31 Mart 2009 Salı

“Muhsin Başkan”

Bir helikopter kazası, Türkiye'nin seçim öncesi "demokrasi şöleni" de denilen, heyecanlı, atışmalı, sataşmalı atmosferini bir anda hüzne çevirdi. BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu ve beş vatandaşımızın kaybıyla sonuçlanan dramatik kazanın sonunda hanelerimize bir acı çöktü.

Muhsin Yazıcıoğlu için, her kesimden gelen sevgi ve saygı dolu ifadeler, samimi ve içten acı paylaşımları bazılarını şaşırtacak boyutta idi.

Muhsin Yazıcıoğlu'na seçimlerde aldığı oy oranı ile mukayese bile edilemeyecek bu sevgi ve saygının sebebi ne idi? O ne yapmıştı da "Baki kalan kubbede hoş bir sada" olduğunu anlatan saygı ve duygu dolu ifadelerle anılıyor?

Hangi siyasi görüşten olursa olsun, O'nu tanıyan herkesin tanımlamalarındaki ortak noktalar: "O büyük bir vatan ve millet sevdalısı idi. O siyasetin kirletemediği, bozamadığı sağlam karakterli bir dava adamı idi." "İnançlarından taviz vermeyen", "dik durmasını bilen", "yiğit bir Anadolu evladı idi."

TV'lerde kendi sesi ve görüntüleri ile verilen bir konuşmasında söyledikleri O'nun bu karakterini çok güzel yansıtmaktaydı: "İçimizden herhangi birinin bir saniye içinde ölmeyeceğinin hiçbir garantisi yok. Bir tek nefeste canımızı verebiliriz. Bir saniyesine hükmedemediğimiz bir ömrün içinde fırıldak gibi yaşamanın ne manası var, düz olmak, dümdüz yaşamak lazım." Aklımda kaldığı kadarıyla yazabildiğim bu sözler, inanmadan söylenmesi mümkün olmayan içten, yürekten sözler.

Tıpkı sonucunda beraat ettiği bir dava sebebiyle, 7,5 yıl hapis yattığı Mamak hapishanesinde yazdığı şiirde dile getirdiği, milyonların göz pınarlarını ıslatan mısralar gibi içten, yürekten. Şimdi bu mısralar soğukta, karlar içinde sona eren bir ömrün de ifadesi olarak sevenlerinin dilinde.

"Huzur dolu içimde/ Ben sonsuzluğu düşünüyorum/

Ey sonsuzluğun sahibi, sana ulaşmak istiyorum/

Durun kapanmayın pencerelerim/ Güneşimi kapatmayın/

Beton çok soğuk üşüyorum."

"Acı düştüğü yeri yakar" derlerdi. Bu defa acı yüreklerimizi üşüttü.

O, nerede bir Türk varsa, oranın derdi ile dertlenen, sevinciyle sevinen, dünyadaki bütün Türk topluluklarıyla dostluk kurmuş bir Türk Milliyetçisi idi.

Kazakistan gezisi sırasında, Hazreti Türkistan Ahmet Yesevi'nin türbesini ziyaret eden Muhsin Yazıcıoğlu, büyük velinin çilehanesinde bir saat yalnız kalır. Çıktığında gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüş ve bütün gün gözlerinden akan yaşlara mani olamadığı bir ruh hali içinde kalmış. Bu gezide beraber olduğu dostunun anlattığına göre, o geceleri de ibadet eden samimi bir Müslüman'dı.

Yedi milletvekili ile Refahyol hükümetine destek olduğu dönemde, dış baskılar ile çıkarılması istenen, ancak Türk milletinin faydasına olmayan bazı yasal düzenleme çalışmalarına direnmeyi bilmiş, Türk milletinin tam bağımsızlığı ülküsüne adanmışlığını icraatı ile ispatlamıştı.

28 Şubat sürecinde demokrasi dışı baskılara karşı dik durmayı bilmişti. Sürecin en hararetli noktasında Yazıcıoğlu'nun Meclis'teki odasına gelen iki sivil, mesaj getirdiklerini belirterek, 'Hükümetten desteğini çekmezsen, başına iş açılır' diyor. BBP liderinin buna cevabı sert olur: 'Demokrasinin yanındayız. Bana tehdit sökmez. Bizim Allah'tan başka kimseden korkumuz yok.'

O'nun Ülkü Ocakları Genel Başkanı olduğu yıllarda, ülkücü gençler "Milliyetçi Türkiye", İslamcı gençler "Müslüman Türkiye", devrimci/solcu gençler "Bağımsız Türkiye" sloganlarını kullanırdı. Muhsin Başkan hem milliyetçi, hem Müslüman, hem demokrat ve de tam bağımsızlıkçı olmanın çelişen değil, birbirini tamamlayan kavramlar olduğunun yaşayan örneği oldu.

Mustafa Çalık'ın tespiti çok etkileyici idi: "Ülkücü camia (Ülkü Ocakları, Alperen Ocakları ayırımı yapmadan söylüyorum) bu güne kadar çok vatansever, karakter sahibi, yüksek ahlaklı, İslami ve manevi değerleri yaşayan çok sayıda kıymetli insan yetiştirdi. Öyle inanıyorum ki hiç birimizin, bu vasıfları taşıma konusunda, Muhsin Bey'le yarışması mümkün olamaz."

Siyaseti de temiz yaptı. Ne rakipleri, ne de partisinden ayrılan eski arkadaşları hakkında küçültücü hiçbir söz söylemedi. Çirkef siyasetin fırıldak ve dalaverelerinden uzak kaldı.

Onun içindir ki rakip siyasi parti temsilcileri bile sanki sözleşmiş gibi, "adam gibi adamdı" ibaresini kullandılar. Kazadan sonra bütün siyasi partiler, seçime üç gün kala en kritik zaman diliminde, bütün miting ve toplantılarını iptal ettiler.

"Güzel yaşamak nedir?" diye sorana, 'ölümünden sonra her kesimden insana böyle güzel sözler söyleten bir ömür sürmektir' demek yeterli olur sanıyorum.

"Muhsin Başkan" ve aynı kazada vefat eden vatandaşlarımıza Allahtan rahmet, sevenlerine sabırlar diliyorum.

Devamını Oku...

Seni Isıtamadık Yiğit Adam

"Bir saniyesine bile hükmedemediğiniz bir ömür için fırıldak olmanın anlamı yoktur. Düz olacağız ve düz yaşayacağız. Dik duracağız, doğru gideceğiz."

Şahidiz; öyleydin ve öyle kaldın. Seninle olanların da bir çoğu öyle.. Gel de bu çıkarperest topluma idealizm türküleri söyle.

"İnna lillahi ve inna ileyhi raciun." Ve hayatın sırrı ölümdür. Ölümse bir adalet terazisidir. Vefatınla sağladın o Büyük Birliği. 'Gül' gibiydin ve gülümsemenle girdin hafıza kayıtlarına.

7.5 yıl çileye yattın, işkence sivilcelerinin patlattın ama bir tik bile kalmadı sende. 4 satır şiirden yatırılan ve mapusluk mekânı ziyaretgâh haline getirilenler sana tercih edildi. Ata Osmanlı gibi mahmuz vuranlar değil ata binmeyi beceremeyenler baş seçildi ülkemde.

Amerika'ya git, birileriyle görüş dediler; gitmedin, görüşmedin. Büyükelçiler, medya patronları randevu istediler, vermedin. En çok seyredilen dizinin Yönetmeni 'Size bir şiir klibi çekelim' dedi, sen kabul etmedin. Birileri şiir ratingini sandık ratingine dönüştürebildi.

28 Şubat'ı şimdilerde dillerine pelesenk edenler, 10 - 12 yıl önce saklanacak delik arıyorlardı. Ama eğilmeyen, bükülmeyen bir 8 kişi vardı. Cübbeli Ahmet Hoca'da külliyesi kapatılırken seni arardı, Cerrahpaşa'nın önünde eylem yapan başörtülü öğrenciler de. Her birine yardımcı oldun elhak, kapına gelene gönlünü açtın, oy bile istemedin. Zaten onlar da vermediler.

Ehl-i tasavvuf idin, bilen bilirdi. Bir yağmur damlası olsan yağmak istediğin yer Mekke'ydi. Nefsine 'festakim kema umirt' emrini miras bıraktın tarihçe-i hayatınla.

Pazarlıksızdınız ekip olarak; "Yayladan geldik gene yaylaya döneriz" derdiniz ve işte döndün. Karlı - sisli bir havada, bir bozkurt gibi bir dağ başında ruhunu Rahman'a teslim eyledin.

Rabb'im hayatın da ölümün de hayırlısını nasip etsin. Dünyada seni kullarına sevdirdi, ukbada da salihlerle - şehidlerle beraber haşretsin. Cenab-ı Hak sana 'Muhsin' sıfatıyla muamele eylesin.

Uyuz öküzlerin adam güttüğü

Çarpık bir dünyada yaşadı gitti

Çoğunun putlara secde ettiği

Dünyayı dünyada boşadı gitti

Bize hakkını helâl eyle..

Devamını Oku...

30 Mart 2009 Pazartesi

Üşüyoruz Muhsin Başkan

Kimin Babası torunu olduğu zaman bu kadar sevinmiş ve heyecan duymuştur? 7,5 Yıl cezaevinde geçen sürenin 5,5 yılı hücrede çeşitli işkencelerle geçmişti. Çarmığa gerilmiş, gözlerini açmadan tavana asılı 26 gün geçmişti. Tırnakları sökülmüş, elektrik verilmişti. İç kanama tehlikesinden su dahi içememişti.

Evet... Bu kadar sevinen baba; rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu'nun Babası idi. Yaşadığı işkencelerden çocuğunun hiç evlat sahibi olamayacağını düşünmüştü. 7,5 Yıl ceza yatan Yazıcıoğlu suçsuz bulunmuş. 1 Gün bile mahkûmiyet almamıştı.

Milletimizin dilinde, 7 Milletvekili ile partisinin grubu dahi yokken neler yaptığından. Birde sayısal üstünlükten, sandalye sayısından bahsederler.

Yakın dönemde çıkartılan öğrenci affından ise istifade eden gençler projenin mimarı Muhsin Yazıcıoğlu'na müteşekkir.

Türk İslam Ülküsünün olduğu bütün çalışmalarda Merhum Yazıcıoğlu'nun katkısı vardır. Karabağda, Bosnada, Kosava, Gazzede, Kerkükte...

Davası uğruna hiçbir fedakârlıktan kaçmayan Büyüğümüz Hayalini anlatıyor:

''Bir hayalim var. İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir Türkiye istiyorum. Kısacası; Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar kaynaşmış güçlü bir Türk dünyası hayal ediyorum. Ben 18 yaşındaki bir gencin enerjisi ve heyecanıyla bu göreve hazırım. Şundan emin olunuz ki, tek başıma kalsam da mücadeleden vazgeçmeyeceğim.''
Ben Türk'üm Türk Esir Olmaz
Ben Türk'üm Türk Devletsiz olmaz
Ben Türk'üm Türk Bayraksız Olmaz
Ben Türk'üm Türk Ezansız Olmaz
Ben Türk'üm Türk Hürriyetsiz Olmaz...

Çıktığı yol, Büyük Birlik Yolu. Geçirdiği elim kaza ile yine birliğe vesile oldu. Sağcısıyla, solcusuyla bütün partiler tek yürek oldu. 3 Gün önce birbirine hakaret eden siyasi rakipler birlikte dua ettiler Muhsin Yazıcıoğlu ve yol arkadaşlarına.

Onu tanıyıp ta sevmemek mümkün değildi.

16 Mart 2007 günü Kocaeli Aydınlar Ocağı heyeti olarak Ankara'daydık. Gündüz çeşitli ziyaretler yapılacak akşamda Milli Savunma Bakanı Sayın Vecdi Gönül'ün misafiri olacaktık. Merhum Muhsin Yazıcıoğlu Ankara dışında olacağından programda Yazıcıoğlu ziyareti yoktu. Program akışında akşam vakti bir saatlik boşluk olunca Ankara'ya dönmüş olabileceği düşünüldü ve heyetimizden Nizamettin Şahin Bey Yazıcıoğlu ile görüştü. "Kocaeli'den kardeşlerim gelmiş, bekliyorum" dedi. Kafilemizde bulunan 15 kişide şaşkınlığını gizleyemedi.

Bulunduğu otelin girişine doğru çıkıp Kocaeli Aydınlar Ocağı Heyetini karşıladı. Sayın Muhsin Yazıcıoğlu hazırlık yaptırdığını, yemek hazırlattığını ifade etti. Akşam yemeğine yetişeceğimizden sadece çayını içebildik.

Sıra geldi vedalaşmaya. Her zaman olduğu gibi ekipten bir kişi hediyeyi takdim edecekti. Nizamettin Şahin ve Mustafa Toka Ocağımızın hediyelerini takdim ettiler. Kocaeli Aydınlar Ocağında geleneksel hale gelen heyetin toplu fotoğrafı çekildi ve tarihinde olmayan bir ilk yaşandı. 15 kişi sıraya girmişti ve tek tek Sayın Muhsin Yazıcıoğlu ile fotoğraf çekilmişti.

Evet, işte o fotoğraf tam karşımda.

Merhum Muhsin Yazıcıoğlu ve Dava Arkadaşlarına Rabbim Rahmetiyle Muamele Eylesin. Yüce Yaradan İnşaallah, Resüllullah'ın komşusu yapsın.

Devamını Oku...

Kümelenme.. (4.s)

Ülkemizde kümelenme çalışmaları 1999 yılında başlatıldı. Michael Porter'in başında olduğu Ortadoğu Rekabet Stratejileri merkezi ile Türkiye'nin Rekabet Avantajı platformu tarafından başlatıldı. Sonra bu platform bir derneğe dönüştü ve URAK(Uluslararası Rekabet Araştırma Kurumu Derneği) adını aldı.

Ülkemizde ilk kapsamlı Kümelenme projesi; AB tarafından desteklenen AB proje ofisi gözetiminde yürütülmüş olan Ülkemizin dünyada rekabet edebileceği önemli sektörlerden olan Moda ve Tekstil iş Kümesi (MTK) olmuştur.

Klasik anlamda rekabet; üretim maliyeti, coğrafi avantaj, doğal liman, lojistik imkanlar, ucuz iş gücü faktörlere bağlıydı. Bir firmanın başarısı,  uzun dönem rekabet avantajı oluşturabilmesi ve oluşturduğu bu avantajı sürdürebilir hale getirmesinde gizlidir. Porter ekonomik büyümeyi kümelenme stratejilerine bağlar. Buna göre ülkeler stratejik ve rekabet analizleri yaparak elde ettikleri verilere göre davranışlarını belirlemeliler. Ülkelerin kesinlikle firmaların önünü açacak yasal düzenleme ve teşvikleri yapmaları gerekir.

Birçok rekabet ve strateji analiz metotlarından bahsedebiliriz. Ancak bunların içinde en dinamik esnek olanı Porter'ın elmas metodudur. Bu metot ülkelerin, bölgelerin, sektörlerin rekabet avantajlarını değerlendiren bir metodolojiden ibarettir. Porter, bu modelle aslında firmaların rekabet avantajı sağlamasında önemli etki olarak dört faktörden bahseder. Elmasın dört köşesine "girdi koşulları", "talep koşulları", "firma stratejisi ve rekabet yapısı" ve "ilgili ve destekleyici endüstrilerin varlığı' gibi kavramları koymuştur. Kısaca bunlardan bahsedecek olursak;

Girdi koşulları: Ülkeler kendi kaynakları ve teknolojileri ile önemli girdiler oluşturabilirler. Bölgesel dezavantajlı girdiler varsa eğer bu girdilerin avantajlı hale getirebilecek yenilikler ve yeni metotlar geliştirmeyi zorlar. Bu amaçla firmaların yerleri, insan sermayesi, sermaye kaynakları, fiziksel altyapısı, bilgi alt yapısı, sosyal imkanların avantajlı olması çok rekabet için önemlidir.

Talep koşulları: Bir ürüne olan talep dış pazardakinden fazla ise bölgede o ürün kıymetli olur ve daha fazla firma bu ürünü üretmeye başlar hem ürünün kalitesi artar hem ürünün üretilmesi konusunda farklı yaklaşımlar oluşabilinir. Eğer bu ürün ihraç edilmeye başlandığında ise rekabet avantajını da beraber getirmek zorundadır.

Ürüne talep artışı ürün için ciddi bir pazar oluşur.  

Değişimleri takip eden gülcü bir pazar, firmaları küresel değişime ve yeniliklere zorlar.

İlgili ve destekleyici kuruluşlar: Bölgesel destekleyici endüstriler rekabetçi ise, kuruluşların maliyeti düşük yenilikçi girdilerin avantajını yaşar.

Maliyetler ve girdi çeşitliliği tedarikçiler küresel rekabet yaşadığında güçlenir.

Firma Stratejisi ve Rekabet yapısı:

Bölgesel şartlar firma stratejilerini etkilerler.

Firmalar genellikle düşük rekabet ile çalışmak isterler. Aslında bölgesel rekabet firmaları yeniliğe ve gelişmeye zorlar. Firmaları küresel arenada boy göstermeye zorlar.

Elmas modelinde bir bileşenin etkisi diğer bileşenlere de bağlıdır. Onun içinde bu model kendi kendini güçlendirir ve geliştirir.

Türkiye'de kümelenme konusunda başarılı iki örnekten bahsedebiliriz. Biri Adıyaman'da Tekstil ve Hazır Giyim kümelenmesi. Adıyaman'da ciddi bir bayan istihdamı sağlanmıştır. Fason üretimden markalaşmaya gidilmeye başlanmıştır. Diğeri Ankara ODTÜ Teknokent'de Bilişim Kümelenmesidir. Diğer başarılı kümelenme örnekleri de vardır. Kümelenme konusu hem sanayi odaları, hem ticaret odaları ve üniversitelerin bu konuyu ciddiye alıp geliştirmeleri ile alakalıdır. Kümelenmeler sonra bölgesel havzalara dönüşmesi gerekir buda ciddi bir değer zinciri oluşturacaktır.

Kümelenme ve bölgesel havzaların oluşması firmalar için rekabet gücünü artıracak, insanlar için işsizlik azalacak, ülkemiz için vergi gelir artışı ve  dünyada ciddi bir itibar artışı sağlayacaktır.

Devamını Oku...

29 Mart 2009 Pazar

YAZICIOĞLU ve Şaibeli Kaza

Muhsin YazıcıoğluHelikopterle seçim gezisi, onun yaptığı ikinci hatadır (Birinci hatası ile ilgili olaylardan inşallah daha sonraki yazılarda bahsederiz). Öncelikle olayın kaza olduğuna inanmıyorum. Bu ne menem olaydır, bu ne karanlık bir kazadır?

Öncelikle olayın kaza olduğuna inanmıyorum. Bu ne menem olaydır, bu ne karanlık bir kazadır?

Daha olayın üzerinden birkaç saat geçmeden kaza yerine ulaşıldığının, "Yazıcıoğlu Göksun Hastanesine getirildi, Kayseri'ye sevk ediliyor, Ankara'ya sevk ediliyor" haberlerinin yayınlanmasını, sadece ayağının kırık olduğunun söylenmesini; arama-tarama çalışmalarının yavaşlatılması veya geciktirilmesinin sağlanması için yapıldığı konusunda şüphelerim var.

Kahredici bekleyiş ve özlenen tablo iç içe;

İnanılmaz bir bilgi kirliliği ve teknoloji kullanımındaki acizlik milletimizi kahrettiği gibi, Türkiye'yi de dünyaya rezil etmiştir...

Helikopter faciasından önce de 17 defa ölümcül kazaya(!) maruz kalmış olması, helikopter faciasının pek de masum olmadığını göstermektedir!

Umarım en kısa zamanda olay aydınlanır.

Özlenen tablo dedik; PKK yandaşı parti dışındaki tüm parti ve sayın liderlerinin olaylara karşı sergiledikleri hassasiyet özlenen bir tablodur.

Muhsin YAZICIOĞLU sevgisi, bir anda Türkiye'de farklı düşüncedeki siyasetçilerin yüreklerini yumuşatmış ve siyasi barışa vesile olmuştur.

* BBP lideri Sayın Yazıcıoğlu ile defalarca aynı sofrayı paylaştık, defalarca aynı masa etrafında kaynaştık, sohbetlere daldık, konvoylarda koşuşturduk.

Bir elde Ay-Yıldızı, diğer elde Ay-Gül'ü salladık...

BBP Kocaeli İl Başkan vekili olduğum dönemlerde genellikle basın bültenlerini âcizane ben hazırlardım.

Yönetimden ayrıldıktan sonra da zaman zaman parti adına hazırladığım basın bültenleri, muhtelif yerel gazetelerimizde yayınlanırdı.

Irak'ın Kuzeyinde 11 Askerimizin başlarına çuval geçirilmesinin ardından bir yazı hazırlamıştım. Ancak yazı ne hikmetse yayınlanmamıştı. Ya da benim gözümden kaçmıştı.

O yazıdan kısa bir süre sonra da Sayın Genel Başkanımız İzmit'e gelmişti.

Genç Kocaelililer Derneğindeki sohbet sırasında o günkü İl Başkanımız Sayın Sedat AYHAN, yazmış olduğum yazıdan bahsettiğinde, özellikle yazının başlığını çok beğenmesi beni oldukça gururlandırmıştı.

Yazının başlığı ise şu idi; Destanlara sığmayan Türk Askeri birkaç çuvala sığdırıldı.

* Yazıcıoğlu'nun kişiliği hakkında çok şey söylemeye gerek olduğunu sanmıyorum, çünkü Türk milleti o'nu çok iyi tanıyor ve tanıdıkları ölçüde de çok seviyorlar.

Bilindiği üzere Cenab-ı Hak sevdiği kulunu tüm insanlara sevdirirmiş. Yazıcıoğlu'nu oy verenler de vermeyenler de bu yüzden çok seviyorlar.

O yüzden genel başkanlığını yaptığı Büyük Birlik Partisi, Türkiye'nin gönüllerdeki en büyük partisidir.

Yani diğer partilerin taraftarlarının ikinci partisi sıralamasında BBP birinci partidir. Hatta bunların birçoğunun birinci partisi BBP.

Ancak barajı aşamaz endişesiyle BBP yerine ikinci partilerine oy vermemektedirler.

Büyük bir üzüntü ve endişeyi aynı anda yaşadığım bir zaman diliminde yazdığım yukarıdaki yazıyı yayınlanmak üzere bir türlü göndermek istemedim.

Ta ki olaydan yaklaşık 71 saat sonra BBP Genel Merkezinden saat 14:14'te hak baki olduğu haberi yayınlanana kadar.

Mantık ölümü kabul etmişti ama gönül hala bir mucize peşindeydi.

Biz biliyoruz ki, tabiat şartları neticesi hayatını kaybeden müminler şehit olurlar.

Geçmişinde (bir kişi hariç, bu konudan inşallah daha sonraki yazılarda bahsederiz) hiç kimseyi kırmayan, herkesin gönlünde taht kuran bir mümine de Cenab-ı Hak elbette şehitlik mertebesini nasip edecekti, öyle de oldu.

Resulullah efendimiz (sav) in "hoş geldin komşu" dediğini duyar gibiyiz.

Sen hep "Allah Türkiye'nin birliğini ve beraberliğini bozmasın" derdin ya,

Ben de en kalbi duygularımla ÂMİN diyorum.

Ben, sensizliğin boşluğundayım,
Başıboş, çaresiz, bir yerlere düşüyorum.
Sen Resulullah’ın şefkatli ahuşunda,
Ben sıcacık odamda üşüyorum.

Sen soğuk beton üzerinde üşüyordun,
Biz sıcacık odamızda üşüyoruz be koca Reis.

Bir idealin hariç, kafana koyduğun her hayalini gerçekleştirmiştin.

Gerçekleştiremediğin en büyük hayalin olan Büyük Birliği ise, sen görmedin ama öldüğün gün gerçekleştirdin, ne mutlu sana, ne mutlu Türk milletine.

Tüm İslam Âleminin, Tüm Türk Dünyasının ve tüm sevenlerinin başı sağ olsun.

Devamını Oku...

Yeni Arayışlar İçinde

Ülkemizde, belli zaman dilimlerinde, bulunduğumuz durum ve geleceğiyle ilgili olmak üzere çeşitli grupların bir araya gelerek fikir alışverişinde bulunmaları sıklaşıverir. Sonra şu veya bu sebeple yeniden belli bir durgunluk dönemine girilir veya bizlerin üzerinde böylesi bir intiba uyanır!.. Bu durgunluk dönemlerinin genelinde biri, darbeler sonrası ortaya çıkan ortamın yarattığı baskı havası karşısında sürdürülmekte olan toplantıların saklanma hüviyeti taşımalarıdır. Diğeri, bu tip grupların bağlı bulundukları siyasî kadroların iktidara taşınmış olmalarından dolayı, bahse değer konuların iktidar tarafından ele alınacağı vehmiyle ortaya çıkan gevşemedir. Yahut belli zaman dilimlerinde olduğu gibi, bazı sivil toplum örgütlerinin veya kurumların baskı unsuru hüviyeti öncülüğünü taşımaları üzerine yeni arayışların ikinci plâna düşmekte olduğudur.

Son günlerde, 2002 yılından itibaren, belli bir siyasî istikrara kavuşulmuş olmasına rağmen, giderek sosyo-kültürel açmazların daha geniş boyutlara doğru kayması aydın kesimlerde yeniden çok yönlü arayışlara vesile olmağa başlamış görünmektedir. Özellikle hâlihazır iktidarın belli lâikçi ve güç arayışçıları tarafından daha seçimleri kazandıkları ilk günlerden itibaren tasviple karşılanmamasını tahrik eden CHP yandaşlarına sol ile sağ kesimin bazı uçlarının eşlik edişiyle, ortaya yine çekişmeli bir ortam çıkmış bulunmaktaydı. Ki bunun uzantısı bu kadroların, 1950'li yıllardan beri vazgeçmedikleri "cuntacılık ve darbecilik" oyunundan vazgeçmemeleridir. Bu gelişmelerin en önemli teyidi bu kesimim, açılmış olan darbeci bir davanın neredeyse savunuculuğuna soyunmuş olmalarıdır! Diğer tarafta milliyetçi-muhafazakâr kesimlerin bir bölümü önce bir bekleyişe sürüklenmiş, son zamanlarda ise yeniden çeşitli toplantı zeminlerinde arayışlara girme ihtiyacını duymaya başlamışlardır.

2009 yılının başlangıcından bugüne ülkemizin içinde bulunduğu sosyo-kültürel zemindeki yeni arayışlarıyla ilgili olmak üzere, düzenli yapılmakta olan dernek-vakıf gibi kurumların faaliyetler dışında, yeni arayışlar zemininde davet aldığım veya duyduğum İstanbul içindeki toplantıların sayısının hemen haftada bir nispeti içinde olduğunu söylemem şaşırtıcı bulunmamalıdır. Hâlbuki son genel seçimlerden sonra daha bir kuvvetli olarak iktidara gelmiş bir partinin varlığı yanında, hemen önümüzdeki günlerde gerçekleşecek bir mahalli seçim bulunmaktadır. Üstelik neredeyse 45 gündür insana "yeter" dedirtecek boyutlara ulaşmış siyasî parti liderden başlayarak hemen her kesime uzanan eteklerindeki bütün taşların, değer hükümlerine bakmayarak ve seviye kaybederek, dökmeğe devam etmektedirler. Belki de yukarıda belirtmeğe çalıştığım yeni arayışların, yeni zemin yoklamaların sebeplerinden biri de, özellikle ve tahsissen başta liderler olmak üzere çeşitli kesimlerde görülen "seviye kaybı" dır.

Katılabildiğim arayış toplantılarında, genelde yıllardan beri gözlediğim üzere netice almayı geciktiren veya boşlukta kalmaya sebep olan dert yanma, bilinenleri tekrarlama, bilgiçlik taslama ve çok konuşma hastalığının sürüp gitmekte olduğudur. Tabiatıyla öz ve esasa müteallik konuşmalar da yapılmaktadır. Ama çoğunlukla bunlar aksiseda gibi hoş bir boşlukta yansımaktadırlar. Böylesi ortamlarda eğer üzerime bir görev düşerse söylemeye çalıştıklarım, hedefin ne olacağının, hedef kitlenin seçilmesinin yanında baskı unsuru olmak üzere gerekenlerin neler olabileceği yönündedir. Yaptığım bu konuşmaların, sanki kabul edilir gibi görüntü verdiğini de söylemeliyim. Fakat zamanın nelere gebe olduğu belirli süreçte ortaya çıkacaktır...

Şurası bir gerçektir ki 2009 yılının ilk üç ayında belirginleşen ''Türkiye Üzerinde Oynanan Oyunlar ve Çözüm Yolları" hususunda pek çok milliyetçi muhafazakâr aydının yeniden arayışlara girmek mecburiyetini duymakta olduklarıdır. Sebepleri arasında, şüphesiz parlamentoda bulunan hâlihazır partilerin açmazlarının derinliğinde yer alan ''sen-ben'' kavgasının çirkinlikleri, öncelikli olarak, yer tutmaktadır. Buna bağlı olarak pek çok sivil toplum örgütündeki bazı kurumların belli bir partinin veya ideolojinin uydusu haline gelmeleri yüzünden ''Baskı Unsuru'' olma hüviyetini kaybetmeleri de bulunmaktadır. İşte bu yüzdendir ki yeni arayışlara ihtiyaç duyulmaktadır.

Çeşitli arayışlarda hareket haline gelmiş olduğunu gördüğüm grupların kimliklerinden ziyade hangi konuları ele aldıklarını kısa başlıklarla değerli okuyucularıma sunmak isterim.

Şüphesiz ilk akla gelen konu Türkiye'miz için zaten kangren bir hüviyet taşıyan ''Ekonomik Sıkıntılara'' bu defa dünya genelinde meydana gelmiş olan küresel krizin katkısının ne olacağıdır? Krizlerin aşılabilirliği yanında Türkiye için asıl sorun olan işsizliğin özellikle de ''diplomalı işsizliğinin'', geçmişten günümüze uzanan yapısı içinde nasıl çözümlenebileceğidir!. Ekonomik konular içerisinde tabiatıyla başkaları da bulunmaktadır. Ama diğer konulara iktidarlar, varlıklarının sebebi olarak, iyi veya kötü çözüm arayışlarında bulunmakta oldukları düşünülebilir. Ama işsizlik!...

Türkiye'nin temel sorunlarının başında ise hızla çözülmeye ve çarpıtılmaya götürülen sosyo-kültürel değerlerimizin millî olma vasfının yok olmaya, hatta yok edilmeye doğru yol alan seyridir. Bu husus da iktidarların ve hâlihazır iktidarın, düzenleyici ve olumlu bir politikası var mıdır? İşte asıl sıkıntılı ve şüpheli nokta burada yatmaktadır. Türkiye'nin temel varlığına dilde, diğer kültürel değerlerinde, örf ve âdetlerinde açılan yaraların giderek derinleşmekte olduğudur. Konuda devletin umursamazlığı yanında ise başrolü iletişim araçlarının üstlenmiş olduğu açıktır...

AB meselesinin millî menfaatlerimize ters düşen unsurları ile de, âdeta bir tabiiyet halinde sürdürülmesi, konulardan bir diğeridir. Buna "AB standartları ve insan hakları" başlığı altında  etnik ayırımcılığın, anayasa değişikliğinin, Kıbrıs meselesinin ve hatta üniter yapımızı zedeleyici başkaca unsurların eklenmiş olduğunu göz ardı etmek mümkün değildir.

Kısaca konuşulanlar ve tereddütle takip edilenler arasında, dış politikadaki gelişmeler gibi, daha başka konular da bulunmaktadır. Ama sanırım sosyo-kültürel başlığı, bütün tartışılan kavramları bünyesi içerisinde değerlendirecek durumdadır... Bu arayışlardan bir sonuç çıkar mı veya nasıl çıkar? Bekleyip göreceğiz. Fakat şurası muhakkak ki Türkiye yeniden ve tekraren sosyo-kültürel çalkantılar içersinedir ve görüntüye göre de, gelişmelerde dış baskılar önemli rol oynamaktadır...

Devamını Oku...

28 Mart 2009 Cumartesi

Küresel Krizin Öğrettikleri

18 Mart 1915'de Çanakkale Geçilmez diyenler görevlerini fazlasıyla yaptılar. Aslında gelecek nesillere ışık tuttular. Milli destan şairimiz rahmetli Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu'nun şu mısraları da bu ışığı güçlendiriyor:

Seni özünden vuran düşmanın kimmiş dünkü/ Göreceksin ki, yine aynı düşman bugünkü...

Önemli olan tarihten ders alarak yeni Çanakkaleleri geçilmez kılmaktır. Yeni Vakıflar Yasası, Petrol Yasası, TCK. 301. maddesi, yabancılara toprak satışı,  bir kısım uydu yasaları, Anayasanın temel giriş maddeleriyle oynama, Türkiyelilik maskaralıkları, yönetenlerce sürdürülen ve desteklenen kimlik terörü, insanları birbirine ötekileştirmenin demokratikleşme zannedilmesi, Irak'ın Kuzeyinde ve Kıbrıs'ta tavize yatkın politikalar, çağdaşlık ve neoliberallik yutturmacası altında yapılan özelleştirme ihanetleri ve 2008 Ulusal Programda Halk, Ziraat ve Vakıflar bankalarının özelleştirileceği taahhütleri- küresel krizle kamu bankacılığı önem kazanırken-, şans oyunları, elektrik dağıtımı, petrokimya sanayi, hava ve deniz ulaşımı, lokomotif ve vagon üretimi, et balık ürünleri piyasası, şeker, türün ve çay ürünlerinin işlenmesi, İMKB, altın borsası, otoyol-köprü işletmeciliği, sağlık, eğitim, savunma, radyo-tv yayıncılığı, doğalgaz piyasası, kömür ve diğer madenlerin özelleştirilmesi...

Bunlar ve diğerleri yabancılaştırıldıktan sonra Litvanya'nın yaptığı gibi, Chelsea Kulübünü satın alan Rus işadamına gidip  "artık satacak bir şey kalmadı bizi alır mısın" mı diyeceğiz. 

Hakim ekonomilerin çıkarı için bize biçilen kaftan; daha fazla liberal olmaktır. Onlar iktisadi milliyetçiliği uygulasa da Türkiye gibi ülkeler ne kadar liberalleşirse; milli çıkarları esas alan noktadan uzaklaşırlarsa; o ölçüde kaliteli soyulurlar. Bir taraftan her şeyi piyasanın insafına bırakan, müdahale etmeyen, daha çok dıştan dayatılan liberal politikaları çağdaşlık adına uygularız; diğer taraftan sosyal devlet adı altında seçim numaraları ile tatmin oluruz. Müdahaleyi reddeden liberal ülkeler ABD'de olduğu gibi, krize ekonomik paketle müdahale ederler, milli çıkarlarını korurlar. Bankalar devletleştirilir. Yabancı sermaye çekebilmek uğruna çokuluslu şirketlerden gerekli vergiyi alamamak; bizi orta ve küçük ölçeklilere, sabit gelirlilere yüklenmeye yöneltir. Vasıtalı vergiler öne çıkar. Kamu finansmanında borçlanma tek yok olur.

Çanakkaleler, Doğu Anadolu'da da geçilmiştir. Süt, et ve gıda sektöründeki bazı tesislerin özelleştirilmesi işsizlik yaratmış, üretimi ortadan kaldırmıştır. Şimdi şeker fabrikaları sırada... Bunlar da özelleştirilecek ki eş dost tatlandırıcı ithal edebilsin. Satmazsak sonra çağdışı oluruz mantığı, çağımızın yükselen iktisadi milliyetçiliği ile ters düşen ideolojik bir bağnazlıktır.

1915'de geçilmeyen ve bugün binlerce kişinin ziyaret ettiği o mübarek topraklara gidenler acaba bugünü değerlendirebiliyorlar mı?

Nihat Sami Banarlı'ya göre, Çanakkale Şehitleri isimli şiirüstü eseri yazan milli endişe sahibi, haysiyetli ve örnek vatansever milli şairimiz Mehmet Akif mezarından bir doğrulsa; Batı önünde bu ölçüde teslimiyetçi, itilmiş ve kakılmışlığa talip olanları görmüş olsa; 94 yıl sonra geçilmekte olan yeni Çanakkaleler için mutlaka bir şiir yazardı. Acaba, o şiirden bugün pek çok pay alması gerekenler 1915'e  göre arttı mı; azaldı mı? Asım'ın nesli devam ediyor mu?

Rahmetli bayrak şairimiz Arif Nihat Asya'nın "Adamlar" isimli şiirinden (Bir Bayrak Rüzgar Bekliyor, Ötüken, İstanbul 1990, s. 192-3) aşağıdaki iki kıta bugün için çok anlam ifade ediyor:

Adamlar bilirim: sönük

Adamlar bilirim: çürük

Adamlar bilirim: rozetleri,

Yüreklerinden büyük

Adamlar bilirim: anlamamış

Anlamayacak ne olduğunu

Adamlar bilirim: dolduramamış,

Dolduramayacak koltuğunu.

Devamını Oku...

Sevmek, Batırmaz; Yüceltir

Sevmek birini, karşılıksız... Her türlü sayısal ve dünyacı değerlerden uzak bir tutkuyla sevmek. Sarmaşık gibi esir etmek değil sevmek. Hububat gibi beslemek. Habip olmak. Muhabbetle kendinden geçmek. Almak değil, vermek. Vermenin adını sevgi koymak.

Derviş bir gün, bir kucak elmayla bayırlar aşan bir genç kıza rast gelir. Nereye gidersin, kucağındaki nedir, diye sorar. Uzak bir tarlayı işaret ederek, "Sevdiğim orada çalışıyor, elmaları ona götürüyorum." der genç sevdalı. Derviş, "Kaç tane bunlar?" diye sorar birden. Genç kız, bilge ve sakin duruşuyla, "İnsan sevdiğine götürdüğü şeyi sayar mı hiç?" diye cevap verir dervişe. Derviş, yıkılır aldığı cevapla, zikir çektiği tespihini usulca koparır.

Sevgi bahçesinin eylemidir sevmek. Sevmek, bu bahçeyi işlemek, beslemek, ürüne mekan oluşturmaktır. Dervişçesine bir eylem değildir sevmek. Yavuklusuna elma götüren genç kızın gönül deryasında yetiştirdiği sevgi çiçeğini ebediyen yaşatma eylemidir. Derviş olmak gerekmez sevgiyi tatmak için. Kirlenmemiş kalp yeter. Derviş, sayısal değer koymuştur maşuku ile arasına. Koşul tanımaz sevgi. Dervişe bile "pes" dedirtir sevginin en halisi.

İçten içe kaynayan yanardağın dinginliğidir sevmek. Hem bir iş hem bir oluş hem bir duruş. Bu eylemin öznesi de nesnesi de biziz. Bizi edilgen yapar bu eylem, bazen etken... Yaşamaktır, yaşatmaktır o. Ya da yaşatmak için yaşamaktır. Koalisyona değil, teslimiyete dayalı birlikteliktir. Matematiğin bittiği, hesapların altüst olduğu yerde başlar sevmek. Hocası da yoktur, öğrenilmez o. Öğretilemez de...

Katıksızlık vardır sevgide, tam bir inanç.  Ateşe atılan İbrahim'e yardım teklifinde bulunan Cebrail'i, maşukuna tam teslim olduğu için reddetmeyi gerektirir o katıksız aşk ve sevgi. Ateşe atılırken bile "Sevdiğim ve kendisine inandığım, beni görür." demek ne büyük aşkın ifadesidir. Kaçımız yanarız sevdiğimiz için, kaçımız kendisi için ateşe düştüğümüzün görmesinden hiçbir zaman ümit kesmeyiz? Pek de aceleciyizdir. Sevgimizin hemen karşılığını görmek isteriz. İsteriz ki sevgimiz bineğimiz olsun, bizi hiçbir koşulda indirmesin sırtından. Taşımak zor gelir bize, taşınmak varken.

Sevmeyi istismar edenlerden utanıyorum bazen. Yalan, beyaz kardaki siyah kömür gibidir sevgide. Tam bir beyazlık olmalıdır, hem de kar beyazlığı. Güvensizlik bitirir sevgiyi; virüstür ki panzehiri olmayan. Ömer'i düşünüyorum bazen. Hz. Muhammet öldüğünde, "Kim Muhammet öldü derse, kafasını uçururum." diye haykırmıştı. Ölümü yakıştıramamıştı sevdiğine. Ebubekir de çıkmış, "Evet, Muhammet ölmüştür; ama Allah, ölümsüzdür." demişti. Ömer, buna cevap verememişti. Ömer'i de anlıyorum, Ebubekir'i de... İkisinde de sevgi var, hem aşkın hem içkin sevgi. Ömer, sevgisini öldürmek istemezken Ebubekir, sevdiğinin sevdiği ile hayat buluyordu.

Sevmek, bitmeyen bir eylemdir, doğum ve ölüm gibi hayatın sürekliliğini sağlayan. Faruk Nafiz "Çoban Çeşmesi" şiirinde "Ne şair yaş döker, ne aşık ağlar, / Tarihe karıştı eski sevdalar. / Beyhude seslenir, beyhude çağlar, / Bir sola, bir sağa çoban çeşmesi..." dizeleriyle sevginin bittiğini duyursa da insan var olduğu müddetçe yaşayacaktır o.

Sevmeyi güzel yapan, kimin neyi sevdiğidir. Kays, Leyla'yı sevdiği için mecnun (deli) olmuştu. Sıfatı, isimleşti. Leyla, Mecnun'u Mevla'ya taşıdı. "Leyla, Leyla!" diye çöllere düşen Mecnun, "Mevla Mevla!" demeye başladı. Sevgi, kemale ermiş; sevmek, anlam kazanmıştı.

Sevmek, batırmaz; yüceltir. Size de yücelik yakışır.

Devamını Oku...

27 Mart 2009 Cuma

Çanakkale

Bu hafta Çanakkale Zaferinin 94. yıldönümünü idrak ettik. Başta büyük önderimiz Atatürk olmak üzere silah arkadaşları ve tüm şehitlerimizin ruhları şad olsun!

Çanakkale Zaferi, bilindiği üzere hem askeri bakımdan hem de manevi bakımdan tarihimizin dönüm noktalarından biridir.

Zira Çanakkale'de az imkana rağmen çok iş yapılabileceğine dair tüm insanlığa ders verilmiştir. Teçhizatınız az da olsa onu kullanacak "insanınız" doğruysa zafere ulaşmanın mümkün olduğu gösterilmiştir.

Yine Çanakkale'de varolmanın temel şartlarından birinin "ümidini asla kesmemek" olduğu ispatlanmıştır. Dinimizin de önemle vurguladığı "Allah'tan ümidi kesmeme" prensibinin hikmeti burada bir kez daha ortaya çıkmıştır.

Aynı şekilde Çanakkale'de görünen şartlar ne kadar kötü olursa olsun mücadele etmemeye mazeret olamayacakları hafızalarımıza kazınmıştır. Zira ümit ve gayret oldukça görünen şartlardan görünmeyen imkanlar çıkabileceğinin en güzel delillerinden biri Çanakkale'dir.

Hatırlanacak olursa Çanakkale yetişmiş ve bugünkü tabirle "gelecek vadeden" pek çok gencimizin vatan uğruna seve seve can verdikleri bir zaferdir. Onlar "bağımsız" olmadan "gelecek" kurulamayacağını bilen şerefli insanlar olarak "vererek" değil "savunarak" kazanılacağını tüm dünyaya kanıtlamışlardır.

Dolayısıyla Çanakkale kan ve can pahasına "satılamayacak" olanın ne olduğunu dedelerimizin bize gösterdiği bir destandır!

Kısacası Çanakkale bizi biz yapan dönüm noktalarından biridir. Zira Çanakkale "kim olduğumuzun" tek bir yürek olarak haykırıldığı yerdir!

Tüm bu gerçeklere rağmen Türkiye'de son zamanlarda pek çok alanda yaşanan değer kaybetme ve kaybettirme sürecine binaen Çanakkale gibi zaferlerimiz de altında yatan değerler dikkate alınmaksızın "basite" indirgenmeye çalışılmaktadır.

Ulvi gayeler için bir nesli kaybettiğimiz ancak karşılığında bir gelecek kurduğumuz böylesi bir zaferi hafife almak, korunması gereken değerlere karşı duyarsızlaşmanın / duyarsızlaştırılmanın en belirgin özelliğidir. Duyarsızlaşma ise tıpkı canlı organizmalarda olduğu gibi toplumların yok olma sinyali anlamına gelmektedir.

Bu sebeple Çanakkale gibi saygı duyulacak, gelecek nesillere şuur ve heyecan aktarmaya vesile olacak değerlerimizi gerektiği gibi anlamanın ve aktarmanın en temel görevlerimizden biri olduğunu ve şehitlerimize en azından bunu borçlu olduğumuzu unutmayalım ve unutturmayalım.

Devamını Oku...

İmtiyazlı Sömürgeci “İsrail “

Yeni bir yıla girerken güzel temennilerde bulunmak âdettendir. Ama doğacak resmi tepkileri azaltmak amacıyla geride bırakılacak yılın son tatil günlerini bombardımanla başlatan İsrail saldırılarını, yine hafta sonuna denk düşürerek kara harekâtına dönüştürmüş olması üzerine çok şey söylendi. Söylenmeğe de devam edecek görünüyor. Ama sonucun yine havanda su döğmekten ileri gitmeyeceği muhakkaktır..

Zira 20. Yüzyıl Dünyada bazı devletlere güç kazandırırken, bazı boyutları küçük ama adı sanal olarak büyütülmüş devletlere de imtiyaz tanımıştır.  Coğrafyaları yanında mânevi varlıklarıyla da küçük ve fakat imtiyazlı devletlerden ikisinin Yunanistan ve İsrail'in olması şaşırtıcı değildir. Amma Türkiyemizin jeopolitik yapısına yakın olmaları ülkemizin şansımıdır tartışılır !....

İkinci Dünya Savaşı sonrasında soğuk savaş ortamıyla" dünya hâkimiyetini hedefleyen Batı-Doğu gerginliğinden 1990'lı yıllardan sonra geride kalanın Batı yönlü olacağı düşünülür olmuştu. Oysa zaman göstermiştir ki, 20. Yüzyıla girerken eski teokratik imparatorlukların devirlerini tamamlamış olmaları sonrasında, 21.Yüzyıla girerken bu defa yeni İmparatorlukların ömürlerinin de çok uzun vadeli olmayacağıdır. Bunun ilk işaretini "Güneş Batmayan İmparatorluk" olarak adlandırılan İngiltere vermiş, sonrasında 21.Yüzyıla doğru çöken Sovyetler Birliği İmparatorluğu bu gelişmeleri bir safha daha öne taşımıştır. Sırada Amerika vardır. Bunu yeni söylemiyorum. Üstelik, ne yeni ekonomik krize bağlı olarak, ne de Rus profesör Parin'in son günlerde Amerika'nın 2010 da 6 ayrı parçaya bölüneceği iddiasına dayanarak da söylemiyorum. 1970'li yıllarda yapmış olduğum "ABD ve SSCB'in Genç Ülkeler Siyaseti"  tezimden hareketle 1980'li yıllarda çeşitli konferanslarımda belirttiğim şekliyle söylüyorum. O günlerde, Sovyet İmparatorluğunun çökeceğini ama bunun 21.Yüzyılın başlarında şekilleneceğini söylemiştim. Amerika içinse 2025'li yılları düşünmekteyim. Kimbilir? Ama  iddiam hâla bu yöndedir..

İmparatorluklar çökerken bazı devletlerin "Haksız İmtiyazlarla" büyümelerini sürdürmeleri ise ibret alınacak bir gelişmedir. Yunanistan üzerinde bugün durmak  istemiyorum. Ama ilk bağımsızlığından sonra coğrafi olarak katlanarak büyümesini sürdürdüğü ve şimdiki hedefinin Kıbrıs  olduğunu bakan gözler sanırım görmektedir..

İsrail'e gelince, Batı'nın İngiltere sömürgeciliğinin bir boyutu olarak Ortadoğuya yerleştirilen Musevi topluluklarının, devlet oluşta sağladıkları siyasi ve sosyal desteğin nasıl şekillendiği üzerinde durmadan önce konunun temel hareket noktasının belirlenmesi şarttır. Bugünlerde yine günyüzüne çıkan devlet terörünün İsrail için yeni bir şey olmadığı, adım adım şekillendiği günlük olayların akışı içersinde gözardı edilmekte veya unutulmaktadır. Bugünün gelişmeleri için aslen Yahudi olduğu söylenen Roseanne Barr'ın "Doktor ve tıbbî malzeme teknelerine saldıracaklarını   söylemiştim. İsrail, bir Nazi devletidir" ifadesinin doğru bir tespit olduğunu kabul etmek gerekir. Ama kâfi midir? Sanırım buna evet demek mümkün değildir. Zira şurası muhakkaktır ki  İsrail Yahudileri, "lanetlemiş kavim (!)" olarak dünyanın dört bucağına sürülmelerinin ve sonrasında İspanya'da "Engizisyonlarda", Nazi Almanyasında "Hitler zulmüyle" intikamını maddî güce sahip olarak bütün dünyadan, özellikle de Müslüman Filistinlilerden almaktadırlar. Unuttuklarıysa Batı Hristiyanlığının Yahudi kavmine yaptıkları zulümler sonrasında sıkıntılarını Müslüman Osmanlı'nın ve Türkiye'nin sımsıcak hoşgörüsünün karşılamış olduğudur. Şimdi Müslümanlara zulmederek "bumerangın" yeniden kendilerine dönmesini sağlayacak zemini oluşturmaktadırlar.

Bütün bu gelişmeler içersinde Dünyanın zenginlikte ilk sıralarında yer alan çeşitli Arap devletlerinin sinikliğini, sanırım insanın içine sindirmesi mümkün değildir!.. Bunu gözlemekse insana ıstırap vermektedir. Eğer Arap devletleri sahip oldukları maddi güçleriyle gerçek devlet olabilme kimliğine ulaşabilmiş olsalardı İsrail devleti kurulabilir miydi, dersiniz? Sonra da, İsrail bugünkü insanlık dışı taşımayan saldırganlığını sürdürebilir miydi, diye sormak herhalde hakkımız olmalıdır. Filistinlilere acıyoruz, ama galiba daha çok acınacak durumda olanlar arasında bütün Arap devletleri bulunuyor. İsrail'i kınamak bir şeyi değiştirmez. Çünkü İsrail'i yakından tanımak gerekir. Bunun içinse iki kitabın okunmasını tavsiye edeceğim. Boğaziçi Yayınlarından 1995 yılında neşredilmiş olan bu eserler "Siyonizmin Kurucusu T.Herzl'in Hatıraları ve Sultan Abdülhamid" ile Vincent Monteil'ın eserinden tercüme edilen "İsrail'in Gizli Dosyası : Terörizm" adlarını taşımaktadır. Sanırım çok şeyin gelişmesini günyüzüne çıkaracaktır.

Devamını Oku...

26 Mart 2009 Perşembe

Herkes Kendini Seçer

Bu bir insan insiyakıdır. Kimi her daim şampiyon takımların otomatik taraftarıdır. Kimi ise hep Afrika takımlarından yanadır. Ezilenden yana olmak, haksızlığa karşı durmak ve 'uydum kalabalığa' teranesine pabuç bırakmamak.

Bireysel ve toplumsal nefisle mücadelenin adıdır hayat. Nefis bazen postaldır, bazen sandık.. Ümidimizi, azmimizi dört mevsim inek gibi sağanlardan usandık.

Çoğunluk her zaman statükodan yanadır. Hayatın idamesi, vaziyetin idaresi, pozisyonun korunması, çıkarların devamı derin bir muhafazakârlık gerektirir. Özellikle de 'kâr'ın muhafazası..

Şeytan ama'lı cümlelerde gizlidir. "Yiyor ama yapıyor", "Çalıyor ama bölüşüyor", "Hırsız ama bizden", "Ama biraz da bizimkiler götürsün", "Ama başka alternatif mi var?" gibi.

Dünya üzerindeki 6.7 milyar insan temelde 2 tarikata mensuptur: Vicdaniler ve işkembeviler.. Ve aralarındaki terazidir tarih. Gerçi birinciler ikincilerin azami 10'da 1'i olabilmişlerdir sürüsüne bereket yüzyıllar boyunca. Yine de vicdanlıların yüzü suyu hürmetine dalgalanır iyiliğin bayrağı. Ve varoluşun sırrı işte budur.

Menfaatlerin toplu pazarlanması gerginlik yaratır. Boy boy çıkar tezgâhları kaçırılmaması gereken bir pazar alışverişidir. Ekmeklerine yapılan zam için kılı kıpırdamayanlar; takımları, partileri, cemaatleri için canhıraş bir kavgaya hazırdırlar.

Bir zamanlar Müslüm Gürses'e laf söylemek bıçaklanmak sebebiydi. Zira Müslümcülük gelmiş geçmiş en katolik tarikatlardan biriydi. Allah'ı tartışmaya demokrasi, Peygamberi tartışmaya diyalog, majeste hazretlerini tartışmaya ise bozgunculuk diyorlar.

Ebeveyninizi siz seçemezsiniz. Çocukluk arkadaşlarınızı, sınıfınızı, öğretmeninizi de siz seçemezsiniz. Askerde düştüğünüz bölük ve gittiğiniz yer sizin seçiminiz değildir. Üniversite için 20 tane tercih yaparsınız ama içlerinden ÖSYM seçer. Tuttuğunuz takımda 'efsane başkan', tuttuğunuz partide 'asırlık çınar', tutulduğunuz dini cereyanda 'seçilmiş efendi'ler vardır.

Bir pazarda domates yada salatalık seçebilirsiniz o da pazarcının izin verdiği kadar. Bir de 4 senede 1 "Pazar" günleri kendinize benzeyenleri seçebilirsiniz. Sonra seçilmiş efendilerin tahakkümü berdevam. Buna 'pazar demokrasisi' derler. Langırt köy sandığı..

Ben oyumu yalnızlığa veriyorum. İnsanın kozmik yalnızlığına.. Ve yıldızlar arası gök yolculuğuna..

Ben oyumu vicdana veriyorum. Günübirlik yaşantının ufuk ötesine.. Ve ideallerin inanç olarak davranışa dönüşmesine..

30 Mart'ta bayrakla, broşürle heba edilmiş bir ilke görüyorum. Bu seçimde yapılan israf da ayrı bir ekonomik krizdir diyorum.

30 Mart'ta krizzedelere eklenmiş seçimzedeler görüyorum. Memleketin enerjisini boşa emdik diyorum.

Amerika seçimlerinde oy kullanmak istiyorum. Başka da bir şey demiyorum.

Devamını Oku...

Onurlu Bir Ülke Olmak / Türkiye’nin Yapması Gerekenler

ABD ve AB Ülkeleri, Türkiye'nin askeri bakımdan NATO'nun emrinde bulunmasını, AB'ye tek yanlı bağlanmasını diğer bir ifadeyle; ortak değil, Pazar olmasını, ekonomik yönünden ise IMF ve Dünya Bankası tarafından yönetilmesini planlıyorlar. Bunu da, güçsüz bırakılan devlet, güdümlü hükümet, suskun ulusal güç kaynaklarıyla, üzülerek söylemek gerekirse çok büyük oranda gerçekleştiriyorlar. Örnek olarak; Türk ordusunun seçkin birliklerinin Afganistan'da ne işi, ne görevi var? Dünyanın en büyük haydut devleti Amerika'nın işgal ettiği Afganistan topraklarında da mağlup olan müstevlilerin güvenliğini Türk askeri mi sağlayacak?

Neden benim vatanımın evlatlarının kanları, işgalcileri koruma pahasına, bu topraklarda akıtılsın? Yoksa bu iş, işgalci Amerika'nın Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) için bir ön deneme mi? Yakın bir süre içinde Amerika ve suç ortağı İngiltere, vatanlarını savunan Iraklılar karşısında aldıkları yenilgi sonrası onları kurtaralım diye Türkiye'den asker isteyebilirler utanmadan. Böyle bir durumda bu T.C. Hükümeti, TBMM'ne sormadan "Irak'a asker gönderebilecek midir?" Acaba söz verilen gizli ödünler var mıdır?

Bu konular neden bu milletin meclisinde görüşülmüyor, tartışılmıyor? Maddi çıkarlar çok mu yüksek? Neden susuyorlar? Acaba susturuluyorlar mı? 1920'lerin TBMM'si nerede?

Üstelik Türkiye, ABD ve AB'nin Ortadoğu bölgesinde karşısına aldığı (İran, Suriye, Arap ülkeleri) ülkelerden biri değil mi? İsrail, kurdurtulmaya uğraşılan Kürdistan, Gürcistan ve Ermenistan ABD ve AB'nin kuklaları değil mi? 1991'den bu güne Ortadoğu'da sürdürülen savaşlar, besledikleri ama sonunda TSK'dan gerekli dersi alan PKK'lıların döktükleri kanlar bu gerçeğin tarihsel kanıtları değil mi?

Bu NATO, ABD ve AB'nin egemenliğinde ve güdümünde olan sözüm ona dünyayı yönettiğini ve yöneteceğini sanan Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ve IMF'nin, Dünya Bankasının, askeri ortağıdır. Neden bu NATO, parçaladıkları Yugoslavya'ya uçaklarıyla binlerce ton bomba yağdırıp oraya onların tabiriyle, demokrasi projesi kapsamında hürriyet! getirirken, yıllardır Ermeniler tarafından işgal edilen, şimdi de sahiplenilmeğe çalışılan Azerbaycan'ın Karabağ bölgesi için Ermenistan'ı bombalamıyor? İşgalci İsrail ordularını bombalamıyor?

NATO, AB, IMF kıskacındaki veya içindeki bir Türkiye hiçbir zaman özgür ve onurlu bir ülke olamaz. IMF ile ilişki, ülkenin ekonomik özgürlüğünün ve geleceğinin yok olması demektir.

NATO içinde kalmak, Türk ordusunu emperyalist güçlerin jandarmalık görevine getirmek anlamındadır. AB ile bugünkü koşullar altında görüşmeler yapmak, büyük Türk Ulusu'nun parçalanmasına neden olacak istekleri kabul etmek demektir.

Özetle; Türkiye bu 3 tehlikeli kuruluştan en kısa sürede kurtulmalıdır. Cumhuriyeti yeniden kazanmak, vatanın, milletin bölünmesini engellemek için bütün vatanseverlerin "var olduklarını" kanıtlamaları gerekir.

Bu AKP hükümetinin, NATO'dan IMF'den ve AB'den kurtulması; tarikatçı ve güdümlü yapısı, ulusal tutum ve davranışlardan çok uzak "icraatları" nedeniyle, bugün için olası gözükmemektedir.

Bir ülke yönetimi, her yönüyle dış güçlere bağlıysa, var olmasının ve geleceğinin oluşmasında hep bu güçler egemen ise, o ülke hiçbir zaman, hiçbir alanda hür ve bağımsız olamaz. O zaman sonuçta; o ülkenin her değerin üstünde tutulması gereken "Onur"u da yok olur gider. Neden 1920'lerin, 1930'ların Türkiye'sinin Türk olmakla gurur duyan vatandaşları, yokluklar içinden çırpınırken, fakir bir yaşam sürerlerken bile 2008 Türkiye'sinin vatandaşlarından daha mutluydular? Çünkü onlar, mutlu bir ülkenin, hür bir ülkenin vatandaşlarıydılar.

Bugün ülkenin yöneticileri, bu güzel vatanı daha iyi yarınlara götürecek yasalar çıkartacakları yerde, onu parçalatmaya, yabancılara vermeye çalışmıyorlar mı? Ülke yönetimi o hale geldi ki yabancılar adeta ne isterlerse onu yapıyorlar. Utanmadan küstahça diyebiliyorlar ki;

"Anadolu yalnızca Türklerin kullanımı, yaşaması için çok büyüktür, Dicle ve Fırat'ın sularını yalnızca Türkiye kullanmasın onu hep beraber kullanalım."

Düşünebiliyor musunuz, yokluklar içinde gerçek bir mucize yaratan büyük Atatürk'ün yaşadığı bir Türkiye'ye bu tip istekler söyleyebilenler karşılarında çizmelerini tekrar giymiş Atatürk'ü bulurlardı.

Bilindiği üzere, 1930 ların küstah İtalyan diktatörü Mussolini'ye Türkiye'den toprak talebi olduğunda; oraya gelir, çizmeyi (İtalya şekil olarak haritada çizmeye benzediği için) ayağıma geçiririm demişti.

Ondan sonra o mağrur Mussolini sesini Türkiye'ye karşı çıkaramamıştır. Ama bugün öyle mi? 2009 Türkiye'sinin başında bulunanlar, bulundurulanlar ne yapıyorlar? Her gün ulusal şerefimiz, kimliğimiz yara alıyor.

Örnekler;

AB İlerleme Raporu denen, Lozan'ın inkar belgesini, görünce sevinebiliyorlar!

Irak'ta Türkmen vatandaşlarımız Telafer'de bombalanıyor, biz ne yapıyoruz? Orada çarpışan 1200 Türkmen'in listesini düşmana veriyoruz.

Kürt Kabile reisleri Barzani ve Talabani'yi Ankara'da sanki devlet başkanlarıymış gibi karşılıyoruz ve onların sözde Kürdistan'ı kurmaları için, arkadan ABD ve AB iteklediği için destekliyoruz.

Vatan parçalanıyor, millet parçalanıyor... ama hala, güdümlü, dıştan destekli, vatan sevgisinden ve onurundan yoksun boyalı medyanın programlarıyla, yazılarıyla sürekli beslenen, düşünmeyi unutan, milyonlarca insan, vatanın ayaklarının altından kaybolarak alındığını fark edemiyor, çünkü bu milyonlar, beyinleri uyuşturulmuş, ulusal duguları köreltilmiş, kumanda edilebilen otomatlar durumuna getirilmişlerdir...

Görsel medyaya bakınız, birkaç tanesi hariç, adeta AB, ABD, Türklüğü, Atatürk'ü ortadan kaldırmağa çalışıyor. İşin en acı ve üzücü yönü bu ortadan kaldırma işlemine üzülerek söyleyecek olursak bu devleti yönettiklerini sananlar ortak oluyorlar adeta...

Büyük Türkiye, 10000 yıllık tarihiyle, kahraman milletiyle, ulusal Atatürkçü güçleriyle (Not: bazı güçler şimdilerde uykuda olsalar bile) her entrikaya rağmen gine de ayaktadır ve Türkiye bir Filistin gibi, Irak gibi, bir Yugoslavya gibi bölünüp parçalattırılmağa çalışılsa da, bu meşum plan hiçbir zaman gerçekleşmeyecektir. Ama Türkiye'ye zaman, güç ve can kaybına neden olacaktır. Bu AB ülkeleri ve ABD, tarih dersinden hep sınıfta kalmışlardır. Türk milletini, tattıkları yenilgilere rağmen hala tanıyamamışlardır ve bizi kendileriyle, başkalarıyla karıştırmaktadırlar. Yalnız bu ülkelerin bu kadar iyimser olmalarının nedeni, gine üzülerek söylemek gerekirse Türkiye'nin başındaki Hükümetin ulusal olmayan politikalarıdır. Çünkü bu AKP hükümeti zannediyorlar ki; Avrupa Birliğine girebilirlerse ulusal güçlerin denetiminden, gözetiminden kurtulabileceklerdir. Ülkemiz çok zor günler geçiriyor, bugün tüm ulusal güçler hep birlikte hareket etmezse, yeni bir kurtuluş savaşı başlatmaz ise yarın çok geç olabilir. Onun için bugünden neler yapmalıyız?

AB'nin sözüm ona İlerleme Raporunu ulusça reddetmeliyiz. Bunun bir Lozan Antlaşmasının inkarı olduğunu, bizim için yaşam boyu sömürme ve hapis olarak değerlendirilmesi gerektiğini sürekli ve her ortamda vatandaşlara anlatmalıyız.

AB projesinin yerine bizim için daha onurlu ve geçerli olan Avrasya projesini (komşularımız İran, Rusya, Türk Cumhuriyetleri) gündemde tutacak, tanıtacak çalışmalar yapmalıyız.

Ülkenin yararına değil, zararına olan yasaların iptali için TBMM'de milletvekillerini ikna edici, zorlayıcı çalışmalar yürütmeliyiz. Örneğin, Kamu Yönetimi Yasası, Yerel Yönetim Yasası, Yabancılara Toprak Satış Yasası, Azınlıklara Mal - mülk alma olanağı sağlayan Vakıflar Yasaları gibi.

Bugün yarın için büyük tehlikeler yaratacak olan sınır illerinde Kars, Hatay vb arsaların yabancılar tarafından satın alınması, GAP bölgesi topraklarının Yahudilerce alınması gibi durumlar çok iyi değerlendirilmelidir. Çünkü bu satınalmalar, ülkenin parçalanma projesinin stratejik hedefleridir.

Türkiye Cumhuriyetinin topraklarının resmi antlaşmalarla açıkça Yahudi sermayesine dolayısıyla İsrail'e teslimine, ülkemizin buğday ambarı Konya ovasının, büyük su deposu (Dicle - Fırat) Güneydoğu Anadolu'nun GAP Projesi çerçevesinde İsrail'e açılmasına sürekli karşı çıkmalıyız, çünkü ülkenin böylece tüm gıda maddelerinin tohumları (hormonlu olarak) İsrail tarafından üretilecektir. Böylece Türkiye'nin Tarım'ı büyük risk altına sokulmaktadır. Bu büyük tehlikeyi her yerde anlatmalıyız.

AB'nin koyduğu koşullara, ülkemizde karşılık verebilmelidir. Örnek olarak; bizde yanlış bir karar sonucunda girdiğimiz Gümrük Birliği Antlaşmasını koşullarına bağlı kalmamalıyız.

Anayasamızın AB istekleri doğrultusunda değiştirilmesine karşı fikirsel mücadelemizi yapmalıyız. İlk hedefleri; MGK'nin tamamen kaldırılmaıs ve ordunun TSK'nin pasifize edilmesidir. Çünkü AB cilere göre, TSK AB için bir engeldir.

Lozan Antlaşmasında tanımlanan Azınlıklar dışında (Yahudi, Rum, Ermeni) ki azınlıkların kabul edilmesine toplum olarak karşı çıkmalıyız, aksi taktirde ülke parçalanacaktır. Çünkü bu düşmanların azınlık projesi tuzağında Kürtler, Aleviler, ve hatta Bahai'ler bile vardır. Bu projenin son aşaması Hıristiyanlığın kabulü olacaktır herhalde

Kültürel ve dinsel birliğimizi bozucu oyunlara karşı çok dikkatli olmalıyız, Alevi - Sünni ayrımı yapılarak vatandaşlarımız arasında ayrıcalık, düşmanlık tohumlarının atılmasına karşı çıkmalıyız. Çünkü bu vatan, bu vatanda huzur içinde birlikte yaşayanlarındır.

"Şiddet içermeyen düşüncelerini ifade ettikleri için hapiste bulunan mahkumlar için af çıkarılması gereklidir." maddesini de içeren AB raporu, açıkta terörist PKK'lıların ve terörist başı APO'nun affını istemektedir. Bu affa ulusça karşı çıkacağımızı her yerde her zaman kararlılıkla söylemeliyiz.

Sonuç olarak, Tükk Milleti'nin yeniden kurtuluşu yaratabilmes için kesinlikle AB raporunu reddetmeliyiz çünkü bu rapor 1920 lerde imzalatılan Sevr Antlaşmasının koşullarını içermektedir. Büyük Atatürk'e ve onurlu Türk ulusuna kabul ettiremedikleri bu paçavrayı 88 yıl sonra Türkiye'ye kabul ettirmeye çalışmaktadırlar. Türk Ulusu varlığını tüm dünyaya, düşmanlarının imza etmek zorunda kaldıkları Lozan Antlaşmasıyla kabul ettirmiştir. Yüce Türk Milleti hiçbir zaman, dış ve iç düşmanlarına bu güzel vatanı böldürtmeyecek, parçalatmayacaktır.

Bunun için hepimiz, her birimiz "Ben de Varım" demeli ve bunu eylemleriyle kanıtlamalıdır.  Ne Mutlu Türküm Diyene...

Devamını Oku...

25 Mart 2009 Çarşamba

Milli Romantik Duyuş Tarzının Eğitim Sistemimiz Açısından Önemi

Nesnelerin kutsallığını yitirdiği yerde bütün anlamlar silinir. Anlamsızlaşan şeyler, herhangi bir değerin temsilcisi olamazlar. Bunun için ruhaniliğin ayak seslerinin kesildiği ülkelere bakınız. Manevi yoksulluk onların hayatlarını kemirerek kurutmuştur. Bunun için yurdumuzdan romantizmin el ayak çekmesine müsaade etmemeliyiz. Ona, Türklüğün milli kimliğini giydirerek romantik coşumculuğu teşvik etmeliyiz.

Muhterem Arkadaşlarım, bugün Türk milli eğitiminin durumu içler acısıdır.Test tekniğinin her türlü insani duyarlıktan uzak ölü ortamında yetişen gençliğimiz, bunalım bulvarında tükenmektedir. Bu eğitim sistemi, gençlerimizin umutlarını tüketen bir kara basandır. Hiçbir hedefi olmayan eğitim programlarıyla çağın insanını yetiştirmek bir yana; çağın kuyruğunda beklemekten kurtulamayız. Her şeyden evvel bu eğitim sistemi insanın bedensel ve ruhsal gelişimine aykırıdır. Bilgiyi üretken bir hale getirmekten uzak olan bu sistem, sürekli tekrarlarla insan enerjisini ve bilinç edimini işlevsellikten uzaklaştırarak sömürmektedir. Bu sistemde hiçbir bilinç aktı ve paylaşımı yoktur. Statükocudur, Materyalistir, bencildir ve kıskançtır.

Kapımızda bekleyen en büyük tehlike ise bu eğitim sisteminin hiçbir insani ve milli hedefinin olmayışıdır. Bunun için yetmiş yılda kendi dilini, ülkesini ve tarihini sevmeyen milyonlarca insan yetiştirmiştir. Ülkemizin bu insan modeliyle geçmişini anlaması, şimdisini değerlendirmesi ve geleceğini tayin etmesi imkânsızdır. Son dönemde toplum olarak yaşadığımız büyük mutsuzluğun temelinde, böylesine iddiasız ve insan gerçeklerinden uzak bir eğitim sistemiyle yolumuzu bulmaya çalışmamız yatmaktadır.

O halde ne yapmalıyız ? İki kavram üzerinde durmak istiyorum: Yaratıcı muhayyile ve dinamik ruh İnsanın gelişme yetisi, bu iki Tanrısal bağışın ışığında olgunlaşmaktadır. Bu iki büyük güç, bütün enerjisini eğitim yoluyla edindiklerinden alır. Şeylerin, yani kavramların içi boşaltılmışsa, insanlığın onların gölgesinde     barınması mümkün değildir. Kısacası gölgenin gücü, muhayyileyi yaratıcı; ruhu, dinamik olmaktan alıkoyar. Kaldı ki tekrarlar gölge bile değildir. Bu sebeple günümüzün eğitim sistemiyle cemiyetimizin büyük sıçramasını gerçekleştirecek insanını yetiştirmesi imkânsızdır.

Ruh ve muhayyile, birer savan gibidir. Orada yatay ve dikey boyutların biçimlenişi vardır. Geçmiş, bu iki kutsal toprakta bir abide olarak muhteşem bir biçimde yükselmelidir. Çünkü o, bir cazibe merkezidir. Bizim olandır. Geçmiş günlerimizdir. Büyük evdir. Ruh ve muhayyile üzerinde edebi metinler yoluyla geçmişin izi bırakılmalıdır. Şanlı ve menkıbevî geçmişimiz, insanımızın ruh ve muhayyilesinde bütün kutsallığıyla inşa edilmelidir. Dönüş izleklerimiz, olmadıkça farkında olamayız ve kendimiz kalamayız. Kendisi olmayanın dünya üzerinde tutunabilmesi mümkün mü? Milli hafıza, bu toprakta yeşerir. Sanat, milli hafıza üzerinde şekillenir. Şiir, roman, tiyatro, musiki v.b. bu toprağın çocuklarıdır. Kısacası geçmişi olmayanın sanatı yoktur. Neyi ve kimin için yazacak ? Yaratma, bir birikim işidir. Muhayyilenin kanatlanması için geçmişin pramidal bir biçimde dizgeleşmesi şarttır. Ruh, mazi denilen bu büyük tarladan kopardıklarını muhayyilenin ocağına atar. Muhayyile, geçmişi ve şimdiyi yoğurarak geleceği kurar. Bunun için geçmişi olmayanın geleceği yoktur. Tüketici eğitim sistemimiz sayesinde geçmişiyle büyük bir kopuşu yaşayan insanımızın yarınını kuramaması        bu yüzdendir. Bu sistem, geçmişi ve geleceği olmayan şizofren insanlar üretir. Yani kendisi ve farkında olmayan insan. Bu tür insanlarla dünya coğrafyasında tutunabilmek mümkün değildir. Çünkü emir komuta zinciri içerisinde bunlar daima emir alarak söyleneni yaparlar. Yaratıcı değil; tüketicidirler. Mevcut imgeleri tüketerek, tükenirler. Milli romantik kaynaklarımız, sanatın diliyle genç neslin ruhunu ve muhayyilesini bir anne gibi emzirmelidir. Aynı zamanda coşumcu karakteriyle ileriye dönük hamle yapabilme yeteneğine sahip olan bu milli romantik tavır, eğitim sistemimizin yenilikçi ve gelişmeci yönü olmalıdır. Hem insanımızı hem de dünya insanlığını kucaklayan bu tavırla edebi metinlerle temas kurulmalıdır. Dil bilinci, tarih bilinci ve vatan sevgisiyle kalkınma ve ilerleme düşünceleri kol kola birlikte yürümelidir. İlköğretimden ortaöğretime doğru derece derece geliştirilen müfredat programı, milli ve evrensel değerler doğrultusunda bir hedefe yönelmelidir. Karşılaştırmalı metinler aracılığıyla müspet ve menfi duygularla düşünceler yan yana verilerek öğrencilerin muhakeme yapma yetenekleri geliştirilmelidir. Böylece öğrencilerin iyiyi kötüden daha rahat ayırt etmeleri sağlanmalıdır. Yahya Kemal, Tanpınar, Yunus Emre gibi şairlerle; Cengiz Aytmatov, Kemal Tahir ve Tarık Buğra gibi romancılarla romantik duyarlık sürekli olarak işlenmelidir.

İnsanımızın geçmiş, şimdi ve gelecek bağlamında kendi ülkesini, dilini, vatanını ve evreni sağlıklı bir biçimde kucaklamasını istiyorsak, eğitimimizi milli    romantik temeller üzerine oturtmalıyız.

Devamını Oku...

Referansınız Ne?

Çevremizde, evinde veya işyerinde birilerine iş yaptırıp yaptırdığı işten memnun kalan kaç kişi var? Bir başka ifadeyle, yaptığı işle müşterisini memnun eden kaç usta ya da müteahhit var? Yoksa biz, memnuniyet duygusunu yitirmiş bir toplum mu olduk?

Katlanabilir cam sistemleri; kış bahçeleri, balkonlar için ideal ortamlar oluşturuyor. Balkonumuza böyle bir sistem uygulattık. Aynı kişiye, evimizin ön balkonuna da böyle bir sitem arzuladığımızı söyledik. Medeni ilişkilerimiz de iyiydi. Bir müşteri olarak sorumluluklarımın bilincindeydim, hiçbir ödememi aksatmadım.

Bana göre, çalışanın hakkı, alnının teri kurumadan verilmeliydi. Borcumu uzatarak, kendime ve insanlara karşı bir güvensizlik duygusu oluşturmaya hakkım yoktu. İkinci balkon için siparişimizi verdik. Yapım zamanı, ödemeler, kullanılacak malzeme konuşuldu. Ancak, yazışmadık. İşi yapacak kişiyle aramızda oluşan güven duygusu, bir yazışmanın dahi gereksiz olduğu hissi uyandırdı bende. İşin teslimi için verilen tarih, bir hayli geçti. Bana söylenen gerekçeleri, onaylamasam da, kabul ettim. Bir miktar para vermiştim, gecikme mazeretlerini sineye çekmeliydim. İş bitirildi; fakat işçilik, yüz güldürecek gibi değildi. Şikayetimi bildirdim, bir hafta sonra ustalar geldi, baktı, kendilerince bir şeyler yaptı, gitti. İşin başında konuşulan malzemeler de kullanılmamıştı. Sık sık hatırlattığım halde, haklılığım itirazsız onaylandı. Halbuki, işi alan kişi, işi almadan önce, yapacağı işten benim kesin memnun olacağım, ideal bir eser ortaya çıkaracağı taahhüdünde bulunmuştu. Kalan cüzi parasını istemek için telefon ettiğinde eksiklerini söylediğim için telefonda bana yırtıcı kaplan kesildi. İş anlaşıldı, biz bir yerlerde hata yapmıştık.

Güven, güzel bir duygu; ama her zaman istismara açık. Başlangıçta yazışmak gerekiyordu. Bakara suresinin 282. ayetindeki "Ey iman edenler, belirli bir süre için borçlandığınız zaman onu yazınız. Aranızdan bir kâtip doğru olarak yazsın, kâtip Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın,

Alışveriş ettiğinizde de şahit tutun. Yazana da, şahide de zarar verilmesin." İlahi buyruğuna göre hareket etmemiştik. Hatırdan geçer, satırdan geçmez. Konuşulanlar yazılsaydı, kim bilir, taraflar kendini daha sorumlu hissederdi. Tatsızlık olmazdı.

Pazarlama işiyle ilgilenen rahmetli bir arkadaşıma otuz yıl önce, "Çalıştırdığınız elemanlara güvenemiyor musunuz ki bu kadar sık denetleme yapıyorsunuz demiştim, o da bana "İtimat, kontrolle mümkündür." diye cevap vermişti. Kontrol, güvensizlik olduğu için değil, güven tesis etmek için  yapılmalıdır. Kontrol, işi verenin hakkı; güven duygusunu yıpratmamak da işi alanın veya işe aracılık edenin görevi. Hakların baskı aracı olarak kullanılmadığı, görevlerin suiistimal edilmediği yerde huzur olur, barış olur.

Atalarımız, "Hayvan yularından, insan sözünden tutulur." demiş.  Sözün bir değer, bir senet olduğu devirler yaşanmış. Buna rağmen yazışmak emredilmiş. Günümüzde, yapılan yazışmaların da yaptırım gücünün kalmadığını görüyoruz. Yazışmanın, yalnız bir hatırlatma değeri var. Her şey insanda bitiyor. Kişiler "İnkar etmiyorum; ama verdiğim sözü yerine getirmiyorum." dediği anda yapacağınız bir şey kalmıyor. Sığındığınız yasalar da sizi korumaktan aciz. İhtiyacımız, yüksek ahlak, temiz vicdan.

Mehmet Akif, ideal bir insan ve toplum için bunların ötesinde "Ne irfandır veren ahlaka yükseklik, ne vicdandır. Fazilet hissi insanlarda Allah (c.c) korkusundandır." diyerek başka bir kaynağı referans gösteriyor. "Kılavuzu karga olanın..." sözünde olduğu gibi, referansı sağlam olmayanlar, sorunlardan kurtulamaz. Doğruyu öğrenmek için, hiçbir gün geç sayılmaz.

Devamını Oku...

24 Mart 2009 Salı

Nevruz, PKK’yı Silahsızlandırma, ABD ve Irak

NEVRUZ TÖRENLERİ: Bu yıl 21 Mart Nevruz kutlamalarında olay çıkmamış. DTP'nin yaptığı kutlama törenlerinde PKK ve İmralı'daki başı lehine yapılan konuşmalar ve açılan pankartların olay sayılmamasına artık alıştık. Olay deyince sadece taşlı, sopalı, silahlı, molotof kokteylli saldırıları veya yaralı ve ölümlü olayları anlamaya başladığımız için, herkes bu durumdan memnun oldu.

Vatandaşlarımızın bir kısmının baharın müjdecisi "yeni gün"ü böyle kutlaması, aynı vatandaşlarımızın geçen seneki kutlamalardaki şiddet tavrı ile karşılaştırıldığında şu soru akla geldi: "Bu insanlar niye değişti?"

Toplantıları düzenleyen DTP'nin bir yıl içinde iki farklı kutlama tarzı ortaya koyarken, kendi iradesi ile hareket ettiği kanaatinde değilim. Çünkü bölgede çok önemli gelişmelerin hazırlığı var ve senaryoyu hazırlayanlar, oyunculara uygun rol dağıtımını yapmaya başladılar. DTP, senaristlerin kendilerine yaptıkları telkine göre bir tavır ortaya koydu. Keşke kendi iradeleri ile hareket etmiş olsalardı.

ABD'nin Irak Politikası: ABD, Obama yönetiminin işbaşına gelmesinden sonra, Irak'tan silahlı kuvvetlerini çekmeye karar verdi. Bu çekilme esnasında ve sonrasında, ABD'nin, Türkiye'den bazı talepleri olacağı zaten beklenen bir durumdu.

ABD, Irak'ta istediği siyasal düzeni kuramadı. İran, Irak halkının çoğunluğunun Şii olmasını çok iyi değerlendirmişti. Irak'ın bölünmesi Orta ve Güney Irak'ın, İran etkisine girmesine razı olması anlamına gelecekti. Irak'ın kuzeyinde oluşumunu tamamlaması için destek verdikleri "Kürdistan" henüz bağımsız bir devlet olacak şartlara kavuşmamıştı. Kaldı ki bölge devletleri Irak'ın bölünmesine karşı.

Bu durumda  "Sünni Kürtlerin",  "Şii Arap'lardan" korunmasını Türkiye vasıtasıyla sağlamak, bölgede ABD etkinliğini sürdürmek için uygun görülmüş olabilir. "Gölün taşı ile gölün kuşunu vurmak" ilkesini kullanacak ABD, kendisi hasar görmeden uzun vadeli BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) için gerekli şartları hazırlamayı düşünmüş olabilir.

Obama yönetimi, öncelikle ABD'de başlayan Küresel Kriz'in yaralarını sarmak istiyor. Bu zaman diliminde, bölgede İran'ı pasifize etmeyi, Türkiye'yi ise Irak ve Afganistan politikasında kendi yararına kullanmayı planlıyor.

Seçildikten sonra uzunca bir süre TC yöneticileri ile telefonla bile görüşmeyen Obama, dış politikadaki bu zaruretleri öğrenince, Türkiye'ye önce Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'u gönderdi. Nisan ayı içinde de kendisi ziyarete geliyor.

Türkiye'yi istediği role ikna edebilmek için PKK'yı silahsızlandırma ve uzun bir süredir çektiğimiz terör belasından nefes alır hale getirmek kozu kullanılacak.

Bunun için Irak'a Cumhurbaşkanı seçtirdikleri Talabani ve Kürt bölgesinin lideri Barzani'nin kulakları çekildi. Kürt liderlere, artık terör yoluyla yapılacak bir şey kalmadığı, şimdi politika yolunu açmanın ve uzun vadede "Büyük Kürdistan" projesi için Türkiye ile akıllı/kurnaz bir ilişki yürütmenin gerekliliği anlatıldı.  "Ben Türkiye'ye kedi bile vermem" diyen bu adamlar, şimdi Türkiye ile işbirliği şarkıları söylemekte.

PKK'NIN SİLAHSIZLANDIRILMASI: Talabani, "Nisanda tüm Kürt grupları PKK'ya silah bırakması için çağrı yapacak" demişti. Irak cumhurbaşkanı "Eğer hapishaneye göndermek istiyorsanız, dağdan inmezler. Evlerine dönmelerini istiyorsanız, bir tür af çıkartmalısınız" ifadelerini de kullanmıştı.

Böylece Türkiye Hükümetinin "açılım" adı altında yaptığı hareketlerle elde edilenlerin, PKK'nın silahlı eylemleri sayesinde olduğu anlatılmakta ve bundan sonra varılması istenen siyasallaşma sürecinden, bölünmeye geçiş için alt yapı korunmaya çalışılmakta.

PKK'nın lider kadrosundan Duran Kalkan ise örgüte yakın Fırat Haber Ajansı'na yaptığı değerlendirmede şöyle konuşmuş: Kürt sorununun çözümü konusunda adımlar atılırsa, "Gerillanın bu biçimde örgütlenmesi, mevzilenmesi ve savaşması artık gerekli olmaz. Silahlı güçlerin yeniden organizasyonu, yeniden biçimlenişi gerçekleşir." 

DTP Genel Başkanı Ahmet Türk aynı konuda şöyle konuştu: "Çözüm isteniyorsa PKK muhatap alınmalı. İkna ve tatmin edilmeleri gerekiyor." Türk, Kürt Konferansı'na PKK olmazsa katılmayacaklarını söyledi.

Talabani'nin ve diğer Kürt liderlerin sözlerinin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün geçen hafta söylediği "Kürt sorununda iyi şeyler olacak" açıklamasından sonra söylenmesi, taraflar arasında yürütülen ikna sürecinde ciddi mesafe alındığının göstergesi olsa gerektir.

YANDAŞ MEDYADA GENEL AF TALEPLERİ: AKP yandaşı bazı yazarlarca, olayın PKK'nın tasfiyesi değil, silahsızlandırılması olması gerekliliği ve (PKK yöneticileri ve Öcalan dâhil tüm örgüt için) genel af talepleri dile getirilmeye başlandı.

İşte Cengiz Çandar'ın son yazılarından birinde söyledikleri: "PKK'nın silahsızlanmasına büyük bir barışçıl atılıma ulaştırmak bağlamında yaklaşılmazsa, bunu 'PKK'nın tasfiyesi' zorlamasına dönüştürmeye kalkarsak, bu iş toslar. 'Silahsızlanacak' PKK'lılara izleyecekleri 'tek yol' olarak 'Eve Dönüş Yasası' hükümleri gösterilirse, bu onlara 'Silahsızlanmayın, aramızdaki hesaplaşmayı bugüne dek yürüttüğümüz usulden sürdürelim' demekten başka bir anlam taşımaz. Bu bakımdan 'Genel Af' kavramına alerjiden kurtulmak gerekiyor."

Çandar ve benzerleri açıkça ne diyor? "PKK silahları bıraktım desin, devlet bir genel af çıkarsın. PKK ve Öcalan serbestçe siyasi faaliyette bulunsun ve gelip vatandaştan siyasi parti olarak oy istesin. Gelsin TBMM'de milletvekili, bakan olsun."  Ey vatandaş gel de buna alerji duyma.

Seçimden sonra gündeme gelecek en önemli siyasi konu bu. Seçim sadece yerel değildir. Genel siyaseti de etkiler. Oyumuzu verirken PKK'ya genel af ve PKK'nın siyasallaşma sürecine de evet veya hayır demiş olacağız.

Devamını Oku...

Darwin’e Razı - Osmanlıya Karşı

Son günler de ülkemiz okumuş yazmışları arasında Darwin teorisi bağımlılığından Osmanlı düşmanlığına uzanan malum iddialar silsilesinin yeniden gündeme geldiği gözlenmektedir. Bu tablo bizim neslimiz açısından gerçekten yadırgayıcı olmaktan çok uzaktır. Öğrenim yıllarının başlangıcını ailedeki anlayışın tamamen farklılaştığı bir zeminde ve tek partili bir rejimin ideolojik yapısı içerisinde dünya görüşünü olgunlaştırma veya olgunlaştırmaya çalışmak durumunda olan bizim neslimizin, çapraz ateşte kaldığını söylemek hiçte yadırgatıcı olmamalıdır.

Bu durumda Yaradan'a kul olmanın güzelliğini aile ortamında yaşarken öğretim kurumlarında, tabuları öne çıkaran materyalist ve Osmanlıya düşman bir anlayışın varlığının doğurduğu çelişkiyi ancak ufka açılan arayışlarla gidermek mümkündü. Böylesi bir ortamda aileme ve bazı müstesna hocalara ne kadar şükür borçlu olduğumu ifade etmememse sanırım insafsızlık olur.

Her şeyden önce Osmanlı devletine karşı yapılan bilgisiz, şuursuz ve saplantılı hücumları, belirli zümreleri yakından tanıma şanssızlığına sahip olduğum için, hiçte yadırgatıcı bulmadığımı söylemek istiyorum. Zira bu ahkâm kesicilerin büyük kısmı ile, üç aşağı beş yukarı, hemen aynı zaman diliminin nesilleri olarak ilkokul, ortaokul ve lisede sadece sayfa sayıları artan Emin Oktay'ın tarih kitaplarının tek boyutlu bilgilerinin ezberciliğiyle karşı karşıya bırakılmıştık. Tek partili sistemin irdelenmeye, analiz etmeye, yeni bilgilerle donanmaya müsaade etmeyen öğretim sistemi içersinde, eğer aileden veya çevreden başkaca kaynakların açılımını sağlamaya açık kafalar bulamamışsanız, materyalizm çöplüğü ve inkâr bataklığında sayfa sayıları artan tekrarcılıktan kendinizi kurtarmanız mümkün değildir. Hâlbuki yıllar, eğer gerçek anlamda samimiyseniz, tarihî saplantılardan kurtulmanın imkânlarını önünüze sunmuştur. Özellikle 1980'li yıllardan itibaren, Osmanlı arşivlerine inilerek elde edilen bilgilerden yararlanma şansı doğmuştur. Ayrıca bırakınız Batılı tarihçileri içimizden Osmanlı tarihi konusunda zirve isimler gündeme gelmiş ve bu isimler bütün dünyanın hayranlığına ulaşmışlardır. O halde Osmanlı düşmanlığı saplantısında olan ahkâm kesicilerin, ülkemizde pek çok sahada görüldüğü üzere, her şeyi bilmeden bilenler zümresinden olduklarını ifade etmekten başkaca, sanırım bizlere söyleyecek bir şey kalmamaktadır. Ayrıca dilerdik ki bu bizim saplantılı okumuş-yazmışlarımız, hiç değilse kendilerine önder ittihaz ettikleri ve hayran oldukları bazı Batılı devlet ve aydınların Osmanlıya gıpta ile bakmakta olan eserlerini okuyarak anlayacak kadar samimiyetleri olabilseydi! Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren, belki Osmanlı ile ilgili bağların koparılmasında, yeni rejimin ayakta tutulabilmesi için gerekli olduğu düşünülebilir. Ancak tarihin atalarının inkârı ile yazıldığı hiçbir zemin ve zamanda vaki olmamıştır ve olamayacaktır. Ama ne yapalım ki, bizim aydın kisvesi giymiş okumuş yazmışlarımız bilmeden bilgiçliği, araştırmadan ahkâm kesiciliği kendilerini ihtiyar ederek fasit dairelerine ve tilmizlerine hitap etmeyi tercih etmektedirler. İnanırlıkları mı? Bunu halka yansıttığımızda cevabı çok açık olarak gazetelerindeki tirajlarda veya daha geniş düşünüldüğünde, demokratik seçim sonuçlarında aldıkları paylarda açıkça ortaya çıkmaktadır.

Bu konuyu düşünürken geçtiğimiz günlerde çok değerli büyüğüm Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu hocamızın Arşivimde olan bazı notlarını karıştırıyordum. Türk fikir hayatının ve fikir adamlarımızın bugüne uzanan çizgisinin ender isimlerinden biri olan hocamız, kendi zaman dilimindeki örneklerden de yola çıkarak günümüze de yansımış prototip aydınlar hakkındaki düşüncelerini şu cümlelerle ifade etmektedir: ''Fikir adamlarımızdan Ziya paşa, Namık Kemal gibi isimler, ülkenin içinde bulunduğu yıkıntıdan kurtulması için öncelikle milletin sahip olduğu manevi değerlerle ayakta tutulması gerektiğini, Batıdan sadece gereken maddi değerleri alarak ülkenin geliştirileceğini savunmuşlardır. Bu, meşrutiyete kadar devam etmiştir. Meşrutiyetle birlikte ise aşağılık duygusunun ağır bastığı, manevi değerlerimizin en çok yıprandığı bir zemin ortaya çıkmıştır. Batının materyalist anlayışından esinlenerek gelen yeni kuşak, belki Hıristiyanlığı almamışlardır ama materyalizm ile dini, terakkiye mâni bir değer olarak ortaya atmışlardır''.

Tek partili zaman diliminin baskıcı yapısından demokratik ortamın serbestliğine geçişteki gelişme trendinin, çokta çabuk bir şekilde kendini yeni ortama alıştırabileceğini düşünmek tabiatı ile pek mümkün değildir. Üstelik rejimin bütün kaynaklarından istifade etmiş olan okumuş-yazmış kadrolarının ve bağlı olarak yeni burjuvazinin hemen bütün elindeki imkânları, derhal başkalarına devretmek olgunluğuna sahip olmasını beklemek sanırım abesle iştigaldir. Zira "al gülüm ver gülüm kaynakları" ellerindedir ve birbirlerini pohpohlayarak, ödüllendirerek kâzip şöhret basamaklarını tırmanmak veya tırmandırmak kolay bir güzergâhtır! Onlar için halk kolay yönlendirilen, istedikleri yöne çekilebilen, gerici, başı örtülü bir güruhtur! Seçim zamanlarında '' halka inmek'' tabirini kullanmaları bile halka hangi nazarla baktıklarının açık bir delilidir. Gerçekte halkla bu okumuş yazmışlar arasındaki illiyet derecesinin yansıması DP döneminden beri çok açık ve sarih olarak ortaya çıkmıştır. Kısaca aydınımızın(!) sahtekârlık ruhundan kurtulma zamanı gelip geçmektedir. İnancım o dur ki yeni nesiller önlerindeki bu kâzip şöhretleri geride bırakarak milli değerlerine sahip ve kendilerine yol göstermekte olan gerçek âlimler Halil İnalcık, Kemal Karpat,  İlber Ortaylı gibi büyük tarihçilere sahip olma şansını da yakalamıştır. Osmanlıyı anlamak mı? Bırakınız bu kendini beğenmişler, birbirlerinin kulaklarını yarattıkları tabularının arkasından yeni sığınaklar yerleştirmeye devam etsinler...

Darwin'e gelince... 2009 yılının UNESCO tarafından ''Darwin Yılı'' ilan edilmesi dolayısı ile TÜBİTAK'ın ''Bilim ve Teknik'' dergisinin Mart sayısının kapak konusunu Darwin'in evrim teorisine tahsis eden yapısından vazgeçmesi üzerine yine yukarıdaki malum çevrelerin kopardıkları kıyamet, değişmeyen bir şeyleri bize hatırlatmaktadır. Bunlar için tek doğru kendilerinin iddia ettikleri veya saplandıkları teorilerdir. Oysa herkes tarafından bilinen bir geçektir ki bilimsel teoriler de yenilenmek için vardırlar ve teoriler saplantılarla tabu haline getirilmedikleri ahvalde bilime esas teşkil ederler. Üstelik bilim teorileri hükümlerin, çeşitli maddi değerlerin gelişme ve yenileşmesine yol açtıkları sürece gelişimini sürdürmektedir. Ayrıca bilinmesi gerekir ki Darwin'in evrim teorisi Hıristiyanlığın Teslise dayalı inanç sistemine karşı bir başkaldırı niteliği taşımaktadır. Üstelik bir devlet kurumu olan TÜBİTAK'ın bu dergiyi neşretmiş olduğu yıllardan günümüze neredeyse 120'ye yakın Darwin ve evrim teorisi üzerinde makale neşretmiş olduğunu da göz ardı etmemek gerekir. Bunu göz ardı etsek bile, bu gün Hıristiyan dünyasında da artık dibe vurmuş bir teori olarak tartışılan evrim meselesinin hâlâ devletimiz eliyle gençlerimizin beyinlerine zerk edilmesini talep etmeyi bir tarafa bırakınız, bir dergi kapağının değişmesini demagojik ortama sürüklemeyi, sanırım bizim aydınımıza(!) has bir nev-i yobazlık kabul etmekten başka çaremiz yok görünmektedir. Sahi bir başka şey daha var. Bu da, kendilerini maymundan gelmiş kabul edenlere "hayırlı olsun" demekten başka elimizden ne gelir, dersiniz...

Devamını Oku...

23 Mart 2009 Pazartesi

Kümelenme..(3)

"Kümelenme; içersindeki tüm üyelere rekabet avantajı sağlar."

Küreselleşmenin yaygın bir şekilde arttığı dünyamızda, iş yapış şekilleri de ona göre değişmiştir. Bu değişime ayak uydurabilenler ancak ayakta kalabilmişlerdir. Türkiye'nin de bu arenada boy gösterebilmesi için rekabet gücüne ve yüksek katma değere sahip ürünler üretip, bu küresel pazara sürebilmelidir. Bunu yapmanın yolu araştırma geliştirme, kamu, sivil toplum kuruluşları, Üniversite, araştırma merkezleri ve sanayiden geçmektedir. Görülüyor ki son zamanlarda Üniversite bölgelerinde kurulan Teknoparklar vasıtası ile sanayi üniversite işbirliğinin yoğun olduğu bu bölgelerde kümelenme yapılarına önem verildiği gözlenmektedir. Bu iş asında rekabetçi ortamda şirketlere avantaj sağlayacak gelişmelerdir. Bu oluşumlar kesinlikle desteklenmelidir.

Bir işletme eğer faaliyet gösterdiği alanda oluşan ortalama kar avantajının üzerinde kar etmek istiyorsa ve bu karıda sürdürülebilir kılmak istiyorsa iş stratejilerini buna göre kurgulamak zorundadır. Aslında rekabet avantajı geliştirmek için işletmelerin rakiplerinden daha üstün kaynaklara ve yeteneklere sahip olması gerekir. Eğer bir işletmenin üstünlüğü yoksa diğer firma tarafından kopyalanır ve elde edilen rekabet avantajı ortadan kalkar. Rekabet avantajı kaynak ve yetenek üstünlüğünü göstererek oluşturulan maliyet avantajı ve farklılığın ortaya konması ile oluşur.

Kümelenme Rekabeti üç ana yolda etkiler. 1. Kümelenme içinde bulunan işletmelerin üretkenliğini artırır. 2. Yeni ürünlerin oluşmasını sağlayarak yenilikçiliği özendirir ve gelecekte rekabet avantajlı ürünlerin üretilmesini sağlar. 3. Yeni ürün ve değişik iş yapış şekilleri ile birlikte genişleyen ve güçlenen yeni iş kolları oluşturur.

Bir kümelenmenin üyesi olmanın avantajları ise başlıca,  girdilerin sahip olunmasındaki; ilişkili şirketlerin koordine edilmesindeki; bilgi ve teknolojiye ulaşmadaki; uzmanlaşmış ve deneyimli personeli bulmadaki kolaylık gibi sayacağımız bir sürü özellik vardır. Kümelenme dışında bulunan şirketlere göre Kümelenme içindeki şirketler rekabette avantajlı konuma geçecektir. Kümelenmeler işletmelere çeşitli fırsatlar sunarlar. Ciddi bir tedarikçi alt yapısına sahip olunur. Yerel tedarikçiler oluşur. Maliyet ve zaman tasarrufu sağlanır. Envanter ihtiyacını minimize eder. Yakınlık ve yerellik iletişimi kullanılarak satış sonrası hizmetlerinde maliyetleri düşürülür. İşletmeler arası bağlar kuvvetlenir. İşletmelerin paydaşları ile ilişkileri artar ve birbirlerine olan güven bağları artar. Teknik ve rekabet bilgileri kümelenme içinde ciddi bir bilgiye dönüşür. Oluşan bu bilginin birbirlerine akışı hızlanır. Devlet'in yapması gereken yatırımlar daha düzenli olacağından mükerrer yatırımlar yerine Kümelenme bölgelerine uygun yatırımlar yapılır. Ülke kaynakları heba edilmez. Kümelerdeki bu yapısal durum, bu işletmelere finans sağlayan kuruluşlara da risksiz bir şekilde finans hizmeti vermesini kolaylaştırır. Kümelenmenin içinde bulunan işletmelere daha avantajlı finans sağlayabilir duruma gelir. İşletmeler ürettikleri malları bilinen müşterilere vererek risklerini aza indirirler.

Yeni işletmeler kurulmaya başlandığında ise ilgili kümelere dahil edilmesi gerekir. Böylelikle Kümelenmede oluşan tüm rekabet avantajlarından faydalanması sağlanır. Böylelikle işletme diğer yerlere göre sektöre girerken avantajlı konumda girmiş olur.

Kümelenmenin kendisi baktığımızda aslında önemli bir iç pazar oluşturur. Tedarikçileri, personeli, satış sonrası hizmetleri, finans şubeleri ve diğer ilişki kurdukları paydaşları ile birlikte.

Aslında bakıldığında Kümelenme; şirketlere ve paydaşlarına sadece rekabet avantajı sağlamıyor, aynı zamanda teknolojinin uygulanmasına, gelişimine, iletişimin artmasına, uzmanlaşmış profesyonel insan gücüne, ekonomik kalkınmaya ciddi katkı sağlıyor. Her şeyden önemlisi o ülkeye kattığı sosyal ve teknolojik gelişmeyle birlikte, bireylerin ekonomik ve sosyal anlamdaki gelişmişliğine verdiği güçle mutlu ve sağlıklı bireylerin yetişmesine imkan sağlamış oluyor.

Devamını Oku...