31 Ağustos 2007 Cuma

Elli Yaşındaysanız, Hayat Nasıl?


— Kertenkele, ilk defa, tuhaflayacağın; ancak hoşuna gidecek bir şey yaptım. Çok beğendiğin, Fransız yapımı dizi film Cedric’i, sırf seni anlayabilmek için seyrettim.



— Bir yaşıma daha girdim. Yaşasın, büyüdüm!



— Söyle bakalım. Cedric’te senin en çok hoşuna giden nedir?



— Hoşuma giden özel bir durum yok; ama oldukça akıcı ve içten bir senaryosu var. Her bölümü ayrı bir macera. O diziyi seyrederken kendimi kaybediyorum.



— Kertenkele, her sanat eseri bir düşünceye dayanır. Bir elmayı yerken elmayı yediğinizi düşünürsünüz; ama bir yandan doğru ya da yanlış birtakım ideolojilerin etkisinde kalırsınız. Sanırım, sen henüz bunun farkında değilsin.


— Üstadım, siz bu filmde ne buldunuz?



— Cedric’in, “Sekiz yaşındaysanız…” diye başlayıp devam eden cümleleri dikkatimi çekti. Nakarat haline gelen bu cümlelerini oldukça anlamlı buldum.



— Üstadım, siz Cedric’in sekiz yaşında olduğunu bilmiyor muydunuz?



— Kertenkele, benimle konuşmalarında, saçmalamana bazen tahammül edemiyorum. Konu, onun sekiz yaşında olması değil. “Sekiz yaşındaysanız, hayat çok zor.”, “Sekiz yaşındaysanız ve âşıksanız, hayat daha güzel.”, “Sekiz yaşındaysanız ve dişiniz ağrımıyorsa, hayat çok güzel.” gibi cümleleri yaşadığı her olaydan sonra tekrarlaması, benim için oldukça musikili ve etkileyiciydi. Sen, bulunduğun yaşa göre, hayatı hiç yorumladın mı?



— Üstadım, ağaran saçlarınız, kamburlaşan beliniz, derinleşen yüz hatlarınız sizin, bana, en az elli yaşında olduğunuzu anlatıyor.



— Sen kendinle ilgilen. Evet, tam elli yaşındayım. Ben, hayata şimdi elli yaşından bakıyorum.



— Üstadım, hayat elli yaşından nasıl görünüyor?



— Anlatayım, “Kurt kocayınca köpeğin maskarası olurmuş.” sözü zaman zaman uygulama alanı buluyor. Her yaş döneminin artı ve eksileri var. Hangisinin fazla olduğu bakış noktanıza bağlı. Bu yaş döneminde kas hareketleri zayıflıyor; göz, kulak, el; işlevini daha ağır gerçekleştiriyor. Zihin faaliyetleri de azalabiliyor; ancak yüksek birikime sahip oluyorsun. İş yapabilmek için gerekli olan enerjiyle birikimin kesişim noktasında olduğunu görüyorsun. Bir ömür içersinde sahip olabileceğimiz maksimum enerji ile maksimum deneyim, bu yaşta buluşuyor, sonraki yaşlarda ters yönde ilerliyor. Tenkitlere alınganlığınız artıyor, nankörlüğe tahammülünüz azalıyor. “Melali anlamayan nesle aşina değiliz.” diyen Ahmet Haşim’i sıkça rahmetle anıyorsunuz. Yüksek birikimi kullanmanın hem hazzını hem rahatlığını duyuyorsunuz. Birikimlerinizin değer görmediğini hissettiğinizde de kırılganlık ya da küskünlük yaşıyorsunuz. İnsanların bana ihtiyacı vardır, biraz daha çalışmalıyım diye düşünürken, bu düşünceyle yüksek motivasyon içindeyken, yaşadığınız bir olumsuzluk, sizi insanlardan soğutuyor, yaşamdan elinizi çekme düşüncesine yöneltiyor. Bazen “Beni anlamayanı, ben hiç anlamam.” diyorsunuz, bazen de kuracağınız yeni hayat için proje üretebiliyorsunuz. Ümit ve bezginlik, hiçbir yaşta bu yaştaki kadar birbirine yoldaş olmuyor. “Gençlikte, günler hızlı, yıllar yavaş geçermiş; yaşlılıkta günler yavaş, yıllar hızlı geçermiş.” derler ya, elli yaşında zamanın hızı sizi ilgilendirmiyor, yaptıklarınızı ve yapacaklarınızı aynı anda düşünüyorsunuz. Başarı-başarısızlık, iyilik-kötülük, sağlık-hastalık, zenginlik-fakirlik gibi temel kavramlar kişinin zihninde ve hayatında anlamını daha net buluyor. Hangi eylemin, düşüncenin boş ya da dolu; yararlı ya da yararsız; gerekli ya da gereksiz olduğunu kolayca anlayabiliyorsunuz. Fiziki, biyolojik fonksiyonlarınızın azalmasını problem etmiyorsanız henüz bir sendrom içinde değilsiniz. Bazen psikolojiniz kolayca bozulabiliyor, kâbuslu geceler hatta gündüzler geçirebiliyorsunuz. Duyguya dayalı öfkeniz, kininiz; hazza dayalı sevginiz, sevinciniz bu defa bilince dayalı olarak yaşanıyor. Birkaç yıl sonra çocuklaşmaya başlayacağınızın korkusuna kapılmıyor değilsiniz. Esen rüzgarın hışırtısı, akan derenin şırıltısı, daldaki kuşların cıvıltısı, gökyüzünün gürültüsü size on sene öncekinden çok farklı şeyler anlatıyor, farklı iklimlere götürüyor. Ozonun kirliliği, gazetelerin üçüncü sayfaları, musalla taşının geçici konukları her zamankinden fazla meşgul ediyor.



— Üstadım, sizi dinlerken ben yoruldum. Elli yaşı, hem tehlikeli hem bereketliymiş? Korkarım, ben yaşayamayacağım bu yaşın gereklerini.



— Nedenmiş o?



— Bizim sülalemizde kimse, elli yaşına ulaşamadı.



— Ecel, bir gelenek işi değil, bir kaderdir. Her yaşın güzelliği vardır.



— Üstadım, sizi biraz karamsar gördüm; Siz değil miydiniz “Dün ölmüştür, yarın doğmamıştır; ilgilenmeye değmez, önemli olan bugünü yaşamaktır.” diyen?



— Beni bu yaşıma kadar kimse tam anlayamadı, anlayan yarınlarda da olmaz. Bir kişi belki anlar ümidindeydim; görüyorum ki o da yanlış anlamış. Anlaşılmadan ölmek, “Bir ömr-i heder imiş!”



30.08.2007

Devamını Oku...

Hesaplaşma Yanlışı Ve Irkçılık

17 Ağustos 1999 Depreminin üzerinden sekiz sene geçti. Ancak, Genel Seçimlerde siyasetçilere ve özellikle de iktidar partisine beş senedir ne gibi tedbirler aldınız diye pek soran olmadı. Demek ki, bu son derece önemli deprem konusu da diğer milli davalar gibi pek önemsenmiyor. Var mı, yok mu, türban ve türbanlı eş hikâyeleri ortada dolaşıyor.



Laiklik Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerinden birisidir. Ancak, Türkiye Cumhuriyeti sadece laiklik üzerine kurulmamıştır. Her konuyu buraya çekmek birçok önemli hayati meselenin gözardı edilmesini doğurmaktadır. Yerli yersiz her şeyi laikliğe bağlama ve laiklik üzerine süren kısır tartışmalar, siyasi tercihleri de yanlış etkilemiştir. Cumhuriyetin akıllı dostlara ihtiyacı olduğunu hep söylüyoruz. Yasal bazı şartlara bağlı kalmakla beraber; bizi esas ilgilendiren belirli makamlara gelecek kişilerin zihniyetleridir. Bizim Sayın Gül’ü içimize sindiremememizin sebebi, bizzat Sayın Gül’ün beyanlarıdır ve Türkiye’ye karşı ihanet cephesi kuran milli ve üniter devleti reddeden çevrelere verdiği destektir. Türkiye ile hesaplaşma peşine düşenlerle aynı çizgiye düşmesidir. Bizim için önemli taraf budur.



Cumhurbaşkanı adayı olarak partilerle yaptığı görüşme kapsamında, DTP’ye yapılan ziyarette, terörle mücadelede kararlılığı zedeleyecek yanlışlarda ısrar edilmiştir. Sayın Gül, terörü daha fazla demokrasiyle çözeceğini zannetmektedir. İspanya’dan da mı ders almıyoruz? Terör örgütünün demokrasi ile yakından uzaktan bir ilgisi yoktur. Dün kültürel haklardan bahsedenler bugün ayrı egemenlik, Anayasada tanınma peşindedirler. Hayali AB üyeliği yolunda birçok kültürel hak kabul edildi. Yasalar yumuşatıldı. Ama onların hedefi kültürel haklar değildi. Ayrı bir egemenlik peşinde olmak, ülkenin toprak bütünlüğüne kastetmek, hangi ülkede demokrasi ile bağdaşır? Hangi demokrasi ülkeyi daha iyi bölebilmenin reçetesidir? Terör örgütünün isteklerine silâhla değil de; silâhsız kavuşması, bugün olduğu gibi örgütün siyasallaştırılması neyi değiştirir ki? Eğer mevcut Anayasanın temel ilkelerinden yana iseniz; apayrı bir Türkiye hedefleyenlere karşı tavır alırsınız. Atatürksüz ve Türksüz Anadolu plânlarına hoşgörü ile bakmazsınız. Bu görüşte olanları el üstünde tutup Başbakanlıktaki Komisyonda görev vererek ödüllendirmezsiniz. Tek taraflı ve dış destekli olarak Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenip daha sonra yeri değiştirilen Ermeni Konferansı’na anlaşılmaz bir destek vermezsiniz. Ülkenize ve Silâhlı Kuvvetlerinize yönelen dış saldırı ve hakaretlere siyasetçi olarak siz cevap verirsiniz. Milli kimlik konusunda hassas olursunuz. Sayın Gül’ün basında da yer aldığı gibi; birçok yerde yaptığı konuşma, Atatürk’ün Çankayası’na Cumhurbaşkanı adayı olmakla çelişmektedir.



Son günlerde yine el üstünde tutulan ve mevcut iktidarca da desteklenen malûm koro, hedef olarak Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’nu seçmiştir. Kendisine kin besleyen, sözde Ermeni Soykırımının kabul edilmesinden yana olan malûm şahıs ve çevreler, adeta Halaçoğlu’na karşı yargısız infaza yeltenmişlerdir. Bunların sorunu Halaçoğlu değil; Türkiye’dir. Bir toplantıda bazı Ermenilerin tehcirden kurtulmak ve Anadolu’da kalmak için kendilerini Kürt Alevi olarak gösterdikleri açıklaması, “Kürt Aleviler Ermeni dönmesidir” diye çarpıtılmıştır. Halaçoğlu’nu hedef alanlar ve ırkçılıkla suçlayanlar, Türk’e karşı ırkçılık yapanlardır. Kürt ırkçılığına hoşgörü ile bakanlar, bunu demokratik talep olarak görenler, kültürel değil; biyolojik esaslara göre köken arayanlar ırkçılığın âlâsını yapmaktadırlar.



Bazı Türkmen aşiretlerinin zamanla Kürtleştiği bilinen bir gerçektir ve yeni bir buluş değildir. Rahmetli Prof. Dr. Mehmet Eröz ve Prof. Dr. Orhan Türkdoğan bu konuda güzel eserler vermişlerdir. Bugün bazı Türkmen Köyleri Kırmançça konuşmaktadır. Prof. Dr. Zeki Velidi Togan’ın “Umumi Türk Tarihine Giriş” adlı eserinde Avşar Türkmenlerinin bir kısmının Kürtleştiği ortaya konmaktadır. Aynı görüş, Prof. Dr. Fuat Köprülü’nün İslâm Ansiklopedisi’ndeki “Avşar” maddesinde de yer almaktadır.




NOT: 30 Ağustos 2007 Perşembe günü Edirnekapı Şehitliği’nde saat 15:00’de buluşalım. Şehitlere çok şey borçlu olduğumuzu unutmayalım ve sahip çıkalım.




28.08.2007

Devamını Oku...

29 Ağustos 2007 Çarşamba

Azınlığın Çoğunluğa Tahakkümü


Bu yazımda belki diğer yazarlar gibi Cumhurbaşkanlığı ile alakalı bir yazı yazıp gına gelmiş vaziyetinize tuz basmış olacağım için üzgünüm. Şimdiden verdiğim rahatsızlık için özür dilerim.


İnsan bazen sabır sınırlarının zorlandığını gördükçe sinirlerini teskin etmek için çeşitli yollara başvuruyor. Kimi tenhada bağırıp çağırıyor. Kimi birilerine sataşıyor. Kimi ya sabır çekiyor. Bunun için dualar okuyor.


Kimide benim gibi kağıda kaleme sarılıyor. Aklına gelen her türlü cümleyi kâğıda aktarıyor. Deşarj olduktan sonra o kağıtların hepsini imha ediyor. Bu durumda kaç kişi var bilmiyorum ama en azından var olan bir ben olduğumu biliyorum.


Gelelim konumuza;


Bu güne kadar Cumhurbaşkanlığı makamına kimler çıkmadı ki. Asker, sivil, bürokrat, her kesimden birileri cumhurbaşkanı oldu. Fakat son zamanda ne olduysa Dışişleri Bakanlığı yapmış, Başbakanlık yapmış, Üniversite mezunu birkaç lisan bilen, mazisinde hırsızlık, dolandırıcılık, yüz kızartıcı suçlar olmayan bir cumhuriyet vatandaşı köşke çıkmaya liyakatli bulunmuyor. Kim tarafından diyecek olursanız, cevabım %20 tarafından. Bir çok televizyon kanalında olmazın gerekçeleri sıralanıyor. Söz birliği etmişçesine yazarlardan önce aba altından sopa gösterileri yapılıyor, daha sonra ricalarda bulunuluyor. Akıllarınca insanların yumuşak karnını zorluyorlar. Bu azınlığın çoğunluğa tahakkümüdür.


Sayın CHP lideri zaman zaman biz hanımı türbanlı olan Cumhurbaşkanı olamaz demiyoruz diyorsa da, iş icraata gelince nedense beyin altı merkezlerini okuyabilen mütehassıs kesiliveriyor. Ona, vatandaş kahir ekseriyetle "Sayın Baykal artık sen BAYGİT’sin. Düş bu partinin sırtından" diyorsa da, anlaşılan Sayın Tayip Erdoğan la anlaşma yapmış."Ne yapıp yapıp gelecek sefer seni %77 lerle iktidara getirmeden koltuğu terk etmeyeceğim."diyor. Bazen insanı düşmanı bile başarılı yapar. Böyle düşman dostlar başına.



Yazarın biri "türban şeriatın emridir. Şeriat: bin dört yüz yıl önce inmiş, asla değiştirilemeyen, asla itiraz istemeyen, asla aksi düşünülemeyen yasalardan oluşur.


Şeriatçı: türbanı-tesettürü vazgeçilmez sayıyorsa, onun dünyasında gizli gizli daha nice vazgeçilmezler vardır."


Sanki bunları söyleyen Müslüman değil. Bilmiyorum belki öyledir ama bu sözler insanı şüpheye düşürüyor.



Ak partiye oy taşıyanda bu tür sözler değil mi?


Bir de kamusal alan diye tutturmuşlar. Tarifini bile yapmaktan çekiniyorlar. Zira asıl hedef belli. Yollar, hastaneler, okullar, karakollar, mahkemeler, askerlik şubeleri, belediyeler, valilik ve birimleri hepsi kamusal alan. Bu demektir ki ileride buralarda da başı kapalı dolaşmak yasaklanabilir. İleride" hiçbir memurun eşinin başı kapalı olmayacak" denebilir. Zira ortada tarif yok. Neresi yasak, Kimlere yasak belli değil. Ağzı olan, eli kalem tutan kamusal alan belirliyor. Anayasa her türlü yoruma açık. Anayasayı yapanlar bile bazı konularda açıklama yapamıyorlar.


Bence bu seçim artık bu tür aymazlıklara bir çözüm getirecektir. Zaten halkta birilerine dersini verdi. Bu aziz millet "Bırakın bu saçmalıkları. Bizim böyle bir sorunumuz yok. Demokrasinin sahibi biziz. Kimse bizim yerimize demokrasi havarisi geçinmesin. Demokrasi adına tahakküme yeltenmesin. Bazı mahfillere mesaj atanlara biz oyumuzla haddini bildiririz". demiştir.


Sayın Abdullah Gül Cumhurbaşkanı olacaktır. Ülkede beklenen kaos olmayacaktır. Ömrü olursa bu ülkede görevi sona erene kadar liyakatli bir cumhurbaşkanı olarak sine-i millette yerini alacaktır.


"Türbanlı eş bir kimliktir... O kimlik; Cumhuriyeti istemez..Laikliği beğenmez.. Atatürk ü sevmez.."
Bu sözleri söyleyenlere hayret ediyorum.



Bu sözlerin dayandığı bir örnek varmı? Yok. Ama o günün devrimcilerine, bu günün Atatürkçülerine bir örnek var.
Devrimciler; 70li yılların başında Üniversitelerde Atatürk’ü Lenin’e benzetmediler mi? Atatürk’e burjuva demediler mi?" Komünizm görüldüğü yerde ezilmelidir."dediği için Atatürk’e iftiralar etmediler mi?


Komünizme methiyeler düzen onlar değil miydi? Moskova’yı kapı komşusu yapan onlar değil miydi? Rusya çöktükten sonra onlar şimdi Atatürkçü oldu. Kalkıp başkalarına çamur atıyorlar. Bu ne pişkinlik.


Cumhurbaşkanlığını son kale olarak tanımlayanlar Sayın Gül Cumhurbaşkanı seçilirse kalelerine bir gol mü yemiş olacaklar? Hiç sanmam. Çünkü türbanlıların böyle bir iddiası yok. Onlar sadece en azından türbansızlar kadar özgürlük arıyorlar. Buna da hakları var.


Hiç kimsenin merakı olmasın. Türkiye Cumhuriyete devam edecek. Herkes hürriyetinden taviz vermeyecek. Ülke modern konumundan hiçbir şey kaybetmeyecektir. Herkes eskisi gibi işine gücüne bakacaktır.


Sayın Abdullah Gül Cumhurbaşkanlığına yakışacaktır.


Milletimize, Devletimize, Ülkemize, sevenlerine, hatta sevmeyenlerine bile hayırlı uğurlu olsun.




27.08.2007

Devamını Oku...

Malazgirt Zaferi'nin 936.Yıl Dönümü

Vatan olarak üzerinde yaşadığımız, dört bir yanı şehit kanıyla sulanmış bu toprakları bizlere emanet eden atalarımızın ağustos ayında zafersiz bir günü neredeyse yok gibidir.


26 Ağustos 1071 Malazgirt, 27Ağustos 1389 Kosova, 23 Ağustos 1514 Çaldıran Zaferi, 30 Ağustos 1922 Başkumandanlık Zaferi bunlardan bir kaçıdır.



Büyük Selçuklu Devleti Sultanı Alparslan ile Bizans İmparatoru Romen Diojen arasında Malazgirt Ovasında meydana gelen muharebe milli, dini, siyasi, askeri neticeleri ve Türk-İslam tarihinin en büyük zaferlerinden biri olması bakımından önemlidir.


Alparslan'ın bu savaştaki amacı Anadolu'nun kapılarının bir daha kapanmamak üzere açmaktı. Bu savaşta mağlup olurlarsa, yeniden Orta Asya içlerine çekileceklerdi.


26 Ağustos 1071 Cuma günü, Alparslan beyazlar içerinde sanki kefen giymişçesine askerlerine şu hitapta bulundu:


"Ey askerlerim ! işte atımın kuyruğunu bağladım. Bir er gibi savaşacağım. Eğer şehit olursam bu beyaz elbise kefenim olsun. O zaman ruhum göklere yükselecektir."


Zafere inanmış bir komutan ancak bu kadar veciz konuşabilirdi.



O gün, Cuma namazından sonra başlayan muharebede Sultan Alparslan fevkalade bir savaş taktiği uyguladı. "Bozkır Çevirme Hareketiyle" Türk ordusu hilal şeklinde yayıldı. Türk süvarileri sağdan, soldan ok hücumuyla yoklamaya başladılar. Türk süvarileri hücumlarının boşa gittiğini anlayınca, geri çekilirmiş gibi yaparak geri döndüler. (Sahte Ric'at) Bunun üzerine Bizans ordusu Türkleri takibe başladı. Romen Diojen pusuya düştüğünü geç fark etti. Ama ordusu büyük bir bozguna uğramıştı.


Türk Milletinin yeni yurt edinmesini sağlayan, Malazgirt Zaferi'nden sonra, 15 yıl içinde Anadolu ele geçirildi. Bu zaferle Anadolu'nun tapusu Türklerin eline geçti. Bu bakımdan Malazgirt Zaferi Türk ve Dünya tarihinde bir dönüm noktası oldu.



Alparslan Türk çocuklarına, içinde gururla yaşanır ve uğrunda zevkle ölünür Anadolu'yu "Vatan" diye armağan ediyordu.1071'den sonra milletimiz yeni bir üslup ve medeniyeti, Avrupa'ya mertlikle vakarla tanıtacaktı.


Türk ve İslam tarihinin son 900 yıllık kaderini çizen insanlar, Alparslan ve Malazgirt'te savaşan o mübarek ordudur. Bu savaş sonrası tarihin gidişatı değişmiş, Türk tarihi, İslam tarihi olmuştur.


Asla ummadıkları Malazgirt bozgunu Hıristiyan Batı'yı öyle bir korkutmuştur ki; bu zaferden üç yıl sonra Papa 7. Gregoire Dünya Hıristiyanlarına "Türklere karşı silahlanın" çağrısını yapmıştı. Bin küsur yıl boyunca devam eden ve hala bitmeyen Haçlı Seferleri,


işte bu Anadolu'nun fethinin verdiği acılardandır.



Günümüzde ABD Başkanı George Bush'un Irak işgalinde bahsettiği Haçlı Seferi düşüncesi bu muharebenin Batı Dünyasındaki acılarının sonucudur.


Türk ve İslam Dünyası o mübarek Cuma sabahı, tekbirlerle hücuma kalkan Alparslan'a ve ardındaki şanlı ordusuna daima müteşekkirdir…




28.08.2007

Devamını Oku...

28 Ağustos 2007 Salı

Milli Mücadele Kahramanı Kara Fatma’nın İzmit’teki Mücadelesi

Kara Fatma (Fatma Seher Hanım) Kimdir?


Kara Fatma lâkabıyla tanınan Fatma Seher Hanım, 1888 yılında Erzurum’da doğmuştur. Babasının adı Yusuf Ağa, kocasının adı ise Derviş Bey’dir. Kocası da asker (Binbaşı) olan Fatma Seher Hanım, Edirne’de görev yapan eşiyle birlikte Balkan Harbi’nde yer almıştır. Daha sonra ise kendi ailesinden 10’a yakın kadını örgütleyerek 1.Dünya Savaşı’na katılmıştır. Mondros Mütarekesi’nden sonra ise eşi Derviş Bey’in vefat haberini almış ve Erzurum’a dönmüştür.


Erzurum’da bir süre kalan Fatma Seher Hanım, Sivas Kongresi’nde bulunan Mustafa Kemal Paşa ile görüşmek için Sivas’a gitmiş, kendisinden Milli Mücadele’ye katılmak için görev istemiştir. (Fatma Seher Hanım, bu dönemle ilgili anılarını 1944 yılında yapılan bir röportajda şu şekilde anlatmaktadır:


“Atatürk’ün Sivas’ta faaliyete geçtiğini haber aldığım dakikadan itibaren duyduğun sevinci tariften acizim ve ilk işim kısa bir hazırlıktan sonra Sivas’a müteveccihen hareket etmeyi kararlaştırdım; hemen yola çıktım ve Gülcemal Vapuru’yla Samsun’a, oradan da Sivas’a vardım.


Mustafa Kemal’in huzuruna çıkabilmek için muhtelif kıyafete girerek üç günlük bir mücadeleden sonra, devamlı bir takibin neticesi olarak, Sivas’ta öğle yemeğine davetli bulunduğu bir yere giderken yolda yakaladım. Üzerimde çarşaf vardı, yüzümde peçe ile kapalı idi. Kendisiyle bir mesele hakkında görüşmek istediğimi söyleyince, ilk defa sert bir lisan kullanarak, “Ne görüşeceksin?” mukabelesinde bulundular. Kalbimdeki vatan aşkı bu sert muameleye galip gelerek derhal peçemi kaldırdım ve İstanbul’dan buraya kadar sizinle görüşmek için geldiğimi, maruzatımın bir dakika için dinlenmesini rica ettim. Bunun üzerine pek yakında bulunan bir lokantaya beni kabul ettiler.


Mustafa kemal bu görüşme sırasında ona adını, silah kullanmayı, ata binmeyi bilip-bilmediğini, savaştan korkup-korkmadığını sormuştur. Kara Fatma’nın verdiği cevaplar Mustafa Kemal’i memnun etmiş, “Kara Fatma, bütün kadınlar keşke senin gibi olsaydı” demiştir. Bu olaydan sonra Fatma Seher Hanım’ın adı “Kara Fatma” olarak kalmıştır.


Daha sonra ise Mustafa Kemal eline aldığı kâğıda bazı notlar yazarak Kara Fatma’ya vermiş “Haydi göreyim seni, verdiğim talimatı unutma, bir an evvel İstanbul’a git, hazırlan ve işe başla” demiştir (Tansel, 2001, s.41). Fatma Seher Hanım, Mustafa Kemal’in bu isteği üzerine Sivas’tan hemen İstanbul’a geçmiştir.


Bir süre sonra İzmit’in işgal edildiğini duyan Kara Fatma, Topkapılı Pire Mehmet, Laz Tahsin, kardeşi Süleyman ve oğlu Seffeddin’nle birlikte bir çete kurarak, trenle gizlice İzmit’e geçmiştir. Bahçecik ve Servetiye yoluyla Paşaköyü’ne geçen Kara Fatma ve adamları burada karargah kurmuşlardır. Bu bölgede kısa sürede teşkilatlanmalarını tamamlayan Kara Fatma çetesi, çevredeki Türk köylüleriyle birlikte Yunanlılara karşı uzun süre mücadele etmişlerdir. (Özellikle, Bahçecik, Yeniköy, Değirmendere, Servetiye, Kaynarca ve Fındık Tepe civarında faaliyet gösteren Rum ve Ermeni çetecilere karşı, büyük bir başarı göstermişlerdir.)


İzmit, Kara Fatma gibi cesur yürekli insanlarımızın üstün gayretleriyle, 28 Haziran 1921 tarihinde düşman işgalinden kurtarılmıştır. Kara Fatma ve ailesi, İzmit’in kurtarılmasından sonra bir süre daha bu bölgede kalmışlardır.


Balkan, Sakarya, Başkomutanlık Muharebeleri’ne de katılarak Üsteğmenlik rütbesine kadar yükselmiş olan Kara Fatma, 1955 yılında Erzurum’da vefat etmiştir (Şenel, 2006, s.24).



Kara Fatma’nın İşgal Döneminde İzmit’te


30 Ekim 1919’da yürürlüğe giren Mondros Mütarekesi’nden sonra, 16 Mart 1920 tarihinde İstanbul işgal edildi.


İngilizlerden oluşan emperyalist güçler, İstanbul’un işgalinden sonra İzmit Körfezi’ne yönelerek, bu bölgeyi de kontrol altına aldılar. Bu durum sonucu İzmit yöresindeki ortam iyice gerginleşti. Bölgede yaşayan bazı gurupların, Türkler aleyhine çeşitli faaliyetlere giriştiği görülmeye başlandı. Özellikle Rum ve Ermeni nüfusun yoğun olduğu bazı bölgelerde, İşgal güçlerinden güç alınarak çeşitli çeteler oluşturuldu.( Oluşturulan çetelerden bazıları: Yeniköylü Deli Yani ve Çetesi, Kocabaş Hıristo, Barbar Yani, Deli Hıristo, Çakır Yorgi, İzmit Mihaliç Köyü’nde Kostantin Çetesi, Deli Petro Çetesi, Köse Dimitri Çetesi, Pandeli Çetesi, Yuvacıktan Vahan Çetesi, Donik Çetesi, Karamürsel’de Artrınik Çetesi, Darıca’da İstel Çetesi )


Ermeni ve Rumların kurduğu bu çeteler bir süre sonra, askeri güçlere saldırmaya, çevredeki Türk köylerini basarak evleri yakmaya, burada yaşayan insanlara zulmetmeye başladılar.


İzmit’te bu üzücü olayların yaşandığı dönemde, Kara Fatma İstanbul’da bulunuyordu. Durumun her geçen gün daha kötüye gittiğini gören Kara Fatma, kardeşi Süleyman’ı, kızı Fatma’yı ve arkadaşlarını alarak İzmit’e geçmeyi planladı. Muhacir kılığına giren Kara Fatma ve arkadaşları tirenle İzmit’e geldi. Buradan Bahçecik-Servetiye yoluyla Paşaköy’e geçerek karargâhını kurdu. Bölgedeki teşkilatlanma çalışmalarını hızlandıran Kara Fatma ve arkadaşları, bir yandan da çevredeki çetelerle mücadele etti.


İşgal dönemin de yayınlanmış olan bazı gazeteler, Kara Fatma’nın İzmit’teki faaliyetleriyle ilgili önemli bilgiler vermektedir. Özellikle İstikbal ve Tevhid-i Efkar gazetelerinde Kara Fatma ile ilgili çeşitli haberlere rastlanılmaktadır. Mesela İstikbal Gazetesi muhabiri, Kara Fatma ile 1922 yılında görüşmüş, bu görüşme sırasında edindiği izlenimlere köşesinde şu şekilde yer verilmiştir:


“…Bir gün İzmit civarında Davulcular Ormanı’ndan Arpalık Köyü’ne doğru yorgun argın beş kişi iniyordu. Bunlardan üçü erkek, biri küçük bir kızdı. Köye indikleri zaman, köylüler bu garipleri biraz tuhaf karşıladılar. Garipler Karamürsel Muhacirlerinden olduklarını söylüyorlar, iş arıyorlardı. Uzun pazarlıklardan sonra dört çoban, Kasım’a kadar yirmi liraya çalışmaya razı oldular. Ertesi gün, yamaçlara doğru sığırları süren dört çoban gayet neşeli idiler. Üç-dört gün sonra, dört çoban sığırları Gülbahçe Deresi’nin etrafındaki yamaçlara salmışlar, oturuyorlardı. Bu sırada uzaktan iki silahlı belirdi. Az sonra yanlarına geldiler. Bunlar Gülbahçe, Orhaniye, Arpalık, Mecidiye köylerindeki Ermeni Jandarmalarındandı. Dört fakir çobana şüphe ile baktılar;onlara kim olduklarını sundular. ‘Arpalık’ın çobanlarıyız’ cevabı şüphelerini izale edemedi. O akşam Arpalık Ormanı’na doğru dört çoban ellerinde iki tüfekle dönüyorlardı. Bunlar Kara Fatma ile oğlu Seyfeddin ve iki kardeşi idi.


Ertesi gün, kaç zamandır Davulcular Ormanı’nda gizlenmiş olan yüzeli kişilik çetesinin başına geçen Kara Fatma, Gülbahçe, Orhaniye, Arpalık, Mecidiye köylerinin imam ve muhtarlarını orman celbetttirdi, onlara; “Ben Kara Fatma’yım, Ermeni jandarmalarının sizden her ay aldıkları iki yüzer lirayı bundan sonra vermeyeceksiniz. Sizin ırzınızı, namusunuzu ben bekleyeceğim” dedi.


Köylüler memnun döndüler. Kara Fatma artık kendini meydana vurmuştu. Bir taraftan Sapanca havalisindeki (…) Bey vasıtasıyla silah satın alıyor, bir taraftan civar köylerden gelen delikanlıları çetesine yazıyordu. Az zamanda mevcudu 480 kişiyi bulmuştu” (Tansel, 2001, s.43).


Basında Kara Fatma


Tevhid-i Efkar Gazetesi muhabiri de Kara Fatma ile görüşmüş (1922), yapılan bu görüşme sonrasında şu bilgileri aktarmıştır:


“Fatma Seher Hanım, çeşitli muharebelerde erkeklerden daha büyük hizmetler ifa etmiş, düşman karşısında bir dişi arsan gibi çarpışmıştır.


Onu geçen kış İzmit’te gördüm. Ne olursa olsun böyle pür silah omuzdan aşağı fişeklere sarılı, belinde uzun kaması ve tabancasıyla bir Anadolulu kadın. İlk defa görünce insana önce derin bir hayret hissi geliyor, sonra bu hayret yavaş yavaş bir kahraman karşısında duyulan hürmet ve tazim hislerine karışıyor ve insan ne büyük bir milletin evladı olduğunu o zaman anlıyor, gurur ve iftihar duyuyor”


Kara Fatma ve Çocukları: Kızı Fatma, Oğlu Seyfeddin


Kara Fatma İzmit’te savaşmaya başladığı zaman kızı Fatma, oğlu Seyfeddin ve iki kardeşi yanında idi. Özellikle kızı Fatma ve oğlu Seyfeddin’in İzmit’te Rum çetecilere karşı verilen mücadelede önemli gayretleri vardır. Hatta kızı Fatma, bir mücadele sırasında koluna isabet eden şarapnel nedeniyle sağ elini kaybetmiştir.


Fatma Seher Hanım çocuklarıyla ilgili şu bilgileri vermektedir.


“- Bu kız da deli midir, nedir bilmem şimdiye kadar yanımdan hiç ayrılmadı. Onu ekseriya İzmit’te bırakıyordum, fakat durmuyor, neferlerin peşine takılarak tâ siperlere kadar geliyordu. Kaç defa harb ederken bana ve askerlerime mataralarla su taşımıştır. Bu çarpışmada zavallı kız sağ elini kaybetti. Şimdi İzmit’tedir” diyor.


Fatma Hanım bu defa izinli olarak Ankara’ya geldiğinde kızı bir mektup yazdırarak ona göndermiş, mektubunda kendisinden küçük bir tabanca isteyerek, “Sağ elim yok ama, sol elle pek güzel atıyorum anne!” diye yazmış. İzmit’te, Yakın Şark Yardım Heyeti Reisi bir gün kendisinden bir fotoğrafını çıkarmaları için müsaâde talep etmiş. Fatma Hanım tabiî müsaâde etmiş. Fotoğrafı alındıktan sonra Amerikalı kendisinden bu hediyesine mukabil ne hediye edilirse memnun olacağını sormuş. Fatma Hanım,


“–Hani onbeşli İngiliz filintaları vardır” demiş. “Onlardan bulamadım, hediye edersiniz, nihayetsiz derecede makbule geçer.”Amerikalı; yüzük, bilezik, küpe yerine silaha, bombaya meyli olan bu kadının karşısında cidden hayrette kalmış. Ancak, o silahtan bulamamış da, iki tâne saplı Ingiliz bombası hediye etmiş.


Kara Fatma İzmit’te Dinleniyor, Buradan Asker Topluyor


İzmit ve havalisinde katıldığı savaşlarda yorgun düşen Fatma Seher Hanım, bu bölgede bir süre dinlenmek amacıyla -ayrıca gönüllü askerler toplayabilmek için- Kocaeli Gurubu Kumandanı Halid Bey’e (Nam-ı Diğer Deli Halid Paşa) 24 Ekim 1921 tarihli bir telgraf çekerek bu isteğini bildirmiştir.


Kocaeli Gurubu Kumandanlığı’na

İzmit’ten


24/10/1337



“12 Teşrinievvel tarihinde Müfrezeler Kumandanı Reşat Bey’den aldığım emir üzerine 9 kişilik maiyetimle eşnan harici efraddan gönüllü toplamak ve cepheye avdet eylemek üzere hareket eylemiştim. Teşkilatı tevsi ile topladığım 25 kişilik maiyetimle emr-i ‘alinize muntazırım. Büyük Milletimin ‘uhdeme verdiği Çavuşluk rütbesinden dolayı ‘arz-ı şükran eyler ve iki seneden beri çok yorgun bulunduğumu da arz ederek İzmid civarında veya cephe gerilerinde az bir müddet istirahat içün istihdam olunmaklığımı istirham eylerim efendim.”


Mücahide

Fatma Seher



Bu istek karşısında, Kocaeli Gurubu Kumandanı Halid Bey’de Fatma Seher Hanım’a şu telgrafı çekmiştir.


Tegraf                 
              Geyve İstasyonu


170                  
                 24/10/1337


30



İzmit’te Mücahide Fatma Seher Hanım’a


Emr-i ahire kadar maiyetinizle birlikte İzmit’te istirahat etmeniz muvafıktır.

Kocaeli Gurubu Komutanı


Halid



Unutulan Kahraman: Kara Fatma



Hayatı cepheden cepheye koşmakla geçmiş, birçok bölgenin düşmandan kurtarılmasında önemli gayretler sarf etmiş olan Fatma Seher Hanım, hayatının son zamanlarında -ne yazık ki diğer birçok kahraman gibi- büyük sıkıntılar çekmiştir.


Kara Fatma, 1930’lu yıllarda büyük bir perişanlık içerisindeydi. Bu yıllarda kendisiyle röportaj yapan gazeteci Mekki Sait Bey’e acı ve üzüntü içerinde şunları anlatmıştır.


“İşten bahsediliyor… İş bulamıyorum ki… Kapıcılık, kolculuk bulsam çöpçülüğe de razıyım. Kızımla torunlarıma bakayım.


—Kaç Yaşındasın?


—55 yaşındayım. Askere 24 yaşında girdim. Seferberlikte Kars, Kağızman, Bayazıt taraflarında çalıştım. 275 kişilik bir çetenin reisi idim. İstiklal Harbi’nde Garp Cephesi’nin hemen her tarafında bulundum. Bereket Alakaya taarruzunda, sonra Düzce’de eşkıya ile müsademede Sivrihisar’da, birde Değirmendere’de yaralandım. Bunlardan başkan ufak tefek sıyrıklar, çizikler onları saymıyorum. Kızımın parmaklarını da şarapnel kesti. Zavallı yarı deli vaziyettedir. Yetimleri bana kaldı. Çalıştığım sürece amirlerimin takdirlerini kazandım. Bütün sefaletimi unutturan, beni yaşatan bu İstiklal madalyasıdır. Açım ama şerefliyim!


Kadıncağız ağlamaya başladı.


— Bazen çocukların elinden tutuyor ”Şu yetimler aç kalmış ölecekler…” diye torunlarım olduğunu sezdirmeden, onlar için yardım toplamaya çıkıyorum. Ne yapayım siz söyleyin!(Yedigün,9 Ağustos 1933, s.10)


(Kaynakça:A.Oral, V.Şenel, Yedigün Arşivlerinden )




27.08.2007

Devamını Oku...

Manda Söğüt Dalına Yuva Yapar mı? Ekonomide Kriz İhtimali

Kastamonu’nun Tosya ilçesinden derlenen "Manda yuva yapmış söğüt dalına" diye başlayan türküyü çoğunuz hatırlarsınız. İTÜ Türk Müziği Devlet Konservatuarı’ndan Kastamonulu akademisyen İrfan Kurt bu yöre türküsünü makale konusu yaptı. İlk anda çok manasız gibi gelen bu türkünün sözlerinin sanılanın aksine saçma olmadığı gibi olağanüstü, sıra dışı olayları da anlatmadığını, böyle anlaşılmasının bilgisizlik sonucu olduğunu ortaya koydu.


Manda yuva yapmış söğüt dalına- Aman aman

Yavrusunu sinek kapmış gördün mü, amanin yandım.



Bu ifadelerin gerçek anlamını işin uzmanı bakınız nasıl açıklıyor:


“Türkünün derlendiği Tosya, bilindiği gibi pirinci ile ünlüdür. Çeltik tarlalarının sürülmesinde kullanılan manda, yaz sıcağında serinlemek için az kıllı olan derisini çamura bular. Bunun için de göletlerin kenarlarında bulunan ve dalları da suyun içine kadar uzanan salkım söğütlerin gölgesine yatar. İşte mandanın söğüt dalına yuva yapması budur. "Yavrusunu sinek kapması" yavrunun sinek tarafından ısırılmasıdır. Çünkü yörede kapmak sözcüğü alıp götürmek değil, ısırmak anlamı taşıyor.”



* * *



Konusunun uzmanı olan ekonomistler, Türkiye’nin ekonomik durumunu izah ederken ekonomimizin temel özelliğini ve uygulanan politikaların ana hatlarını şöyle ortaya koyuyorlar:


Türkiye’nin ihraç ettiği mal ve hizmetler, ithal ettiklerinden daima fazla olmaktadır. Bu durumda döviz gelirleri ile döviz giderleri arasında oluşan ve adına cari açık denilen bir fark oluşmaktadır. Bu ikisi arasındaki açığı kapatmak için sıcak paraya ihtiyaç duyulmaktadır.


“Sıcak para Hisse senedi satın almak için, Hazine bonosu ve tahvili satın almak için, bankalardan faiz almak için gelen dövize deniliyor. Sıcak para hareket kabiliyeti bulunan, bağlandığı yerden her an çözülebilecek paradır.”


Cari açık belli bir oranı aştığında ise sıcak parayı getirenler bu ülkenin riskinin büyüdüğünü, yani borçlarını ödeyemeyeceğini düşünerek getirdikleri sıcak parayı daha az riskli ülkelere kaydırırlar. “Daha önce satın aldığı hisse senedini, bonoyu, tahvili satar, bankadan mevduatını alır. YTL'den dövize döner, dövizini alır, çeker gider.”


”Soğuk para hareket kabiliyeti olmayan paradır. Örneğin fabrikaya, arsaya bağlanan paradır.”



”Sıcak para içeri aktığında ekonomi büyür, akış ters döndüğünde yavaşlar. Eğer kaçış büyük ve ani olursa sonuç 2001'deki gibi büyük bir devalüasyon ve krizdir.AKP'nin birinci iktidar dönemine rastlayan beş sene içinde sıcak para Türkiye'yi hayal kırıklığına uğratmadı.” Uluslararası finansman bolluğu ve dışarıdaki düşük faizler, içerideki istikrar ve yüksek faizle birleşince Türkiye’ye sıcak para akışı rekor düzeylere çıktı.



”Yabancı yatırımcıların halen İstanbul Menkul Kıymetler Borsası ve Hazine tahvillerine bağlı yaklaşık 90 milyarı var.”



”Son bir yılda 12 aylık dönemde Türkiye'ye 50.2 milyar dolar sıcak para girişi oldu.” Bu kadar parayı çekebilmek için çok yüksek faiz ödedik. Sadece faiz yüksek değil. Buna ek olarak izlenen yüksek faiz politikası nedeniyle, döviz fiyatı da devamlı ucuzladığı için, döviz getirerek bozduranın, parasını YTL cinsi faize yatıranın getirisi (reel faizi ) daha da artıyor.


Türkiye’ye gelen sıcak para, dünyanın en yüksek oranlı gelirini Türkiye’den kazandığı için geliyor. Ancak bu kazancın Türk halkının sırtından ödendiğini de unutmamak gerekiyor.


ABD’de konut finansmanı piyasasında göze alınan aşırı risklerin gerçekleşmeye başlamasıyla, oluşan likidite sıkışıklığı ve sermaye akışkanlığı problemi, Türkiye’nin ekonomisinin ne kadar kırılgan bir yapıda olduğunu hatırlattı. Uluslar arası sermayenin en riskli ülkelerden gördüğü Türkiye’den, ani ve önemli miktarda sıcak para çekmeye başlaması adeta direkten döndü. Bereket, başta ABD Merkez Bankası (FED) olmak üzere diğer gelişmiş ülke Merkez Bankaları piyasalara para akıtarak ve faizlerle oynayarak gelmekte olan fırtınayı şimdilik durdurdu.


Ancak tehlike henüz geçmiş değil. Dışarıdan kaynaklanacak böyle bir kriz dalgasına dayanmak için Türkiye’nin yeterli hareket alanı da yok.


Türkiye’de son 5 yılda ekonomik mucize yaratıldığını söyleyenler, mandanın söğüt ağacının tepesine yuva yaptığına, sineğin mandayı havaya kaldırdığına inanmamızı sağlamış olabilirler.


Ancak bilim adamlarının gerçekçi açıklamaları ve son dalgada yaşananlardan sonra ekonomimizin kırılgan durumunu ve yaşanması muhtemel risklerin ne olduğunu daha iyi anlıyoruz. Açıkçası bir kriz ihtimali ile ürperiyoruz.


Umalım ve dileyelim ki ABD bu dalgayı krize dönüştürmeden yönetebilsin. Yoksa milletçe yukarıdaki türkünün nakaratını söyleyebiliriz:


Amanin amanin amanin yandım



Tiridine tiridine tiridine bandım

Bedava mı sandın para verip aldım.



Not: Ekonomik açıklamalar için Güngör Uras ve Metin Münir’de yararlanılmıştır.



27.08.2007

Devamını Oku...

24 Ağustos 2007 Cuma

Koalisyonlar Dönemi


İkinci Dünya Savaşı sonrası, teorikte “Soğuk Savaş” dönemi olarak bilinen ancak pratiğe bakıldığında ABD’nin kendi coğrafyası dışında Kıta Avrupa’sı, Ortadoğu ve Balkanların bir kısmında mutlak güç olarak ortaya çıktığı bir dönemin adıdır.


Kısaca SSCB’nin bu bölgelere hediyesi ABD gücüdür. Dünya siyaset arenasının iki kutuplu bir güçle yönetimi şeklinde de bu dönemi ifade edebiliriz.


SSCB’nin dağıldığında ve soğuk savaş dönemi bittiğinde çoğu stratejistler ABD’yi süper güç ilan edip bu gücü elinde bulundurması için ileriye yönelik çeşitli senaryolar üretmişlerdir. Dolayısıyla çift kutuplu dünyadan tek kutuplu dünya düzenine geçiş, ABD’nin mutlak hakimiyetinin zaferi olarak görülen SSCB’nin dağılması ile ortaya çıkmaya başlayan ve “koalisyonlar dönemi” adı verebileceğimiz bir dönemi ifade etmektedir.


Mukayese amacıyla bakıldığında diyebiliriz ki çift kutuplu dünya düzeni içinde her ülkenin belli bir taraf belirlemesi zorunluluğu olduğu için, aynı taraf devletlerinin birbirlerini sorgulaması süreci söz konusu olmamaktaydı. Çünkü her iki taraf için karşılarında bir “öteki” mevcuttu. Fakat dünyada tek güç olarak ABD kalınca bu sefer ABD politikaları sorgulanmaya başlanmıştır.


Aynı şekilde, koalisyon döneminin somut örneklerinden biri olarak, özellikle AB(Avrupa Birliği) kurucu üyelerinden Almanya ve Fransa’nın ABD’nin kıta Avrupa’sına müdahale etmesini tepkiyle karşılaması neticesinde AB’yi ABD karşısında bir diğer güç olarak ortaya koyma çabaları dünya politikalarını takip edenler için aşikar bir durumdur.


Bunun yanında Rusya Federasyonu da kısa sürede toparlanarak, geleceğin enerji gücü olan Avrasya topraklarında ABD ve AB’nin yayılmacı siyasetini engellemek ve karşılarına diğer bir güç olarak çıkmak amacıyla 1996’da Çin, Kırgızistan, Kazakistan ve Tacikistan’ın katılımıyla Şanghay İşbirliği Örgütünü (ŞİÖ) kurmuştur.


ABD’nin dışarıdan gözlemci sıfatıyla katıldığı AB’ne ileride rakip olabilecek Karadeniz’e kıyısı olan devletlerin katıldığı Karadeniz Ekonomik İşbirliği (KEİ) platformu da yukarıda izah etmeye çalıştığım “koalisyonlar dönemi”ni destekler nitelikli olaylardan biridir.


Sevgili okuyucular, tarihe bakıldığında tüm önemli olayların arkasında yatan nedenlerin başında genel olarak ekonomik çıkarların yattığı görülür. Dolayısıyla bugün de benzer ekonomik çıkarlar sebebiyle savaşlar ve çeşitli örgütlenmeler meydana gelmektedir.


Nitekim 1980’li yılların sonu 90‘lı yılların başlarından itibaren dünyada dikkat çekilen enerji ve su kaynaklarının hızlı tüketimi sorunu, dünya devletlerinin dikkatini Avrasya ve Ortadoğu topraklarına çevirmiştir.


Soğuk Savaş döneminde bu topraklar iki devletin kontrolünde iken SSCB’nin dağılması bu topraklara hakim güç olmak isteyen başka devletleri de ortaya çıkarmıştır. Ancak ABD kendi gücünün sorgusuz sualsiz kabulü için bir “öteki” yaratmasının bilincinde olarak 11 Eylül olaylarını bu yönde kullanmış, öteki sorununu “terör” olarak belirlemiştir. Ardından açıklanan “Bush Doktrini” ile bundan böyle istediği zaman, istediği yere, gerekirse NATO’nun desteğiyle, mümkün olmazsa tek başına güç kullanabileceğini ilan etmiştir. Bu bağlamda Bush Doktrini, ABD yönetiminin dünyaya “tek güç benim” mantığıyla yaklaşması bakımından önem arz eder.


Netice itibariyle çizdiğimiz tablodan, dünya arenasında kıyasıya bir rekabet kavgasının hüküm sürdüğü, yeni dünya düzeninde “ben de varım” mücadelesinin had safhada olduğu anlaşılmaktadır.


Ne var ki tüm bu olanların yanında ülkemizin pasif bir politika izleyip “bekleyelim görelim sonra tavır koyarız” mantığında olması güçler dengesi içerisinde bir piyon vazifesi göreceği anlamına gelmektedir ki tedbir alınmadığı takdirde bu durumun yaratacağı acı sonuçları derinden yaşayacağımız kaçınılmaz görünmektedir. Diliyorum geç kalmadan doğru politikalar üretme şansını yakalarız. Saygılarımla!...



23.08.2007

Devamını Oku...

Baş Kim?

— Üstadım, bir öykücük okudum, bizim ev haline pek uyuyor.


— Anlat bakılım, neymiş öykücük?



— Bilge kişiye sorarlar: “Bir evin başı erkek midir, kadın mıdır?” diye. Bilge kişi cevaplar: “Tabii ki erkektir.” Devam eder: “ Kadın, ailede boyundur; erkek baştır. Boyun, başı ne yana isterse çevirir.” Üstadım, birebir annemle babam arasındaki ilişkiyi anlatıyor.


— Kertenkele, dediğin doğru, cevap, hoşuna gitmiş olabilir. Ben, burada güzel bir terdit sanatından başka incelik göremiyorum. Boyun dâhil, bedenin bütün uzuvlarını kumanda eden beyin nerede bulunuyor?



— Üstadım yine bir sıfır öndesiniz. Hatamı anladım, ben “baş”ı sadece görünür yönüyle düşünmüşüm. Terdit sanatı nedir Üstadım?


— Bilge kişinin verdiği cevaba dikkat et. Sorulan soruya verdiği cevabın gerekçesini beklenmedik şekilde izah ediyor. Şair: “Dünyanın en ağır işçisi benim / Gün yirmi dört saat / Seni düşünüyorum.” derken siz okuyucu olarak başka bir gerekçe bekliyorsunuz; ama o bir latife yaparak “Seni düşünüyorum.” diyor. Sizin tahmin edemeyeceğiniz bir neden ortaya koyuyor. Buna edebiyatta “terdit” sanatı denir. Ömer Seyfettin’in hikâyelerinde buna sık rastlanır.



— Üstadım, siz bana terdit sanatını izah ederken, baş-beyin ilişkisindeki mecaz-ı mürsel sanatını görmediğimi sanmayın.


— Aferin, aslında doğada pek çok ilişki suyun damlasına benzemesi kadar birbirine yakındır. Doğanın somut yasaları ile soyut yasaları arasında büyük benzerlik vardır. İnsanlar arasındaki ilişkiler, soyut yasalara dayanır. Genellikle bunlar yazılmamış kurallardır, insanın fıtratından çıkan, kendiliğinden oluşmuş yasalardır. Her insanın ve cinsin bir diğeriyle ilişki şekli zaman içinde kendiliğinden oluşur. Bu ilişkileri yazılı hale getirmek, beyhude bir uğraştır. Doğum ve ölüm, iki temel yasa. Paylaşma, dayanışma, üreme vb, diğer yasalardır. Bir varlık, oluş nedenini bir başka varlığa borçludur; ancak kendi içinde bağımsız olmakla birlikte bir bütünün parçasıdır. Her varlık, mikro ve makro derecesinde bir değerdir. Şu üzüm, şu elma, şu armut… Sen bunları son şekliyle tanırsın. Armudu ağaçta taşıyan, onu besleyen nedir? Elmanın, üzümün olgunlaşıncaya kadar hamallığını yapan, işi bitince kendiliğinden kuruyan, bu varlıkları gün yüzüne çıkaran sapları değil midir? Üzümü, elmayı, armudu meyve olarak yerken onun hiç sapını düşünmeyiz; sapın değerini ancak meyve bilir. Bilge kişinin, seni tebessüm ettiren cevabı aslında bir başka hakikati vurguluyor. Somut olarak görünen ilişkilerin arka planında başka bir soyut ilişki vardır. Meyveyi değerli kılan tadıdır, vitaminidir; meyveyi taşıyan dalıdır, sapıdır; dal ve meyve birbirlerine karşı değer üstünlüğü iddia edemezler. Ziraatçı ya da botanikçi gözüyle bakarsak, her meyve kökünden itibaren, toprağı da dâhil olmak üzere, dal ve yapraklarıyla bir bütündür. Hiçbiri bir diğerinden üstün değildir, hepsinin ayrı bir görevi vardır. Her uzvun görevini kusursuz yapmasıyla üründe mükemmeliyete ulaşılabilir. Nedense insanlar, iş bölümünde üstlenilen görevi bir ayrıcalık kabul ediyorlar, bir üstünlük yarışına giriyorlar. Bu algılama; kişilerin, doğayı, insanı, evrendeki yasaların mantığını anlamadığını gösterir. Bu, cahilliktir. Cahil insan da hiçbir zaman bilmenin hazzını duyamaz, mutluluk ikliminin havasını teneffüs edemez.


— Üstadım, boyun, baş; armut, sap; botanik, ziraat; evren, yasa… dediniz; o kadar çok karıştırdınız ki; bir şey anlamadım, kafam iyice bulandı!



— Bilirsin, sular bulanmadan durulmaz.


— Üstadım, siz hep böyle yapıyorsunuz. Sadist duygularınızı benim üzerimde tatmin ediyorsunuz. Size, esprili bulduğumu söylediğim bir öykücük anlattım, beni başka yerlere sürüklediniz.



— Eee, Kertenkele, kaderimiz bu. Neron olsaydım, sadist duygularımı tatmin için Roma’yı yakardım. İyi ki Neron değilim. Bak, bana dünyanın en güzel sözcüğünü söylüyorsun, “Üstadım” diyorsun. Teşekkürler sana”.


— Ben de teşekkür ederim Üstadım. Size durulmuş bir kafa ile döneceğim.





23.08.2007

Devamını Oku...

Bakanlar Kurulu Ve Ortak Aklı Seferber Etmek

Bir şirket veya kurumun yönetilmesinde ekip çalışması her geçen gün daha da önemli hale gelmektedir. Ekibin farklı özelliklere sahip üyelerinin bir çatışma ortamı yerine uyum ve ahenk içinde çalışmasıyla sinerji, yani ekibin teker teker üretebildiklerinin toplamından kat kat daha fazla değer üretilmesi mümkün olur.



Performans ve sonuçlara önem veren bir ekip çalışmasında işi daha etkili yapmak için, ekip olarak hareket etme, yaratıcı olmak ve sorunları çözmeye odaklanmak önceliklidir.



Bu tarz bir çalışmayı benimseyen ekip liderinin ekip üyelerine güvenmesi gerekir. Bu güven üyelerin sadece bilgi ve becerisine değil, istekliliği, kişiliği, ekibe sadakati ve dürüstlüğüne de güven anlamındadır.



Bu bakımdan parlamenter sistemde Başbakanlık görevini alan kişi, kurulacak Bakanlar Kurulunun lideri olarak, ekibini seçmek ve en verimli bir şekilde çalıştırmak görev ve yetkisini haizdir. Başbakanın seçtiği Bakanlar Kurulu Onun yönetim anlayışını ve liderlik vasıflarını ortaya koyan göstergelerden biridir.



Demokratik rejimlerin diktatörlüklerden en önemli farkı, akıllıca yönetmek için “ortak aklı seferber etmek” ilkesine dayanmasıdır. Bu ilke o kadar önemlidir ki kararların alınmasında bir miktar yavaşlama göze alınmaktadır.



Seferber etmek kavramının sözlük anlamı “bir iş, bir amaç için bütün imkânları kullanmak” olduğuna göre, Başbakanın “ortak aklı seferber etmesi” için Bakanlar Kurulunu teşkil eden üyelerin seçimini bu maksada uygun yapması gereklidir. Sadece bu seçim de yeterli değildir, seçtiği Bakanlar Kurulunun bütün kararlara yüksek derecede katılımını ve desteğini sağlayacak bir yönetim anlayışını uygulaması da icap eder.



“Ortak aklı seferber etme” ilkesi ile çalışan ekiplerde, liderin hikmetinden sual olunur. “Lider ne söylemişse, en mükemmel bir düşüncenin ürünüdür, en doğru şeyi buyurmuştur” anlayışı geçerli değildir. Liderler de yanılır ve liderin de akla ihtiyacı vardır.



“Klasik yönetim şeklinde çalışanların kontrol edilmesine, yönlendirilmesine ve disiplinine önem verilmektedir. Böyle durumda çalışanlar veya ekip üyelerinin öncelikli maksadı patronları memnun etmek ve problem çıkarmamaktır.”



Günümüzde geçerliliğini kaybeden bu anlayışı ortaya koyan bir örneği hatırlıyorum. Sayın Süleyman Demirel’in kurduğu bir Bakanlar Kurulunda tanınmış, bilgi ve tecrübeleriyle şöhret olmuş politikacıların bulunmamasını, o zamanlar yazar Güneri Civaoğlu şu tumturaklı cümle ile açıklamıştı: “Kaldırım yapmak için pırlanta taşı kullanılmaz.”



Sayın Tayyip Erdoğan’ın önceki hükümetinde Bakanlar Kurulunun tüm üyelerinin “ortak aklı kullanma” kavramına uygun yüksek bir katılım sağladığını söylemek pek mümkün olmasa gerektir. Gerçi bu sadece 59. Hükümete mahsus bir durum değildir. Bizim adeta gelenekselleşen yönetim anlayışımız budur. Özellikle Merhum Özal’dan sonra Bakanlar Kurulu üyelerine elden dolaştırılan kararnameler ve hatta bazı kararnameler için önceden boş kâğıda imza alma uygulamaları yaygındır.




Ayrıca Başbakanın 59. Hükümet döneminde çok önemli iç ve dış politika konularında etrafında bulunan (birkaç danışman ve birkaç bakandan oluşan) çok dar bir kadro ile en önemli kararları aldığı ve Bakanlar Kuruluna sadece onaylattığı biliniyor.



Sayın Tayyip Erdoğan’ın kuracağı 60. Hükümetin Bakanlar Kurulunda farklı özelliklere sahip, yüksek bilgi, beceri ve yönetim tecrübesi olan kişilerin olması ve bu ekibin “ortak aklı seferber etmek” gayreti içinde olmalarını diliyorum.



Esasen AKP’nin çok geniş bir meclis grubu var ve bu grup içerisinde gerçekten bakanlık yapma vasfını taşıyan iki veya üç adet Bakanlar Kurulu oluşturabilecek sayıda milletvekili imkânına sahip.



Bakanlar Kurulunun sinerji oluşturacak bir ekip çalışmasını başarabilmesi Türkiye’nin içinde bulunduğu kritik durumda hayati derecede önemlidir.



Bireysel olarak üstün niteliklere sahip bir ekip kurmak ve bu ekibi “ortak aklı kullanacak” tarzda, ahenk ve uyum içinde çalıştırmak, yüksek özgüven ve gerçek liderlik vasıflarını haiz olmayı gerektirir.



Bakalım yeni dönemde Sayın Erdoğan bu liderlik vasıflarını gösterebilecek mi?




20.08.2007

Devamını Oku...

Renksiz Anayasa ve Osmanlıcılık

Türkiye’de dikkat çekici şeyler oluyor. Çeşitli kelime ve kavram oyunları neticede bir yerde birleşiyor: Milli mücadele ile kurulan Cumhuriyetimizi ve milli devletimizi tasfiye etmek.



Henüz Meclis Başkanı ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılmadan 22 Temmuz 2007 Genel Seçimleri ardından hemen Anayasa tartışmaları açılmıştır. Aslında, bu tartışmanın açılmasının temelinde bazılarının Türkiye’yi Türkiye yapan değerlerle açık bir mutabakatsızlığı yatıyor.



Anayasa yıllardır tartışılıyor. Bu tartışmanın çoğu kere bir kısır döngü şeklinde sürmesi, bir bakıma bazı hukukçularımıza sosyal bir boyut kazandıramamaktan kaynaklanıyor. Hukuk, toplumun gerçeklerini ve yapıyı dışlayarak ona uymayan yeni bir elbise giydirmek değildir. Topluma tepeden bakarak ona şekil biçmek değildir. Yasaların fonksiyonel olabilmesi saha çalışmalarıyla ve toplumu tanımakla gerçekleşebilir. Bu da Anayasa başta olmak üzere, yasaların sürekli tartışılmasını doğurur. Biz bugün böyle bir ortamı yaşıyoruz. Tarihe bir bütün olarak bakamadığımızdan ve toplumu işleyen ve dönen bir çark, sürekli bir canlı bir organizma olarak düşünemediğimizden, yaşanılan döneme göre tepki anayasaları yapıyoruz. Daha sonra da onları beğenmez hale geliyoruz. Çünkü Sosyoloji ile Hukuk arasındaki ilişkiyi kurmuyoruz.



Şimdi sosyal boyutu ve kültürel yapıyı ihmal etmemizin bedelini ödüyoruz. Tabii işin işine bir de küreselleştirme, önü açılan milli devletlerin küresel güç ve bloklarla çatışması ve Dünyanın yeniden şekillendirilmesi girince; bu defa demokratikleşme ve hürriyetler milli devletlere karşı bir silah olarak kullanılıyor. Dış destekli iç unsurlar görülüyor. Tabii amaç; mili ve üniter devleti değiştirmek, milli kimliği çok kimlikli hale getirmek, yapınıza uysun uymasın çok kültürlülüğü esas almaktır.



Aslında, zaman zaman yeni Osmanlıcılık tartışmaları ve Anayasanın değiştirilerek devletin yapısının bozulma çabaları birbirinden ayrı değildir. Dün Osmanlı düşmanlığı yapanlar, Osmanlıyı hain ilân edenler, eğer bugün Osmanlıya sığınarak Türk ve Türkiye düşmanlığı yapabiliyorlarsa ve bunu Anayasaya taşımak istiyorlarsa; bu sebepsiz değildir. Acaba bugün Türkiye’ye Osmanlı siyasi coğrafyası mı teklif ediliyor?


Sürekli değiştirilen 1982 Anayasasının adeta ortadan kaldırılması anlamına gelen, temel maddelerini reddeden, bazı dış çevreler gibi Atatürksüz Türkiye özlemini taşıyan bir öğretim üyesinin ikinci sıradan AKP listelerinde milletvekili yapılması partinin siyasi bir tercihidir. Bu görüşlere karşı olanların da bu parti içinde bulunması ne anlam ifade eder ki?


Türkiye 22 Temmuz 2007 Seçimleriyle demokrasiye yeni geçen bir ülke değildir. Türkiye’de demokrasi tartışmalarını iki asırlık bir süre içinde ele almak mümkündür. Renksiz Anayasa teklifleriyle öyle bir hava veriliyor ki; sanki son Genel Seçimler sonrası Türkiye sivilleşebilmiştir. Renksiz Anayasa temel ilkelerden yoksun, prensipleri ve ideolojisi olmayan bir anayasadır. Bu anayasa belirsizliklerle dolu ve mutabakatlara açık olmayan bir anayasadır. Normatif ve objektif bir takım hukuk kurallarıyla ve hukuki değerler sistemiyle yetinildiği, devletin kuruluş niteliklerinin ve varlığının gerekçelerinin dışlandığı bir yozlaştırmadır. Böyle bir teklifle Anayasanın değiştirilemez temel maddeleri ve nitelikleri hedef alınmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin temel yapısı ve kuruluş felsefesi dışlanmaktadır. Atatürkçülük, laiklik, milliyetçilik, sosyal hukuk devleti, devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu, Türk milletinin bağımsızlığı ve bütünlüğü, ülkenin bölünmezliği, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, fert ve toplum menfaatlerinin dengelenmesi, resmi dil, milli kimlik, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk milletinin olması, kanun önünde eşitlik, hak ve hürriyetlerin devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak amacıyla kullanılamayacağı, dil-ırk-din ve mezhep ayırımının yaratılamayacağı gibi Türkiye’ye özgü ve itibari maddeler dışlanarak hazırlanacak bir Anayasa Türk milleti için fonksiyonel bir değer taşımaz.



Bu liberalleşme de değildir. En liberal ülkelerin anayasalarında dahi devletin kuruluş felsefesi, korunacak ve korunması gereken değerler sistemi vardır. Devletin varlığının dayandığı prensipler esas alınmıştır. Bunlar değiştirilmez. Renksiz bir Anayasa AB güdümüne ve dayatmalarına uyan ısmarlama bir anayasadır.




20.08.2007

Devamını Oku...

17 Ağustos 1999 Saat: 03.02

17 Ağustos 1999, O gün Kocaeli, Sakarya, Yalova ve İstanbul başta olmak üzere, Marmara Bölgesinde meydana gelen asrın felaketin de on binlerce insanımızı kaybettik.


Zamanın durduğu, saatlerin akrep ve yelkovanların donduğu, 45 saniye geride kaldığında, gecenin karanlığı yüzyılın felaketinin izlerini taşıyordu.



Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte yaşanan acının ve depremin yıkım gücünün akıl almaz boyutları ortaya çıktı.



Hala gözlerimin önünde o yıkım manzaraları " Oğlum" diyen annenin feryadı "Babacığım sana ne oldu" diyen evladın haykırışları hala kulaklarımda. Hiçbir şey yapamamanın çaresizliği… Gerçekten büyük bir sabırla imtihandı.



O geceyi yaşayan insanların, hafızalardan bu tabloları silip atması mümkün değil. Aslında hatırladıkça birçok ibreti de almamız gerekiyor.



Kocaeli depremi, ardında yıkık binalar ve yaşamların yanı sıra hasarlı ruhlar da bıraktı.17 Ağustos gecesini yaşayanlar bu psikolojik tramvayı hala yaşıyor. Bugün hala, yüksek binaların üst katına çıkarken, insanlar tedirginlik içerisinde. Deprem öncesine göre insanlar bugün daha çok asabi.



O sabah genç, yaşlı, erkek, kadın, zengin, fakir demeden bütün Türkiye gönüllü olarak deprem bölgesine koştu. Gösterilen toplumsal gayret, felaketin büyüklüğü karşısında yaşanan acıları dindirmeye yetmemiş olsa da, yaralı yüreklere, iyi günde de, kötü günde de hep bir arada olabilmenin güzelliğini tattırdı.



Marmara depreminden sonra Türk tarihinin en büyük sosyal yardımlaşma kampanyasının yaşandığı ise, su götürmez bir gerçek.
Deprem sabahı Adana'dan gelen ekmeği, Ayvalık'tan gelen zeytini, Ezine'den gelen peynirin tadını, kokusunu hala unutmuş değilim. Şu soruyu kendi kendime sormuşumdur. Bu insanlar nasıl oluyor da bu yardımları bu kadar kısa bir zamanda deprem bölgesine ulaştırdılar? Türkiye'nin dört bir yanından yardımlaşma duyguları için seferber oldular.



Böyle bir felaketi yaşayan insanların direncini arttıran en önemli etken ise bütün olumsuzluklara rağmen, yaşatılmaya çalışılan manevi değerler oldu. Dinimizin vermiş olduğu o sabır, metanet duyguları içinden çıkılmaz zor durum karşısında, toplumu motive etti.



Depremden çok kısa bir süre sonra, iş yerleri açılmaya, insanlar günlük hayata, sokağa çıkmaya başladılar. Birbirini kısa bir süre de olsa göremeyen hemşerilerimiz veyahut birbirlerinin öldüğünü zanneden insanlarımız İnönü Caddesinde, Fethiye Caddesinde komşularını, dostlarını gördüklerinde sarılıp ağlamaya başlıyorlardı. Bu tablo karşısında en katı gönüller bile dumura uğradı.



Felaketten sonra, birçok vatandaşımız memleketlerine döndüler. Ama gerçek İzmitliler, gerçek Kocaelililer bu bölgeyi terk etmedi. Naylon brandaların, derme-çatma çadırların altında yaşadılar. Çoluk-çocuk perişan bir halde canım İzmit' imde hayatlarına devam ettiler. Bu memleket onların omuzlarında yükseldi. Yine o parlak günlerine Allah'a şükürler olsun tekrar kavuştu.



Depremlerin meydana gelmesi hususunda insan olarak aciziz. Türkiye'nin bir deprem ülkesi olduğu da bir gerçek… Ama depremin sonuçlarını en az kayıp ve üzüntüyle atlatabilmemiz için önlemler almalıyız.




Bu bölgede deprem sonrasında yapılan kötü güçlendirmeler büyük bir problem arz etmektedir. Okullar, hastaneler hala risk altındadır.


Konuyla ilgili devletimizin bütün birimlerine ve belediyelerimize önemli görevler düşmektedir. Yukarıda zikrettiğimiz acıları tekrar yaşamamamız için radikal önlemler alınmalıdır. Bu sayede ibret alırsak daha az kayıplarla bu felaketlerden çıkış yolunu bulabiliriz.



Bu vesileyle büyük felakette hayatlarını kaybeden deprem şehitlerine Allah'tan rahmet diliyorum. Mekânlarınız Cennet olsun. Kederli ailelere de Sabr-ı Cemil niyaz ediyorum.



19.08.2007

Devamını Oku...

Sokakta Yaşayan Kalmasın

Gazetelerden okuyoruz."Fakir ve muhtaç bir aile çocukları ile birlikte parkta yaşıyor. Bir başkası geçici konutundan çıkarılmış sokakta yaşıyor. Bir başkası ise kimsesiz kalmış, banklarda geceliyor."


Gün geçmiyor ki bir gazetede bu tür haberlerle karşılaşmayalım. Her Türk vatandaşının Anayasal olarak barınma hakkı olduğuna göre, barınma imkanı olmayana da barınak temin etmek devletin görevidir.


Devletin yetkili kurumları kısa zamanda muhtaç barındırma evleri, hatta barınma bölgeleri oluşturmalıdır. Belli kriterler koyup, fakirlik ölçeği belli bir seviyede olan insanlar bu evlere yerleştirilmelidir.


Sadece derneklerin münferit olarak el uzatması ile bu sorunun çözümü mümkün değildir. Vatandaş olarak kabul edilen, sınırlarımız içinde yaşama hakkı tanınan, askerlik yaptırılan, oy kullandırılan her vatandaş, devletin himayesi altındadır. Yaşaması için gerekli asgari yaşam gereçleri devlet tarafından karşılanmalıdır. Şehirlerin yaşam konforuna kavuşması bir ihtiyaçtır. Güzel gözükmesi de bir ihtiyaçtır.


Bu güzelliklerin içinde vicdanları sızlatacak ölçüde mağdur insanların yaşıyor olması da o ölçüde bir eksikliktir. Ortak yaşam felsefesi budur. Varlıklı olanın memnun olduğu, yokluk içinde olanın ezildiği bir düzen sağlıklı işleyen bir düzen değildir. Tabii ki herkese eşit bir yaşam sunulamaz. Böyle bir talepte imkansız bir taleptir.


Yaratıcımız dahi herkesin imkanını eşit yaratmamıştır. Herkes eşit olmuş olsa idi insanların bir birlerine hizmet edebilmesi mümkün olmazdı. Düzen aksar,çalışma azmi yok olurdu. Ben asla eşitliği savunmuyorum. Sadece herkesin yaşama hakkı olduğunu, bu yaşam koşullarının da asgari ölçeğini devletin mutlaka sağlaması gerektiğini düşünüyorum.


Aş evleri çok önemli bir hizmetti. Darülaceze çok önemli bir hizmetti.


Sokağa atılmış kadınlar sığınma evi çok önemli bir hizmetti. Kimsesiz çocuklar evi, kimsesiz genç kızlar evi, Sahipsiz sokak çocukları yaşam evi, sakat insanlar yaşam evi, seyahat esnasında sokakta kalmış insanların barınma evi gibi örneklerini çoğalttığımız bir çok sosyal hizmetlerin gerçekleştirilmesine ihtiyaç var.


Sosyal hizmetler il müdürlüğü sanırım bu işler için var. Var ama bütçesi sınırlı. Yetki alanları sınırlı. Kadrosu sınırlı. Aslında bu kurumun yasal düzenlemeler ile imkan yetki ve sınırları ile kadroları genişletilse sokakta kimse kalmaz. Herkese yaşayacağı bir mekan temin edilir. Bu kurum istismar edilse bile yinede gerçek ihtiyaç sahiplerine verebilecekleri sosyal hizmet anlayışını yerine oturtacaktır.


Ülkenin imkanları genişlerken, yaşam lüksü artarken, sokaklardaki bu manzaralar insanın vicdanını incitiyor.


Ziyanı yok bizim refahımız daha az sağlansın fakat bu tür insanlar artık şehir yaşamında gözümüze batmasın. Onları da barındıralım ve karınlarını doyuralım.


Bu durum beni çok rahatsız ediyor.




19.08.2007

Devamını Oku...

Eşyayı Yerine Koymak Lazım

— Üstadım, Yusuf Bey, geçen gün, bir dost meclisinde, Veteriner Kamil Bey’e Kangal cinsi köpeğinin kaybolduğunu, gazeteye ilan verdiğini, ilan sonunda köpeğinin bulunduğunu, köpeğin bir süre sonra tekrar kaybolduğunu söyleyerek şimdi ne yapabileceğini, köpeğin kendiliğinden dönme ihtimalinin olup olmadığını sordu. Ben de “Gazeteye tekrar ilan verirseniz, dönebilir.” dedim. Kamil Bey, ona: “Köpeği şımarttınız mı?” diye sordu. “Şımarttık, ona en güzel yiyecekler aldık, onu hep severdik.” cevabını alınca, Kamil Bey: “Dönmez.” dedi. Ben, köpeğin niye dönmeyeceğini anlayabilmiş değilim.


— Kertenkele, balık nerede yaşar?


— Denizde…


— Portakal, nerede yetişir?



— Ilıman iklimin egemen olduğu yerlerde…



Sorularımızı çoğaltabiliriz. Her canlının yetiştiği, fıtratına uygun bulduğu ortamlar vardır. Bir canlıya fıtratının dışında bir ortam sunarsanız, o canlı orada barınamaz. Altın kafeste yaşamak belki başkaları için ayrıcalıktır; ama bülbül için değil. O, “Ah, vatanım!” diyerek dikenli, kıraç dağları tercih eder. Köpeğin de insan ilişkilerinde bir ölçüsü vardır. Şımartmak, pastalar vermek; ona iyilik yapmak değil, onun fıtratını bozmaktır. Fıtratına uygun olmayan, beklentileri ile uyuşmayan bir ortama köpek niçin gelsin? Köpek, köpektir; kedi, kedidir. Aslanla koyunun, köstebekle karganın mutlu olabileceği ortamlar aynı olabilir mi? Fareyi görmek ve yakalamak kediyi mutlu eder; ama köpeği mutlu etmez. Köpeğin kemik sıyırarak elde ettiği saadet, bir kedi için geçerli değildir.



— Üstadım, “Ata et, ite ot vermişler, ikisi de aç kalmış.” diye bir söz duymuştum.



— Tebrikler Kertenkele, müthiş bir aliterasyon örneği!



— Aliterasyon? O ne demek üstadım?



— Aynı sessiz harfi kullanarak bir ahenk oluşturdun. Sözün anlamı güzel, bir de aynı sessiz harfi tekrarlayarak sözü daha da güzelleştirdin. Kertenkele, sen keşfedilmemiş bir maden dağıymışsın!



— Üstadım, benimle yeterince kafa buldunuz.



— Biz konumuza gelelim. Bir tarihte okuduğum öykücükte çocuk, sattığı toz şekeri terazide çok hassas tartan bakkal babasına: “Babacığım, birazcık fazla versen ne olur?” der. Bunun üzerine bakkal: “Çok veren, az da verir; önemli olan ölçüye uygun vermektir.” der. İlişkilerde ölçüye uygun hareket etmek gerekir. Nişangâhta 11’i vurması istenen bir atıcı ustalığını göstermek adına 12’yi vurmuşsa, iyi bir atıcı değildir. 12 vurmakla 10’u vurmak arasında fark yoktur. Her iki atış da hatalıdır. Çocuklarımızı sevgi adına şımartmak, yapması gereken işleri acıma adına onlara yaptırmamak, hak etmedikleri armağanları sunmak yapılan bir iyilik midir? Taş yerinde ağırdır, der atalarımız. Yerini ve niteliğini değiştirir, orijinini bozarsan varlığa haksızlık etmiş olursunuz. Görevimiz, eşyanın orijinini değiştirmek değil, onun taşıdığı özelliklere göre hareket etmektir.


— Buldum, buldum!



— Ne oldu Kertenkele?



— Bazı siyasi partilerin yıllarca uğraştıkları halde niçin bir türlü seçimleri kazanamadıklarını şimdi anladım.



— Kertenkele, senin zeki olduğunu hep söylerdim. Biraz düşünme tembelliğin var. Demokrasilerde seçimi kazanmak için oyların çoğunluğunu almak gerekir. Bizim ülkemiz, mozaik; çoğul yapısı var. Çoğulculuktan uzaklaşanlar, çoğulculuğu görmezden gelenler çoğunluğa ulaşamazlar, seçimleri de kazanamazlar.



— Üstadım, siz de aliterasyon yaparak çok veciz konuştunuz.



— Bir de insanları tanımak lazım. İnsanlar; ateş, su, hava ve toprak olmak üzere dört tabiatlıdır. Bu varlıkların özelliklerini iyi bilirsen, insan tiplerini de daha iyi anlarsın. Mesela, ben senin hava tabiatlı olduğunu biliyorum.



— Üstadım, bana şimdi iltifat mı, hakaret mi ettiniz?



— Gerçeği söyledim. Ne demiştik? Eşyayı yerine koymak lazım.




15.08.2007

Devamını Oku...

Temel Prensiplerle Uyum


Hayatta emin adımlarla yol alabilmek, hayat girdabı içinde kaybolmadan varlığını devam ettirebilmek ve bu esnada ayakların yere sağlam basmasını sağlayabilmek kişilerin hayata nasıl baktıklarıyla paralel olarak elde edilebilecek kazanımlardır. Sağlam prensipleriniz ve bunları uygulayacak sağlam bir iradeniz varsa hayat sizi değil siz hayatı yönlendirmeye başlarsınız.


Ancak ortama göre değişen bir çizgi izliyorsanız, doğrularınız azalmış veya sınırlarını kaybetmişse, söz konusu duruşu yakalamak mümkün olmaz.


Bunları neden mi vurguluyorum?


Bugün Türkiye’de hakim olmaya başlayan ve kanaatimce hem kısa hem de uzun vadede ciddi problemlere zemin hazırlayan bir yaklaşım bizi endişeye sevk ettiği için.


Bu yaklaşım insanlarımızın, her şartta ve ortamda “doğru, güzel” olan ile yine herkes için “yanlış ve hatalı” olan idraklerinde meydana gelen sapmayı ifade etmektedir. Buna göre temel prensip olarak doğru ve güzel olan, herkesin uyması beklenen prensipler kişilere ve ortama özel olarak uygulamaya tabi tutuluyor, bazı kişilerin bazı menfaatler uğruna bunları ihlal etmesi doğal karşılanabiliyor.


Mesela, “hırsızlığın” her çeşidi herkes için yanlıştır. Ancak bazılarımız, kendi gruplarından olmayanları bu hususta sıkı takip edip eleştirirken, kendi gruplarından kişilerin aynı durumlarını görmezden gelmeye veya mazeret üretmeye çalışmakta hiçbir yanlış görmemektedir.


Eğer sadece bize özel doğrulardan ve yanlışlardan hareket etmeye başlarsak, “evrensel ahlaktan” nasıl bahsedebiliriz?


Hele ki, bahsedilen yanlış, dindar Müslümanlar tarafından, üstelik dini bir mazeret de bulunarak yapılıyorsa, İslam dini gibi evrensel prensipler içeren bir dine uygun yaşamaktan bahsedilebilir mi?


Nitekim İslam dini bireyden ilk etapta şahsi bütünlük ister. Yani söylediği ile yaptığı birbirini tutan, kalbi ve dili ile kendi içinde ve dışarıya olan tutumlarında uyum olan bireylerden oluşan bir toplum hedefler. Bunu hedeflerken de bireylere uyacakları prensipler koyarak onlara yön tayin eder. Yani hakikat anlayışının belirgin olmadığı bir göreceliliğe (rölativizme) bu doğrultuda yer bırakmaz. İnsanların hayatın akışına kapılmalarını değil, bu akışı doğruya yönelik olarak kontrol edebilmelerini temel amaçlardan biri olarak ortaya koyar.


Söz konusu yapısı itibariyle İslam dininde “sana göre, bana göre”den değil “temel kaynakların ne dediğinden” hareketle yola çıkılması da esastır.


Dolayısıyla Müslüman olan bir kişinin kendini rölativist yani göreceli bir yaklaşımla akışa bırakması düşünülemez. O doğrularını her yer ve zamanda yaşamak ve anlatmak durumundadır. Zira hakikat bellidir.


Bu noktadan hareketle sıfatı, konumu ne olursa olsun yapılan yanlış herkes için yanlış, doğru ise herkes için doğrudur. Nitekim ayet-i kerimede: “Sizler Kitab’ı okuyup gerçekleri bildiğiniz halde, insanlara iyiliği emrediyor, kendinizi unutuyor musunuz?” (Bakara 44) buyrularak bahsettiğimiz çifte standardın kapısını da kapamaktadır.


Netice itibariyle, özellikle bir Müslüman olarak, her anlamda tutarlı olmak, inandığınız temel prensipleri şahsiyetsizlik ve adaletsizlik göstermeden yaşamak ve savunmak, ideal insanlardan oluşan bir toplum için atılacak ilk adımdır. Meseleye böyle bakıldığında İslam’ın büyük önem verdiği sosyal bütünleşme de sağlam temellere oturacak, gruplaşma mantığı ile doğru ve yanlışların değerlendirilmesinde görülen yanlış yaklaşım ve tutumlar ortadan kalkacaktır.


Dilerim böyle günler uzak değildir...



15.08.2007

Devamını Oku...

Hayat Planlanabilir mi?


Aklınızda “Türkiye Cumhurbaşkanının nasıl seçmelidir?” konusu vardır. Bu konuda Türkiye’yi yönetme görevinde olanlar kadar, sorumluluk hisseden vatandaşların da düşünmesi ve fikirlerini paylaşması gerektiği gibi büyük düşünceler içindesinizdir.


Ülkenin daha iyi yönetilmesi için “ortak aklı seferber etmek” üzerine düşüncelerinizi ortaya koymayı, ortak aklın kullanılmasına engelleyen kişilikleri ve unsurları fark ettirmek için çalışmayı planlamışsınızdır.


Ancak çocuğunuzun küçük gibi görünen bir talihsiz kazası sonucu yaşadığı sağlık problemi, bütün bu “büyük ve önemli” zannettiğiniz fikri çabalarınızı gözünüzde değersizleştiriverir. O’nun ameliyatı ve sonrasında yaşayacağı sıkıntıları düşündükçe “olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” sözünün manasını iliklerinizde hissedersiniz.


Bir hafta sonra tatile gitmeyi planlayan yakın dostunuzun hayatında, eşinin ani bir kalp krizi ile kaybedilmesinin yarattığı müthiş boşluğu hisseder ve “yaratıcının büyük planın” karşısındaki “küçük şahsi planların” etkisizliğini ve önemsizliğini iliklerinize kadar hissedersiniz.


Ülkenin, yukarıda bahsettiğim büyük problemleri üzerine kafa yoran sade bir vatandaşsınızdır. Zaman zaman dostlarınızla bu konularda ciddi tartışmalar bile yapmaktasınızdır. Tam bu sırada çeşmenizden akmayan su, bütün diğer konuları önemsiz hale getiriverir. Artık sizin için Cumhurbaşkanın kim olacağı konusunun, sağlık veya temizlik maksadıyla kullanmak istediğiniz bir kova su kadar önemi kalmamıştır.


Önceliklerinizi ve önem sıralamanızı sürekli değiştirmeye zorlayan dış şartlar çoğunlukla sizin kontrolünüzde değildir. Ancak insanoğlunun yeni şartlara uyum sağlamadaki becerisi, önceliklerini değiştirmede gösterdiği esneklik, kendisinde kaderini tayin ediyormuş gibi bir his uyandırabilmektedir.


Zannederim bu aldatıcı hisse kapılmadan “mevcut durum bu ise, ben bundan sonra ne yapmalıyım ki, en az zarar veya en fazla faydayı sağlayabileyim?” şeklindeki bir tepki tarzını seçmek en doğrusudur. Bunu başarabilecek basiret içinde olmak “kendi kaderini tayin etmek” değildir ama bundan sonraki kader seçenekleri arasında tercih hakkını kullanmak demek olsa gerektir.


“Ben hayatımı planlıyorum” diyen kişinin yapabildiği şey, hayatının şu safhasında kaderin önüne koyduğunu düşündüğü yollar arasından birini, daha doğrusu mevcut seçenekler arasında öngörebildikleri arasında bir seçim yapmaktan ibarettir.


Bu bilgiler ışığında yaşadığımız sıkıntılara karşı tepkimizin öncelikle sabır, daha sonra da şükür kavramları perspektifinde olması, hayatı bir eza cefa süreci olmaktan çıkarıp, yaşanılması gereken bir güzellik olarak algılayabilme imkânı verir.


“Yaşanan sıkıntılarla terbiye olmak” veya “çekilen eza ve cefanın olgunlaştırdığı insan olmak” kavramları yerine keşke sıkıntıları çekmeden de olgunlaşabilecek bir akla sahip olabilseydik. Keşke şükür duygusunu, ağır sabır imtihanlarından geçmeden nefsimize hâkim kılabilseydik.


Bunu becerebilen çok az sayıdaki bilge insana toplumun duyduğu gizli ve derin saygının temelinde, nefsin bu olguluğa geçiş sürecinde gösterdiği müthiş direnci hissedebilmesidir diye düşünüyorum.


Yaşadığımız bütün sıkıntıları “bu da geçer ya Hû” tevekkülüyle karşılayıp, yeniden “Cumhurbaşkanı kim olsun” tartışmalarına dönebilecek huzur ve rahatlığına erişebilmeyi diliyorum.




14.08.2007

Devamını Oku...

Kocaelilik Ruhu Üzerine

Toplumları bir arada tutan en büyük bağ, yaşadığı kente ait olabilme şuurudur. Bu şuuru taşıyan bireylerin yaşadığı şehirler kalkınır, geleceği daha parlak hale gelir. Birlikte, beraberce huzurlu ve mutlu bir şekilde hayatlarını idame ettirirler.


Yaşadığımız kentlere bağlılığımız bu kadar önemliyken, bugün kaç kişi göğsünü gere gere Kocaeliliyiz, İzmitliyiz diyebiliyor?


Birçok sivil toplum kuruluşlarının organizasyonlarına katılmaktayım. Tertip edilen toplantıların tanışma faslında katılımcıların kimisi Türkiye'nin şu ilinden, kimisi bu ilinden, kimisi de o ilinden olduğunu söylemekte, ülkemizin 80 vilayetinden olduğunu vurgulamak gereğini duymaktadırlar. Sıra bana geldiğinde ise birazda hiddetlenerek Kocaeliliyim! Diye haykırma gereği duyuyorum.


Aslında şu soruyu kendimize sormamız gerekiyor. Niye Kocaeliliyim, niye İzmitliyim demekten kaçınıyoruz?


Bu yaşadığımız coğrafya bunu hak etmiyor mu?


Kimsenin atasının, babasının veyahut kendisinin Türkiye'nin başka bir vilayetinden, Balkanlardan, Kafkaslardan, Kocaeli'ne gelip yerleşmelerinin bir sakıncası yoktur. Hatta bu bir kültürel bir zenginliktir. Bu insanları yabancı olarak da görmemeliyiz. Ama bu kente başka bir yerden gelmiş, kentte üç kuşak yaşamış, şehrin sosyal, siyasi birçok alanında rol almış kimselerinde ısrarla Kocaelilik kimliğini reddetmesini de anlamış değilim.


Kocaelilik kimliği bu memlekette yaşayan herkesin çocuklarına bırakacağı en güzel miras olmalı. Çocuklarımıza kent kültürünü verme noktasında aslında hepimiz çaba sarf etmeliyiz. Bu çabayı kent insanı olarak yıllardır veremediğimizden dolayı birçok problemle karşılaştık.


Bölgemize yatırım yapan işadamları İzmit'le kaynaşamadığından dolayı, şehrimizin birçok sosyal meselesinde duyarlı olamadılar. Denizimizi, toprağımızı, havamızı, suyumuzu, sırf sanayi yatırımları için kirlettiler. İşçi istihdamının birçoğunu başka illerden yaptılar.


İzmitlilik ruhu tam gelişmediğinden dolayı, son yıllarda suç oranları yükseldi. Asayişle ilgili problemler her geçen gün artıyor.


Bu ruhu yaşatamadığımızdan dolayı, görüyoruz ki İzmitli esnaf tükeniyor. Mağazamın bulunduğu Ankara caddesinde dükkânlar her geçen gün kapanıyor. En büyük binaları, en geniş iş yerlerini, başka kentlerden gelenler alıyor. İzmit'in yerli aileleri ticaretten çekilip, iş yerlerini kiraya veriyor veya satıyor. Büyük alışveriş merkezleri dört bir tarafımızı sarıyor. Çok yakında Kocaeli'nde Kocaelili esnaf kalmayacak gibi görünüyor.


Yukarıda biraz iç karartan tablo, eğer bir dizi önlemler alınmaz ise her geçen gün daha da çoğalacak gibi görünüyor. Birçok kuruma Kocaelilik bilincini oluşturmak için sorumluluk düşüyor.


Bu yıl sevindirici bir gelişme olarak, Kocaeli Büyükşehir Belediyemiz, İzmit'in kurtuluş günü olan 28 Haziranda "Kocaeli Anadolu Kültürlerinin Buluşma Yeri" adlı etkinlik düzenlemiş, ilimizde ki birçok hemşeri derneği bu organizasyona katılmıştır. Büyükşehir Belediye Başkanımız İbrahim Karaosmanoğlu bu konuyla ilgili "İlimizde pek çok ilden insan var, bunları bir araya getirmek, onları Kocaelilik potasında eritmek büyük bir zenginliktir." Sözüyle Kocaelilik ruhunun gelişmesine katkısı olacağı kesindir. Etkinlik geleneksel hale getirilmelidir.


100'e yakın hemşeri derneğinin bulunduğu ilimizde, bu dernekleri bir federasyon çatısı altında toplayıp, Kocaelilik ruhu ortaya konulmalıdır.


Bu konuda Kocaeli Valiliği, Kültür Müdürlüğüne de Kocaeli'nde ortak bir kültür oluşturma noktasında büyük sorumluluk düşmektedir.


Sivil Toplum Örgütleri bu ruhu oluşturmak, toplumsal bilinci yaşatmak için paneller, kampanyalar, tertip etmeli; bizi biz yapan değerin Kocaelilik bilinci olacağı vurgulanmalıdır.


Artık "Doğduğum yer, doyduğum yer" söylemi terk edilmeli, "Yaşadığım yer memleketimdir." Bilinci toplumda yaygınlaşmalıdır. Çocuklarımıza bıkmadan, yorulmadan, bu bilinci aşılamalıyız.


Kocaeli'ni sevenlerin, bu kentte yaşıyor olmaktan keyif alanların, bu kent için çabalayanların, gerçek İzmitlilere, gerçek Kocaelililere ihtiyacı var. Yeter ki bunu sinelerimizde hissedelim.



12.08.2007

Devamını Oku...

Anne Baba Eğitimi

Günümüz toplumunun en önemli sıkıntılarını oluşturacak olan problem ANNE ve BABA nın çocuk gelişimindeki yetersizliği ya da geriliği.


Çocuk gelişiminin en önemli süreçlerinden birini oluşturan anne baba veya yetişkinler olgusu, anlayışı günümüz toplumunda göz ardı edile gelmektedir.


Bunu aileler olarak aşmak zorundayız. Ana-baba çocuklarını eğitirken, öncelikle gelişim evrelerini bilmeli ve çocuklarının içinde bulunduğu gelişim dönemini tanımalıdırlar. Başka bir deyişle çocuklarını tanıyarak işe başlamalıdırlar.


Anne ve babanın çocuklarına, uygun olan davranışın ya da neyin doğru neyin yanlış olduğunu öğretebilmeleri için, gerek kendi aralarında, gerekse çocuklarına yönelttikleri davranışlarında dengeli, tutarlı ve kararlı olmaları gerekir. Anne ve babanın güvenli bir çocuğa sahip olmaları için önce kendilerine sonra birbirlerine, ardından da çocuklarına güvenmeleri gerekir. Anne ve babalar çocuklarına çok iyi bir model olmalıdırlar. Ana-baba çocuğundan yaşı ve yeteneklerine uygun isteklerde bulunmalı, çocuğu hayal kırıklığına uğratacak, yaşının üstünde bir beklenti içine girmemelidirler. Çocuğun ilgi ve yeteneği onun yönlendirilmesinde esas alınmalı ana-babanın tutkuları dikkate alınmamalıdır.


Ana-baba, öncelikle çocuğunu bağımsız bir birey olarak kabul eden, ona sevgi ile yaklaşan ve olumlu ilişki kurmaya çalışan kişiler olmalıdırlar. Bilinmelidir ki sevgi temeline dayanan eğitim sağlam ve başarılı bir eğitimdir.


Öğrencilerin okuldaki başarı durumu çeşitli faktörlerden etkilenmektedir. Bu faktörler; bireyden, aileden, okuldan ve çevreden kaynaklanan faktörler olarak sıralanabilir. Biz bu kısımda aileden kaynaklanan faktörleri ele alacağız.




1- Ailelerin çocuklarına ev ortamında ders çalışacak gerekli yeri ve yeterli zamanı vermemeleri;


2- Ailelerin çocuklarına okul ve diğer sosyal ilişkilerinde yeterli ilgi ve desteği göstermemeleri;


3- Ailelerin çocukları üzerindeki beklenti düzeylerinin çok yüksek olması;


4- Öğrenciler ile ailelerinin beklenti ve ilgilerinin farklı olması;


5- Ailelerin çocukları arasında kıyaslama, ayırım yapması; başkaları ile çocuklarını kıyaslaması;


6- Aileler ile çocuklar arasında iletişim kopukluğu olması;


7- Ailelerin çocuklarına sürekli ders çalışmaları için baskı yapması;


8- Ailelerin çocuklarının arkadaşlık ilişkilerine sürekli müdahale etmesi;


9- Ailelerin çocukların en ufak bir hatasını gördüklerinde onları eleştirmeleri;


Olarak belirlenmiştir.


Anne-babaların çocuklarına karşı göstermiş oldukları tutum ve davranışları çocuklarının zararlı madde kullanmaya başlamalarında veya bu tür madde kullanımından uzak durmalarında büyük etkisi vardır.


Çocukların sağlıklı bir kişilik sahibi olmaları en az anne-babalar kadar öğretmenlerin de rolü çok büyüktür.


Toplum olarak bizler aşağıda uygulanan örneği dikkate almamız gerekiyor.


Newsweek dergisinin 10 Mayıs’99 tarihli sayısının kapağındaki soru şuydu. Amerikan toplumuna sorulan bu soru, “ana babaların çocuklarını ne denli tanıdığını” sorguluyordu. Amerika’da yaşanan şiddet olaylarını yaratan çocukların anne babaları, “onların böyle bir şey yapacaklarının akıllarının ucundan geçmediğini” söylemişlerdi. Pek çok anne baba için de durum hemen hemen aynıdır: “Benim çocuğum mu yapmış? Olamaz böyle şey. Benim çocuğum bunu yapmış olamaz.”


Ergenlerin sorunlarının çoğu kez ortaya çıkan bir olayla patlak verdiğini açıklayan araştırmalar, anne babaların önce bir şok yaşadıklarını da belirtiyor. O zaman da yukarıdaki sorunun önemi çok büyük: “Çocuklarınızı tanıyor musunuz? Ne ölçüde tanıyorsunuz? İç dünyalarını biliyor musunuz? Sizinle paylaştığı şeyleri var mı? Çocuğunuzun arkadaşlarıyla neler konuştuğunu merak ediyor musunuz? Çocuğunuzla arkadaş mısınız?



12.08.2007

Devamını Oku...

Deprem Burada Biz Neredeyiz


Her yıl Ağustos ayı yaklaştığında depremi hatırlamaya başlarız. Depremi unutturmamak adına eski acıları hatırlatırız. İnsanların yaralarını kaşır dururuz. Duygulu konuşmalar yaparız. Deprem felaketinin bir daha olmaması için temennilerde bulunuruz.



Aslına bakarsanız deprem bir nimettir. Depremi felakete dönüştüren biz insanların ihmali ve ya sahtekârlığıdır.



Verimli ovaların nerde ise tamamı deprem bölgelerindedir. İzmit körfezinin dibindeki çamuru temizlemek için çok uzun yıllar gerekliydi. Deprem ise yarım dakikada temizleyiverdi. Biz yine kirletmeye devam ediyoruz.


Aslında yaratıcımız bizi uyarıyor. Biz ise hala uyarılara kulaklarımızı tıkıyoruz. Sözlerimizle kendimizi kandırıyoruz.


Sorarım size Vilayete ait sivil savunma depolarında, Büyükşehir Belediyesine ait depolarda ne kadar çadır, ne kadar battaniye, ne kadar ısınma aracı, ne kadar mutfak malzemesi, temizlik ve sağlık malzemesi var?


Ve ya böyle bir depoları var mı?


Ben bilmiyorum. Siz biliyor musunuz?



En azından Kızılay’ın İzmit te böyle bir deposu yok. Olası bir felakette İzmit’e yaklaşık 50 klm mesafedeki Maltepe depolarından ikmal yapılacak.


Son zamanlarda ilişikli veya ilişiksiz bir araya gelen bazı sivil toplum örgütleri 17 Ağustosu anma etkinliği yapıyor. Düzenlenen mevlit programları hariç diğerlerinin hiçbir yararı yok. Aksine psikolojik zararları bile var.



17 Ağustosu kullanarak gündeme çıkmayı hesap edenlerde var. Samimi olanların haricinde bu tip istismarcılarda program peşindeler.



Sormamız gereken soru şudur?



Birkaç gün önce 3.9 ile kendini hatırlatan deprem 7 civarında olsa idi ne olurdu?



Eminim ki Kızılay gerekeni yapardı. Marmara deposundan ihtiyaç kadar malzemeyi Kocaeli ye yığardı. Kilitlenen telefon sistemlerine aldırmadan kendi haberleşme sistemlerini kurar, Şehrin komşuları ve Dünya ile haberleşme bağlantısını sağlardı. Kimse çadır, battaniye ve mevsimlik yaşam gereksinimi sıkıntısı çekmezdi. Kızılay geçmişte aldığı yarayı telafi ederdi. Böylece prestiji Kocaeli de tavan yapardı. Bunları Kızılay’ın MAFOM (Marmara Afet Operasyon Merkezi) ne güvenerek söylüyorum.



Şayet Komşumuzda olacak bir depremde Mafom bize malzeme veremezse neler olur diye düşünüyorum. Düşündükçe de İlimizde bir depoya ihtiyacımızın nedenli önemli olduğunu sürekli anlatmaya çalışıyorum.



Bu nedenle AKOM projesini hızlandırmalıyız. AKOM projesi Kızılay’ın projesi değildir. AKOM projesi açılımı ile (Afet Koordinasyon Merkezi) dir. Kocaeli Valiliğinin ve Kocaeli Büyükşehir Belediyesinin müşterek katkıları ile tüm Kocaeli halkının projesidir. Bu proje içinde Kızılay a da bir depo tahsis edildiğinde Kızılay da içini gerektiği şekilde donatacaktır. Gazetelerde zaman zaman yanlış haberler çıktığından bu sütunda yeri gelmişken bu yanlışı düzeltiyorum. Ben bu projenin önemine yürekten inandığımdan inatla kovalıyorum. Bu proje ye milletvekili ile bakanı ile tüm Kocaeli’deki etkin kişiler ve kurumlar sahip çıkmalıdır. Yeni seçilen temsilcilerimizin el atması gereken konuların en mühimidir. Daha henüz arsa meselesi halledilememiştir. Önümüzde çok yolumuz var.



Deprem konusunda hassasiyetlerimiz vardır. Sık sık gündeme gelen bir İstanbul depreminde 17 Ağustos sıkıntılarını yaşamamak için elimizi çabuk tutmalıyız.



17 Ağustosu bir daha yaşatmamak sözlerle değil, icraatla olur. Doğru yerde doğru yapılar yaparak, donanımlı müesseselerle duruma hızlı müdahale ederek olur. Eğitimle olur. Teorik ve pratik yaparak olur. Afete müdahale edebilecek kurumlarla birlikte tatbikatlar yaparak olur. Bu konularda da çok eksiklerimiz var. Sadece AKOM projesinin gerçekleşmesini beklemek konuyu çözmüyor. Bu proje gerçekleşene kadar yapmamız gerekenler var. Sözlerimin hepsinin altını bir kez daha çiziyorum. Bir an önce eksiklerimizi tamamlamalıyız.



İstemediğimiz an geldiğinde her zamanki gibi günah keçisi aramaya başlarız.



Şuna eminim ki Kızılay günah keçisi olmaz.



Çünkü biz elimizden geleni yapıyoruz. Elimizden gelemeyecek olanları da söylüyoruz. Çözümü için yarışıyoruz. Herkesi uyarıyoruz. Daha fazlası elimizden gelmiyor. Herkesi bu projeye destek olmaya çağırıyorum.




11.08.2007

Devamını Oku...

Seçim Yorumu

22 Temmuz seçimleri Türkiye tarihi açısından önem arz eden bir seçimdi. Çünkü seçim sonuçları Türkiye’nin geleceğinin yapılandırılması açısından önemliydi. Dolayısıyla bu seçim sonuçlarında Türk toplumunun geldiği nokta açısından sosyolojik olarak da birçok sonuç öne çıkmaktadır.


Kanaatimce bu seçim sonucunun ortaya çıkardığı en önemli sonuç Türk toplumunun önceliklerinin değiştiğidir. Öyle ki geçmişe bakıldığında vatan, bayrak, bölünmezlik gibi Türk devletinin bekası için önem arz eden konularda milletimizde var olan hassasiyetin bugün revizyona uğradığı görülmektedir.


İstikrarın devamı adı altında özellikle dış politikada izlenen yanlış siyaset toplum tarafından da bilinmesine rağmen aynı siyasi partinin, kendilerinin de tahmin etmediği oy çokluğu ile tekrar iktidara gelmesi bana göre milletimizin bilinçaltında mevcut olan bir korkunun tecellisidir.


Nedir bu korku?



Bu korku elde var olan imkanları kaybetme korkusudur.


Sevgili okuyucular, hepimizin bildiği gibi kaybedecek bir şeyi kalmayan insan hayatta korkacak şeyi de kalmayan insandır. Bu formülü topluma uygularsak diyebiliriz ki; toplumun gelir seviyesi düşük olan katmanı daha cesaretli olur. Çünkü kaybedilecek fazla bir şeyi yoktur. Fakat zengin kesim her zaman istikrar ister çünkü kaybedilecek çok şeyi vardır. Bu sebeple gelecekleri açısından sonradan sıkıntı yaratacak olaylar karşısında dahi tepkisiz kalabilirler.


Yukarıdaki değerlendirmelerden yola çıkarak diyebiliriz ki milletimize yol göstermesi gereken kanaat önderleri giderek zenginledikleri ve bunun neticesinde kaybedecekleri arttığı için, ülke geleceği açısından hayati öneme sahip konularda tepkisizleşmektedirler.


Daha da vahimi bu kişiler milletimize model teşkil ettiği için artık milletimizin birinci önceliği de ekonomik kazanç olmaya başlamıştır. İşte seçim sonuçlarının ortaya çıkardığı durumdan kastım budur.


Gerçi tarihimize baktığımız zaman görülecektir ki zaman zaman milletimiz ekonomik getirileri hayatında diğer unsurlara nazaran ön plana almaktadır. Nitekim en eski Türk yazıtlarından Orhun Kitabelerinde “Ey Türk milleti sen rahata, bolluğa çabuk alışırsın!” gibi ifadeler ile bu durumdan bahsedilmektedir.


Ancak yine tarihimize baktığımız zaman görülecektir ki, söz konusu önceliklerin yaygınlaşması ile Türk milletinin parçalanma süreci de başlamaktadır.


Nitekim milletimizin bugün gelmiş olduğu noktanın küresel sermayenin yaratmak istediği “tepkisiz toplum” modeline uygun olması, bu grupların milletimizi yönlendirmesini kolaylaştırmış ve kanaatimce söz konusu sürecin hız kazanmasına yol açmıştır.


Tüm bu tablo neticesinde söylemek gerekir ki, içinde bulunduğumuz sosyal ve ekonomik şartlar bizi tarihimizde 1402 – 1413 yılları arasında yaşanan ve “Fetret Devri” adı verilen döneme yani parçalanmış bir coğrafya ve millete götüreceğe benzemektedir. Bilindiği gibi tarihimizdeki bu ilk fetret devri 11 yıl sürmüş ancak daha sonra toparlanma sağlanabilmiştir.


Fakat bugün durum daha karmaşık gözükmektedir. Zira kanaatimce bu topraklarda yaşanacak ikinci bir fetret devri, milletimize bir daha toparlanma şansı tanımayacaktır.


Umarım bu öngörümde yanılırım! Saygılarımla…



09.08.2007

Devamını Oku...