24 Ağustos 2007 Cuma

Temel Prensiplerle Uyum


Hayatta emin adımlarla yol alabilmek, hayat girdabı içinde kaybolmadan varlığını devam ettirebilmek ve bu esnada ayakların yere sağlam basmasını sağlayabilmek kişilerin hayata nasıl baktıklarıyla paralel olarak elde edilebilecek kazanımlardır. Sağlam prensipleriniz ve bunları uygulayacak sağlam bir iradeniz varsa hayat sizi değil siz hayatı yönlendirmeye başlarsınız.


Ancak ortama göre değişen bir çizgi izliyorsanız, doğrularınız azalmış veya sınırlarını kaybetmişse, söz konusu duruşu yakalamak mümkün olmaz.


Bunları neden mi vurguluyorum?


Bugün Türkiye’de hakim olmaya başlayan ve kanaatimce hem kısa hem de uzun vadede ciddi problemlere zemin hazırlayan bir yaklaşım bizi endişeye sevk ettiği için.


Bu yaklaşım insanlarımızın, her şartta ve ortamda “doğru, güzel” olan ile yine herkes için “yanlış ve hatalı” olan idraklerinde meydana gelen sapmayı ifade etmektedir. Buna göre temel prensip olarak doğru ve güzel olan, herkesin uyması beklenen prensipler kişilere ve ortama özel olarak uygulamaya tabi tutuluyor, bazı kişilerin bazı menfaatler uğruna bunları ihlal etmesi doğal karşılanabiliyor.


Mesela, “hırsızlığın” her çeşidi herkes için yanlıştır. Ancak bazılarımız, kendi gruplarından olmayanları bu hususta sıkı takip edip eleştirirken, kendi gruplarından kişilerin aynı durumlarını görmezden gelmeye veya mazeret üretmeye çalışmakta hiçbir yanlış görmemektedir.


Eğer sadece bize özel doğrulardan ve yanlışlardan hareket etmeye başlarsak, “evrensel ahlaktan” nasıl bahsedebiliriz?


Hele ki, bahsedilen yanlış, dindar Müslümanlar tarafından, üstelik dini bir mazeret de bulunarak yapılıyorsa, İslam dini gibi evrensel prensipler içeren bir dine uygun yaşamaktan bahsedilebilir mi?


Nitekim İslam dini bireyden ilk etapta şahsi bütünlük ister. Yani söylediği ile yaptığı birbirini tutan, kalbi ve dili ile kendi içinde ve dışarıya olan tutumlarında uyum olan bireylerden oluşan bir toplum hedefler. Bunu hedeflerken de bireylere uyacakları prensipler koyarak onlara yön tayin eder. Yani hakikat anlayışının belirgin olmadığı bir göreceliliğe (rölativizme) bu doğrultuda yer bırakmaz. İnsanların hayatın akışına kapılmalarını değil, bu akışı doğruya yönelik olarak kontrol edebilmelerini temel amaçlardan biri olarak ortaya koyar.


Söz konusu yapısı itibariyle İslam dininde “sana göre, bana göre”den değil “temel kaynakların ne dediğinden” hareketle yola çıkılması da esastır.


Dolayısıyla Müslüman olan bir kişinin kendini rölativist yani göreceli bir yaklaşımla akışa bırakması düşünülemez. O doğrularını her yer ve zamanda yaşamak ve anlatmak durumundadır. Zira hakikat bellidir.


Bu noktadan hareketle sıfatı, konumu ne olursa olsun yapılan yanlış herkes için yanlış, doğru ise herkes için doğrudur. Nitekim ayet-i kerimede: “Sizler Kitab’ı okuyup gerçekleri bildiğiniz halde, insanlara iyiliği emrediyor, kendinizi unutuyor musunuz?” (Bakara 44) buyrularak bahsettiğimiz çifte standardın kapısını da kapamaktadır.


Netice itibariyle, özellikle bir Müslüman olarak, her anlamda tutarlı olmak, inandığınız temel prensipleri şahsiyetsizlik ve adaletsizlik göstermeden yaşamak ve savunmak, ideal insanlardan oluşan bir toplum için atılacak ilk adımdır. Meseleye böyle bakıldığında İslam’ın büyük önem verdiği sosyal bütünleşme de sağlam temellere oturacak, gruplaşma mantığı ile doğru ve yanlışların değerlendirilmesinde görülen yanlış yaklaşım ve tutumlar ortadan kalkacaktır.


Dilerim böyle günler uzak değildir...



15.08.2007

Hiç yorum yok: