Kar yağıyor Kocaeli’nde lapa lapa. Sarhoş titreyişle temas ediyor bahçedeki her bir çiçeğe. Sallanan serviler ve bodur meyve ağaçları eşlik ediyor yağan karın raksına. Nefis ötesi bir manzara, enfes… Çiçekler güzel, kar güzel, karlara bürünmüş ağaçlar güzel! Yağan karın gölgesinde sıcacık odada yenen yemekler güzel, içilen çay güzel. Doyumsuz bir haz veriyor bu lezzet armonisi. Bütün uzuvların eşliğinde algılanan ve tadılan bu güzellik, hiç bitmesin istiyor ruhum. Sonsuza dek bu hazzı yaşamak ne güzel, ne büyük ayrıcalık!
Güzel olan ne? Yağan kar mı, açan çiçek mi, karın nağmelerine eşlik eden rüzgâr mı? Lezzetli olan ne? Yenen yemek mi, içilen çay mı? Harika olan ne? Karın ruhuma verdiği dinginlik mi, doğadaki ahenk mi, bulutların arkasındaki güneşin tebessümü mü?
Hiçbir şeyin kendiliğinden güzel, lezzetli, harika olmadığını düşünüyorum. Ortada bir güzellik, bir lezzet, bir harikalık varsa bunun iki tarafı vardır: Bir, güzeli güzel kılan; ikincisi, güzele güzel diyebilen. Ruh terbiyesinden, gönül zenginliğinden yoksun insanların dışında kalanların, herkesin güzel, harika, lezzetli dediğinin tersini diyeceklerini sanmıyorum. Burada bir sorun yok. Yanlışımız, güzeli, lezzeti, harikalığı eşyanın kendisinde görmek, kendisinden bilmek. Hangi eşyadır ki, güzel ya da çirkin bütün nitelikleri kendi iradesiyle kendisinde toplayabilsin? Bu nitelikleri, eşyanın kendisinden bilmek, eşyayı yaratıcı, üretici, yüksek irade sahibi görmektir. Bu, hem eşyanın kendisine hem de bu nitelikleri bahşedene haksızlıktır, zulümdür.
Eşiniz ya da bir sevdiğiniz önünüze yemek getirdiği zaman size “Güzel olmuş mu?” diye sorar. Bilinmek ister, beğenilmek ister, övülmek ister. Bu onun hakkıdır. Çocuklarımı yemeğe davet ederken: “Anneniz yine çok güzel yemekler yapmış, gelin hep beraber yiyelim.” derim. Çamaşırlarımı değiştirip temizlerini giydiğimde “Çamaşırlar tertemiz.” demek
yerine eşime “Ellerine sağlık, çok güzel yıkamışsın.” demeyi tercih ederim. İki tarafta da memnuniyet ve iştiyak oluşturur bu bakış açısına bağlı bu cümleler. Bu cümleleri işitmek emek sahibinin hakkıdır, söylemek de değerbilir kişilerin görevidir.
Eskiler: “Her fiilin, bir faili vardır.” derlermiş. Ortada bir güzel varsa bir de güzeli yapan var. Güzel olan eserse, onun müessirini bilmek gerek. Güzel bir tabloyu seyrettiğimizde bunu kimin yaptığını, güzel bir musiki parçası dinlediğimizde bunu kimin bestelediğini, güzel bir şiir okuduğumuzda bunu kimin yazdığını merak eder, soruşturup öğreniriz. “Bunların her biri kendiliğinden olmuştur.” demeyiz. Bu, genlere işlenen bir emrin gereğidir. Ancak bir eser olan doğanın niteliklerini vurgularken, bu niteliklerin müessirini ifadede cimri davranıyoruz. Bu da bizi Yaratan’a karşı mesafeli kılıyor. Eser sahibini görmezden gelmekle, kendimizi kör, sağır, cahil yapıyoruz. Fıtratımızı zorluyor, doğayla barışık olmaktan çıkıyoruz. Hâlbuki insan da doğa da bir yaratıktır. Buluştuğumuz ortak nokta, Yaratan’dır. Yaratan’da buluşmak, eşya dünyasında barışık yaşamaktır.
Dil, inancımızın, düşüncelerimizin aracıdır. Cümlelerimizi, aktarmak istediğimiz düşünceye göre formatlarız. Olaylara, eşyaya, olgulara bakışımız değişirse bunları dillendirmek de değişecektir. “Çiçek güzeldir.” yerine, “Çiçek güzel yaratılmıştır.” denecektir.
Güzelliği, lezzeti, harikalığı algılamak ayrıcalık; bunları yaratanı idrak etmek, irfandır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder