlarda ve turizmde ısınma, pişirme, sıcak su ve buhar üretiminde; endüstriyel işletmelerde ise sıcak su, buhar üretimi, kurutma ve ısıl işlemler gibi bir çok işlemlerde kullanılmaktadır.

c-) Otogaz LPG : Binek araçlarda benzine alternatif olarak kullanılmaktadır.

LPG ve Hava Gazı Boğulmaları

  • LPG, kısa süreli solunumda zehirleyici bir gaz değildir. Fakat LPG havadan ağır bir gaz olduğu için sızıntı ve kaçaklarda yere çökerek yukarı doğru birikir. Kişinin bu biriken LPG içinde kalması halinde hava ile teması kesileceğinden aynen suda olduğu gibi havasızlıktan boğulma ve ölüm görülebilir.
  • Doğalgaz ise havadan daha hafif bir gazdır. Bu nedenle kapalı ortamlarda yukarıdan aşağı doğru birikir. Ortamın üst kısmında birikir.
  • İlk belirtileri baş dönmesi ve sersemlik halidir.
  • Sabit hacimli ve havalandırılmayan bir ortamda bacaya bağlı olmayan herhangi bir LPG cihazı ( katalitik soba, şofben, gaz lambası ) yanma için gerekli oksijeni ortam havasından alır. Yanma devam ettiği sürece odadaki oksijen miktarı azalır, yanma ürünleri karbondioksit (boğucu), karbon monoksit (zehirleyici) ve su buharı miktarı ise artacaktır.
  • Ortamda havalandırma olmadığından ve yanma ürünleri de dışarı atılmadığından bir müddet sonra solunum için gerekli oksijen bulunmayacak ve çoğalan yanma gazları da zehirlemeye yol açacaktır.
  • Olay LPG zehirlenmesi değil, oksijen yetersizliği ve karbon monoksit zehirlenmesidir. Şofbeni bacaya bağlamadan banyoya giren kişinin ya da gaz sobasını yanık bırakarak yatan kişinin uykusunda zehirlenmesi bu olaya örnek gösterilebilir.

Devamını Oku...

İzmit Temettuât Defterleri

Köklü bir tarihe sahip olan İzmit (Nikomedia, İznikmid, İzmid (t)) tarihsel süreç içerisinde birçok medeniyete ev sahipliği yapmıştır.

İzmit’in coğrafi konum itibariyle Asya ve Avrupa kıtalarını birbirine bağlayan önemli ticaret yollarının üzerinde bulunması, buranın her dönem ilgi duyulan bir şehir olmasını sağlamıştır. Bu nedenledir ki; tarihin her döneminde birçok medeniyet İzmit için birbirleriyle mücadele etmişlerdir.

İzmit tarihi açısından önemli belgelerden bir tanesi de Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde bulunan “Temettuât Defterleri” dir. Bu defterlerde yer alan bilgiler İzmit ile ilgili çalışma yapan araştırmacılar açısından oldukça önemlidir.

İzmit Temettuât Defterleri Niçin Hazırlandı?

Tanzimat Fermanı ̀nın ilanından sonra 12 Ocak 1840 tarihli bir talimatname ile her yerde muhassıl (devlete ait vergileri toplayan kişi) gözetiminde ahalinin isim, şöhret, emlak, arazi ve hayvanlarının miktarı ile esnaf ve tüccarın yıllık kazançlarının yazılacağı defterler tutulması emredilmişti.

II. Mahmut zamanında başlatılan, fakat padişahın ölümüyle yarım kalan temettuât hazırlık çalışmaları, Mustafa Reşit Paşa’nın çabalarıyla İmparatorluğun birçok yerinde başarıyla tamamlanmıştır.

Temettuât defterlerinin hazırlanış maksadı vergilerin adil tespiti ve toplanması olmasına karşın bu bilgilerden çok daha fazlasını barındırmaktadırlar. Hane reislerinin şöhreti, lakabı, fiziki görünüşü, etnik kökeni, mesleği bunların yanı sıra sahip olduğu tarla, bağ, bahçe, koru, orman, iskele, tuzla, dükkân, değirmen, büyükbaş-küçükbaş hayvan ve bütün bu mal varlıklarından elde ettiği gelir, bunlara karşı ödediği vergi gibi birçok bilgiye, temettuât defterleri sayesinde ulaşılabilmektedir.

Temettuât defterlerinin ekonomik yapıyı belirleme açısından gelir kaynakları ve kaynaklar dengesinin kent-kırsal alan ölçeğinde aldığı muhtevaya bakılacak olursa; toplam toprak miktarı, toplam ekili ve nadas alanlarının miktarı, üretime ayrılan toprakların tahlili, ürün çeşidine göre ayrılan toprakların miktarı ve bu ürünlerden sağlanan hasıla toplamı ve dönüm başına verimliliği, tarım işletmelerinin büyüklüğü, hayvancılığın kent-köy ekonomisi içerisindeki yeri, kent ekonomilerinde önemli yeri olan sınaî, ticari ve hizmet iş kolları konularında aydınlatıcı malumat verdiği görülmektedir. Vergi hususunda toplam vergi yükü toplam hasılat içinde vergi yükünün payı ve farklı vergilerin vergi içindeki payı, kır-şehir, Müslim-gayr-i Müslim kesimler arasında vergi dağılımının durumunu kıyaslama imkanı verecek bilgileri kapsamaktadır.

Temettuât defterleri, dönemin vergi usulüne ilişkin bilgilerde içermektedir. Şöyle ki; reâyâdan netür vergiler toplandığı, hangi insanların mükelleflik hangi insanların muaflık durumu içerisinde değerlendirildiği, köy ve mahallelerin toplan vergi yükümlülüğü, hane başına düşen ortalama vergi miktarı, vb. bilgileri temettuât defterlerinde rahatlıkla bulabilmekteyiz.

Temettuât defterlerinin 19. yüzyılda Osmanlı taşrasının köy ve kentteki nüfusunun niceliği ve niteliği konusunda taşıdığı bilgiler, demografi çalışmalarında göz ardı edilmeyecek hususlardır. Söz konusu defterler vergi mükelleflerinin ayrıntılı dökümü vermesi itibariyle toplam nüfus rakamlarına ulaşma imkanı vermektedir. Mesela İzmit Temettuât Defterleri üzerinde detaylı bir çalışmada vergi mükelleflerinin sayısı 5 ile çarpılarak İzmit’in ve köylerinin nüfus verilerine ulaşılmıştır.

Temettuât Defterleri’nden Yararlanılarak Bir Bölge Hakkında Şu Bilgilere Ulaşılabilir

  • Etnik Yapı
  • Demografik Yapı
  • Ticari Faaliyetler-Müesseseler
  • Meslek Bilgileri
  • İnsanların Menkul ve Gayri Menkul Durumları
  • İnsanların Yıllık Kazançları
  • Tarımı Yapılan Ürünler
  • Bakılan Hayvanlarla İlgili Bilgiler
  • Vergi Çeşitleri ve Miktarları
  • Köy ve Şehirlerin İşgücü Kapasiteleri
  • Şehir ve Köylerin Tahmini Nüfus Bilgileri

İzmit Temettuât Defterleri’nden Örnek İki Sayfa

İzmit Temettuât Defterleri’nden Örnek İki Sayfa

Hâne 1 Numero 1

Sene–i sâbıkada vergi–yi mahsûsâdan Bir senede vermiş olduğu Guruş= 710

Erbâb–ı zirâ‘atden olduğu

A‘şâr ve rüsûmu olarak sene–i sâbıkada bir senede vermiş olduğu


Hınta

Alef

Kaplıca

Burçak

Keyl=5

Keyl=4

Keyl=2

Keyl=1

Guruş=60

Guruş=20

Guruş=10

Guruş=10

Cem‘an Yekün Guruş= 100

Soğan Öşrü Guruş= 17

094/194 Bağ Öşrü

Mezru‘ Tarla Dönüm= 20
Hâsılât–ı seneviyyesi
Guruş= 850 sene 60
800 sene 61

Mezru‘ Tarla Dönüm= 1
Soğan
Guruş= 143
180 sene 61

Kara Sığır İneği
Re’s= 2
Hâsılât–ı seneviyyesi
Guruş= 40

Bağ Dönüm= 3
Hâsılât–ı seneviyyesi
Guruş= 486 sene 60
400 sene 61 tahminen

Harir Bağçesi Dönüm= 1,5
Hâsılât–ı seneviyyesi
Guruş= 400 sene 60
500/900 sene 61

Kara Sığır Öküzü
Çift= 2

Kısrak
Re’s= 1

Bargir
Re’s= 1

 

Mecmû‘undan bir senede tahminen temettu‘ı
Guruş= 2256
0600/2856 Bargircilik ticâreti

Hâne 11 Numero 11

Sene–i sâbıkada vergi–yi mahsûsâdan
Bir senede vermiş olduğu
Guruş= 546

Erbâb–ı zirâ‘atden
olduğu

A‘şâr ve rüsûmu olarak sene–i sâbıkada bir senede vermiş olduğu

Hınta

Alef

Tohum

Keyl=5

Keyl=2,5

Keyl=1

Guruş=60

Guruş=12,5

Guruş=4

Cem‘an Yekün Guruş= 76,5

30Bağ Öşrü

Soğan Öşrü
Guruş= 30

Mezru‘ Tarla Dönüm= 25
Hâsılât–ı seneviyyesi
Guruş= 611,5 sene 60
500 sene 61

Soğan
Öşürden ma‘da
Guruş= 270 sene 60
500/770 sene 61

Asiyâb Rub‘Hissesi=1
İcâr–ı seneviyyesi
Guruş= 250

Harir Bağçesi Dönüm= 2
Hâsılât–ı seneviyyesi
Guruş= 235 sene 60
400/635 sene 61

Kara Sığır İneği
Re’s= 1
Hâsılât–ı seneviyyesi
Guruş= 20

Kara Sığır Öküzü
Çift= 1

Gayr–i Mezru‘ Tarla
Dönüm= 15
Devr ile zirâ‘at olunmakda olduğu

Mecmû‘undan bir senede tahminen temettu‘ı
Guruş= 1716,5
1407,5/3124 Sermayesinden temettu‘ı
0700/3824

 

Bozoklu Osman'ın 1811 yılındaki İzmit'i gösteren Minyatürü

19. yüzyılda İzmit'i gösteren harita

Max Fruchtermann Fotoğraflarında 19. yüzyılda İzmit

Osmanlı Arşivinden Temettuat Belgesi

Kaynakça

  • Mübahat Kütükoğlu, “Osmanlı Sosyal ve İktisadi Tarihi Kaynaklarından Temettü Defterleri”, Belleten, S.395, Ankara, 1995, s.225
  • Said Öztürk, Osmanlı Belgelerinde Darıca, İstanbul, 2001, s.192

Devamını Oku...