Ölümden kaçış yok, kurtulan yok; öyleyse nasıl, nerede, ne zaman ölmek istersiniz? Şehitlik, dünya hayatı için güzel bir sondur. İnançlı insan açısından Arafat’ta, Kabe’de ölmek de güzeldir. Bunun dışında ortalama insan ömrünü fazlasıyla yaşamış biri olarak yumuşacık yatağında, başında sevenlerin olduğu halde, Kuran-ı Kerim okunarak ve ağzına su verilerek ölmek ister insan. Babam, kişinin idealize ettiği bu ölüm şeklini yaşadı Kurban Bayramı’nın dördüncü günü.
Ablamızı kaybetmiştik Ramazan’ın son on günü içersinde. Henüz acısı silinmemişti yüreğimizden onun. Ölüm sonrasındaki hayata göre bir yaşantısı olduğu için “Asude Ayrılık” isimli bir yazı yazmıştım onun hakkında. Ayrılığı, onun için güzeldi, bizi eleme boğdu; varlığını değil hatıralarını solumak zorundayız şimdi.
Yaşlılık, hastalıktır. Üzerine felç ya da parkinson gibi hastalıklar da binerse zor geçer günler. Doğan her gün, yeni bir sıkıntının başlangıcıdır. Milim milim, saniye saniye bittiğini görürsünüz bedeninizin ve zamanınızın. Günler geçmez ıstırabınızdan dolayı. Ölümden korkarsanız, çabuk tükenir yıllar. Babam, hiç korkmadı ölümden. Bedeninin tükendiğini görüyor, sayılı günlerinin azaldığını biliyordu. Tamahkâr değildi; dünyalık hedefler koymamıştı kendisine. İbadetlerinde ruhsatlarla yetinmezdi. Kulluk bilinci yüksekti, kul hakkından korkardı. Bana son öğüdü “Sakın oğlum kimseye haksızlık yapma.” olmuştu.
Bayram’ın ikinci günü bayramlaştım kendisiyle. “Kurbanını kestim, bayramın mübarek olsun.” dedim. Bir gözü kapalıydı, diğer gözünü açtı, bir sağa bir sola çevirdi. Beni anladığından emin değilim. Son iki günü hiç yemek yemedi, sadece su içti. Sekerat dönemine girmişti ölümünden beş saat önce. Birkaç gün önceki hırçınlığı yok olmuştu. Teslimiyet halindeydi. Nefes alış verişi bazen düzenli, bazen bozuktu. Kardeşim ve ben başucunda Kuran-ı Kerim okumaya başladık. Bir yandan okuyor, bir yandan ağzına pamukla su veriyorduk. Suyu içemiyordu, sadece dudakları ıslanmış oluyordu. İkindi vakti gireli yarım saat olmuştu ki hırıltısı kesildi, nabzı düştü. Beşinci kez okuduğum Yasin suresinin ikinci sayfasının ortalarındaydım. Komşumuz Yaşar Teyze: “Oğlum Kadir, baban gidiyor.” dedi. Elimde ıslak pamuk olduğu halde bir gözümle ayetleri okuyor, bir gözümle babama bakıyordum. Hafif bir nefes aldı ve o nefesi ciğerlerinde bıraktı. Bir daha nefes alamadı. Kardeşim ağlamaya başladı, ona sarıldım. Annem yan odadaydı. Yaşar Teyze’ye: “Sakın anneme bir şey söyleme!” dedim. Gittim, anneme sarıldım. Annem ne olduğunu anladı, ağlamaya başladı. Ağzımdan çıkan, “Anne, artık babam yok; sen ve biz varız, ilahi takdir böyleymiş, babam Allah’a kavuştu.” cümleleriydi.
Ölümüyle, babamın, bizde manevi boşluk bıraktığı inkâr edilemez; ama onun ölümüne hiç üzülmedim. İnsanı ürküten ölüm realitesinden başka onun ölümüne üzülmeyi de anlamsız buluyorum. İnsan, ıstırap çeken birine acıyabilir, üzülebilir. Üzüntünüz, ölenin ıstırap çekeceği inancına dayanıyorsa, saygıya değerdir. Bunun dışındaki üzüntünüz, sizin kendinizi düşünmenizle yani bencilliğinizle ilgilidir. Ben, babamın, yeni hayatında ıstırap çekeceğini sanmadığım için, ölümüne hiç üzülmüyorum. Sonsuz olduğuna inandığımız ahiret hayatına elinden geldiğince hazırlık yapmıştı. Ölüm, ruhun beden kafesindeki askerlik sürecini tamamlayıp terhis olmasına benzetilirse, babamın ölümü, bir terhisti. Ruh, artık özgürdü. Bedenin ne kıymeti vardı? O, et ve kemikti. Dünya insanı, ruhun ete ve kemiğe bürünmesini değil midir? Ruhun, bedeni terk etmesi, askerin üniformasını çıkarması gibidir. Askerlik görevini bitiren biri bu kıyafetini çıkarmaktan şikâyetçi olur mu? Artık onu özgür bir yaşam bekliyor. Babam, inanıyorum ki, şimdi özgürlüğü doyasıya yaşadığı dünyasından bizi seyrediyor. Belki de o bizim için üzülüyor. Biz mutlaka üzüleceksek, üzülenecek obje ölen değil, kendimiz olmalıyız.
Ölüm gecesine “Şeb-i arus” (düğün gecesi) diyen Mevlana gibi yaklaşırsak korkulacak bir tarafı yok ölümün. Bu gecede sevgililer birbirlerine kavuşurlar. Ruhun bedendeki esareti bitmiş, birbirini sevenler ayrılık çilelerini doldurmuşlardır. Bedendeki parça ruh, bütünle buluşmuştur. Öyleyse niçin istenmesin ölüm? Ölümü bize korkunç kılan, ölüm sonrasının bilinmez olmasıdır. İnanan biri için bu korku da yersizdir. Çünkü o, kendine, ölümden sonraki yaşamın dünyadaki yasalarına uygun bir yaşam kurmuştur. Şu halde ölümden korkmanın mantığı yoktur. Babam, bu algılamanın modeliydi.
Ölümüyle “asude bahar ülkesi”nde yaşamaya başlayan babama, rahmet, geride kalan bizlerin de ölüm gerçeğinden ibret almasını diliyorum.
30.12.2007
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder