24 Ağustos 2007 Cuma

Ben Bu Sıcakları Sevdim


Herkes tedirginlik içinde. Son yetmiş sekiz yılın en sıcak yaz mevsimini yaşayacakmışız. Afrika çöl sıcakları ortalığı kasıp kavuracakmış. Yaşlılar, çocuklar, zorunlu işi olmayanlar gölgeden dışarıya çıkmamalılarmış. Az hareket etmeliymişiz, bol su ve tuzlu ayran içmeliymişiz. Bir araya gelen insanların birinci gündem maddesi sıcak hava. Eyvah, yanmışız ölmüşüz de haberimiz yok. Barajlarda su kalmamış, susuzluk her an başlayabilirmiş. Klima satışları artmış, serin hava Kaf Dağı’nın arkasında kalmış...


Bir bayan telefonda kaygılarını benimle paylaşmak istiyor: “Hocam, yarın kavurucu sıcaklar başlıyormuş, üç gün sürecekmiş. Ne yapacağız?” Verdiğim cevap, beklediği gibi değil; ama itiraz da edemiyor: “Ne kadar güzel. Sıcaktan kavrulan, suya hasret Afrika insanını anlayabilmek için olağanüstü bir fırsat. Afrika’da yaşayanları anlayabilmek için buralara gitmeye gerek kalmayacak.


Sıcaklar geldi. Bu havada, bulunduğumuz mekânlarda terledik, halsiz kaldık. Hafif şeyler yeme ihtiyacı duyduk, serin mekânları tercih ettik. Şimdilik, mevsim normallerine döndük. Bir süre sonra aşırı sıcakların tekrar başlayacağı söyleniyor. Ne güzel, hoşumuza gitmese de, bilmek işimize gelmese de, böyle iklimlerde yaşayanları anlayabilmek için güzel bir fırsat doğacak. Bana kimse kızmasın.


Terbiyeyi terbiyesizden öğrenmek yanlış bir yöntem midir? Fakirlik diye bir şey olmasa, zenginler haline nasıl şükredecek? Hastalık olmasa, sağlığımızın kıymetini nasıl bileceğiz? Belki, dikeni olmasa gül bu kadar kıymetli olmayacaktı! Şükrü, şükürsüzden öğrenmek; sağlığın kıymetini, hastadan öğrenmek; zenginliğin kıymetini, fakirden öğrenmek, ılıman iklimin değerini, soğuk ya da sıcak iklimden öğrenmek; dostların kıymetini, yalnızlıktan öğrenmek; inançlı olmanın ayrıcalığını, inançsızdan öğrenmek; aydınlıkların kıymetini, karanlıkta kavramak… bir öğrenim yöntemi değil midir? Musibetin, nasihat yani eğitim değeri olduğunu kim inkâr edebilir? Edebiyatta buna “tariz” sanatı diyorlar. Tariz, bir gerçeğin değerini tersi bir durumla, sözle kavratmak. Böyle durumlara halk arasında “kinaye” dendiğini de görüyoruz. “Devlet malı deniz, yemeyen domuz.” atasözünü, tariz sanatı açısından değerlendirip devlet malı yiyenleri kınama anlamıyla düşünmek, bir doğrunun güçlü vurgulanması bakımından daha doğru olacaktır. “Beni sokmayan yılan bin yaşasın.” atasözü için de aynı yöntem kullanılabilir.


Adı ne olursa olsun, kimse ıstırap çekmek istemez. Ancak, adına “aşk” denen ıstırap olmasaydı Mevlana, Yunus Emre, Mecnun olur muydu? Onlar yanarak yüceldiler. Hiçbir element ateşe girmeden cevherleşemez. Güneş görmeyen elmanın, üzümün tadı olur mu? Tarihin parlak sayfalarını güneş ya da yıldız misali aydınlatan insanlardan hangisi, hak ettiği unvana herhangi bir konuda ıstırap çekmeden gelmiştir? Istırap, başarmak ya da başkalarını anlamak için ciddi bir öğrenim yoludur. Ağaçtan düşen Nasrettin Hoca’mızın kendisine akıl danelik yapanlara “Bana ağaçtan düşen bir adam bulun.” demesi ne kadar yerinde bir istektir.



Kriz, kimine göre bir çöküş, kimine göre bir fırsat sebebidir. Krize teslim olanlar, kendi idam fermanını imzalamış olurlar. Kriz içinde olanlar, başkalarını anlarlar, krizden çıkmak için çözüm üretirlerse büyük bir fırsat yakalamış olurlar. Bu anlamda, çok korktuğumuz küresel ısınma bir fırsat nedeni olabilir. Ozon delinmekten, ormanlar baltalanmaktan kurtulabilir. Emperyalist güçler, yoksul ülkelere karşı duyarsız kalmaktan, hidrojen bombası yapmaktan, çevreye zarar veren sanayiden vazgeçebilirler.


Davranışlarımızda pozitif yönde değişiklikler için okumak, duymak, görmek yetmeyebiliyor. Bazen bizzat yaşamak gerekiyor. Bu da en pahalı öğrenme yolu. Ben son zamanlardaki susuzluk ve kavurucu sıcaklar sebebiyle, en azından, elimizdeki konforun kıymetini ve bu konfordan yoksun insanların ıstırabını anlayabildim, öğrenebildim. Siz ne öğrendiniz? Yoksa hala yakınanlardan mısınız?



16.07.2007

Hiç yorum yok: