Bilindiği gibi gündemimiz uzun süredir başörtüsü konusu ile meşgul. Türkiye’de artık neredeyse gelenek haline geldiği üzere pek çok ciddi konunun sloganlar üzerinden tartışılması alışkanlığı bu konuda da kendini had safhada göstermektedir.
Öyle ki; taraftar veya karşı olanların büyük çoğunluğu dayanak olarak ilmi gerekçelerden ziyade bir takım ideolojik ve siyasi söylemleri temel almakta; bu arada toplumsal değerlerimize bilerek veya bilmeyerek hücum edilmektedir ki korkulan toplumsal kutuplaşmanın başlıca sebebini ilk etapta burada aramak gerekecektir.
Tüm bu tartışmalar esnasında Atatürk’ün bu toplum için yaptığı hizmetleri, bu toplum için anlamı ve büyük şans oluşu, buna mukabil ne kadar az anlaşıldığı daha açık biçimde görülmektedir.
Zira Atatürk toplumsal değişimi hedefler ve bu yönde adımlar atarken toplumun değerleriyle çelişecek hiçbir değişikliğe gitmemiştir.
Mesela, bugün bırakın inanç konusu olmasını en azından sosyal bir olgu olarak inanan inanmayan her insanın, özellikle bilim adamlarının, aydınların dikkate almak zorunda olduğu dini, “üniversitelere giremeyecek” bir husus olarak kabul etmek bir yana; dinin sağlıklı biçimde öğrenilmesi için “anayasal manada çoğunluğun” dini olan İslam’ın “Türkçe” tefsirini yaptırmıştır.
Yani anayasada laikliği Türkiye Cumhuriyeti’nin değişmez niteliği olarak oturtan siyasi iradenin başı, din ve devlet ilişkisinin ayrı olmasından bu iki olgunun çatışmasını veya birbirini görmezden gelmesini anlamamaktadır. Aksine, yanlış manada tekke – tarikat tecrübesi yaşamış ve gayr-i resmi olarak yaşamaya devam eden bir milletin başı olarak, halkın doğru kaynaktan bilgi alabilmesini sağlamayı amaçlamış, bunun için halkın dinin kaynağına “kendi diliyle anlayarak” ulaşabilmesine imkan tanımıştır.
Yine aynı tarihi tecrübenin bir yansıması olarak din eğitimini devletin kontrolüne almayı laiklik ilkesine aykırı bir uygulama olarak değerlendirmemiştir. Zira bugün pek çok “aydının” anlamamakta direndiğinin aksine, yukarıda belirttiğimiz üzere, toplumun dinamiklerinin sağlıklı işlemesi için bu dinamikleri oluşturan unsurların sağlıklı bilgisine ulaşılmasının lüzumunun farkında olmuştur.
Çünkü din bizim toplumumuzun kültürel dokusunu oluşturan temel taşlardan biridir. Bu doku “yanlış subjektif yaklaşımlar” yani “bana göre”lerle veya bilgisizlikle zedelendiği vakit yabancılaşma, yobazlaşma ve çözülme de beraberinde gelir. Atatürk bunu görerek “sağlıklı ve doğru” bilginin edinilmesi için kapıları pek çok yönden açmış, buna zarar verebilecek kaynakları devlet kontrolü ile bertaraf etmeye çalışmıştır.
Akılcı, bilimsel ve sağduyulu bir yaklaşım başka nasıl olabilir?
Netice itibariyle, Atatürk’ün dolayısıyla Atatürkçü düşüncenin din ve halkın değerleriyle çatışmadığı söylenir. Ancak bunun içi doğru biçimde çoğu zaman doldurulmaz. Bu boşluk sebebiyle de Atatürkçü olmak adına zaman zaman dini unsurlara ve halkın bazı değerlerine karşı “laiklik” endişesi ile yanlış tutum ve söylemler ortaya atılmaktadır.
Halkı rencide etmeden bu tartışmaların sonuca ulaşması için Atatürk’ün “cehalete” karşı açtığı çok yönlü savaşı izlemek, anlamak ve örnek almak, onun bu topluma yaptığı katkıların devamı olacak; böylece Türkiye’nin suni gündemlerden “gerçek” gündemlere geçmesini ve gençlere “çatışma” ortamı değil geleceğe dair “ufuk” verilmesini sağlayacaktır. Hayırlı haftalar…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder