Seçim, ekonomik kriz, bilmem kaçıncı Ergenekon dalgası, PKK operasyonları derken Türkiye yine oldukça kafaların karışık olduğu bir zeminde at koşturmaya başlamış görünüyor. Hemen her konuşma ortamında endişeli bakışlar, biraz ürperti ile iktisadî ve siyasî sıkıntıların nasıl aşılacağı düşüncesi ilk dile getirilenler.
İşte böylesi karmaşık bir ortamda ve zaman diliminde geçen yıl tanıdığım Kültür Vakfının bursiyer öğrencilerinden birkaçının benimle sohbet etmek istediklerini öğrenecektim. Konu başlığı "İstanbul Kültürü" idi. Düşündüm, İstanbul Kültürünü bizden önceki nesiller kadar derin bir şekilde tanımamış olmama rağmen, benim neslimin iyi kötü o günlerden nefes aldığı ayrı bir gerçekti. Zira biraz 1940'lı, sonraki zamanlarda gençlik yıllarımızda da 1950'li yılların İstanbul'unu yaşamış; ayrıca büyüklerimizden İstanbul'u duyarak teneffüs etme şansını yakalamıştık. İlave olarak geçtiğimiz yıl tanıdığım ve kendileriyle iki defa sohbet imkânını elde ettiğim bu pırıl pırıl gençleri de kıramazdım. O halde bilebildiğim, duyabildiğim ve daha çokta içime sindirebildiğim kadarıyla İstanbul Kültürü hakkındaki düşüncelerimi bu gençlere aktarmalıydım. Hazırlamak durumunda oldukları ödevlerini Çarşamba gününe yetiştirmek durumundaydılar. Bu yüzden Pazartesi günü, daha önce kendilerini tanıdığımda zekâ pırıltıları ve değerlendirme yetenekleriyle öne çıktıklarını tespit etmiş olduğum üç değerli evladımızla bir araya gelmeğe karar verdik. Soruları üzerine söylemeğe çalıştıklarımı şöyle özetleyebilirim..
Yüzyıllar boyu İstanbul, Fetihten önceki varlıklarıyla Fetih sonrası Türk-İslâm mefkûresinin getirdiği "Değer Hükümlerini" bütünleşerek zirveye taşındığı bir yerleşim yeri, hatta ondan öte idi. Dünyanın bir bölümü Türk-İslâmlaşan bu beldeye kıskançlıkla, bir bölümü ise gıpta ve daûsıla hasretiyle bakmaktaydı. İstanbul, hemen bütün Türk ve Müslüman toplulukların gönlündeki kaçınılmaz Kültür odağıydı. Osmanlı, şehir kültürü anlayışıyla İstanbul'da âdeta bir şaheser meydana getirirken, geçmişi de katiyetle yok etmiyor ve eski medeniyetlerin varlığını muhafaza ederek dünyaya, Türk ve İslâm hoşgörüsünün ne anlama geldiğinin tescilini de yaptırıyordu.
Osmanlı, İstanbul'daki kültür varlığını önce şehirleşmenin tabii seyri içersinde meskenlerden başlayarak camii, medreseleri, imaretleri, aşhaneleri ve tımarhaneleri ile mimarisini ihya ediyor ve ailenin sağlıklı yapısını koruyacak olan mahalle kültürünü bina ediyordu. Sur İçi, 1453 yılından itibaren İstanbul bir Türk-İslâm şehri olma yolunda şekillenirken, Pera, Galata, Fener ve Adalar gibi Gayrimüslimlerin meskûn olduğu yerlerde oturanlar Müslüman ahaliyle bütünleşmekten hiçte şikâyetçi değildiler. Çünkü İstanbul Kültürü kandillerde, bayramlarda ve paskalyalarda, kimsenin kimseyi rahatsız etmek bir yana, beraberliklerin yaşandığı, saygının ve sevginin şekillendiği bir mecz olma şuuru taşımaktaydı. Dil ise Türkçenin beyefendileştiği, hanımefendileştiği bir telâffuz ve ahenk güzelliğine sahip olmuştu. Avrupalı veya Anadolulu Türkler için İstanbullu gibi Türkçeye sahip olmak âdeta erişilmesi zor bir daûsıla idi. Bu güzel Türkçenin sundukları ise muhteşem bir Divan Edebiyatı, Mizah Edebiyatı ve bağlı olarak Türk musikisi olacaktı. Musiki dışındaki sanat dalları ise birbirine bağlı ve birbirinden esinlenerek artık tercihini değil, başkalarıyla yarışmanın gereksizliği ile yüzleşmekte ve rakibi kendisi olarak kendini aşmaktadır... Hat, tezhip, ebru ve benzerleri Türk'ün o muhteşem mimari ve estetik dünyasıyla bütünleşerek tevarüs ettiklerini de hazmediyor ve İstanbul kültürünü eşdeğersiz hâle getiriyordu... Vakıf anlayışı ise, yüzyılların birikiminden İstanbul'da şekillenen noktaya geldiğinde, meselelerini insandan taşırarak diğer canlılara doğru şekillenen örnekleriyle âdeta beşer üstülüğünün varlığını haykırır noktaya doğru gelişme gösteriyordu...
Bu yapı içersinde Boğaziçi'nin, Adaların ve Haliç'in İstanbul Kültüründeki varlığı şiirlere, destanlara ve sevdalara yol açan güzelliklere vesile olacaktı. Bütün bu kültürel unsurlarla birlikte dünyanın gözdesi bir şehre hizmet vermek isteyen insanların sundukları önemli varlıklardan biri de yemek kültürlerinin İstanbul'a taşınması idi. Böylece nev-i şahsına mahsus bir İstanbul Mutfak Kültürünün doğuyordu. Ancak ne var ki insanların selâmlaştığı, sevgi sunduğu ve saygının küçükten büyüğe bir şelâle gibi aktığı İstanbul kültürü, 20'nci yüzyılın şehirleşme keşmekeşi içersinde, özellikle 1960'lı yıllardan itibaren hızla tahribe uğrayacaktı. Şüphesiz tahribatın başlangıcı modern şehirleşme mantığını iyi ve doğru kavrayamamış 1950'li yılların imar çalışmalarıyla gün yüzüne çıkmıştı. Cumhuriyet aydınının Osmanlı kültürü ile imtizaç etmektense onunla çatışır bir kafa yapısını tercih etmesi, çoğu konuda olduğu gibi, İstanbul kültürünün de büyük çapta tahribe uğramasının sebeplerinden biriydi. Bunun adı yıkarak yenileşmek veya yapmaktır!.. O yüzdendir ki eskiyi yok etme bir ihtiras haline gelecektir. Yollar, caddeler açılmıştır ama kültürel yapı büyük darbe yemiştir. Buna bir de aile kültürünün yok olmaya doğru gideceği, çekirdek aileye geçiş sürecinin temel varlığı apartmanlaşma eklenince, çöküntü kaçınılmaz olacaktı. Ama henüz bu çöküş o yıllarda çok hızlı değildir. Hız kazanışın başlangıcı önce 1960'lı, sonra 1970'li ve 1980'li yıllardır. İstanbul kültürü bu yıllarda giderek hızlanan bir şekilde varoşlara teslim olmaya başlayacak ve arabeskleşme, magandalaşma kültürüne doğru hızlı bir irtifa kaybı ortaya çıkacaktır. Bugün İstanbul Türkçesi, musikisi veya mimarisini bir taraf bırakınız, sokakta yürüyüşün tavrı bile farklılaşmıştır. O halde yeniden büyük devlet olmak istiyorsak İstanbul Kültürünü ihya etmenin yollarını aramalısınız.
İşte kısaca söylediklerim bunlardı gençlere... Bilmem sizler ne dersiniz!...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder