Son bir haftanın uluslar arası ilişkiler sürecine baktığınızda çok önemli 3 olayın birbirini takip ettiğini gözlüyoruz. Öyle ki neredeyse öncelikleri konusunda insan kararsızlaşıyor. Başlangıcı 2007 yılına dayanan ve 2008/2009 yıllarında zirve yapan Dünya Ekonomik Krizi konusunda her ülkenin "kendini kurtarma" yönünde hareket eder tavır takındığı gözlenmekteydi. Bu durumsa dünya kamuoyunda krizin daha büyümesi yönünde ürküntüyü artırmaktaydı.
Bilindiği üzere G-20'ler, Dünyanın Gelişmiş ve Gelişmekte olan en büyük 20 ekonomisinin liderlerinin bir araya geldiği bir platformdur. Yapı 1999 yılında kurulmuştu. Dünya nüfusunun %70'ini bünyesinde bulunduran G-20'ler, Dünyadaki Global Gayri Safi Hâsılanın % 90'ını ve ticaretinin de % 80'ini ellerinde bulundurmaktadırlar. Bu yüzden böylesi bir zeminde varılacak uzlaşmanın Dünya ekonomisine yansıması mutlaka bir farklılık getirecekti. Türkiye'nin ekonomik güç varlığı açısından 15'inci sırada bulunduğu G-20'lerin, krize karşı bir trilyon Dolarlık bir kaynak sağlama gibi önemli bir mutabakata varmaları, şüphesiz AB toplantılarında ve başka zeminlerdeki ''Kendi Başılığı'' da ortadan kaldırma ihtimalini güçlendirecekti. Varılan mutabakat noktaları şöyle özetlenebilir: Dünya ticaretine finans sağlamak amacı ile 2 yıl içinde 250 milyar Dolarlık kaynak aktarılması; yeni program için 50 milyar Dolarlık ek bir kaynak kararına varılması; IMF kaynaklarının 500 milyar Dolar arttırılarak 750 milyar Dolara çıkarılması ve gerektiğinde 250 milyar Dolar daha ek kaynak ilavesi; Hedge Fonların küresel düzenleme çerçevesi içine alınması ve kredi değerlendirme kuruluşlarının da belirli kurallara tâbi tutulması; Zirvede yeni bir malî istikrar kurulunun oluşturulması; Toksik varlıklarla başa çıkılması konusunda işbirliği yapılması; Yoksul ülkelere 50 milyar Dolarlık bir yardım yapılma kararına varılması ve nihayet G-20'lerin yıl içerisinde tekrar bir araya gelme kararı vermeleri....
Ekonomik krizin hiç değilse belli bir aşamada tutulması açısından yukarıdaki kararların şüphesiz önem taşıdığı açıktır. Ancak tabiatıyla önemli olanın varılan mutabakatların tatbikata intikalidir. Bekleyip göreceğiz!. Ama herhalde böylesi bir toplantıda verilen taahhütlerden kaçınmak, hiçbir ülke açısından, kolay olmayacaktır. Türkiye'nin bu toplantıya giderken talepleri içerisinde yer alan, IMF'nin fonksiyonunun ve bütçesinin genişletilmesi, Dünya ticaretindeki kısıtların engellenmesi ve yoksul ülkelere yardım yapılması noktasında ise, prensip itibarı ile mutabakat sağlandığı görülmektedir. Yani Türkiye hedeflerine ulaşmıştır.
G-20'ler toplantısının hemen akabinde gerçekleşen NATO zirvesi ise, biri Fransa'nın askeri kanada dönüşü, diğeri yeni Genel Sekreterin belirlenmesi bakımından önem taşımaktaydı. Ancak Avrupalı Batılıların ve ABD'nin Danimarka Başbakanı Rasmussen'in Genel Sekreterliğini âdeta oldubittiye getirmek istemeleri karşısında Türkiye'nin direnci ile karşılaşmaları belki onlar açısından bir beklenmeyendi!. Bu durumda Fransa'nın askeri kanada intikali meselesi 2'nci plâna itecek ve Türkiye'nin kararlılığı Batılı ülkelerini geri adım atmaya zorlayacaktı. Türkiye kararlıydı ve Danimarka'da Roj TV konusu ile Hz. Muhammed karikatürleri ülkemizde ve bütün Müslüman dünyasında, adı pek de sevimli bulunmayan Rasmussen'i, geri adım atarak makamı tercih noktasına sürükleyecekti. Danimarka Başbakanı Rasmussen'in tavrı gerek Roj TV meselesini çözeceği, gerekse karikatürler dolayısıyla İslâm Dünyasından özür dileyeceği yolundaki ifadeleri, meselenin olumlu bir şekilde sona ulaşmasını sağlayacaktı. Rasmussen'in İstanbul'a gelerek İttifaklar Medeniyeti Toplantısında katılması bu noktadaki gelişmelerin önemli bir halkasıydı.. Üstelik Türkiye bu gelişmeyle yetinmeyerek NATO' da 3 önemli başarı daha sağlayacaktı. Bunların başında yer olanı şüphesiz Genel Sekretere vekâlet edecek Genel Sekreter Yardımcılığı görevini üstlenmesidir. Diğer ikisi ise, NATO Komuta kademesinde üst düzey bir göreve sahiplenmek ile Afganistan da NATO temsilciliğine sahip olmaktır. Fakat bu sırada dikkatlerden kaçmaması gereken husus, Olli Rehn'in AB adına yaptığı tehdit ifadeleri içeren konuşmadır. Cumhurbaşkanımızın ''talihsiz bir konuşma'' ifadesi ise, sadece bir nezaket davranışıdır. Esas itibarı ile Rehn'in konuşmasındaki tavır, genel olarak hemen Avrupalı Büyük Devletlerin ''gizlenmiş düşüncesinin'' yankısıdır!
Bu iki toplantının hemen bağlantısında "eş başkanlardan" birinin Türkiye olduğu Medeniyetler İttifakı toplantısının İstanbul'da gerçekleşmesi de ayrı bir öneme haizdir. Toplantıya BM Genel Sekreteri yanında, geleceğin NATO sekreteri Rasmussen de katılacak ve tavizkâr görüntü veren, ama çok da açık olmayan bir konuşma yapacaktır. Omzunun çıkması ise, sanırım aldığı "dualardan(!)" kaynaklanıyor olmalıdır. Zaten yaptığı konuşmadaki oraya buraya çekilebilecek ifadeleri de bir Batılı diplomatın tipik davranışını yansıtmaktadır ve duaların da yerine masruf oluğunun delilidir... Neyse. Umulur yeni NATO Genel Sekreteri ABD Başkanının "adına verdiği" garantiye yaraşır bir davranış sergiler. Tabiatıyla bu olumlu görüntü veren gelişmelerin sadece vaatlerde kalmaması asıl temennimizdir!..
Şüphesiz Medeniyetler İttifakı kadar önem taşıyan bir başka gelişme, ABD Başkanı Obama'nın Türkiye'ye yaptığı ve açık ifadesi ile ikili ziyaretlerin ilki olma vasfını taşıyan ziyaretidir. Ankara'da Cumhurbaşkanımızla birlikte yaptıkları basın toplantısında Türkiye ve İslâm dünyası hakkında yaptıkları değerlendirmeler çok önemli ifadeler taşımaktadır. Sorulan bir soru karşısında, Ermeni iddiaları konusunda verdiği cevapsa, diplomatik olmakla beraber devlet adamı kimliğini de yansıtmaktadır. Sözünün kayıtlarda olduğunu söylerken inkârcılığa kaymıyor, ama gelişmelerin ABD'nin tavır koyması ile önleyici bir mahiyet almasını da düşünmediğini belirtiyordu. Cumhurbaşkanımızın konuşması ise tavizsiz ve ülkemizin görüşlerinin tam bir aksi sedası mahiyetinde idi. ''Mesele siyasetçilerin değil, tarihçilerindir ve biz bu konuda her şekilde açık bir tavır içerisindeyiz.'' Umarız bütün bunlar uçuşan sözlerde kalmaz...
Bu başarılı gelişmeler içerisinde insana üzüntü veren nokta ise, kuruluşundan bu yana ''bir millet iki devlet'' anlayışından hiçbir zaman taviz vermemiş olan Azerbaycan'ın, bir gazete havadisi olduğunu düşünmek istediğim "Ermenistan sınırının açılacağı" havadisine bağlı olarak Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev'in İstanbul'daki Medeniyetler İttifakına katılmamasıdır. ABD'nin diğer konuları göz ardı ederek ve baskı ile Türkiye'yi bir kardeş topluluktan uzaklaştırabileceğini düşünmek bile istemiyorum. ABD ile geniş bir iş birliğine ve mutabakata ''evet'' ama Türkiye'nin kardeş devletler nezdinde ''güvenirliliğini kaybetmesine'' hayır demekteyiz. Çünkü tarihimiz, küçük yanlışların büyük kopmalara ve sıkıntılara vesile olduğunun örnekleri ile doludur. Azerbaycan ise kardeş toplulukların başında yer almaktadır...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder