— Üstadım, bir öykücük okudum, bizim ev haline pek uyuyor.
— Anlat bakılım, neymiş öykücük?
— Bilge kişiye sorarlar: “Bir evin başı erkek midir, kadın mıdır?” diye. Bilge kişi cevaplar: “Tabii ki erkektir.” Devam eder: “ Kadın, ailede boyundur; erkek baştır. Boyun, başı ne yana isterse çevirir.” Üstadım, birebir annemle babam arasındaki ilişkiyi anlatıyor.
— Kertenkele, dediğin doğru, cevap, hoşuna gitmiş olabilir. Ben, burada güzel bir terdit sanatından başka incelik göremiyorum. Boyun dâhil, bedenin bütün uzuvlarını kumanda eden beyin nerede bulunuyor?
— Üstadım yine bir sıfır öndesiniz. Hatamı anladım, ben “baş”ı sadece görünür yönüyle düşünmüşüm. Terdit sanatı nedir Üstadım?
— Bilge kişinin verdiği cevaba dikkat et. Sorulan soruya verdiği cevabın gerekçesini beklenmedik şekilde izah ediyor. Şair: “Dünyanın en ağır işçisi benim / Gün yirmi dört saat / Seni düşünüyorum.” derken siz okuyucu olarak başka bir gerekçe bekliyorsunuz; ama o bir latife yaparak “Seni düşünüyorum.” diyor. Sizin tahmin edemeyeceğiniz bir neden ortaya koyuyor. Buna edebiyatta “terdit” sanatı denir. Ömer Seyfettin’in hikâyelerinde buna sık rastlanır.
— Üstadım, siz bana terdit sanatını izah ederken, baş-beyin ilişkisindeki mecaz-ı mürsel sanatını görmediğimi sanmayın.
— Aferin, aslında doğada pek çok ilişki suyun damlasına benzemesi kadar birbirine yakındır. Doğanın somut yasaları ile soyut yasaları arasında büyük benzerlik vardır. İnsanlar arasındaki ilişkiler, soyut yasalara dayanır. Genellikle bunlar yazılmamış kurallardır, insanın fıtratından çıkan, kendiliğinden oluşmuş yasalardır. Her insanın ve cinsin bir diğeriyle ilişki şekli zaman içinde kendiliğinden oluşur. Bu ilişkileri yazılı hale getirmek, beyhude bir uğraştır. Doğum ve ölüm, iki temel yasa. Paylaşma, dayanışma, üreme vb, diğer yasalardır. Bir varlık, oluş nedenini bir başka varlığa borçludur; ancak kendi içinde bağımsız olmakla birlikte bir bütünün parçasıdır. Her varlık, mikro ve makro derecesinde bir değerdir. Şu üzüm, şu elma, şu armut… Sen bunları son şekliyle tanırsın. Armudu ağaçta taşıyan, onu besleyen nedir? Elmanın, üzümün olgunlaşıncaya kadar hamallığını yapan, işi bitince kendiliğinden kuruyan, bu varlıkları gün yüzüne çıkaran sapları değil midir? Üzümü, elmayı, armudu meyve olarak yerken onun hiç sapını düşünmeyiz; sapın değerini ancak meyve bilir. Bilge kişinin, seni tebessüm ettiren cevabı aslında bir başka hakikati vurguluyor. Somut olarak görünen ilişkilerin arka planında başka bir soyut ilişki vardır. Meyveyi değerli kılan tadıdır, vitaminidir; meyveyi taşıyan dalıdır, sapıdır; dal ve meyve birbirlerine karşı değer üstünlüğü iddia edemezler. Ziraatçı ya da botanikçi gözüyle bakarsak, her meyve kökünden itibaren, toprağı da dâhil olmak üzere, dal ve yapraklarıyla bir bütündür. Hiçbiri bir diğerinden üstün değildir, hepsinin ayrı bir görevi vardır. Her uzvun görevini kusursuz yapmasıyla üründe mükemmeliyete ulaşılabilir. Nedense insanlar, iş bölümünde üstlenilen görevi bir ayrıcalık kabul ediyorlar, bir üstünlük yarışına giriyorlar. Bu algılama; kişilerin, doğayı, insanı, evrendeki yasaların mantığını anlamadığını gösterir. Bu, cahilliktir. Cahil insan da hiçbir zaman bilmenin hazzını duyamaz, mutluluk ikliminin havasını teneffüs edemez.
— Üstadım, boyun, baş; armut, sap; botanik, ziraat; evren, yasa… dediniz; o kadar çok karıştırdınız ki; bir şey anlamadım, kafam iyice bulandı!
— Bilirsin, sular bulanmadan durulmaz.
— Üstadım, siz hep böyle yapıyorsunuz. Sadist duygularınızı benim üzerimde tatmin ediyorsunuz. Size, esprili bulduğumu söylediğim bir öykücük anlattım, beni başka yerlere sürüklediniz.
— Eee, Kertenkele, kaderimiz bu. Neron olsaydım, sadist duygularımı tatmin için Roma’yı yakardım. İyi ki Neron değilim. Bak, bana dünyanın en güzel sözcüğünü söylüyorsun, “Üstadım” diyorsun. Teşekkürler sana”.
— Ben de teşekkür ederim Üstadım. Size durulmuş bir kafa ile döneceğim.
23.08.2007
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder